Bu Blogda Ara

19 Mayıs 2016 Perşembe

Klişe Hayatlar Matbaası-Can Yılmaz


Son zamanlarda buna benzer kitaplar çıktı.Devamı gelir mi bilmiyorum.İnşallah benim de kitabım olsun, ben de esen bu rüzgardan serinleyeyim mantığıyla başlanmamıştır. Ünlü yazarlarımızın ağır dille rus romancısı olma heveslerine nazaran sade dilli akıcı bir kitap. Değişik hikayeler, herkesin kendinden birşeyler bulacağı şeyler barındıran hikayeler.Hikayeler diyorum çünkü önceleri kendi hayat hikayesinden kesitler sanmıştım, sonra öyle olmayabileceğini, o hava verildiğini düşündüm.O olasılık biraz havada bıraktı konuları.Kitabın başındaki anlatılanlar güzel akıcı gidiyorken sonra ortalara doğru sıkmaya başladı hikayeler.Ama en son anlatılan en güzeliydi bence.Orada yazan dileklerin tamamının gerçekleşmesi dileklerimle.

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Hep Lunapark-Bahadır Cüneyt Yalçın



        İrfan Yunus ve ailesinin Balkara şehrinde işlettiği naif lunapark. "Hangi lunapark bir uydu fotoğrafına doluyken yakalanmışsa oralıyım ben" cümlesinin müellifi İrfan. "Burada çocukluk değil manyaklık ortaya çıkar" sözünün sahibi Zafer. "Lunaparktaki sese ve ışığa savunma geliştirmeye çalışan sinir sistemi dert çekmeye vakit bulamaz" diyen, pembe ojeli parmaklarıyla hayal perdelerini parçalayan Ayşegül. Dönmeli, hoplamalı, ışıklı bir eğlence köyü. Ölmüş meşhur şarkıcılara mektuplar yazan safiyet ehli Mustafa, bir varoluş biçimi olarak bayılan Narine, kumarbaz Savaş, fettan Alev, dövüş ustası bir dondurmacı. Deniz kaplumbağası, peruklu balerin, şaşı ahtapot ve belgesel kameraları…Ne demişler: Roket yükselmeye inanır. Rüzgâr hep kazanır, tül hep kaybeder. İşte huzurlarınızda; yükseliş, alçalış, merkezkaç ve Newton. Acı, avantür, komedi ve sürpriz. Bahadır Cüneyt Yalçın, Mütevazı Bir İntikam'ın ardından Hep Lunapark ile yeni edebiyata bir kez daha kahkaha ve sevgiyle selam çakıyor. "Biz ancak kimsenin kaybetmediği bir ringte kazanabiliriz."



              Kitabı bir haftada okudum, güzel başladı, ağır devam etti, zor bitti. Dergi yazılarını göz önüne aldığımda  Bahadır Cüneyt Yalçın'dan daha farklı konu ve konunun arasına daha sıkça serpiştirilen incelemeler, ayrıntılar tespitler olmasını bekliyordum.Biraz o konuda zayıf kaldı.Kitap iyi, hoş ama bir Selçuk Aydemir hikayesi değil.

Kitaptan alıntılara gelince: "İnsan ancak kültürüyle medeniyete mal olabilir, ya da sadece çürüyerek."Oscar Wilde
-"Kavga veya tamir çıplak elle olduğunda paha biçilmezdi ama çağımızda bu görenekler unutulmuştu." 
-"Hayatımda sadece bir kere sarhoş oldum.Yirmi üç yıl sürdü."W.C.Fields
-Atlıkarıncalar lunaparkın sembolüdür, öyle değil mi?. dedi.Çocukları baş dönmelerine alıştırıyor.Büyük dayım bunları pek sevmez.Atlıkarıncadaki atlar gibi aptal olmamak lazım, aynı yerde dönmek ancak harman sığırına yakışır" diyor.
-Garson gelince ilk konuşan kişi ya en çok susayandır ya da liderdir.
-Trambolin ticareti yapanlar nasıl dua eder.?Allahım sen yer çekimini koru, diye.
-"Trene bakanlar bir tek lunaparkta kendini kötü hissetmiyor."dedim
-Bütün istediğim paranın mutluluk getirmeyeceğini anlamam için bana bir şans verilmesi.
-Bir gün Sophia Loren'e soruyorlar:"Kocanız Avrupalı, onda Amerikan erkeklerinde olmayan şey nedir?. "Ben" diyor Sophia.Özgüvene bakar mısınız.
-"Veterinerlerin bildiğimiz Tıp doktorlarından farkı şudur; kimseye hayvan hakaret etmezler."demişti televizyonda bir doktor.
-Babalar her zaman haklı değildi, fakat her zaman babaydı.
-Düşüncesizlikten daha büyük düşünce suçu olur mu?

6 Mayıs 2016 Cuma

Küllenen Her şey-Feridun Andaç

           Feridun Andaç'ın Küllenen Her şey adlı Can yayınlarından çıkan ve deneme yazılarından oluşan kitabından okurken altını çizdiğim notları sizlerle paylaşıcam.

           Okuma Eyleminin Labirentlerinde
"Ancak bilgi, yazara sorumluluk yükler ve yazma işini daha da güçleştirir.Kalıcı değeri olan bir şeyler yazmaya çalışmak, yazma eyleminin kendisi, günde yalnızca birkaç saat sürse bile insanın tüm gününü alan bir uğraştır.Yazar bir kuyuya benzetilebilir.Dünyada ne kadar çok yazar varsabir o kadar da kuyu vardır.Önemli olan kuyuda iyi su bulunmasıdır ve kuyudan düzenli miktarlarda su almak, suyun tümünü kullanıp kuyuyu kuruttuktan sonra yeniden dolmasını beklemekden daha iyidir.
          "Sadi Şirazinin  Ay Yüzlü Güzel meselini her okuduğumda, sanatın bin bir yolunu ışıtan görme bilincinin sağanağına tutulduğumu söylemeliyim, sevgili okurum.
           Sadi, bir güzele tutkuyla bağlanmanın seyrindeki kişiyi anlatan o meselini şöyle bitirir:
           "Elinde bir bardak kar suyu vardı.İçine şeker dökmüş, gülsuyu katmıştı.Ama bilmiyorum, bilmiyorum bunu gülsuyu ile mi kokulandırmış, yoksa oraya yüzünün gülünden bir kaç damla mı düşürmüştü.?"
             Velhasıl kınalı elinden şerbeti kaptım ve içtim, geçmiş ömrümü yeniden kazandım.
        Gönlümde öylesine bir suszluk varki,suları sormak şöyle dursun, denizleri içsem gidecek değil.Gözü her sabah böyle bir yüze değen bahtiyara ne mutlu...Şarabın sarhoşu gece yarısı uyanır, Saki'nin sarhoşu ta kıyamet gününün sabahında ayılır"
              Fikret Kızılok'un şu sözlerini anımsıyorum şu an:
         "Meşhurluğumun bir hastalık olduğunu bilerek ortalıkta fazla görünmedim, sadece işimi yaptım, şarkılarımı söyledim.Aşk mektuplarımı başkasına yazdırmadım.Soldan doğdum soldan uyandım, solda oturdum.İnsan olmanın haysiyetini solda buldum, hep solcu oldum, hep solcu kalacağım.Sebebi gayet basit: insanın soyutlarının ve somutlarının bir bütün olduğudur.Güzelliklerin, kültürün ve sanatın satın alınamayacağıdır."
            Bu ve buna benzer yazarın okuduğu kitaplara ilişkin yazarlardan ve kitaplardan alıntılar.Güzel bir kitap. kitabın sonunda da Leyla Aktay' la yapılmış bir söyleşi var. 


Mücella-Nazan Bekiroğlu

          Mücellâ'da bizleri 1920-1970'li yılların Türkiye'sinden nostaljik bir hikâyeyle buluşturuyor. Mücellâ, genç Cumhuriyet'le yaşıt bir kızın, unutulmuş kumaşların, kokuların, alışkanlıkların, iğne oyalarının, kimi yarım kalmış kimi tamamlanmış aşkların, hayatı seyretmekle yaşamak arasında gelip giden kadınların romanı.
         Nazan Bekiroğlu'nun ilk defa Nar Ağacı romanını okumuştum. Çok beğenmiştim. Mücella'da beklentim kapak resmi gördükten sonra özellikle çocukluğumun geçtiği 80 li yılları daha çok yaşayacağımı düşünmüştüm.Ama sanki o beklentim eksik kaldı gibi. Konu biraz hafif kaldı sanki, başta ben mi karıştırdım bilmiyorum ama karakterleri karıştırdım. Sonra oturdu ama çok beynimi yormadan bitirdiğim bir kitap oldu.


Kitapta özetleTevfik Efendi ve Neyyire Hanım’ın Mücella ve Fahir adında iki çocukları vardır. Fahir, Mücella’dan on dört yaş büyüktür. Neyyire Hanım’ın Mücella’ya hamile olduğu yıl, kocası Tevfik efendi şeker hastalığı yüzünden hayatını kaybeder. Fahir, Keriman adında bir kızla evlenir ve Fahir’in annesiyle yaşamaya başlarlar. Ancak bir süre sonra Keriman ve Neyyire Hanım’ın arasında anlaşmazlıklar başlar. Durum böyle olunca Fahir ve Keriman İstanbul’a gitmeye karar vererek oradan ayrılırlar. 
Oğluyla gelini gittikten sonra tek başına kalan Neyyire Hanım, tek başına çocuk büyütmenin zorluklarıyla karşı karşıya kalır. Kızı Mücella’yı çok sever ve üzerine titrer. Mücella da annesini çok sever ve hiç sözünden çıkmaz. Mücella ilk okulu bitirdikten sonra Neyyire Hanım başına bir şey gelmesinden korktuğu için onu ortaokula göndermemeye karar verir. Mücella’nın kuzeni Filiz ise akşam sanat okuluna başlar.


          Filiz ve Mücella gençlik yıllarına geldiklerinde, Filiz birine aşık olur ve mektuplaşmaya başlar. Mücella ise annesinin baskısı yüzünden bakkala gitmek haricinde dışarıya bile çıkamamakta ve zamanını evde geçirmektedir. Evde olduğu süre içinde annesinden dikiş nakış öğrenen Mücella, tüm mahalleye yetecek kadar çeyiz hazırlar. Bu sırada evlenme yaşı da gelir. 

           Filiz, İş Bankası’nda işe başlar. Mücella ise hala evde vakit geçirmekte, ev işleri, yemek yapmak, çeyiz hazırlamak gibi işlerle uğraşmaktadır. Filiz’in Refik Bey adında mühendis bir talibi çıkar. Filiz evlenmeyi kabul eder. Çeyiz hazırlamaya vakti olmadığı için Mücella’nın hazırladığı çeyizlerden alır. Filiz ve Refik Bey’in iki kızları olur. Filiz bankada çalıştığı için çocuklarıyla yeterince ilgilenemez, bu nedenle onları Mücella büyütür.

           Mücella 30 yaşına geldiği halde hala bekardır. Bu süre içinde abisinin torunları bile olmuştur. Artık evlenemeyeceğini anlayan Mücella, annesinin sözünü eskisi kadar dinlememeye, tek başına evden çıkıp gezmeye başlar. Bir gün yine dışarı çıkarken annesi arkasından “geç kalma” diye seslenir. Mücella içinden annesine sinirlenir. Eve döndüğünde sokakta bir kalabalık görür ve panikler. Annesinin vefat ettiğini öğrenerek yıkılır. Yalnız yaşamaya başlayan Mücella’ya komşuları destek olur. O da tıpkı annesinin bir zamanlar olduğu gibi mahallenin dert ortağı olur.

           Mücella, gençliğinde yaptığı çeyizleri, ihtiyacı olan fakir ailelerin genç kızlarına dağıtır. Bir gün o da tıpkı annesi gibi yalnız başına bordo halının üstünde son nefesini verir. Kendisinden geriye, dantel işlemeli bir sandık örtüsü ile abonoz kaplı bir ayna kalır. 

5 Mayıs 2016 Perşembe

Sıddhartha-Herman Hesse

          Tek solukta okuduğum ve kesinlikle okunması gereken kitaplar listesinde olması gereken bir kitap! Siddhartha’nın kendi benliğini bulmak için çıktığı uzun yol. Dünyada ki her türlü deneyimi yaşaması ve sırf kendi benliğini bulamayışından ötürü birçok insanı geride bırakabilecek cesareti olması ile beni etkilemiştir. Bilgelik hakkında ki yorumlamalar da oldukça etkileyici. Eserden aklımda kalan ve beni etkileyen bir cümle de paylaşmak istiyorum; “Bilgelik keşfedilebilir, bilgelik yaşanabilir ama bilgelik başkasına anlatılamaz ve öğretilemez.”
          En iyi yaptığı şey düşünmek, beklemek ve oruç tutmaktı. Ama bunlarla sınırlı kalmadı becerileri, başka şeyler de öğrendi hatta bir ara başka bir insan bile oldu. İnsanları yıldızlar ve yapraklar diye iki gruba ayırıyordu. Bir yıldızdı önce, kendi yolunu çiziyordu, sonra bir an geldi yaprak oldu, rüzgarın estiği tarafa savruldu. Ama özünde yıldızdı o, sonsuza kadar savrulmayacaktı, elbet yolunu yeniden bulacaktı.
Bilinmesi gereken şeyleri insanın kendisinin tatması gerektiğine inanıyor, bilgeliğin öğretilemeyeceğini savunuyordu Siddhartha. Öncelikle kitabın çok şık bir dili var. Belki de Doğu felsefesinin naifliğinin, sadeliğinin getirisidir bu; akıp gidiyor. 
        Tamamen farklı bir kültüre ait bu kitabı okurken yeni bir sürü şey öğreniyorsunuz. Kitap insanı araştırmaya itiyor. Hint kültürü ve Budizm inanışına ait birçok şey öğreniyorsunuz. Bu yanıyla öğreticiliği ikiye katlanıyor. Çünkü ayrıca size kattığı çok önemli şeyler de var. Öncelikle üç yüce edimi tanıyoruz: Oruç tutmak, yürümek ve düşünmek. Özellikle oruç tutma konusu öyle bir işlenmiş ki farklı bir bakış açısı kazandırıyor insana. Kitabı okurken Budizm inancından kopuyorsunuz zaten, kendi kültürünüzle arasında bir fark göremiyorsunuz. Yazar o evrensel dili yakalamayı çok iyi bilmiş. 

           Ayrıca kitabın sayfalar boyu söylemeye çalıştığı önemli bir şey daha vardı: Bu da aydınlanmanın yol göstericilerin öğretilerini dinleyerek gerçekleşemeyeceğiydi. Aydınlanma ancak kişinin kendi yolunu, kendi çıkarımlarıyla bulmaya çalışmasıyla gerçekleşebilirdi. 
Son olarak da şunları söyleyebilirim. Zaman ve sabırla ilgili kısımlar kesinlikle ufuk açan cinstendi ama benim dikkatimi daha çok çeken bir şey vardı: Güler yüz. Nasıl da etkileyici ve önemli bir şey olduğunu insan sürekli unutuyor. Sadece bunu hatırlatması için bile defalarca okuyabilirim.
          İbadette yıkanarak arınmak yararlı idi, ama arıtan şey suydu, günahları arıtamazdı, akıl-ruhun açlığına şifa bulamazdı, kalpte yerleşmiş kaygıyı dağıtmazdı...
          ...tüm günahlar bağışlanmayı, tüm küçük çocuklar yaşlıyı, tüm bebekler ölümü, tüm ölenler sonsuz yaşamı kendi içinde taşır.
          ...yumuşak sertten güçlüdür, su kayadan güçlü, sevgi zorbalıktan güçlüdür.

“Yazmak iyidir, ama düşünmek daha iyi; akıllılık iyidir, ama sabretmek daha iyi.”

Kırmızı Saçlı Kadın-Orhan Pamuk


     Gençliginde kuyucu ustasının yanında çıraklığını yapan bir gencin bir kaza sonrası ustasını kuyunun dibinde bırakıp kaçmasıyla başlıyor olay. İlerleyen yıllarda şehri parsel parsel satın alan inşaat şirketlerinden birinin sahibi oluyor ve kuyunun bulunduğu yere geliyor. Elbette ilk aşkı  ve bu aşkın beraberinde getirdiği olaylar yumağıyla dolu bir kitap. 
         Ben bu kitabı okurken, herhangi bir cümlenin yada paragrafın altını çizmemişim, not almamışım.Elime aldığım gibi bitirmişim. Orhan Pamuk'un dili sadeleşmeye  başladı, hikayeleri daha anlaşılır, karakterler daha belirgin. Anlatılan hikayede uzmanlık gerektiren bilgiler var.Bunların çalışması gözlemlemesi güzel yapılmış.Kitabı zevkle okudum. Konu zaten ortalarda kendini belli etse de yine de güzel bir konuydu.Ben beğendim.


          Kurgu içinde Sigmund Freud'un Oidipus Kompleksi  var, hikayeyi güçlendirmek için Sophokles'in "Kral Oidipus" ve Firdevsi'nin "Rüstem ile Sührab" efsaneleriyle, doğu-batı kültürünün karşılaştırılması şeklinde örnekler ve anlatımlar var.
       Baba-oğul ilişkisi, İstanbul'un hızla büyümesi, kuyuculuk mesleğinin zamanla yok olması, uzak-yakın tarihten örnekler gibi konularla nostalji kokan bir kitap olmuş keyifle okudum.

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Atatürk' ün Şifresi - Aytekin Gezici

Nasıl bakarsan, öyle göreceğin, hangi açıdan baktığına bağlı bir kitap.Atatürk'ü bir tabu değil, fikirlerinden örnek alınacak bir devlet adamı ve lider gözüyle görmemizi sağlayacak bir çalışma olmuş.
Bu kitaptan neler öğrendim;
Atatürk'ün doğduğu tarih, ailesi, babası,üvey babası, makbule harici kardeşleri, hatta doğduğu e
vle ilgili bilgiler, (tabi doğruluğu tartışılır) 
Hayatındaki bazı olayların olumsuzların olumluya çevrildiği, yanlışsız, hatasız bir insan olarak görüldüğü, resmi tarihin haricinde günlük yaşadığı savaş öncesi ve sonrası asker ve sivil kimliğiyle ilişkileri hakkında, bugün altında Kemal Atatürk imzası olan bazı veciz sözleri aslında başkalarının söylediği bazı sözlerinin ise istemeden de olsa çarpıtıldığı,
Atatürk Soyadının nasıl verildiğini, bunda Naim Hazım Beyin etkisini, diğer soyadı teklifinin Türkata ve atabey olduğunu,
Baba tarafından dedesı Hafız Ahmet Efendinin 14,15. yüzyıllarda Konta ve Aydın'dan Makedonyaya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerinden olduğunu,(Aydınlıyım ya kendime pay çıkartıcam),
Görüşlerinin karşısında olan çevresindeki insanlara karşı ilk anda tahammülsüz olduğunu ama sonra gönüllerini almasını bildiğini, 
Evlatlığı ve öz evladı varmıydı, evladı olduğu iddia edilen kişi hakkında bilgileri,
Bunun yanında her istediğinin yapıldığı, o zamanki şartlarda güzel şartlara ve imkanlara sahip olduğu, çevresindekilerin etrafında pervane olduğu,
Hayattayken kendisinin oynamak istediği hayatını anlatan bir film çekilmesini istediği, huyu, boyu resmi özel herşey.
Kafanızda kurallar tabular olmadan tarafsız bir gözle okuyun derim.

3 Mayıs 2016 Salı

Köstebek-Necip Hablemitoğlu


'Pirincin içindeki siyah taştan değil beyaz taştan korkun'' diyor kitabında, Olanları, olacakları 15 yıl önce görmüş Cemaatın, devlet kurumlarına nasıl sızdığı ve cemaat içi hiyerarşiyi anlatan, şimdilerde temizlenmesine çalışılan olguları 15 yıl öncesinde görmüş olan, kimi çevrelerce sevilen kimilerince de sevilmeyen Necip Hablemitoğlu'nun kitabı.10 yıl önce okusaydım, hayret ederdim ama şimdi okuyunca çok ilginç gelmedi.Çünkü şifreler, ilişkiler ortaya çıktı.

"Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz; en doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir; medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir..."-Mustafa Kemal Atatürk-Yıl 2002. Dr. Necip Hablemitoğlu, "Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olma yolunda, devrimlerden dönüş sürecinin sancılarını yaşıyor..." diyerek endişelerini dile getiriyor, bulgularını ortaya koyuyor: "Yeni binyılın şeyhlerinin, dervişlerinin, müritlerinin ve meczuplarının amaçlarının da değiştiği gözlemleniyor. Artık amaç, bir şeriat devleti kurmak değil. Şeriat, iktidarı, parayı, her türlü gücü ele geçirmenin sadece simgesel, klişeleşmiş adı. Mürtecilik yani gericilik de artık salt dinsel anlamda kullanılmıyor." "Bunlara karşı olmak, onaylamamak artık yetmiyor... Her gerçek kamu görevlisinin mağdur olma pahasına, elini taşın altına koyması; devletimizin, tam bağımsızlığımızın geleceği açısından inisiyatif kullanırken canının yanmasını, bedel ödemesini göze alması gerekiyor. "Ben Türk'üm ve başka Türkiye yok" diyerek yola çıkmış ve bunun bedelini canıyla ödemiş gerçek bir aydın olan Necip Hablemitoğlu, Köstebek kitabında irtica tehdidini, devlet kademelerindeki örgütlenmelerini kuşkuya yer bırakmadan begelerle ispatlıyor.