Okuduğum kitaplar hakkında yorumlar, düşünceler,alıntılar içeren kişisel blogum. Mehmet Tekinbaş
Bu Blogda Ara
13 Ekim 2014 Pazartesi
Ortak Acı 1915 Türkler ve Ermeniler
Nedir bu Ermeni sorununun cevabını büyük ölçüde aldığım kitap.
Ermenilerin Bizans İmparatorluğu'nun merkezi olan Konstantinopolis' e İstanbuyl' a girmeleri yasaktı.Binaenaleyh Fatih Sultan Mehmed İstanbul' u aldığı zaman İstanbul' da tek Ermeni yoktu.
İngiliz Yazar John Haslip "Bilinmeyen Sultan II Abdülhamid" adlı kitabında Abdülhamid' in şu sözlerini aktarıyor;"Avrupa, Yunanistan ve Romanya'yı (ele) almak suretiyle Türk devletinin ayaklarını kesti.Bulgaristan'ın Sırbistan'ın ve Mısır'ın kaybı ise bizi kollarımızdan mahrum bırakmıştır.Şimdi ise Ermenileri ayaklandırmak suretiyle ciğerlerimizi sökmek istiyorlar." Abdülhamit bu düşünceyle doğu illerinde Ermeni çetelerine karşı Hamidiye alayları adıyla Kürt aşiretlerini örgütledi.İstenen reformları yapmadı.Tırmanan Ermeni isyanlarına karşı sert tedbirler aldı.Ermeni Komitecileri ve Osmanlı karşıtı Avrupalılar bu dönemde Abdülhamid' e Kızıl Sultan lakabını taktılar.
İnsanlara " Arap olmayı, Arnavut olmayı,Ermeni olmayı bırak" denmiyor. Yani asimilasyon denilen bir şey yok.Ve zaten bir çok insan da mutlaka o etnik kimliğini geliştirdi diye "ben gideyim Osmanlı İmparatorluğundan ayrılayım." demiyor.Gidip kendi ulus devletlerini kurmak isteyen birtakım ulusçular var. Ama ben Ermeniyim ya da ben Arnavutum ama Osmanlılıkla herhangi bir alıp veremediğim yok, yeter ki Osmanlı Devleti bana söz verdiği o eşitliği tanısın" diyenler de çok. Bu tabii yani kesinlikle kimliklerle ilgili ama bir üst kimlik diyebiliriz ittihad-ı anasır politikasındaki Osmanlılık kavramına.
Bu dönemde çıkan Köylü Gazetesi üç sütun halinde çıkıyor; sütunlardan bir tanesi Rumca yazılıyor ve Rum alfabesiyle, Helen alfabesiyle... ikinci sütun Ermeni alfabesiyle yazılıyor.Üçüncü sütun Osmanlı alfabesiyle yazılıyor.İttikad-ı anasır' ı adeta ifade etmek için.
29 Nisan 2014 Salı
Kitab-ı Aşk-İskender Pala
Aşkı anlatan çok güzel bir kitap.Bir roman değil bir araştırma değil.Divan edebiyatı şiirlerinden alıntılar ve değişik zamanlardan alıntıları farklı bir bütünlük içinde bir araya getiren bir kitap.
İskender PALA,nam-ı diğer 'Divan şiirini sevdiren yazarın bu kitabında muhtelif kitaplarından derlediği fakat konu nizamına uygun, herbiri birbirini tamamlayan, adından da malum 'AŞK'ı anlatan denemelerini ve kadim şairlerimizin bercestelerini bulacak, bu ince kitaptan 'Divan edebiyatı'nın efsunlu aleminin kapılarını aralama fırsatı bulacaksınız... 'Bende mecnundan füzun aşıklık isti'dadı var Aşık-ı sadık menem mecnunun ancak adı var' diyerek Aşıklık mertebesini terennüm eden FUZULİ nin AŞKI na 'AŞK OLSUN' (Bizim gönlümüz de AŞK ı bulsun...)Vesselam...Sanman kim taleb-i devlet-i cah etmeğe geldikBiz âleme bir yar için ah etmeğe geldik.Yenişehirli Avni (19.yy)Cennet için men eden âşıkları dîdârdan
Bilmemiş ki cenneti âşıkların dîdâr olur
(Cennetten uzaklaştırdığı gerekçesiyle âşıkları sevgilinin yüzüne bakmaktan alıkoyan kişi bilmiyor ki âşıkların cenneti sevgilinin yüzüdür.) Fuzuli
Ne beyân-ı hâle cür'et, ne figâna tâkatım varNe recâ-yı vasla gayret, ne firâka kudretim varYani şöyle demek: "Ne hâlimi arz etmeye cür'et edebiliyorum, ne de feryat etmeye takatım var. Ne vuslat umudu için gayrete geliyorum, ne de ayrılığa güç yetirebiliyorum." Sizi bilmem ama İskender Pala beni divan edebiyatı hayranı yaptı.
Kürk Mantolu Madonna-Sabahattin Ali
Uzun
zamandır okumayı istediğim ama bir türlü okuma fırsatı bulamadığım bir
kitap.Bir solukta okudum. Aydın' da başladım.Seminer için gittiğim Antalya' da
bitirdim. Kitap bir aşk romanı. Rasim,
Ankara’da işsiz kaldığı bir gün, sokakta eski arkadaşlarından Hamdi Bey’le
karşılaşır. Hamdi Bey, bir şirkette müdür yardımcılığı görevine getirilmiştir.
Rasimin işsiz olduğunu öğrenince ona şirkette bir iş verebileceğini söyler.
Ertesi gün şirkete giden Rasime bir iş verir ve orada çalışan mütercim bir
memur olan Raif Efendi ile aynı odada çalışmasını ister. Haftalarca aynı odada
çalışmalarına rağmen, iki memur arasında bir yakınlık ve samimiyet
gerçekleşmez. Bir gün, Raif Efendi’nin yaptığı çevirinin memurlar tarafından
unutulması üzerine Hamdi Bey feci bir şekilde Raif Efendi’yi azarlar. Raif Efendi
de, Hamdi Bey gittikten sonra onun resmini yapar. Bu resimde başarılı bir insan
tahlili gören Rasim, bundan sonra Raif Efendi’ye daha farklı bir nazarla
bakmaya başlar.
Raif
Efendi’nin hastalanıp bir hafta işe gitmemesi üzerine, tercüme edilmesi gereken
bir yazıyı Rasim onun evine götürür ve ailesini de yakından tanıma imkânı
bulur. Raif Efendi, bir şubat günü ağır bir şekilde hastalanır ve işe gitmez.
Bu sefer durumu ciddi olan Raif Efendi, kahraman-anlatıcıdan iş yerinde
eşyalarını toplamasını ister. Eşyaları Raif Efendi’ye getiren Rasimin bir
defter dikkatini çeker. Raif Efendi, Rasimden bu defteri sobada yakmasını
ister. Defterde mühim şeylerin yazıldığını düşünen Rasim, Raif Efendi’yi ikna
ederek defteri alır, oteline gider ve defteri okumaya başlar.
Romanın
ikinci olay örgüsünü Raif Efendi’nin hatıra defterine yazdıkları oluşturur.
Havranlı bir aileye mensup olan Raif Efendi, çocukluğunda çekingen ve ürkek bir
çocuktur. Akranlarıyla iletişim kurmakta zorlandığı için yalnızlığını kitap
okuyarak ve resim yaparak gidermeye çalışır. Güzel Sanatlar Akademisi’ni okumak
için İstanbul’a gelir ve eğitimini tamamlamadan buradan ayrılır. Maddi durumu
iyi olan babası, Raif Efendi’yi sabunculuk tekniğini öğrenmesi için Almanya’ya
gönderir. Burada, sabunculukta ileri bir tekniğe sahip olan fabrikaya gitmek
yerine, müzelere ve resim galerilerine giderek vaktini geçirmeye çalışır.
Bir
senedir burada olan Raif Efendi, bir gün bir resim galerisinde gördüğü Kürk
Mantolu Madonna tablosundan etkilenir. Günlerce sadece bu tabloyu seyretmek
için galeriye gider. Sonunda tablonun sahibi Maria Puder’le tanışır ve ona âşık
olur. Bir yılbaşı günü Maria’yla birlikte olur. Ancak, bu birliktelikten sonra
Maria’nın isteği üzerine birkaç gün görüşmezler. Onsuz bir yaşama dayanamayan
Raif Efendi, Maria’nın hastahaneye kaldırıldığını öğrenir. Hastalığı müddetince
ona bakar ve tekrar güvenini kazanır. Maria’yla ilişkisinin tam rayına oturduğu
bir zamanda memleketinden bir telgraf alır. Telgrafta babasının öldüğü ve
derhal memlekete gelmesi gerektiği yazılıdır. İşlerini düzelttikten sonra
Maria’yı da memleketine getireceği sözünü veren Raif Efendi, Almanya’dan
ayrılır.
Maria
Puder’le düzenli olarak mektuplaşır. Ancak belli bir zaman sonra Maria Puder,
Raif Efendi’ye mektup yazmaz. Raif Efendi kandırıldığını düşünerek bir başka
kadınla evlenir ve çocukları olur. Ankara’da bir gün, Almanya’dayken
pansiyonunda kaldığı Maria Puder’in akrabasıyla karşılaşır. Ona Maria Puder’le
ilgili imalı sorular sorunca Maria’nın on sene önce hastalandığını, hastalığına
rağmen bir çocuk dünyaya getirdiğini ve babasının da bir Türk olduğunu öğrenir.
Kadının isim vermediği bu Türk’ün kendisi olduğunu anlayan Raif Efendi, kadının
yanında olan 8-9 yaşlarındaki kızına bakar. Bir dakika sonra tren hareket eder
ve bu şokla Raif Efendi de hatıra defterine bunları yazmaya başlar. Defteri
okuyan Rasim Bey, onun iç dünyasının ne kadar zengin olduğunu anlar. Defteri
vermek için Raif Efendi’nin evine gittiği zaman ailesi onun öldüğünü söyler.
Kitabın
hikayesi böyle. Kitaptan sözlere gelince
""Nedense,
hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini,
herhangi bi sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış
gibi ferahlık duyar ve o zavallılara,sanki bize de gelebilecek belaları kendi
üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz."
"Bu
karanlık ve sıkıntılı manzara ne kadar güzeldi! İçime çektiğim bu ıslak hava ne
kadar tazeydi! Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın
sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok
daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek
yaşamak... ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu
düşünerek, onu bekleyerek yaşamak..."
"şimdi
ben gidiyorum fakat ne zaman çağırırsan gelirim... dedi. evvela ne demek
istediğini anlamadım... o da bi an durdu ve ilave etti:nereye çağırırsan
gelirim!"
"Bilhassa
tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya
mecbur oluşu... Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin
daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin
yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz
bulunacak? Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim.
Niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana
bu kadar ehemmiyetli görünüyor?"
"Bu
yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire
benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat hep böyle değil midir? Birçok
şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?"
24 Aralık 2013 Salı
Orhan PAMUK- Masumiyet Müzesi
Orhan Pamuk okumaktan pek hoşlanmazdım ama bu kitabını sevdim.Akıcı ve sıkılmadan okudum.Kitaptan aklımda kalan birkaç söz."Mutluluk , insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca" ve "Bir insanın başka fırsatları olmasına rağmen onları reddedip sürekli aynı kişiyle sevişmek istemesine, bu mutluluk verici duyguya aşk denir.Kısa sürede bitirdim bu kitabı tavsiye ediyorum.Konusuna gelince özetle:
Kitabın ismi sevdiği kıza ait olan ve onun dokunduğu her şeyi müze olarak yaratan bir adamın aşk hikâyesinden geliyor. Ancak kitabın isminde yer alan masumiyet kelimesine romanda rastlamak mümkün değil. Çünkü kitapta aşk dahil masum olan hiçbir şey yok. Ancak kitaptaki aşk hikayesi fazlasıyla etkileyici. Bu öylesine bir aşk ki okuduktan yıllar sonra bile akıllardan çıkmıyor ve birçok olayda kitabı hatırlatıyor. Kitap bizi 1975′li yıllara götürüyor. Roman, Sibel ile mutlu bir ilişkisi olan, tekstil zengini bir ailenin çocuğu olan Kemal’in yoksul akrabalarının kızı Füsun’a aşık olması ve ona delice bağlanmasıyla başlıyor. Füsun’a olan aşkını bir saplantı haline getiren ve yıllarca ona kavuşma hayalleri ile bir divane gibi yaşayan Kemal’in hikâyesidir Masumiyet Müzesi. Kemal divane gibidir çünkü o zamanında Füsun’un değeri bilememiştir. Onu kaybettikten sonrada Füsun bir başkası ile evlenmiş kendi anne-babasıyla yaşamaya başlamıştır. Kemal, yıllarca misafir olarak Füsunların evlerini ziyaret etmiş ve her ziyarette Füsun’a ait bir eşyayı gizlice alıp Füsun ile güzel anıları olduğu eve getirip biriktirmiştir. Bu tüm ziyaretler ve çabalara rağmen yıllar boyunca Füsun’dan ilgi ve karşılık görmemiştir. Ancak yine de Kemal, hayatındaki her şeyden vazgeçmiş ve Füsun’a yakın olma gayreti tek gayesi olmuştur. İşte Kemal’in Füsun’a olan bu delice aşkı romana farklı bir hava katmıştır. Yazar bu aşkı romanında son derece başarıyla kurgulamıştır. Bu başarılı kurgu da romanı zevkle okunabilir bir hale getirmiştir. Masumiyet Müzesindeki bu aşk bana Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur adlı romanındaki Mümtaz ile Nuran’ı hatırlatmıştır. Huzur romanı da, tutkulu bir aşk içindeki Mümtaz ile Nuran’ın yıllarca birbirlerinden ayrı yaşamak zokalmaları ve romanın bu şekilde kötü sonla bitmesi yönüyle Masumiyet Müzesine benzer. Masumiyet Müzesi’de bu şekilde kötü sonla bitecektir. Öyle bir son ki romanın sonunda Kemal Füsun’a ait binlerce eşyayı toplamış olacaktır. Füsun’un içtiği sigaraların tam 4213 adet izmaritini toplayan Kemal’in aşkının büyüklüğünü buradan da anlamış oluyoruz. Füsun’a olan aşkı her geçen gün Kemal’in içine işleyerek daha da büyüyecektir. Klasik Türk filmlerindeki aşk hikayelerine benzeyen bu romanda aşkı okuduğunuzda kitabın samimiyetinden, gerçekliğinden, anlatım tarzından, bakış açısından ve bu büyük aştan o kadar etkileneceksiniz ki aslında bunun klasik aşklardan ve tüm büyük aşklardan ne kadar farklı olduğunu anlayacaksınız. Hatta kitaptaki bu aşk olayından etkilenen Nazan Öncel “Canım Benim Nasılsın” adlı bir şarkı bestelemiştir. Roman genelinde çoğunlukla Kemal’in bakış açısı ve gözlemlerinden aktarılmıştır. Kitaptaki olayların geçtiği dönemi ve olayların geçtiği o zamanki İstanbul’u bize o kadar gerçekçi aktarmış ki yazar bu yönü de bizi etkiyen taraflarındandır romanın. Bu kitabı okuduğunuz sürece kendinizi 1975’li yıllarda İstanbul’da bulacaksınız. Yani romanda Kemal ile Füsun’un aşkı ön planda tutuluyor gibi ancak bunun yanında en az bu aşk kadar o dönem hakkında sosyolojik bilgileri, yaşayış tarzları ve o dönemdeki İstanbul’un özellikleri de önemli bir yer tutmaktadır. Orhan Pamuk romanın ortasında ve sonunda kendisini de romana sokmuştur. Özellikle romanın ortalarında bir nişan kutlamasında Füsun ile dans etmesi ve ondan etkilenir gibi olması, kendisinin ve ailesinin hayatı hakkınca bazı bilgiler vermesi de romanın dikkat çeken yönlerindendir.
Masumiyet Müzesi romanı “ hayatımın en mutlu anıymış bilmiyordum. ” cümlesiyle başlar. Bu cümleden biz roman kahramanının geçmişte yaşadıklarını gözden geçirdiğini ve hayatının bir anının onun en mutlu anı olduğunu düşündüğünü ve büyük bir yanılgı içerisinde o günün aslından onun için ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. Çünkü kimse yaşadığı bir olayın ya da durumun onun hayatındaki en mutlu anı olduğunu zamanında kavrayamaz. Bunu ancak yolun sonuna geldiğinde ya da önemli bir şeyi kaybettiğinde kavrar ve anlar. Biz de bunu göz önüne aldığımızda, daha kitabın başında roman kahramanının pek de mutlu bir hayat yaşamadığını anlıyoruz. Masumiyet Müzesinin son cümlesi ise Kemal’in “ herkes bilsin çok mutlu bir hayat yaşadım. “ cümlesidir. Bu sözleriyle Kemal tanıdıklarına ve dostlarına bir mesaj vermek istiyor. Çünkü Füsun’un aşkıyla ve ölümüyle kendini yıllarca harap eden Kemal’i çevresi mutsuz bir hayat sürüyor ve sürdü diye değerlendiriyordu. Buna itiraz eden Kemal aslında mutlu bir hayat yaşadığını belirtmek istiyor ve roman bu cümleyle son buluyor.
19 Aralık 2013 Perşembe
MEHDİX-Turgay GÜLER
Dünyaya bir şeyler oluyor... Dünyanın hâkimi olan Amerika, kendi başının çaresine bakmaktan aciz... Bütün dünyayı idare etmek üzere politikalar geliştiren İsrail, en büyük müttefiki Amerika'yı saf dışı bırakmak için planlar yapıyor ve bu planlarını başarıyla uyguluyor. Üretilen büyük bir yapay depremin ardından, Amerika yerle bir oluyor ve bu ülkenin ekonomisini elinde tutan Yahudi tüccarlar Avrupa'ya yöneliyor. Bu da yetmiyormuş gibi Türkler, Ayasofya'yı yeniden ibadete açıyor. Bir Türk Paşası, Hristiyan ve Yahudi dünyasının peşinden koştuğu Ahit Sandığı'nı ve Hazreti Musa'nın Asası'nı ele geçiriyor ve o tarihten itibaren bütün dünyanın hâkimi olmak için adım adım yürüyor... Dünyanın hâkimi olmak üzere yola çıkan İsrail, bir bir kendi kazdığı kuyulara düşüyor ve İslâm ülkeleri tarafından büyük bir iltifata mazhar olan Paşa, giderek Mehdix Paşa'ya dönüşüyor. Üçüncü Dünya Savaşı başlıyor... Özel ve 'seçilmiş' biri olarak, kendine yöneltilen bütün tehlikelerden sıyrılan ve ezilmiş, hakir görülmüş, kutsal değerleriyle alay edilmiş bir inancın, İslâm inancının bayraktarlığını yapan Mehdix Paşa, tıpkı dünyanın beklediği kurtarıcı gibi donanarak ve donatılarak üzerine düşeni gereği gibi yerine getiriyor. 'Mehdix', yazarın geleceğe dair gördüğü rüyanın bir yansıması. Kitapta yer alan bilgiler, tamamen bir kurmaca. Geleceğin dünyasında olabilirlikler üzerinde duran yazar, yaklaşık yarım asırdır yaşanan dünya siyasetini aynanın arkasından bakarak tersinden okumaya çalışıyor. Kitap, günümüz dünyasının süper güçleri olan ülkelerin de bir süre sonra bu etkinliklerini yitirebileceğini, şu anda gelişmekte olan veya henüz bu sürece girmemiş olan ülkelerin zamanla kendi politikalarını üreterek dünya siyasetinde egemen hale gelebileceklerini ve bunu nasıl yapabileceklerinin ipuçlarını sunmaya çalışıyor.Türklük gururunu okşayan güzel akıcı bir kitap.Okurken kendimi Amerikan kahramanlık filmleri seyreder gibi hissettim.Biraz abartılı ama eğlenceli
16 Kasım 2013 Cumartesi
Ağrı Dağı Efsanesi- Yaşar Kemal
Kır bir at Ahmet'in evinin kapısına gelir ve bir süre orda bekler. Bunun üzerine Ahmet atı kendi kısmeti olarak görür ve atı sahiplenir. Bir süre sonra atın Beyazıt Paşası Mahmut Han'a ait olduğu anlaşılır. Mahmut Han atını ister. Fakat Ahmet atı vermek istemez. Çünkü Ağrı geleneklerinde bu böyledir ve o atın haktan yadigar olduğu düşünülür. Atı geri alamayınca Ahmet'in evine adamlarını gönderir ve bir süre sonra Ahmet'i zindana attırır. Burada paşa'nın kızı Gülbahar ile Ahmet arasında büyük bir aşk başlar. Başta Mahmut Han olmak üzere tüm engelleri aşarlar.Yaşar Kemal' den kendine özgü güzel bir aşk hikayesi.Çok güçlü bir konu görmedim.Hatta bazı yerlerinde fazlaca sıkıldım.Ama okunması gereken klasiklerden biri.
Korkuyu Beklerken- Oğuz Atay
Yazarın kitabında sekiz öykü bulunmaktadır.
İlk hikaye “Beyaz Mantolu Adam” Kalabalığın içinde başarısız ve parasızdır Başkaları tarafından kendisine hep bir iş yüklenir; bavul taşır, yük taşır… Elbise ve kumaşların olduğu bir dükkanda beyaz bir manto ilgisini çeker, alır ve giyer Gittiği her kalabalıkta dikkat çeker, sorgulanır Herkes kendine göre bir tanımlama yapar onun için Rahatsız edildiğinde kaçmak dışında o kadar tepkisizdir ki, bir dükkan sahibi tarafından vitrine manken olarak konulduğunda bile sesini çıkarmaz Dükkanda onun sayesinde iyi satış yapılır Oradan da kaçar, dolaşır, trene biner, deniz kıyısına halk plajına gider Kimseye bir şey yapmayan, konuşmayan, kendi halindeki beyaz mantolu adam yine ilgi çekip insanları başına toplar Varsayımlarda bulunurlar kendisi hakkında; kimine göre hasta, kimine göre deli, kimine göre de sapıktır Onlardan da kaçar, denize doğru gider, ilerler ve gözden kaybolur Bir genç ve diğerleri onu kurtarmak için çabalar ama geç kalırlar
İkinci hikâye “Unutulan” Tozlu, böcekli tavan arasından seslenir sevgilisine Kitaplardan, hayatı boyunca ilgi aradığından bahseder Karanlık olduğunda bir el feneri uzanır delikten El fenerini eşyalara tuttuğunda , o eşyaların sahibi olan yakınlarını, onların hayatlarını düşünür, sorgular Ve bir elinde silahla örümcek bağlamış eski sevgilisini görür Hiç değişmemiştir kendisine göre Onsuz yaşayamayacağını düşünür Kendisini öldürdüğünü duymamış, iş güç arasında da tavan arasına çıkmamıştır Elbisesinin çürümüş bir yerine dokunduğunda bir sürü hamamböceği çıkar sevgilisinin cesedinden İlişkilerini sorgular Aşağıdan şimdiki sevgilisinin seslenir
Üçüncü hikâye kitaba da adını veren “Korkuyu Beklerken” Evine doğru giderken kendisine miskin gözlerle bakan köpekler ilk defa havlar, takip eder Evine girdiğinde kendini sorgular ve şöyle der:”Yalnız korkmaktan korktukça yalnızlığım artıyor” Bilmediği bir dilde yazılmış bir mektup bulur evinde Bu mektubu kimin yazmış olabileceğini düşünür; hizmetçinin kızı mıdır yoksa evinin bulunduğu sokaktaki yabancılar ya da elçiler midir? Üniversitede ölü diller üzerine öğretim görevlisi olan arkadaşını arar, mektubu gösterir Arkadaşına göre bu mektubu gizli mezheplerden biri yollamıştır Mektupta :”Mektubu aldığınız andan itibaren evinizden çıkmamanızı kesinlikle bildiririz Dikkat! Sizi uyarırız!” gibi şeyler yazmaktadır Arkadaşı korktun mu diyerek güler Bir süre düzenli günler geçirir; işte, evde, otobüste kitap okur, Latince çalışır, sinemaya gider Postacı, öğretim görevlisi arkadaşının mektubun tam çevirisini yaptığı bir mektup getirir Ve mektupta yazdığı gibi evden çıkmaz, kendini ölecekmiş gibi hisseder hatta ölümü sonrasını düşünür Onun düşüncelerini olduğu gibi aktaralım:“Sanki, kime yazıldığı bile belli olmayan bu mektubu almadan önce yaşamamıştım, şimdi zaten yaşamıyordum Bütün hafızamı, hayal gücümü zorluyordum; geçmişe ait bir şeyler hatırlamak, bir şeyler görmek istiyordum Olmuyordu Aslında düşününce, canım şu zamanda şöyle olmuştu, annemin yüzü beyazdı ve yatay çizgiliydi, okula başladığım gün ne kadar korkmuştum diyebiliyordum Fakat, mesele bu değildi; mesele, bir şeyleri, sıcak bir çorbanın kokusunu duyar gibi hissedebilmekti Bense bunu hiç becerememiştim Ne tabiatı, ne insanları, ne de olup bitenleri hiç sevmemiştim; kendimi bile, kendi yaptıklarımı bile” Evdeki evrakları, kağıtları yırtar atar ve tüm zamanlarını sorgular, saptamalarda bulunur: “Bu kötü hayatı sanki doğmadan önce yaşamıştım; kendime yakıştırdığım yaşantıları doğmadan önce de okumuştum Kötülüklerimin bile kendime, öz varlığıma ait olduğuna inanmıyordum” Sonunda evden çıkar ve dış dünyanın içinde yer almaya çalışır hem de toplumun çoğunluğunun öngördüğü ilişkiler içinde Kendisine mektup gönderen mezhebin ismi ‘Ubar-Metenga’dır Mezhebin anlamı ve ‘suç’ kavramı üzerine düşünür Sürpriz olaylar da gelir başına Bir süre sonra bazı çiftlere, Ubar-Metenga mezhebinin kendisine gönderdiği mektupları gönderir Polise gider ve bu mektupları kendisinin yazdığını söyler
Dördüncü hikâye, kendinden, beraber olduğu kadından, köpeğinden, başından geçenlerden ayrıntılarla bahseden bir kişinin tüm bu olayları yazdığı ama göndermediği “Bir Mektup” üzerine
Beşinci hikâye “Ne Evet Ne Hayır”, lise mezunu bir kişinin çeşitli işlerde çalışıp askerliğini yaptıktan sonra bir gazetede çalışması ve “gönül postası” bölümünde görevlendirilmesini anlatıyor Saplantılı bir aşkın tutsağı olmuş bir gencin kendisine yazdığı mektup ilgisini çeker Mektubu yazan gencin sevdiği kız, kendisine ‘ne evet ne hayır’ demiştir
Tuğrul bey eksenli altıncı hikâye olan “Tahta at”, adından da anlaşılacağı gibi Çanakkale şehrimizde Troya’da yer alan, şehri almak için içinde askerlerin gizlendiği ‘Tahta At’dan yola çıkmış
Yedinci hikâye “Babama Mektup”, babasının ölümünün ikinci yılında bir oğulun babasına yazdığı dokunaklı bir mektup üzerine
Ve son olarak sekizinci hikâye “Demiryolu hikâyecileri – Bir Rüya” Bu hikâye de, büyük şehirlerden uzak bir dağ başı kasabasında demiryolu istasyonunda çalışan üç hikâyeci üzerine Bu üç kişi yazdıkları öyküleri istasyondan geçen tren yolcularına satarlar Ümitleri gece yarısından sonra geçen tek eksprese bağlıdır çünkü; bu saatte diğer seyyar satıcılar gelmediklerinden satış yapma olasılıkları daha fazladır
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)