Bu Blogda Ara

29 Ocak 2022 Cumartesi

Moby Dick - Herman Melville

Moby Dick bir klasik. Bu yaşa kadar okumadıysak bu da bizim ayıbımız.

Pequod adlı bir balina gemisinin son yolculuğunu, balinaların nasıl avlandıklarını, geminin sonunda nasıl battığını anlatan Moby Dick, ilk bakışta denizlerde geçen bir serüven romanı sayılabilir. Ne var ki insan Moby Dick'i okudukça, okuduklarını düşündükçe, kitabın derinliğini, gerçek anlamını sezmeye başlar. Bu derinliği, bu gerçek anlamı sezmeyenler ise, balina avıyla ilgili, heyecanlı bir öykü olarak, gene de Moby Dick'in pekâlâ keyfini çıkarabilirler."

Mîna Urgan böyle tanımlıyor Beyaz Balina'nın romanını.
"Zaman zaman çıkardığı o garip seslere burnundan konuşma dersiniz, balinayı horlamış olursunuz. Hem balinanın söyleyecek nesi olabilir? Ben, derinliği olan hiçbir varlık görmedim ki, bu dünyaya söyleyecek söz kekelemek zorunda kalır, olsa olsa. Ne mutlu ona ki, dünya duyuverir sesini."

Melville'nin sesini geç de olsa duymuştur dünya: Düzyazı biçiminde yazdığı bu şiirde, ironi, mitoloji ve gerçekçiliğin iç içe geçtiği bu romanında, denizi, gemicileri, balinaları ve tabii bu arada tutkuların tutsağı olan insan ruhunu anlatıyor.

"Beyaz balina, onların taptıkları cehennem tanrısı. Şu gürültüye bak, bir cehennem cümbüşü! Geminin ön tarafında düğün dernek, arka tarafta ölüm sessizliği. Yaşama benziyor bu gemi. Geminin başı pırıl, pırıl sulara dalıyor, keyifli keyifli oynayıp zıplıyor. Arkada kara yürekli Ahab, dümen sularının bir kurt gibi uluyan ölü dalgaları üstünde, kamarasına kapanmış, kara kara düşünüyor... İçimdeki insanca duygularla savaşacağım seninle, ey karanlık, korkulu gelecek! Ey koruyucu melekler, yanımdan ayrılmayın, tutun beni, bırakmayın beni!"

Nacizane alıntılarım ise şöyle:

"Çünkü her anlaşılmaz şey karşısında yapılacak en akıllıca, en kolay iş gülmektir. Başa gelen ne olursa olsun, insanın şununla avunabilir her zaman: Yazılı olan değişmez."

"Tanrı yardımcın olsun, ihtiyar! Düşüncelerin bir başka adam yaratmış senin içinde. Kendini bir Prometheus'a çevirmişsin azgın kafanla! Bir akbaba gibi her gün gelip yiyecek yüreğini senin, kendi yarattığın bir akbaba!"

"Yaşam dediğimiz bu acayip, bu karmakarışık işte, öyle garip anlar olur ki, insan şu koca evreni büyük bir şaka olarak görür. Bu şakayı pek anlamasa bile, kendisiyle alay edildiği kuşkusuna düşer. Gene de yürekli kalır, tartışmayı doğru bulmaz. Tüm bu olan bitenleri, tüm inançları, tüm din ve mezhepleri, görülür ya da görünmez her şeyi, ne denli kaskatı, ne denli yamru yumru da olsa yutar; sindirme gücü çok gelişmiş devekuşunun, mermileri ve çakmak taşlarını yuttuğu gibi küçük zorlukları ve üzüntüleri, beklenmedik felaket korkularını, elini kolunu ya da canını yitirme tehlikelerini, tüm bunları ve ölümü bile, gözle görülmeyen ve sağı solu belli olmayan o koca şakacının, gülerek attığı birer şamar, keyifli birer sille sayar. Söylediğim bu garip duygu, yalnızca en zor durumlarda gelir insana. Bu duygu kuşku duymadığımız öyle bir anımızda yakalar ki bizi, biraz önce pek önemli saydığımız bir şey, büyük şakanın ancak bir parçası gibi görünür bize o anda. Bu rahat, bu kaygısız serdengeçtiliği yaratmak için de, balina avcılığının belaları birebirdir. Peguod'un seferine ve bu seferin amacı olan büyük Beyaz Balina'ya bu felsefeyle bakmaya başlamıştım artık."

"Yürekler acısı, insanı deli edecek kadar korkunç bir sahneydi bu. Balina şimdi başını kaldırmış, can çekişir gibi sular püskürterek kaçıyordu; zavallının tek kanadı, korkular içinde, gövdesini dövüyordu. şaşkınlık içinde böyle kaçarken, bir o yana bir bu yana yalpalıyor, yardığı her dalgada sulara batıyor; ya da çırpınan tek kanadını yanlamasına havaya doğru çırpıyordu. Kanadı kırık bir kuş görmüştüm; onu anımsattı bana. O kuşcağız, korka korka havada kırık daireler çizip, korsanlar gibi peşine düşen şahinlerden kurtulmak için uğraşıyordu boşuna. Ama o kuşun sesi vardı;korkusunu, acı çığlıklarıyla anlatabilirdi. Oysa, bu koskocaman yabanıl deniz yaratığının korkusu, zincirlenmiş ve büyülenmişçesine sessizdi. Püskürtme borusundan çıkan boğuk solumalardan başka sesi yoktu bu deniz canavarının. İnsanda, anlatılmaz bir acıma duygusu uyandıran da buydu işte. Bununla beraber, bu koca gövdede -hele kalelerin demir kapılarını andıran çenesinde ve kuyruğunda- ona acıyan en sağlam yürekli insanı bile ürkütecek bir heybet vardı hala."

"Yıkıldıktan sonra en soylu meşelerin budandıklarında acayip ve biçimsiz yosunlar yığın yığın nasıl birikirse, vaktiyle balinanın gözlerinin bulunduğu yerde de, yürekler acısı, kör ve patlak iki ur kabarıyordu. Ama gene de bu balinaya acıyamazdık. Yaşlılığına, sakat kanadına, kör gözlerine karşın, öldürmek zorundaydık onu. İnsanoğlunun sevinçli düğünlerine, bayramlarına ışık salması için; kimse kimsenin kılına dokunmamalı diye vaazlar verilen görkemli kiliselerin aydınlanması için, öldürmek zorundaydık onu."  

"Ve üç yüz yıl önce, 'Harris'in Gezileri' adlı kitaptaki bir İngiliz gezgini, Türklerin Yunus peygamberin onuruna bir cami yaptırdıklarını ve bu caminin içinde yağsız yanan mucizeli bir kandil bulunduğunu anlatır."

"Sancılar içinde dünyaya gelen insanoğluna, acı içinde yaşamak, kıvrana kıvrana ölmek yaraşır."

"Öyleyse, selam sana ey deniz! Yabansı kuş yalnız senin sonsuz çalkantıların üstünde dinlenebilir. Ben karada doğmuşum, ama denizin memesinden süt emmişim. Vadilerin ve tepelerin çocuğuyum ama, siz ey dalgalar, benim süt kardeşlerimsiniz!" 

"İnsan gözünün rahatça bakabileceği yer, bu dünyanın ufkuyla bir düzeydedir; ufuktan yana çevrilidir insanın gözü. Tanrı göklere bakmamızı isteseydi, başımızın tepesine kordu gözlerimizi."

"Ey benim boyun eğmeyen üç direğim, kırılmayan omurgam! Yalnız Tanrı gücüyle delinmiş teknem! Ey sağlam güvertem, yiğitçe dizginli dümenim, kutba dikili pruvam, şanı şerefiyle ölen gemim! Bensiz mi öleceksin sen? Gemileriyle batan sıradan kaptanlar kadar bile olamadım' Bu onur bile esirgendi benden. Issız bir yaşamın sonunda ıssız bir ölüm! Şimdi anlıyorum ki, benim tüm büyüklüğüm acımın büyüklüğünde. Hey, hey! Uzak, en uzak ufuklardan kalkın gelin, geçmiş ömrümün yiğit dalgaları! Gelin de, kabartın ölüm dalgamı! Sana doğru geliyorum balina! Her şeyi ele geçiremeyen balina! Sonuna dek cenkleşiyorum seninle. Cehennemin dibinden saldırıyorum sana! Son soluğumu olanca hıncımla tükürüyorum suratına! Batsın tüm tabutlar, tüm cenaze arabaları bir tek bataklıkta! Madem benim ne tabutum olacak, ne de cenaze arabam, ben seni kovalarken, sen de paramparça et beni, cehennem balinası! Bağlayıp kendine, sürükle beni istersen! Al san! Ye şu zıpkınımı!"


23 Ocak 2022 Pazar

General Trikupis'in Hatıraları

Kurtuluş Savaşını bir de cephenin diğer tarafından okumak isterseniz General Trikupis'in Hatıralarını okumalısınız.

Savaşın beşinci günü, dövüşenlerin arasında dolaşıp onları teşvik etmek zorunda kaldım; çünkü beş günden beri savaşıyorlardı.
Türk Avgin köyünün adı Yunanca olup Avşin (boyun) kelimesinden gelmektedir. Türkler Avgin savaşında , Avgin köyünün 16 km. kuzeybatısında bulunan ve demiryolu istasyonuna sahip İnönü köyünden dolayı bu savaşa İnönü savaşı derler; buna Küçük Asya savaşlarının en kanlısı nazariyle bakarlar ve Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından Türklerin soyadı almaları emredilince, bilahare birçok seneler Türkiye Cumhurbaşkanı olan General İsmet, İnönü soyadını aldı ve şimdi İsmet İnönü'dür.

Bütün gün devam eden Angin savaşı, en kanlı savaşlardan biri olmuştur. Bizimle kıyas kabul etmiyecek kadar fazla sayıda Türkle çarpışıyorduk. Subaylarla askerlerin hareketi sırf yiğitlik ve fedakarlıktan ibaretti. Fakat Türkler de işitilmemiş bir cesaret ve taassupla dövüşerek birbirini takip eden mukabil hücumlar yaptılar.

Taarruzumuzun ilk günü, öğleden sonra saat beş sıralarında Türkler, Samantaş'ın 2/39.Evzon alayına hücum ederek kırıldılar ve tardedildiler. Çekilirken alayın cephesi önünde 300'den fazla Türk ölüsü vardı. Türkler çok defa cephaneleri olmadığı için el bombası ve süngüye başvuruyordu.

"Her ay, ordunun durumu hakkında Komutanlığa verdiğimiz raporla şunlardan bahsediyorduk:
'Ordu taarruz yapacak durumda değildir.'
Bunun açıkçası asker savaş yapamaz demekti. Atina gazeteleri ise barıştan bahsediyordu."

"Mustafa Kemal Atatürk mutlak bir diktatörlük tatbik ettiğinden her türlü muhalefeti, cesaretsizlik ve korkaklığı şiddetle takip, memleketteki vatanseverliği takviye ediyordu."

"Uşak dışında esir olup o zamanki Türk ordusu kumandanı İsmet Paşa'nın dairesine götürüldüm, o da beni Mustafa Kemal'e götürdü.
Mustafa Kemal'in odasına girdiğim zaman o ayağa kalkarak dostane bir şekilde beni karşıladı ve Fransızca hitap ederek şunları söyledi:
-Unutmayın ki, Koca Napolyon da esir olmuştu.
-Siz vazifenizi tam olarak ve sonuna kadar yaptınız, biz de sizi takdir ve size hürmet ediyoruz.
-Siz burada esir değil, misafirsiniz."

Otların Uğultusu Altında - Şükrü Erbaş

Çok şiir sevmememe rağmen Şükrü erbaş şiirlerini ilk kez okudum ve çok sevdim. Derin anlam içeriyor. Ben galiba şiirde kafiyeye, vezne falan bakmıyorum. Anlama bakıyorum.

Kapakta bizi karşılıyor alttaki şiir:

"Eskiden, çok eskiden
Tanrımız yoktu. Korkumuz yoktu.
Günahımız yoktu. Yapraklar gibiydik.
Öpüşler gibiydik. Köpükler gibiydik.
Yapamadık. Güzellik boğdu
İyilik zayıf düşürdü hepimizi.
İçimizden birisini göklerin ardına gönderdik.
Şimdi hepimiz huzurla birbirimize kötülük ediyoruz.
Şimdi hepimiz korkuyla acımızı seviyoruz
Şimdi hepimiz dünyayı bir tanrıya değiştik
Şimdi hepimiz cehenneme dua ediyoruz."

"Ne olurdu kokunun da fotoğrafı olsaydı
Sesin fotoğrafı.
Boşluğun fotoğrafı.
Parmak uçlarındaki karıncanın
Ruhtaki üşümenin...

Ölüm kimseyi bu kadar yalnız bırakmazdı."

"Ve benim birdenbire
yüzünü değil,
gözünü değil,
senin sesini göresim geldi."

"Hepimiz kendimizi gömdük geliyoruz.
Yakamızda birer gözyaşı fotoğrafı
Avuçlarımızda ölümden soğuk bir dua
Toprağın merhametine inanarak korkuyla
Birbirimizin omuzları üstünden 
Mezarlığın dışındaki hayata bakarak
İçimizde dünyadan yapılmış bir keder
Bizi yaşamakla cezalandırmış bir tanrı
Gömdük kendimizi geliyoruz."

"Ölüm...
Hepimiz senin için yaşıyoruz."

22 Ocak 2022 Cumartesi

Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir - Selçuk Altun

Adını Oktay Rıfat'ın Karıma adlı şiirinin son dizesinden alan Selçuk Altun kitabı.

Dayısının aşırı zenginlik ve güç üzerine kurulu “büyük gözaltından” kurtulduktan sonra “Dünyanın en iyi yazarını” ve yitirdiği sevgilisini arayan bir genç adamın öyküsü.

Kitapta anlatılan kurgu etrafında geçen yüzlerce yazar, kitap adı . Öneri kitaplar. Ben çok faydalandım. Sevdiğim türdeki kitaplardan. İnceleme yazmaya oturduğumda kitabı neredeyse yeniden okumak istedim açıkçası. Sayılan yazarların dışında bir de  yazarın Oktay Rıfat aşkı beni ister istemez Oktay Rıfat eserlerine yönlendirdi. Bundan sonraki okuma listemde Oktay Rıfat şimdiden yerini aldı bile. 

"Nitelikli bir insanın kendinden iyi dosta gereksinimi olabilir mi? Sonra kitaplar. Kıskanç değil midir onlar? Çok insan dostu olan bir gerçek kitap dostu tanıdınız mı?"

"Bilimkurgu romanları nasıl geleceğin yüzeysel düşleriyse, klasiklerin çoğu geçmişin abartılı ve bugüne yabancı iç sıkıntılarıdır. Yürekli eleştirmenlerin çıkıp dürüstçe bu abartı ordusunu yeniden değerlendirmeleri, tutucu öğretmenlerin onlara sahip çıkmaya devam etmeleri ve sürüyle korkak okurun onları okumak zorunda olduklarını sanmaları üzücüdür."

Kitaptan bana bir de güzel bir Oktay Rıfat şiiri kaldı:

"Sofalar seninle serin
Odalar seninle ferah
Günüm sevinçle uzun
Yatağında kalktığım sabah

Elmanın yarısı sen yarısı ben
Günümüz gecemiz evimiz barkımız bir
Mutluluk bir çimendir bastığın yerde biter
Yalnızlık gittiğin yoldan gelir."

16 Ocak 2022 Pazar

Empedokles'in Dostları - Amin Maalouf

Yazarın daha önceki kitaplarından farklı olarak distopik bir roman bu. Önceki romanlarını okumuş bir okur olartak çok da başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Adı ve içeriği farklı kitaplara bir örnek daha.  Konusu nedeniyle de sadece biraz ilginç.

Romanlarıyla olduğu kadar deneme kitaplarıyla da ilgi çeken Maalouf, Empedokles’in Dostları’nda bu kez geleceğe yönelik bir kurguyla dönüş yapıyor. Ölümcül Kimlikler ve Uygarlıkların Batışı kitaplarında yer verdiği eleştirel gözlemlerin izinde yarı distopik bir dünya çiziyor. Platon’un mağarasından çıkıp Empedokles’in Dostları’yla tanışmaya davet ediyor bizi.

Atlas Okyanusu kıyısındaki küçük Antioche adasının yalnızca iki sakini vardır: Orta yaşın verdiği olgunlukla sessiz bir hayat sürmek isteyen Alec ile yazdığı ilk romanının yakaladığı başarı sonrası her şeyi ardında bırakan esrarengiz Ève. Birbirlerinden uzakta, kırılgan yalnızlıklarının tadını çıkaran bu iki insanın yolu bir gün elektriğin, telefonların, televizyon yayınlarının, internetin, kısacası her türlü iletişim aracının etkisiz hale gelmesiyle kesişir.

Gerçeğe ulaşma imkânı kalmayınca fısıltı gazetesi işlemeye başlar: Gezegen bir nükleer felaketin eşiğindedir, Amerika küresel ölçekte bir terör saldırısına maruz kalmıştır, insanlığın hayatını kolaylaştıran teknolojik gelişmeler artık insanlığın sonunu getirmiştir...

Tüm dünya bu söylentilerle çalkalanırken, kendilerine Empedokles’in Dostları diyen, son derece gelişmiş bir teknolojiye ve tıp bilgisine sahip bir grup gizemli insan bu karmaşaya son vermek üzere çıkagelir. Alec bu insanların kim olduğunu öğrenmeye çalışırken, içinde yaşadığımız dünyanın çelişkileriyle de yüzleşmek zorunda kalır. Hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktır.

“Hayal kırıklığı içeren bu satırları yazarken hikâyenin sonuna geldiğim izlenimindeyim. Geldiler, üstünlük kurdular, dünyada hem kaygı hem de umut rüzgârları estirdiler, sonra da gittiler.”

Çok alıntım yok.

"Eğer insanlık uzun bir Ortaçağ içinde batacağına Yunan mucizesi zamanındaki gibi ilerlemeye devam etseydi kim bilir neler olurdu? Sanat, bilim, düşünce alanlarında nerelere gelinirdi? İnsan hangi noktaya yükselmiş olurdu?"

“İnsanlar bizden veremeyeceğimiz şeyleri beklememeli!En berbat facialar boşa çıkan beklentilerden doğar.”

“Uygarlığımızın bir ayağı değil iki ayağı da çukurda, şimdiden mezar taşını yazdırabilirsin!”

"… birbirine paralel iki insanlık vardır.Biri ışık içinde yaşar ama gölge yapar.Diğeri ise gölgede yaşar ama ışık taşır."

"… geçmişiyle boğuşmaktan usanan insanlık eğer bir gün geleceğiyle karşılaşsa, onu tanıyabilecek mi?"


Değişen Dünya Değişen Dil - Macit Gökberk

Macit Gökber'in felsefe içinde dil konusu çok özel bir yere sahiptir. Düşüncenin üretilmesindeki başlıca kaynaktır çünkü dil. 1954-60 ve 1969-76 yılları arasında TDK başkanlığı da yapmış olan Gökberk, Türkçe felsefe terimlerinin kurulması, kavramların sınıflandırılması yolunda çok önemli uğraş vermiş değerli bir felsefe adamıdır. Prof. Macit Gökberk Değişen Dünya Değişen Dil adlı bu çalışmasında, dünyanın değişmesiyle dilin değişmesi arasındaki zorunlu bağlantıya dikkat çekerek, ileriye dönük, bütün insanlığa açılan bir tarih bilinci ile kültür sorunlarının nasıl kavranabileceğine ışık tutuyor.  

Kitap Gökberk'in kırk yıla yakın bir süre içerisinde yaptığı konuşmalardan, genişçe bir okuyucu çevresi için yazılmış ve dergilerde yazılmış makalelerden oluşuyor. Burada toplanan yazılar, dil sorununun çağdaş kültürümüzün başlıca bir sorunu olduğu inancından kaynaklanıyor.

Kitabın 1. bölümü; Değişen Dünya, Teknik Üzerine Düşünceler, Geçmiş ve Gelecek, Tarih Bilinci, Büyük Adam Atatürk,

İkinci bölümü ise; Felsefe Bakımından Dil, Leibniz'in Alman Dili Üzerine Görüşleri, Millet Oluş Yolunda Dil Davası, Dilimizdeki 'Huzursuzluk', Anayasa Dikli, Türkiye'de Felsefe Dilinin Gelişmesi, Tarihsel Arkaplanı Bakımından Cumhuriyet, Döneminde Bilim Dili, Yazı Devriminin Anlamı  yazılarından oluşuyor.

"Bugün gençlerimizin bilgilerini ve düşüncelerini gerektiği gibi anlatıp yazamadıklarından yakınılıyor. Bunda dilimizin, elbetteki, büyük payı var. Çünkü bugünün genci anlamını açık olarak bilmediği ancak yarım yamalak sezdiği bir yığın yabancı sözü ezbere kullanıyor."

"Yarınki Türk zekasını karartan bu durumdan nasıl sıyrılacağız? Bunun iki yolu var: Geriye giderek: Bugünkü, kimimizin ayakta tutmak için direndiği, karma dili kökleri ile bütün bir sistem olarak kavramak -bunun için de bu dilin birer temeli olan Arapça ile Farsça'yı okullarımıza yeniden koymak- veya ileriye giderek
 Dilimizi, kendi öz malımız olan, doğrudan doğruya yaşayıp anladığımız değerlerden kurmak, kısaca, Türkçeyi, sözün dar anlamıyla, anadilimize dayatmak. "

"Öteki Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Almanya'da da Ortaçağda kültür dili Latince idi. Yabancı etkilere karşı çıkan Almancanın ilk büyük eseri Protestanlığın kurucusu Luther'in 1534 yılında biten ünlü İncil çevirisidir. "Halkın diline kulak vererek" İncil'i Almancaya çevirdiğini söyleyen Luther, bu çevirisinde şaşılacak kadar az yabancı söz kullanmıştır. Luther'in İncil çevirisi bugünkü Almancanın temelidir."

"Büyük islam filozofları gerçekte Yunan filozoflarının aktarıcısı ve yorumcudurlar. Farabi, Platon ile Aristoteles'in, İbni Sina ile İbni Rüşt de Aristoteles'in yolunda ve izindedirler."

"Arapça, İslam kültür çevresinin ortak kültür dilidir. Bu çevrenin din kitabı, bu dilde, bu dilde yazılmıştı; bilimi, felsefesi bu dilde işlenmişti; medresenin resmi dili Arapça idi. Gerçi Arapça bizde devlet dili olmamıştır. Ancak Arapça sözler ve kurallar devletin ve aydınların kullandığı dille öylesine dolmuştu ki, bu dile bugün hiç de haksız olmayarak, Türkçe değil de Osmanlıca diyoruz. Türkçe ancak halkın dili idi ve halkın ağzında saklanıp kendini kurtarabilmişti."