Bu Blogda Ara

20 Ocak 2021 Çarşamba

Ne Güzel Çocuklardık Biz - Metin Celal

 

İnsanın kendini bir geçiş noktasında hissettiği zamanlar vardır. Geçmişi geride bırakıp gönül rahatlığıyla geleceğe bakmak istediği bir nokta. Bir romanın kahramanları işte tam da o anda yeni hayatların, yeni ilişkilerin, aşkların başlangıcında geçmişleriyle hesaplaşıyorlar. Bu hesaplaşma onlar için aynı zamanda unutmak istedikleri, belleklerinden kazımaya çalıştıkları anılardan, anlardan kurtulmanın bir yolu.

Aşklar, ölümler ve bir hamlede kesilip atılamayacak ilişkiler varken bedelini ödemeden geçmişi silmek mümkün mü? Umutlar, acılar, ihanetler, hüzünler, coşkulu anlar, tarifsiz mutluluklar ve en önemlisi uğruna hayatlarını feda ettikleri inançlar kolayca unutulabilir mi? Metin Celâl ilk romanında kendisinin de içinde yer aldığı 78 Kuşağı'nı konu edinmiş. Yazarı bir dönem gençliğinin bugüne değin abartılar, karalamalar ya da önyargılarla ele alınmış mücadelelerini, özlemlerini, dostluklarını, sevgilerini, cinselliklerini, kısacası 70'li yıllardan 80'li yıllara uzanan günleri, o günleri soluk soluğa yaşayanları içeriden bir bakışıyla anlatıyor.

Alıntılarım ise şöyle:

"Memeucu mor bir namlu gibi, dokunulduğunda hayat fışkıran...annenin yavrusuna uzanan sevgi parmakları. uzun. Uyarılmış."

"Gözlerin ne kadar canlı. Nefes alıyor, konuşuyor, dert yanıyor. Anadolu'nun uzak bir kasabasının tek ışığı gibi. Umut veriyor."

"Yumuşacıktı kalbim o zamanlar. Her şeye inanmaya hazırdım. Böyle basmakalıp, ucuz iltifatlara kanıyor, onları hemen belleğime kazıyordum."

"Hüngür hüngür ağlamak istediğini düşündü. Ağlasa ferahlayacaktı. Ama onu bile beceremeyeceğine o kadar emindi ki... Bir damla yaş... Daha fazlası olmayacaktı."

17 Ocak 2021 Pazar

Hep Eve - Henrietta Rose Innes

 Güney Afrika’nın en önemli yazarlarından Henrietta-Rose Innes
"Hep Eve" adlı bu kitabında küçük öyküler sunuyor. İlk kez bir Güney Afrikalı yazarın eserini okudum. Öykülerin hepsi başkent Cape Town'da geçiyor. Öykülerde hep binalar var, evler var. Dikkatimi çeken ise öyküler hep iki kahraman arasında geçiyor. Güzel öyküler var ancak beklentimin altında bir kitap oldu diyebilirim.

İlk öyküde -ki kitapla aynı adı taşır- semtlerini yabancılayan bir kadın bu hisle baş etmenin yolunu evlerinin yanı başındaki lüks otelde arıyor. Bir adam yitik çocukluk hatırasını aramak için bir alışveriş merkezinin cam kubbesine tırmanıyor. Sevgililikte bocalayan bir delikanlı, yaşlanan bir metin yazarı, eski kütüphanenin koridorlarında yaralı bir gangsterle karşılaşan bir çocuk, hayatı annesinin deliliğinin gölgesinde kalan genç bir kadın, kimyasal bir felaket sonucu boşalan şehirden kaçamayan bir yarı alkolik.
Cape Town’da yaşayan bu karakterler eve dönmenin yeni yollarını buluyor ve bu yolculuk sayesinde dönüşüyorlar. 

Alıntılar fazla değil:
"Berrak gökler görmek istiyordu, tatlı kokulu bir bozkır. Eğer gözlerini kapatırsa bir kurbağanın sesini duyabilirdi."

"Yıldızların arasındaki boşlukların hiçbir deseni olmamasını seviyordu, sudan daha yumuşak, sadece sonsuz bir derinlik."

"...bazen de,mutluluk içinde cam bir örtüden düşüyor,mücevherlerden bir bulut onu yakalamak için yükseliyordu.Bazı rüyaları da düştüğünde başlıyor,parçalanmış kristallerden bir yığının üzerinde,üstü başı cam kırıklarıyla kaplı oluyor."

"... neredeyse kütüphanenin dışında gerçek bir dünya olduğunu, bu kitapların o dünyanın gölgesinden, yansımasından ibaret olduğunu unuttuğu anlar olurdu.”

“Ne var ki şehirde? Açgözlülük ve keder var, o kadar. Açgözlülük ve keder.”

“Küçük bir kızken hayran olduğu Kirstenbosch’un eğimli çayırlarına benziyorlardı. Bir kütük gibi tepeden aşağı yuvarlanırken annesiyle babasını bekletir, kolları ve bacakları kızarıp başı dönene dek durmak bilmezdi. Aynı şeyi daha sonra büyüyünce de denemiş ama çocuk gibi oyun oynayan bir öğrenci olarak tek hissettiği şey mide bulantısı olmuştu. Parklardaki salıncaklar için de aynı şey geçerliydi - çocuklukta salıncak keyif verir, büyüyüp belli bir yaşa gelince birdenbire mide bulandırıcı olurdu. Araba lastiğinden koltuklara sığmaz olduğunuzu da aynı yaşlarda fark ederdiniz. Serbest uçuş, baş dönmesi, delice heyecanlanmak... İnsan bunları istemekten ne zaman vazgeçerdi?”

12 Ocak 2021 Salı

Vajina Monologları - Eve Ensler

Tiyatro oyunu doksanlı yıllarda ülkemizde gösterime girdiğinde bazı kaymakamlıklarca yasaklanmış bir oyunun kitabı "Vajina Monologları". Erkek milleti olarak küfürlerde ağzımızdan düşürmediğimiz iki harfli kısaltması beş harfli "vajina" olarak karşımıza geldiğinde nedense tabu oluyor. Adını duymaya bile tahammül edemiyoruz. Bu kitapta vajina hakkında her şey var. Kadının vajinasını keşfi de var, erkek gözüyle değerlendirmesi de. Daha çok kadınların vajinaları ile yüzleşmeleri var. 

Senarist, yazar ve oyuncu Eve Ensler'i kadınlarla yaptığı söyleşilerden esinlenerek yazdığı Vajina Monologları, onların en derin acılarını, korkularını, hayallerini ve tutkularını gözler önüne seriyor; kadın kavramına yepyeni bir bakış açısı getiriyor.

Alıntılar, alıntılar:

"Kendimize yönelik nefretimiz aslında erkek egemen kültüre duyduğumuz nefretin bastırılması ile oluşmuştur."

"O zaman anladım ki, kılların orada olmasının bir nedeni var; çiçeğin etrafındaki yapraklar gibi, evin etrafındaki çimen gibi. Kılları sevmelisiniz, yoksa vajinayı sevemezsiniz. İçinden yalnızca beğendiklerinizi seçemezsiniz."

"Vajinam benim memleketim."

"Vajina Gerçeği 1593 yılında görülen bir cadılık davasında savcı (evli bir adam) büyük ihtimalle klitorisi ilk defa keşfediyor ve onu şeytan memesi olarak tanımlıyor. Kesin bir cadılık kanıtı."

"Anlatamayacağım. Aşağısı ile ilgili konuşamayacağım. Aşağısıdır işte. Bodrum gibi. Ara sıra gürültü olur. Borular ses yapar. Bir şeyler saklanır orada. Küçük hayvancıklar dolaşır. Sonra, ıslaktır ve bazen insanlar oraya inip bazı çatlakları tamir etmek zorunda kalır. Ama genelde kapısı kilitlidir. Orayı unutursun. Yani evin bir parçasıdır ama orayı görmezsin, düşünmezsin. Ama orası olmadan da olmaz. Çünkü, her evin bir bodruma ihtiyacı var, yoksa yatak odaları zeminde olurdu."

"Her şeyden önce, vajinanın yerini bulmak bile bir mesele. Kadınlar ona haftalarca, aylarca, bazen yıllarca bakmıyorlar bile. Yüksek rütbeli bir iş kadını onunla yaptığım bir söyleşide bana hep çok meşgul olduğunu söyledi, zaman ayıramıyormuş."

Kedilere Dair - Doris Lessing

Kötü anılarla başlayan ve çoğu kişinin kitabı okumayı bırakmasına yol açan bir girişten sonra yazarın hayatına giren kedileri anlattığı ve onlarla kurduğu duygusal ilişkileri -eğer bir kedi severseniz- okura da yansıtmayı başardığı bir kitap Doris Lessing'in Kedilere Dair adlı kitabı. Ben anlatımı çok sevdim. Ön yargılı yaklaşmayı hak etmeyen bir yazar.

Duygusal ve güzel alıntılar aşağıda:

"İşte burada tüfek kullanmanın bir anlamı vardı. Kuşlar gökyüzünde binlerce mil boyunca hareket özgürlüğüne sahipti. Oysa kedinin bir yuvası, bir eşi ve yavruları olurdu -hiç olmazsa bir yuvası olurdu. Bir kedi yaşamak için bizim tepeyi seçtiğinde, onu vururduk. Kediler duvarlardaki ve tellerdeki en olmadık küçük delikleri bulur, geceleri kümeslere girerlerdi. Yaban kedileri bizim evcil kedilerimizle çiftleşirlerdi. Bizim evcil, barışçıl pisilerimizi kandırıp, onlara göre  olmadığına inandığımız yaban alandaki tehlikeli yaşama götürürlerdi. Yaban kedileri, rahatı yerinde hayvanlarımızın konumunu tartışmalı hale getirirdi."

"Bu bakımdan babam da fena sayılmazdı; köylü çocuğuydu. Ama bir şey yapılacağı, harekete geçileceği, kesin bir karar alınacağı zaman babam olumsuz bir tavır takınır, gereken, annem yapardı. Babam ironik ve aslında hayranlık dolu bir öfke ile, 'Demek öyle! Öyle olsun bakalım! derdi. Sonra yelkenleri suya indirir, 'kontrol altında tutulduğu sürece doğaya itirazım yok,' derdi.
Ancak doğayla aynı kumaştan dokunmuş, hatta onu bir görev ve sorumluluk olarak kabullenmiş olan annemin, duygusal felsefelerle kaybedecek zamanı yoktu."

"Sabahları uyandığımda yüzümü yan donmuş çarşaflara dönerdim; yatağın kürk battaniyenin dışında kalan kısmı soğuktu; yan odadan gelen badana kokusu soğuk ve antiseptikti; kapının dışındaki tozları bir yerden bir yere savuran rüzgar soğuktu -ama kıvrılmış kolumun içinde hafifçe mırlayan bir sıcaklık olurdu, kedi, arkadaşım."

"Kedinin insanları eve dönüşünü beklemesi canımı sıkıyordu -tıpkı köpek gibi; ille de sizinle aynı odada olmak, ilgi görmek istiyordu - tıpkı köpek gibi; yavrularken insanların onun başında beklemesi gerekiyordu. Yeme alışkanlıklarına gelince, savaşı daha ilk hafta kazandı. Bir kez bile az pişmiş dana ciğeri ve mezgit buğulamadan başka bir şey yemedi. Bu damak zevkini nereden edinmişti? Eski sahibine sordum, bilmiyorum dedi tabii. Önüne yemek artıkları ve konserve mama koydum, biz ciğer yiyinceye kadar oralı olmadı. İlle de ciğer istiyordu. Ciğeri de tereyağında pişmedikçe yemiyordu. Bir keresinde pes edinceye kadar onu aç bırakmaya karar verdim. 'Dünyanın başka bölgelerinde insanlar açlık çekerken bir kediyi böyle beslemek gülünç bir şey, vs, vs."

"Görünüşe bakılırsa sahibi olmayan iri bir kara kedi, apartmanın merdivenlerinde yaşamaya başladı. Birimizin onu sahiplenmesini istiyordu. Oturur, içeri girilir veya dışarı çıkılırken birimizin kapısı açılsın diye bekler sonra miyavlardı, ama birçok kez terslenmiş gibi, çekinerek. Biraz süt içer, yemek artıklarını yerdi, bacaklara sürtünür, kalmak için izin isterdi. Ama ısrar etmeden, hatta aslında ümitsizce. Onu kimse almadı. Her zaman olduğu gibi tuvalet meselesi vardı. Kimse elinde pis kokulu toprak kutusu, merdivenlerle çöp bidonu arasında mekik dokumak istemiyordu. Üstelik apartmanın sahibi kedi istemiyordu."

"O kış iki arkadaşımıza bir kedi yavrusu vermek istemişler. Bir arkadaşlarının Siyam kedisi, sokak kedisinden yavru yapmış. Melez yavruları bedavaymış. Bahsettiğim arkadaşlar, karı koca küçük bir dairede yaşıyorlar, üstelik bütün gün dışarıda çalışıyorlardı; ama yavruyu görünce dayanamamışlar. Yavru hafta sonunda gelmiş, iki gün konserve ıstakoz çorbası ve tavuk sufle ile beslemişler; hayvan ille de erkeğin, yani H.'nin çenesinin altında ya da hiç olmazsa tenine değen bir noktada uyumak istediği için, birbirine düşkün çiftin gecelerini berbat ediyormuş. Karısı S. telefonda tıpkı Colette'in hikayesindeki kadının başına geldiği gibi, bir kedinin kocasını elinden almakta olduğunu söyledi."

"S. H'yi alıp giderken: Bu iş biraz daha devam etse kocasız kalacaktım diyordu. Kocası çok mutsuz ayrıldı, sabahları pembe bir dilin insanın yüzüne yavaşça dokunmasıyla uyanmak kadar harika bir şey olamazdı."

"Kendinin mağrurca farkındaydı, güzellikten başka özelliği olmayan bir kız gibi: Hep içindeki kameraya göre poz veren beden ve yüz, maske gibi yapmacık bir duruş; Bakın ben buyum işte, saldırgan göğüsler, hep hayranlarını arayan, gülmeyen, düşmanca bakan gözler."

"Bir kedinin  ilk kez doğurmasını izlemek çok hoş oluyor, beyaz jelatin kesesinde kıvranan o küçücük şey ortaya çıkar çıkmaz anne kedinin keseyi yalayarak çıkartması, göbek kordonunu kesmesi, doğumdan artakalanları yemesi, bütün bunları şahsen ilk kez yapıyor olmasına rağmen bu kadar tertemiz, bu kadar ustaca, bu kadar kusursuzca yapması. Hep bir duraklama anı vardır. Yavru dışarı çıkmış, kedinin arka tarafında yatıyordun. Kedi tuzağa düşüp de kaçmak isteyenlerin tepkisiyle kendisine bağlı yeni nesneye bakar; bir daha bakar, ne olduğunu bilmiyordur; derken uyarıcı mekanizma devreye girer, kedi isteneni yapar, anneliğe geçer, mırlar, artık mutludur."

"Kedileri tanıyıp, hayat boyu kedilerle birlikte olunca geriye insanlara karşı duyulandan çok farklı bir hüzün tortusu kalıyor. Onların çaresizliği karşısında çekilen acı, hepimiz adına duyulan suçluluktan oluşan bir tortu."

"Bunların -alacağı, hakkı - üstüne saldırgan bir şekilde kapanır, oğluna dik dik bakar ve telaş etmeden sadece yeteri kadar yerdi, bir lokma fazla değil. Önüne konanların hepsini nadiren bitirir; hemen her zaman birazını tabakta bırakır -şehirlilere Özgü bu görgü kuralına gri kedinin de uyduğunu görünce, edepsizce bir saldırganlıktan kaynaklanabileceğinin ilk kez farkına vardım. 'Bunu bitirmeyeceğim -aç değilim, çok fazla şey yapmışsın, ziyan olması senin suçun' 'Çok yiyeceğim var, bunu yemeye ihtiyacım yok' 'Çok kibar ve üstün bir yaratığım, yemek gibi basit şeylerin çok üstündeyim.' Bu sonuncusu gri kedinin tavrıdır"

"Derken gri kedinin işleri aniden ters gitmeye başladı. Oğlunu alacak olan kişi en sonunda aldı ve Kensington'a götürdü. Dört yavru yeni evlerine gittiler. Biz de artık yeter dedik, bundan sonra yavrulamamalıydı.
O zamanlar bir dişi kediyi kısırlaştırmanın ne anlama geldiğini bilmiyordum. Tanıdıklarım dişi olsun erkek olsun kedilerini 'ameliyat' ettirmişlerdi. Hayvanları koruma derneğine soruldu, kesinlikle tavsiye ettiler. anlaşılır nedenlerle: Her hafta yüzlerce istenmeyen kediyi imha etmek zorunda kalıyorlardı. Yalnız hayvanları koruma derneğindeki hanımın sesinde aynı köşe bakkaldaki kadının sesindeki tonlama vardı, ne zaman yavrulara ev bulmak için o tarafa gitsem sorardı: 'O işi hala halletmediniz mi?' 'Zavallıcığı bütün bunlara katlanmak zorunda bırakıyorsunuz, insafsızlık bu bence' 'Ama yavrulamak doğal bir şey' diye ısrar ederdim, ki bu da yalanın daniskasıydı, çünkü gri kedinin annelik içgüdüleri, bizim ona dayattıklarımızdan ibaretti."

Prens - Niccolo Machiavelli

Bugün yazılsa içeriğinden çok da bir şeyin değişmeyeceği bir eserdir Prens. Sadece kişiler değişir. Dönemim prensine, iktidarına seslenen Machiavelli kimine göre haklıdır öğütlerinde kimine göre de yanlış. Bana göre de her siyasetçinin okuması gereken bir başyapıttır.
Prens, devlet yönetme sanatı ve siyaset etiği üzerine yazılmış en etkili eserlerdendir. Prens'in kaleme alındığı dönem İtalyan Rönesansı'na denk gelmektedir. 
Satır satır okunmalı, hafızalara kazınmalıdır. Bugünkü siyasetçilere iyi ya da kötü anlamda yol göstericidir.

Uzun uzun alıntılarım var. Hepsi de önemli:
 
"Akıl alıştırmasına gelince; prens tarih kitaplarını okumalı ve seçkin kişilerin eylemlerini gözden geçirmeli, savaşlarda nasıl davrandıklarına bakmalı, zaferlerinin ve yenilgilerinin nedenlerini incelemeli, bu yolla yenilgilerden kaçınabilmeli, zaferleri taklit edebilmelidir. Hepsinden önemlisi, geçmişte bazı seçkin kişilerin yaptığını yapmalıdır. Bu kişiler, kendilerinden önce övülüp yüceltilen birisini taklit etme yoluna gitmiş ve o kişinin hareketlerini ve eylemlerini hep göz önünde bulundurmuşlardır; tıpkı Büyük İskender'in Akhilleus'u, Caesar'ın İskender'i, Scipo'nun Kyros'u taklit ettiğinin söylendiği gibi...Bilge bir prens bu tür kurallara uymalı ve barış zamanlarında asla boş oturmamalıdır; tam tersine, zor durumlarda yararlanabilmek için, barış zamanlarını büyük bir gayretle (bilgi birikimi edinecek şekilde) değerlendirmelidir; öyle ki talih, değiştiğinde onu zor durumlara direnmeye hazır bulsun."

"..Korkulmaktansa sevilmek mi daha iyidir, yoksa tersi mi? Sorunun yanıtı şudur: Kişi, her ikisini birden ister; ama bunları bağdaştırmak zor olduğu için, ikisinden birinin olmaması gerekiyorsa, sevilmektense korkulmak çok daha güvenlidir... Bununla birlikte, prens insanların sevgisini kazanamasa bile, nefretten kaçınacak şekilde korku uyandırmalıdır;çünkü korkulmak ve nefret edilmemek pekala bir araya gelebilir; prens yurttaşlarının ve uyruklarının malına ve kadınlarına dokunmadıkça bu böyle sürer gider."

"Yabancılardan çok halktan korkan prens, kaleler yaptırmalıdır; ama halktan çok yabancılardan korkan prens, kalelerle uğraşmamalıdır."

"Bir senyörün zekasını değerlendirmenin ilk yolu, yanındaki adamlara bakmaktır.; bu kişiler becerikli ve sadık iseler, bu senyörün, adamlarının becerilerini görebildiği ve onları sadık tutabildiği için, bilge olduğu kabul edilebilir. Ama başka türlü iseler, bu senyör hakkında iyi olmayan bir yargıya varılabilir; çünkü yaptığı ilk hatayı, bu seçimle yapmıştır."

"Bir prensin danışmanını nasıl tanıyabileceğine gelince; şu hiç şaşmayan yöntem vardır: Danışmanının senden çok kendisini düşündüğünü ve bütün eylemlerinde kendi çıkarını kolladığını görürsen, böyle bir kişi asla iyi bir danışman olmaz, ona asla güvenemezsin; çünkü bir başkasının devletini elinde tutan kişi, aslında kendisini değil, her zaman prensini düşünmeli ve prensle ilgili olmayan her hangi bir şeyi asla onun gündemine getirmemelidir. Ve öte yandan prens, danışmanını iyi tutabilmek için, onu düşünmeli, onurlandırmalı, zengin etmeli, ona önemli görevler ve yükümlülükler vererek kendine borçlu kılmalıdır; öyle ki, danışman prens olmadan var olamayacağını görsün ve pek çok onur, daha fazla onur arzulamasını, yüklü bir servet, daha fazla servet arzulamasını engellesin, pek çok görev değişikliklerden korkmasına yol açsın. Bu yüzden danışmanlar ve prenslerin danışmanlarla ilgili tutumları böyle olursa, birbirlerine güvenebilirler; başka türlü olursa, sonuç daima ya biri ya öteki için zararlı olacaktır."

9 Ocak 2021 Cumartesi

Aykırılıklar - Memet Fuat

Usta yazar Memet Fuat'ın genç yazarlara bir rehber olabilecek nitelikteki bir kitabı "Aykırılıklar" Dil ve edebiyat üzerine çok güzel metinler var. Kitap, Memet Fuat'ın 1998-1999 yılları arasında yayınlanmış denemelerinden oluşuyor. 
Kitabın sonunda da kendisi ile yapılan söyleşiden bölümler paylaşılmış. Büyük yazarlarımızdan (Rıfat Ilgazi Nurullah Ataç, Nazım Hikmet gibi) dil ve edebiyat ile ilgili örneklerle zevkli anlatımların da  bulunduğu güzel bir kitap olmuş.
Benim de nacizane eleştirim yazarın bence çok ve gereksiz virgül kullanması oldu.

Uzun uzun alıntılarım var.

"Çamaşıcının kızı okumak için kitap isteyince, hoşuna gider diye düşünerek, eline Orhan Kemal'in 'Çamaşırcının Kızı' adlı öykü kitabını vermişler. Ertesi sabah kız kitabı geri getirdiğinde beğenmediği yüzünden belliymiş.
'Ne o? Hemen geri getirdin. Beğenmedin mi yoksa?
Kız gözlerini öne eğip,
'Ben bunları biliyorum' demiş...
Yazmanın olduğu gibi okumanın da amacı var... Demek ki çamaşırcının kızı merak ettiği başka yaşam biçimlerini öğrenmek için okuyordu. Kitaplarla çevresini, kırmak, dünyaya açılmak istiyordu. Bir şeyleri merak ediyordu."

"Sanatın bütün bu aşamalarını öldürücü bir hastalık sardı son yıllarda...Aykırılık hastalığı...
Günümüz sanat yapıtlarında, seçme, kurma, anlatma, hepsi aykırılıklarla besleniyor...Seçtiğim ya da kurguladığım şeyleri ilginç kılmak için ne gibi aykırılıklarla donatabilirim? Anlatımımı ilginç kılmak için ne gibi aykırılıklar yapabilirim.?"

"...O gün Rıfat Bey'le tartışırken şunu gördüm. Türkçeye 've' nin gerekli olmadığını 've' kullanmadan da her şeyin anlatılabileceğini söylüyor, ama 've' yi atmaktan söz etmiyordu. Nazım'ın 've' lerle örülmüş şiirlerini, tıpkı bizler gibi, coşkuyla dinliyordu.
Onun savunduğu şuydu.
Aydın olmayanlar, düzyazının, kitap dilinin etkisinde kalmayanlar, konuşurken 've' kullanmaya gerek duymazlar. Demek ki insanlarımız bu bağlacı kullanmadan her sitediklerini söyleyebiliyorlar.
Bir yazar adayı biçemini geliştirirken yazı dilinin kalıplarına yenik düşmek istemiyorsa, konuşma dilinin renkliliğine, tadına ulaşmaktan bir şey umuyorsa 've ' kullanmadan yazmaya özenmelidir. Bu ona biçem açısından çok şey kazandırabilir.
Ama Nazım şiirlerini 've' lerle örüyormuş...Sen de Nazım ol, istediğini yap.
..Bir süre sonra, Ataç' ı daha yakından izledikten, onunla birtakım tartışmalara girdikten sonra 've' lerimi denetime almanın da ötesine geçerek 've' siz yazmaya başladım. Çevirilerde de denedim bunu. Biçemimin yumuşadığını, kıvraklaştığını, arındığını açık açık izledim."

"Antoloji karşılığı bir ara dilimizde 'güldeste'kullanılırdı. Şİmdi 'seçki' deniyor. Seçkinin daha geniş anlamı var gibi...Gelin, daha kolay anlaşmak için, değişik yazarların yapıtlşarından yapılan seçmelere 'toplu seçkiler', bir yazarın yapıtlarından yapılan seçmelere 'bireysel seçkiler' diyelim."

"Dedikoduya göre, bazı yazarlarımızı sinema sanatçılarının anılarını yazmalarına para karşılığı yardım ediyorlarmış.
Oysa sinema alanında ünlenmiş herkesin doğru dürüst eğitim görmediği bir gerçek. Kim yazar,i ne yazar bilen biliyor, ama bakıyorsunuz, iki sözcüğü yan yana getiremeyecek bir oyuncu, taş gibi bir kitap yazıp kusursuz tümcelerle anılarını anlatmış"


6 Ocak 2021 Çarşamba

Büyük Açlık - John Fante

"Toza Sor" adlı romanıyla tanıdığımız John Fante'nin kısa kısa öykülerinden oluşan bir kitap "Büyük Açlık"

Öyküler kısa ama bir o kadar da karışık. Bir karakter çıkıyor bir anda kim olduğunu anlayamıyorsunuz. Beklenmedik bir şekilde bitiyor ve devam etmesi gerektiğini düşünüyorsunuz. Benim sevdiğim türde öyküler değildi maalesef. Toza Sor'u okumadım ama bu öykü kitabını sevemedim John Fante'nin.


Alıntılarım:

"Ne günler.Yoldaki toza sorun, St.Pauli'deki odamın karafatmalarına sorun, odamın köşesinden çıkan farelere sorun, ne kadar cana yakındı o fareler, konuşurdum onlarla. 'Selam fare, nasılsın bu gece, arkadaşların nerede?' Elbette, insan ve hayvan aşığı, fark gözetmeksizin, dostluklarını kazanmak için besliyorum fareleri, muhteşem bir insan, müşfik bir adam, Thoreau ve Emerson okuru, gelecek vaat eden hoşgörülü büyük yazar, St.Paul'un ışıkları yanıp sönerken ekmek kırıntılarıyla fareleri besliyor, onları sağa sola kaçışmalarını izliyordum, ama fazla samimi olmaya başladıklarında son vermek zorunda kaldım, yatağıma filan çıkıyorlardı, iyi dosttuk onlarla, ama Çinliler gibi çoğalıyorlardı ve odam çok küçüktü."

"Bir deli gibi mi konuşuyorum? Deliliği verin bana öyleyse, o günleri geri getirin. İnsanlığa acıyan birine dair tuhaf bir  roman verin bana.."

"Hazel Clifton, George Clifton'ın kız kardeşi. George Clifton Kaliforniya Balıkçılık Şirketi'nde benim ustabaşım. Hazel'dan ilk kez George bahsetti bana. Onu görmeden çok önce aşık oldum Hazel'a. Böyleyimdir ben. Onlara aşık olduğumdan haberleri bile olmayan kadınlara aşık olurum. Norma Shearer örneğin." (Yağmurda Sırılsıklam adlı öyküden) 

"Bu yüzden bir sürü yalan söyledim sana. Daha da kötülerini söyleyebilirdim. Herkesi,n kadınlar söz konusu olduğunda birkaç yalan atmışlığı vardır herhalde. Yine de, söylediğim yalanlar aslında yalan değillerdi. Anlattıklarım hiçbir zaman gerçekleşmemişti, ama kendimi doğru olduklarına ikna etmiştim ve ben onların doğru olduklarını düşünüyorsam aslında gerçekleşmişlerdir."

"Ben şarabı koyarken şifoniyere yaslanmış sigara içiyordu. Gözlerimi gözlerine diktim. 'Sana Jenny diyebilir miyim?' diye sordum. 'Pastoral bir tadı var adının.'
'Tabi ki' dedi gülümseyerek, çünkü pastoralin anlamını bilmiyordu."

" 'Jenny' dedim. 'Bütün kadınlar embriyon halinde kevaşelerdir. Eğilim çok güçlüdür ve buluğ çağından itibaren bununla tifoyla savaşır gibi savaşmak zorundadırlar."

 "Bu önyargıları bir kenara bırakmalıyız. İnsanın yüreği ırk ya da renk tanımaz."

 " 'Yukarısı' dedi cenneti kastederek, 'neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar verilen yerdir ve orada dostları var Fred Bestoli'nin, burada olmasa da' "

5 Ocak 2021 Salı

Şeytan Rivayetleri - Hüseyin Hatemi

 

Prof.Dr. Hüseyin Hatemi'nin Salman Rushdi'nin "Şeytan Ayetleri" kitabında öne sürülen iddiaları çürütmek amacıyla yazılmış bir kitabı. Kitabı satır satır okumadım açıkçası biraz atlayarak okudum. Bunun sebebi ise konuya kendimi çok adapte edememem ve konunun da çok net açıklanamamış olması. Belki akademik bir kitaptır ve benim seviyemin üzerindedir diye düşünüyorum iyi niyetle. Yine de çürütülmek istenen konunun çok açıklıkla ifade edilememiş olduğunu düşünüyorum.

Ölü Canlar - Gogol

 
En sevdiğim Rus yazarları arasında olan Gogol'un Öü Canlar romanını yıllar önce okumuştum. Tekrar okudum. Ölü Canlar'da diğer tanınmış Rus yazarlarının romanlarında olduğu gibi anlatılan konunun etrafında Rus toplumundan örnekler verilir. Yaşadığı yıllardaki ekonomik, siyasal ve sosyal hayat çok güzel betimlemelerle anlatılır. Rus insanının iyi ve erdemli yanlarından çok, kötü ve eleştirilmesi gereken yanları anlatılır. Gogol'da bunu çok iyi yapanlardan biri. 

Çok güçlü tasvirler var romanda. Gerçi genelde çoğu Rus romancılarda rastlıyoruz buna. "Okuyucular" diye başlayan cümleler kurması ise bence, bir anlamda "okuyucuyla iletişim kurmak" olduğu kadar bir anlamda da "bakın ben de buradayım, romanın içindeyim, benim ağzımdan anlatılıyor roman" mesajı vermektir. Bir de asıl konuya ek anlatılan yan konulardaki gereksiz ayrıntılar dikkat çekiyor romanda.

Romanın konusu ise şöyle, Pavel İvanoviç Çiçikov isimli biri , Rusya'daki son nüfus sayımdan sonra ölmüş olan ama resmiyette hala yaşıyor gibi görünen köleleri, onların sahiplerinden canlıymış gibi satın alarak bunları devlete ipotek etmek, devletten de ipotek karşılığında para almaktır. Esasında Rus halkı ölmüş köleleri sattığının farkındadır; ama yine de Çiçikov onlara para teklif ettiği için seslerini çıkarmamaktadırlar. Böylece devletin dolandırılmasında dolaylı yoldan yardımcı olmaktadırlar.

Alıntılar ise şöyle: "Doğpruyu söylemek gerekirse kitabı okurken altını çizdiğim satırlar olmadı. Bunları kitabı okuyanlardan alıntıladım."

"Çocuklarını terbiye edecek baba önce kendisi görevlerini yerine getiren biri olmalı."

"Hayatımız nedir? Çilelerle, dertlerle dolu bir vadi... Dünya nedir? Bir hissiz insanlar kalabalığı..."

"Bu dünyada teselli bulamazsınız. Siz de görüyorsunuz: Düşmanlıklarla, hainliklerle, insanı baştan çıkaran şeylerle dolu bir dünya bu."

"Hoşuna giden, okuduğu şey değil, okumanın kendisiydi."

"Zorla güzellik olmaz: kimine papazın kendisi hoş gelir, kimine de karısı!"

"İnsanların uğrunda birbirlerini yedikleri her şey bir yana bırakılmadıkça,ruh zenginliğine kıymet verilmedikçe bu dünyada da zengin olunmaz.Beden ruhun yerini tutmaz.Doğru yolu bulmak için ölü canları değil,kendi canlı ruhunuzu düşünerek başka bir yolu:Tanrı yolunu seçin..."

3 Ocak 2021 Pazar

Şahane Hatalar Cumartesi - Lorraine Freeney, Tara MCCarthy

Değişik bir kitap. Okudukça olayların yönünü siz seçiyorsunuz. 20 sayfada da bitebilir, 200 sayfada da. Mutlu bir son olabilir ya da çok farklı.

Bu kitabı okumaya normal bir kitap gibi birinci sayfadan başlayın. İlk bölümün sonunda, önümüze bir yol ayrımı çıkacak. Kararınızı verin ve ilgili bölüme gidin. Her bölümün sonunda seçimlerinizle kaderinizi kontrol etmeye devam edeceksiniz.

Çok bana göre bir kitap olmadı. Seçimlerimle benim kitabım galiba 30 sayfada bitti. Konu olarak da bana hitap etmedi. Belki de siz seversiniz.

Sanatın Gerekliliği - Ernst Fischer

Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği adlı kitabında Christopher
Caudwell, George Thomson ve Gyorgy Lukacs gibi marksist düşünürlerin eleştiri geleneğini sürdürerek benzer sorunlara çağdaş bir yaklaşımla daha büyük bir açıklık kazandırmayı deniyor. Kitapta yer alan 'Sanatın Görevi', 'Sanatın Başlangıcı', 'Sanat ve Kapitalizm', 'Öz ve Biçim', Gerçekliğin Yitirilmesi ve Bulunması' gibi bölümlerde sanatın evrimi başlangıcından günümüze kadar sergilenirken, çeşitli sanatlarla değişik toplum yapıları arasındaki ilişkiler gözden geçiriliyor ve geçmişin daha sağlıklı ve işlevsel sanat yapılarından verilen örneklerle gelecekte sanatların ve sanatçıların topluma nasıl yön verebilecekleri, dünyayı nasıl değiştirebilecekleri gösterilmek isteniyor.

Ben sıkılmadan okudum. Cevat Çapan'ın güzel tercümesi kitabı daha da anlamlandırmış ve kolay okunur olmasını sağlamış. Alıntılarım ise şöyle :

"Sanat insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için gereklidir. ama salt özünde taşıdığı büyü yüzünden de gereklidir sanat."

"Çürüyen bir toplumda, sanat doğru sözlüyse, çürümeyi de yansıtmak zorundadır. Ve toplumsal görevinden kaçmadığı sürece, sanat dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardım etmelidir."

"Sanat insanı parçalanmış bir durumdan birleşmiş bir bütüne dönüştürebilir. İnsanın gerçekleri anlamasını sağlar, onları dayanılır bir biçime sokmasında insana yardımcı olmakla kalmaz, gerçekleri daha insanca, insanlığa daha layık kılma kararlılığını da arttırır. sanatın kendisi bir toplum gerçeğidir. Sanatçı denen o üstün büyücü gereklidir topluma. toplumsal görevini unutmaması için sanatçıyı uyarmak da toplumun hakkıdır. Gelişen bir toplumda, çürüyen bir toplumun tersine, bu uyarma hakkından kimsenin kuşkusu olmamıştır."

"Çalışarak insan olan insan, doğalı yapaya dönüştürerek hayvanlar dünyasından kurtulan insan, bu yüzden büyücü olan, toplumsal gerçekliği yaratan insan, her zaman gökyüzünden yeryüzüne ateş getiren Prometheus, her zaman müziğiyle doğayı büyüleyen Orpheus olacaktır. İnsanlık ölmedikçe sanat da ölmeyecektir."