Bu Blogda Ara

27 Ağustos 2020 Perşembe

İnsan Olmak - Engin Geçtan

"Bu kitapta, insanın kendi kendisine tutsak olmasına yol açan kısırdöngülerin oluşum nedenlerine ve yaşanış biçimlerine ağırlık verilmiştir... Dolayısıyla bu kitap, öncelikle insanın kendisindeki ve çevresindeki bilinmeyenlerinin sayısını azaltmayı amaçlamaktadır." diyor Prof.Dr.Engin Geçtan.


1994 yılında basılmış bu kitapta insan ve toplum ilişkileri evrensel değerler eşliğinde ve ışığında sorgulanmış. Keyifli bilgiler ve saptamalar var. Okunmaya değer.

"Yirminci yüzyılın ilk yarısında, toplum normlarına uyma oranının normalliği, bu kurallardan sapma oranının ise normaldışını belirlediği görüşü oldukça egemendi. ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, toplumların da bazen hasta olabileceğinin farkedilmesi üzerine bu görüş geçerliğini önemli ölçüde yitirmiştir. Hasta toplum, bünyesindeki normal bir davranışı normaldışı olarak yorumlayabilen toplumdur. Belirli bir oranda toplum kurallarına uyma, toplu halde yaşamak için gereklidir ve bunun karşıtı tutumlar bireyin kendisi için de zararlı olabilir. Ancak normalliğin temel ölçütlerinden biri, kişinin kendisini, iyi hissedebilmesidir. Bu ise yalnızca yaşamın sürdürülmesini değil, insanın dünya içinde kendine özgü bir yer edinebilmesini ve yaşamından doyum sağlayabilmesini de içerir. Buna karşılık, yalnızca toplumun onayına yönelik davranışlar kişiliğin ortadan silinmesine neden olabilir." 

"Toplumların politik bir düzen oluşturmasında başlıca etmen savaş olmuştur. Başlangıçta insanın doğal bir savaş içgüdüsü yoktu. İlkel gruplar barış ve sükunet içinde yaşamışlardı. Eskimolar, Avrupalılarla ilk karşılaştıklarında, onların birbirlerini öldürmelerini ya da birbirlerinin toprağını çalmalarını bir türlü anlayamamışlardı. Topraklarının altında bulunabilecek değerli madenlerin buz ve karla kaplı olmasına şükretmişler, çoraklarının kendilerini saldırıdan koruduğuna inanmışlardı.

"Bazı tarihçilere göre, devletle kavim arasındaki fark, bir ırkın diğerini egemenliği altına almasıyla başlar. Nitekim savaşlar giderek başkanların ve önderlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. ancak başlangıçta başkanlar yalnızca savaşı yönetme görevini üstlenmişlerdi. Samoa' da başkan savaş sırasında toplumu yönetir, barış zamanında kimse onunla ilgilenmez ve toplumun herhangi bir üyesi olarak yaşamını sürdürürdü."

"Gerçi devlet istilanın bir ürünüdür ve kazanan grubun yenilene egemen olmasından kaynaklanır, ama salt silah gücüne dayalı bir devlet de uzun ömürlü olmaz. Çünkü insan doğası zora ve baskıya karşı inatla direnme eğilimindedir. Bu nedenle, barış dönemlerinde de toplumları yönetme sanatı gelişmiş, devlet gücünün dolaylı ve hissettirilmeden uygulanabileceği çeşitli üst yapı kurumları oluşturulmuştur."

"İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana geçen süre içinde çağdaş toplumlar kendine özgü bir olguyu da birlikte getirmiştir. İnsan eskisinden çok daha fazla sayıda insanla, çok daha kısa süreli, daha yüzeysel ilişkiler kurma eğilimindedir. Bu, soğuk bir günde karşılaşan bir grup kirpinin öyküsüne benzer. Kirpiler ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri birbirine batar. Birbirlerinden ayrıldıklarındaysa soğuktan rahatsız olurlar. İleri geri hareket ederek sonunda dikenlerini batırmadan birbirlerini ısıtabilecekleri en uygun uzaklığı bulurlar. 

11 Ağustos 2020 Salı

Eugenie Grandet - Honore de Balzac

Başlık ekle
Cimri bir baba, Bay Grandet'in ve kızının aile ve iş ilişkilerinin anlatıldığı roman. Balzac'ın okunması gerekli klasiklerinden. Cimrilik konusunun yanında kızı Eugenie ve sevdiği adam ve aşkının arasına giren babası. Ben sıkılmadan okudum. Başladım bitiremedim diyenlere inanmayın. Okuyun.

Bu defa alıntım çok, sıkılmadan okumanız dileğimle:

"Aşkın başlangıcıyla yaşamın başlangıcı arasında hoş benzerlikler yok muydu? Herkesin yaptığı, çocuğu ninnilerle, tatlı bakışlarla oyalamak, geleceğini pırıl pırıl edecek masallar anlatmak değil midir? Umudun ışıltılı kanatları hep onun zevki için açılmaz mı? Acıyla olduğu kadar sevinçten de gözyaşları dökülmez mi? Hiç yoktan, örneğin sallantılı bir saray yapmaya çalıştığı taşlar, ya da toplar toplamaz unuttuğu çiçekler için kavga etmez mi? Zamanı yakalayıp ardına koymaya, hayatta ilerlemeye istekli değil midir? Aşk, bizim ikinci değişimimizdir."

"Yüreğinde, annesinin yerleştirmiş olduğu biraz altın tozu vardı, ancak Paris sosyetesi onu teneke haline getirmiş, sonra da yaldızlamıştı. Yüzeyde kalan bu yaldız da çok geçmeden silinecekti. Ama Charles henüz yirmi bir yaşındaydı. O yaşta yüreğin tazeliğiyle gençliğin tazeliği el ele gitmelidir gibi gelir insana: Genç kafa yapısının, genç yüze, genç sese, genç görünüşe uymaması olanaksız gibi gelir. En sert yargıç, en kuşkucu avukat, en katı tefeci bile düzgün bir alnın, hâlâ yaşla dolu gözlerin ardında kötü bir yüreğin, çürük, soğukkanlı bir huyun bulunduğuna inanmak istemezler."

"Hüzün bütün farklılıkları eşitler. Charles ve Eugene, yalnızca bakışlarıyla anlaşıp konuştular."

"Bir cimrinin ömrü sürekli olarak, bütün insan yeteneklerini kendi kişisel çıkarları için kullanmaya çalışmakla geçer. Cimri, yalnızca iki duyguya önem verir; gururu ve kendi çıkarı. Ama çıkarı gururuna somut, elle tutulur bir destek, gerçek üstünlüğünün sürekli kanıtı olduğundan; gururu ve çıkarı için uğraşması bir bütünün, bencilliğin iki yüzüdür. Cimrilerin ustalıkla gösterdikleri aşırı merakın nedeni belki de budur. Bütün insanca duygulara saldıran, onları özetleyen bu insanlara herkes pamuk ipliğiyle bağlıdır. Tutkusuz insan nerede; toplumumuzda hangi tutkuya parasız ulaşılabilir?"

"Çoğu kez, insanların yaptıkları işler, onların bu işleri yapmalarına karşın, edebiyat açısından inanılmaz görünür. Düşünmeden verilen kararları kaçınılmaz yapan nedenlerin gizemli doğuşunu inceleyip, hemen hemen her zaman onlara bir tür ruhsal ışık da tutmayı ihmal etmeseydik belki daha az inançsız olurduk. Belki de Eugénie'nin tutkusunun kaynağına, en duyarlı ayrıntılarına, köklerine, doğasına derinliklerinde varılır ve orada analiz edilebilir. Çünkü gelecekte alaycı bir tavırla söylenebileceği gibi, bu bir hastalıktır ve onun bütün varlığını etkilemiştir."

"Cimriler öbür dünya hayatına inanmazlar, önemli olan şimdiki hayattır onlar için. Bu düşünce, içinde yaşadığımız dinsiz zamanlara acımasızca ışık tutar, çünkü günümüzde para, eski çağlardan çok topluma, geleneklere ve yasalara egemendir. Kitaplar ve kurumlar, insanların eylemleri ve doktrinleri, hepsi birden, toplum yapısının bin sekiz yüz yıldan beri oluşturduğu gelecekteki yaşama karşı inancını ortadan kaldırmak üzere birleşmişlerdir. Artık mezar fazla korkulmayan bir geçiş yoludur. Bir zamanlar bizi ölü duasının ardında bekleyen gelecek, şimdiki zamana taşınmıştır. Haklı ya da haksız yollarla lüks, gösteriş ve zevkten oluşan bir dünya cennetine ulaşmak, dünya keyiflerinin hatırı için eti çürütmek, yüreği taşlaştırmak; bir zamanlar azizlerin sonsuza kadar mutluluk umuduyla şehitliğe katlanmaları gibi yaygın bir tutku haline gelmiştir şimdi! Bu, çağımıza damgasını vuran ve her şeyde görülen bir tutkudur. Yasalar bile, yasa koyucunun eleştirel yeteneğini değil, para kazanma gücünü araştırıyor; yasa koyucuya "Ne düşünüyorsunuz?" diye değil, "Ne kadar ödeyebilirsiniz?" diye soruyor şimdi. Bu doktrin burjuvadan halka geçtiği zaman ülkemizin durumu ne olacak?"


"Hayatın önemli anlarında, çok sevindiğimiz ya da üzüldüğümüz zamanlarda, çevremizdekileri daha keskinleşmiş duyumlarla algılarız ve bunlar deneyimimizin bir parçası olarak sonradan da silinmeden, aynen kalırlar. Charles da küçük bahçenin şimşirlerden oluşmuş sınırlarını, yere düşen solgun hazan yapraklarını, yıkık duvarları, elma ağacının grotesk bir biçimde bükülmüş dallarını gergin bir dikkatle inceliyordu. Bu garip ayrıntılar belleğinde sonsuza kadar kalacaklardı; bu büyük acıyı duyduğu ana, belleğin derin duygulara bağlı bir oyunuyla bu ayrıntılar bağlanacaklardı."

"Dünden beri ruhları birleştiren bütün mutluluk bağlarıyla Charles'a bağlanıyordu, o andan beri, sanki, keder, o bağları daha da güçlendirmişti. Servetin tantanasından çok kederin vakarıyla daha derinden duygulandırılmak, kadının soylu yazgısı değil midir? Babasının yüreğinde baba sevgisi nasıl ölebilirdi?"

"Bu aile toplantısının neşesi, Koca Nanon'un çıkrığının vızıltısına eşlik eden gülüşleri, yalnız Eugénie ya da annesine karşı olan içtenlik, böyle büyük kumarlar oynayan bu akılların küçüklüğü, hakkında hiçbir şey bilmedikleri, kendilerine yakıştırılan yüksek değerin masum kurbanları olan kuşların birine benzeyen, iz sürerek bulunan, içtenlik sandığı sahte bir dostluk ağının içine düşürülen genç kızın kendisi, iki mumla zar zor aydınlatılmış, kasvetli, eski salondaki sahneyi oluşturmak için bir araya gelen her şey acı komedinin bir elemanıydı. Ama, aslında burada en sıradan şekliyle sergilenen bir sahne her ülkede, her çağda oynanmaz mı?"

"...ama herkesin düşünceleri Monsieur Grandet'nin milyonları üzerinde yoğunlaşmıştı. Yaşlı fıçıcı da konuklarını hoşnutlukla gözlüyordu. Bakışlarını Madame des Grassins'in pembe çizgilerinden, yeni giysilerinden bankerin asker gibi kafasına; Adolphe'tan, başkana; rahipten notere çevirirken, büyük bir tatmin olma duygusu içinde kendi kendine "Hepsi de benim kronlarımın peşinde. Buraya kızımı kazanmak umuduyla, can sıkıcı bir akşam geçirmeye geldiler. Ha! Kızım bunların hiçbirine uygun değil, bu insanlar ben balık tutarken zıpkın olurlar ancak!" diyordu."

"Bu kadar büyük bir servet, sahibinin her davranışını altın bir örtüyle sarıp sarmalar. Bir zamanlar yaşama biçimindeki bazı gariplikler gülünç görülür, alayla karşılanırdı ama artık yaptığı saçmalıkları kimse gülünç bulmuyor, alay etmiyordu. Şimdi en anlamsız davranışları bile bir adli karar ağırlığı kazanmıştı. Uyarıları, giydiği giysiler, yüz işaretleri, gözlerini kırpışı, bir kâhinin işaretleri olarak kabul görüyor, bir doğabilimcinin hayvanların içgüdülerini incelerken gösterdiği titizlikle bütün konu komşu tarafından inceleniyor ve herkes tarafından da derin, sessiz bir bilgeliğin dışa vurmuş belirtileri olarak değerlendiriliyordu."

Pastoral Senfoni - Andre Gide

Nobel ödüllü yazar André Gide’in Pastoral Senfoni’si, günlük türünde yazılmış eserde, bir papazın hayatına giren küçük, kör bir kızın ailede bıraktığı derin izler etrafında gelişen trajik bir hikaye konu edilir. Papaz, dünyanın ve aslında yaşamın bütün renklerini kör kıza, bu senfoni aracılığıyla anlatmaya çalışır. Gide, romanın adıyla, Beethoven’in en önemli eserlerinden biri olan Pastoral Senfoniye gönderme yapar.
Pastoral Senfoni, otobiyografik özellikler taşıyan, görülen ve görülmek istenen dünya arasında kalmış, okurun zihninde yeni anlamlar kazanacak bir ruh okuması.
Konu basit, kahramanlar çok olmayınca konu bütünlüğü de dağılmıyor. Andre Gide' ın anlatımında klasik Türk romancılarının üslubunu gördüm sanki. Fransız romanını bizim romanlarımıza daha yakın hissediyorum nedense.
   
Andre Gide, 22 Kasım 1869’da Paris’te dünyaya gelir. Babası Protestan, Güney Fransalı köylü bir ailede yetişmiş başarılı bir hukuk profesörü; annesi ise aslen Katolik olmakla beraber sonradan Protestanlığı seçmiş, Normandiya’nın en zengin tekstilci ailelerinden birinin kızıdır. Sıkı bir din eğitimi alarak yetişen Gide, sık sık sinir krizleri geçiren, sağlık problemleri yaşayan, duygusal bir çocuktur. Farklı lehçelerle konuşan, farklı mezheplerden iki ayrı sınıfı tanıyarak büyüyen Gide, hayatı boyunca birbirinden ayrı bu dünyaları kendi içinde harmanlamaya çalışacaktır. 2 Aralık 1929’da günlüğüne şu satırları düşer: “Tanrı beni iki ayrı kan, iki ayrı memleket, iki ayrı mezhep arasında yarattıysa bu benim suçum mu?.. Hiçbir şey, çelişkilerini bende birleştiren bu iki aile, bu iki memleket kadar farklı olamaz birbirinden. Sık sık bir sanat eseri ortaya çıkarmam gerektiğini düşünürdüm. Aksi takdirde birbirleriyle devamlı savaşmak zorunda kalacak ya da en azından içimde sürekli tartışıp duracak bu apayrı elemanların uzlaşmasını başka yolla sağlayamazdım...” Bu bakımdan Pastoral Senfoni, Gide’in iyi bildiği Protestan ve Katolik mezheplerini, roman kahramanlarından papaz ve oğlu aracılığıyla tartıştığı en önemli kitaplardan biri olma özelliğini taşır.

Pastoral Senfoni, bir kitap ismi olarak okuyucuya işin en başında, birden fazla dünyanın kapılarını aralar. “Pastoral” kelimesi, hem kırsal yaşamla, hem de Fransızcada Protestan din görevlilerine verilen “pasteur” adıyla bağlantılı olarak dinî ve manevi yönleri ağır basan bir hikâyenin anlatılacağını okuyucuya haber verir. Bahsi geçen bir hikâyeden ziyade, çok sesli bir senfonidir. Gide bu ikili anlam dışında Beethoven’in en önemli eserlerinden biri olan Pastoral Senfoniye de gönderme yapmaktadır. Bir papaz dünyanın ve aslında yaşamın renklerini kör bir kıza, bu senfoniyle anlatmaya çalışacaktır. Papaz, aşkını ve aşkına tanıklık eden diğer karakterleri basit bir dille günlüğüne aktarır. Günlük, bizi hem papazın hem de karısı, oğlu ve aşık olduğu kör kızın dünyalarına götürürken, çok sesli bir senfoniye dönüşür.

Kitaptan alıntılarım ise şunlar:

"O zaman bana uçan hayvanların sadece kuşlar olup olmadığını sordu.
'Bir de kelebekler.' dedim.
'Onlar da şarkı söyler mi?'
'Onlar neşelerini başka yollarla anlatırlar.' diye cevap verdim. 'Neşe onların kanatlarındaki renklerde görülür...'
Ve ona kelebeklerin kanatlarındaki  renklerin çeşitliliğini anlattım."

"Sürekli olarak ocağın başında oturmaktan yaşlı bir kadın gibi solup zayıflayacağından korkarak, Gertrude’u dışarı çıkarmaya başlamıştım. Ama yürümeyi, sadece benim koluma tutunmak şartıyla kabul ediyordu. Bana bunu anlatacak kadar konuşamadan çok önce, evden ilk çıktığımızda duyduğu şaşkınlık ve korkudan anlamıştım ki ilk defa dışarı çıkıyordu. Onu bulduğum o kulübede kimse onunla ilgilenmemiş, ona yalnızca ölmeyeceği kadar yiyecek vermişlerdi. Ölmeyeceği kadar diyorum, çünkü yaşaması için demeye dilim varmıyor. Onun karanlık evreni, daha önce hiç dışına çıkmadığı bu tek odanın karanlık dört duvarıyla sınırlıydı. Bazı yaz günlerinde kapı, dışarının ışıklı ve derin havasına karşı açık kaldığında, eşiğe kadar kımıldanma cesaretini gösterebiliyordu belki de. Daha sonra anlattığına göre, kuş seslerinin, dışarıdan gelen ışığın, ellerini ve yüzünü tatlı tatlı okşayan sıcaklığın etkisiyle çıktığını zannedermiş. Bu konu üzerinde düşünmemiş, ama ateş üzerinde kaynayan suyun ses çıkarması gibi, sıcak havanın ve ışığın şarkı söylemesi de çok doğal geliyormuş ona. Gerçek şu ki, onunla ilgilenmeye başladığım güne kadar, tam ve derin bir uyuşukluk içinde yaşamış, hiçbir şeyi dikkate değer bulmamış ve bu onu hiç endişelendirmemişti. Bu güzel seslerin, tek işlevleri doğanın sonsuz neşesini içinde hissetmek ve bunu etrafa yaymak olan canlı yaratıklardan çıktığını öğrettiğim zaman duyduğu şaşkınlık ve sevinci hatırlıyorum. (İşte o günden sonra “bir kuş gibi neşeliyim” demeyi alışkanlık haline getirdi.) Ama buna rağmen, bu şarkıların tadına doya doya seyredemediği ve seyredemeyeceği bir gösterinin görkemini anlatması onu hüzünlendirmeye başlamıştı."

"Bazı yaz günlerinde kapı, dışarının ışıklı ve derin havasına karşı açık kaldığında, eşiğe kadar kımıldanma cesaretini gösterebiliyordu belki de. Daha sonra anlattığına göre, kuş seslerinin, dışarıdan gelen ışığın, ellerini ve yüzünü tatlı tatlı okşayan sıcaklığın etkisiyle çıktığını zannedermiş. Bu konu üzerinde düşünmemiş, ama ateş üzerinde kaynayan suyun ses çıkarması gibi, sıcak havanın ve ışığın şarkı söylemesi de çok doğal geliyormuş ona."

"Hayır, bırakın devam edeyim. Böyle bir mutluluk istemiyorum ben. Şunu bilin ki ben...Mutluluk için yaşamıyorum. Bilmeyi tercih ederim. Göremediğim bir çok şey, birçok üzücü şey var elbette, bunları benden saklamaya hakkınız yok. Şu kış ayları boyunca uzun uzun düşündüm. Dünyanın sizin bana inandırmaya çalıştığınız gibi güzel bir yer olmadığından şüpheleniyorum, anlıyor musunuz papaz efendi; hatta tam tersine pek çok kötülüğü barındıran bir yer olduğundan." 

"5 Mart. Bu tarihi bir doğum tarihi gibi not ettim. Bir gülümsemeden çok, yüz ifadesinde küçük bir değişim diyebiliriz. Yüz hatları birdenbire canlandı. Alpler’in doruklarında zirveleri şafakla beraber geceden çıkartıp belirginleştiren, karlı tepeleri aydınlatan seher ışığı gibi, ani bir şimşek gibi mistik bir renk geldi yüzüne. Ona bakarken, meleğin uyuyan suyu uyandırmak için indiği Bethesda Havuzunu hatırlayıverdim. Gertrude’un gözlerimin önünde birdenbire bir meleğe dönüşebilmesi hayranlık uyandırdı bende. Çünkü yüzünü aydınlatan bu ışıkta, zekâdan çok Tanrı sevgisi vardı. Öyle bir şükran duygusu ve aşkla doldum ki, zavallı kızın alnına kondurduğum öpücüğü yüce Tanrı’ya adıyormuşum gibi hissettim."

"Günler ve haftalar boyunca, kör kızın iki küçük eşyaya, bir toplu iğneyle bir mürekkepli kaleme dokunması ve körler için yazılmış kabartma bir kitapta bu eşyaların İngilizce adı olan pin ve pen kelimelerini parmaklarıyla yoklaması üzerine çalışmış. Haftalar boyunca hiçbir sonuç elde edememiş. Sanki kızın içi bomboş gibiymiş. Ama o yine de umudunu hiç kaybetmemiş. Günlüğünde şöyle diyordu: ‘Kendimi bir kuyunun üzerine eğilmiş, bu derin ve kapkaranlık kuyuya bir ip sarkıtmış gibi hissediyordum. Aşağıdan canlı biri ipi tutsun diye ümitsizlikle bekliyordum ipi oynatarak.’ Tabii doktor, o derin kuyunun dibinde biri olduğundan ve bir gün bu ipi tutacağından hiç şüphe etmiyor."

Masal Masal İçinde - Ahmet Ümit

Merak ettim aldım. alalı çok oldu kitabı ama yeni sıra geldi. Ciltli de güzel bir kitap. Ahmet Ümit bu kez farklı bir şekilde karşımızda. Kitabı elime aldığımda hissettiklerimle içeriğinde hissettiklerim farklı şeylerdi. Masaldı evet beklenti başka bir şey değildi. Ancak nedense eski masalları günümüze uyarlama gibi bir şey beklemiştim ben yazardan. Sayfaları çevirip okumaya başladığımda birbirine ekli beş masal olduğunu görüyorsunuz. 

Bu masallar beni çocukluğuma götürdü. Çocukluğuma götürdü derken şöyle; Seksenlerin başları, dini içerikli yayınların çoğaldığı bir dönem. Bağdatta geçen masallar, arap masalları, peygamberimiz, din ve ahlak temalı masallar. Kitabın iç sayfalarındaki görüntü ve çizimler beni oralara taşıdı. Bayağı da ciltli falan masraf yapılmış bir kitap.

Masallar güzel, duymadığım masallar, verilmek istenen mesajlar güzel, ancak beni çok sıktı. Kitabın hedef kitlesi ben miyim, değil miyim, değilsem kim? Hala anlamış değilim. Kütüphanemde hangi kategoriye koyacağımı bile bilmiyorum şu an. Kitabın ilk sayfasında da künyede "Türkçe Edebiyat" kategorisi yazıyor ama. Bilemiyorum.

Önsözden: "Bu kitaptaki masalları annemden dinledim. Annemde küçükken bir masalcıdan dinlemiş...Masalları yeniden dinlediğimde, bunların mutlaka yazılması gerektiğini düşündüm. Beni bu düşünceye iten nedenlerin başında, görsel anlatımın egemen olduğu günümüz dünyasında, sözlü anlatıma dayalı bu masalların unutulup gideceği endişesi yer alıyordu. Yazmaya bu yüzden başladım."    

4 Ağustos 2020 Salı

YÜZLEŞMELER Bir Uyumsuzun Notları(1995-1999) - Tomris Uyar

Öykü türünün ilk akla gelen yazarlarından Tomris Uyar'ın öykü oluşturmaya yeterli görmediği birikimlerini yazıya döktüğü kitabıdır. Bir günce, bir dönemin siyasal ve güncel tarihini anlatmış yazılarında. Bu güncelerine önceki kitaplarında gündökümü demiş yazar. Ne kadar güzel bir tanımlama. Günlerden dökülen anlar. Gündökümü 1 ve 2' den sonra Yüzleşme bu serinin son kitabı. 1995 ve 1999 yılları arasındaki notlarından oluşuyor. Tomris Uyar biraz aykırı bir yazar. Görüşleri farklı. Gerçekten kendini tanımlamış kitabın adında. O bir uyumsuz. 
Kitaptan alıntılarım ise şöyle:


"Keşke kırılgan olacağıma dümdüz alıngan olsaydım."

"Ama konu edebiyat aşkıysa içinden kolay çıkılmıyor."

"Orta yaş, cırtlak renkleri bastırmada, dingin ara tonları parlatmada ustaydı doğrusu."

"Benim gibi uzun süredir toplumsal yaşamla içli dışlı olmayan,aslında olmak da pek istemeyen eski bir kent tutkununun toplumuyla bağlantısını koparmamak için bir yöntem bulması şart."

"Guy de Mappusant'ın 1876'da Catulle Mendes'e yazdığı bir mektup sözgelimi:

Bencillik, kötülük, eklektisizm, ne denirse densin, herhangi bir siyasal partiye bağlanmayı reddederim; bir dine, bir mezhebe, bir akıma da. Özel bir öğretinin savunucusu bir topluluğa üye olmayı, herhangi bir dogma, bir yetke, bir ilke karşısında boyun eğmeyi asla istemem -yalnızca, onları karalama hakkını hep elimde tutabilmek için. Bütün Tanrılara, bütün ordulara savaş açmakta sonuna kadar özgür olmak isterim, biri çıkıp da bir zamanlar bir Tanruı'ya tapındığımı, bir başkasının cephesinde savaştığımı söylememeli. Ayrıca bu bana dostlarım adına  savaşma hakkı da veriyor- dostlarım bayraklarını hangi dava uğruna açarlarsa açsınlar."