Bu Blogda Ara

27 Kasım 2022 Pazar

Rahmet Yolları Kesti - Kemal Tahir

Kemal Tahir'in Kurtuluş Savaşına dair tarihi karakterleri barındıran romanlarından sonra bence kendi tarzı olmayan ama bak ben de başkası gibi köy edebiyatını yazabiliyorum dediği bir roman. Hakkını da vermiş bence. Anadolu edebiyatı, köy edebiyatı türünde Yaşar Kemal'in İnce Memed'i tarzında bir kitap. Ben sevdim, zevkle okudum.
Kemal Tahir bu eserinde uzun yıllar Türk edebiyatını meşgul eden eşkıyalık olgusuna başka bir açıdan bakar. Ağalık sisteminin eşkıyalıkla yoğun ilişkisini ve bunun giderek bir zorbalığa dönüştüğünü, halk arasında eşkıyalığa duyulan hayranlığın aslında çaresizlikten kaynaklandığını söyler. Kendi düzenini kurmuş eşkıya eskisi iki ağanın genç yaşta bir kızı kaçırmak için tezgahladığı oyunlar ve uzun, yağmurlu bir kış gecesinde meydana gelen olaylar hem eşkıya-ağanın hem halkın hem de zulme uğrayanların gözünden olanca canlılığıyla anlatılmış.

"Eşkiya devri hükümetin hasta olduğu sıradır. Aslında hükümet kısmı bir vakit ölmez, arada bir hastalanır. insan gibi canım! Hükümeti sıtma tuttuğu zaman eşkiya başkaldırır."

"- Emmi?
- Buyur.
- Şimdi neden eşkiyalık yok?
- Kim demiş? Şimdinin eşkiyaları şehir yerine, kasabaya inmiş. Kimi dükkan açmış, olmuş bir Çerçi Süleyman Ağa, kimi önüne bir makine uydurmuş olmuş bir arzuhalci Cemal Efendi, kimisi de zaptiye-memur ..."

"Bu zaman silah zamanı değil. Bugünün silahı iki satır yazı... ister muska olsun, ister dilekçe... Zaten dilekçe ne demek bakalım? "Cumhuriyet muskası" demek..."

"Maraz Ali, kendi anasında çok gördüğü için, durup dururken ağlayan karılara evvel eski öfkeleniyordu. Kadriye bacıya da fena kızmıştı. Anası da, besbelli bütün ömrü fakirlikle geçtiğinden, böyle sıralı sırasız ağlar. .. Kimi bulsa derdini yanar."

"Bu dünyada 'ar' diye bir şey vardır. Yiğitte bulunur. Hem de 'her' yiğitte değil, 'er' yiğitte..."

"...silah işi talim işi... Bir de yürek işi. Kırk yıl taşıyacaksın bir dakika kullanacaksın. Sırasında can kurtarır, nam aldırır. Sırasında, canını da namla beraber alır götürür."

Veba Geceleri - Orhan Pamuk

Tam da salgın zamanına rast gelen bir kitap. Veba Geceleri. Bundan yaklaşık 120 yıl önce yaşanan veba salgınında günümüzdeki covit-19 salgınıyla neredeyse ortak denebilecek şeyler yaşanmış. Diğer Orhan Pamuk kitaplarına göre daha sade, daha insanı içine çeken bir kitap olmuş. Karakterler ve yerler kurgu. Başta gerçek sanmıştım Minger Adasını ancak bunun sanal bir yer olduğunu daha sonra anladım. Güzel kurgulanmış, gerçek tarihle kurgusallığı iç içe sokan güzel bir eser bence. Ben sevdim. 

Veba Geceleri, 1901 yılında 3. Veba Pandemisi döneminde Osmanlı’nın 29. Vilayeti Minger adasında geçiyor. Hem sürükleyici bir siyaset ve aşk romanı hem de Pamuk’un salgın, karantina, devlet ve birey konularını bir masal havasıyla tartıştığı bu tarihi roman, konusuyla yaşadığımız günlere de ışık düşürüyor.

1901 baharında Osmanlı İmparatorluğu’nun 29. vilayeti Minger Adası’nda veba salgını baş gösterince Sultan Abdülhamit önce Sağlık Başmüfettişi kimyager Bonkowski Paşa’yı, onun arkasından da genç ve başarılı Doktor Nuri’yi salgını durdurması için adaya gönderir. Padişah kısa bir süre önce genç doktoru, sarayda hapis hayatı yaşattığı ağabeyi önceki padişah V. Murat’ın kızı Pakize Sultan ile evlendirmiştir ve Pakize Sultan da bu yolculukta kocasına eşlik etmektedir. Adada ise genç ve milliyetçi Osmanlı subayı Kolağası Kâmil, onun âşık olduğu adalı Zeynep ve her şeye yetişmeye çalışan Vali Sami Paşa ile güzel sevgilisi Marika vardır. Karantina yasaklarına itaat edilmesi için çaba harcayan bu insanların vebayla, adadaki geleneklerle ve sonunda birbirleriyle ve ölüm tehditleriyle savaşının ve yaşadıkları aşkların hikâyesidir Veba Geceleri.

" 'Abdülhamit'ten başka bir de Babıali, devlet ve millet olduğunu sanmanıza cidden şaşıyorum...' dedi Sultan. 'Devlet dediğiniz paşalar ve katipler amcamın her istediğini yaparlar ve O'na göre adalet onun her istediğinin yapılmasından başka bir şey değildir. Başka bir adalet olsaydı, babamı, ağabeyimi, ablalarım ve beni yirmi dört yıl kuş gibi Çırağan Sarayı'nda esir edebilirler miydi?"  

"Saray penceresinden sizin amcaoğulları ve anlattığınız diğer akılsız şehzadelerin seyrettikleri, Kabataş'tan Beşiktaş'a yürüyen kalabalık, işte o millettir."

"İnsanların birbirleriyle ilişkileri zayıflamıştı, dostlukları ve yeni bir şeyler öğrenme, yeni söylentilere öfkelenme isteği de azalmıştı. Herkesin yeterince korkusu, yarası, telaşı vardı. Kimse komşusunun ölümüyle meşgul değildi."

"... Karantina, halka rağmen halkı eğitip, onlara kendi kendini koruma hünerini öğretme işidir."

"..Mutlu hatıralar kayboldu ve geriye yalnızca dünyanın manasızlığını hissettiren bir ölüm korkusu ve yalnızlık kaldı."

"Yasakları faydasız kılan onları ciddiye almayanlardır.Sonunda kendileri de ölürler."

" Bizler sokağa çıkmamızın yasaklanmasına alışığızdır!" dedi Sultan gururla."

“‘Salgın var!’ dediğim için beni hapse atan sizsiniz…” dedi gazeteci. “Ama şimdi millet salgından kırılıyor.”

20 Kasım 2022 Pazar

İrade Terbiyesi - Jules Payot

 
Cemil Meriç'in "Disiplin içinde çalışmayı bu kitaptan öğrendim." diye tarif ettiği "İrade Terbiyesi"  ilk yayımlandığı tarihten itibaren pek çok dile çevrilmiş ve tembellik, isteksizlik gibi huylardan kurtulmak isteyenlerin başucu kitabı olmuştur.
Kitapta bilhassa gençlere ve zihnini kullanarak çalışanlara hitap eden Fransız profesör kendi hayatından aktardığı örnekleri ve başka düşünürlerin tespitlerini de kullanarak insanın irade zayıflığıyla nasıl mücadele etmesi gerektiğini anlatıyor.
Yıllar önce yazılmış olmasına rağmen geçerliliğini hala koruyan öğütlere sahip. Eğitim üzerine, aklı kullanmak üzerine, disiplinli çalışmak üzerine güzel tespitler var. 

"Evet! Neredeyse herkes dışarıdan gelen telkinlerle şekillenir.. Ailesinde filozof bulunan nadir olduğundan ailesinden akılcı bir eğitim alan da azdır. Bu tür eğitim alanlar bile budala ortamlara girer. Aile bireyleri, arkadaşlar, çevre faktörü çocuğun beynini formüllerle doldurur. Çocuk az düşünen öğretmenlerle ve sıradan fikirlere sahip arkadaşlarla bir arada olur. Üstelik en iyi eğitim almış çocuk bile nihayetinde arkadaşlarının konuştuğu dili konuşacaktır."

"Asla cuma sabahı 'söz olsun pazartesiden itibaren çalışmaya başlayacağım' diyerek kahramanlık yapanlardan olamayalım. Şayet hemen işe koyulmazsan sadece kendini kandırmış olursun."

"Beklenmedik sorunlarla dolu bir hayatı ancak zayıflar seçer."

"Güce hakim olmanın bir yolu da ertesi gün ne yapacağını yatmadan önce belirlemekten geçer."
 
"Quinet'in dediği gibi: 'Yaşlılık geldiğinde insanların bahsettiğinden daha sempatik buldum. Gençliğimden daha huzurlu, daha rahat...Oysa ki bana bahsedilen karanlık, soğuk, dar, karamsar bir yaşlılık idi. Ben ise hiç olmadığım kadar geniş ufuklara sahip oldum. her şey gözümde net.. Hiçbir şeye değişmem bugünümü.' "

"Her akşam ertesi günün çalışma konusunu belirlemeli, başlanan iş bitirilmeli, sadece bir işle meşgul olmalı ve en önemlisi de zamanı boşa harcamamalı. Bu alışkanlık en büyük hayallerin gerçekleştirilmesini sağlar. Anlaşıldığı üzere çalışmak başımızı ağrıtmaz. çalışmaktan kaynaklandığı düşünülen yorgunluk, doğrusu aşırı hazlardan, endişelerden, egoist fikirlerden, yanlış metottan kaynaklanır."

"Age quod agis." Yani her işi
zamanında yapmalı; acele etmeden, heyecan yapmadan."

13 Kasım 2022 Pazar

Atatürk'ün Yanı Başında - M. Kemal Ulusu

Nuri Ulusu'nun kim olduğunu biraz anlatmak gerekiyor; kendisi Atatürk'ün kütüphanecisi. Böyle anılmak istiyor. On iki yıl boyunca bilfiil onun yanı başında en sevdiği yardımcılarından biri olmuş, dil ve tarih çalışmalarında aktif görevlerde bulunmuş, tüm yurt gezilerinde, tatbikatlarda, manevralarda ona eşlik etmiş. Hep derler ya, bir insan olarak Atatürk'ü tanımadık diye. İşte, elinizdeki bu kitap bu eksiği gidererek bizi adeta onun yanı başına götürüyor ve o meşhur sofrasına, esprilerine, gezilerine, dostluklarına, kırgınlıklarına, rüyalarına, ideallerine ve yalnızlığına ortak ediyor. Ancak bununla da kalmıyor, Atatürk'ün din, laiklik, Türk tarihi gibi önemli mevzular hakkındaki düşüncelerine de birinci elden tanıklık ediyor.

Nuri Ulusu'nun oğlu Mustafa Kemal Ulusu'nun uzun yıllar süren araştırmalarını  ilk kez gün ışığına çıkan  fotoğraflarla bir araya getirip derlediği bu kitap, bizlere Atatürk'ün ardımdaki insanı anlatıyor.

Büyük Atatürk'ün on iki yıl hep yanı başında çalışmış , onun ardında tüm Türkiye'yi gezmiş, hastalığında ve ölümünde ise başucunda olmuş babam Nuri Ulusu'nun bana anlattığı ve bizzat yazdığı hatıralarından derlediğim bu güzel, tarihi eserin yeni ve çok genişletilmiş baskısının Türk insanına, bilhassa Türk gençliğine büyük Atatürk'ü, tamamen gerçek yaşantısıyla ve tüm insani yönleriyle tanıtacağına inanıyorum . Babama verdiğim sözü tuttuğum için çok mutluyum. Biz Türk milleti Atatürk'ü hiç unutmadık ve hiçbir zaman unutmayacağız. "Mustafa Kemal Ulusu"

...Atatürk: "Ben de sizler gibi bir insanım, lütfen beni insanüstü ve doğaüstü görmeyin, hepiniz gibi benim de dünyaya gelmemdeki tek fevkaladelik vardır, o da 'Türk' olarak dünyaya gelmemdir."

"... İlk iş olarak Amali Erbaa, Arapça bir işlem adı..."

"Atatürk: "Benim çocuklarım bu kelimeleri anlamaz; çünkü bu kelimeler Arapçadır. Bunu Türkçeye çevirelim... Bundan sonra bunun adı 'Dört İşlem' dir." diyerek devam etti..."

"… bizim çocukluğumuz fakirlikle geçti, elime üç beş kuruş para geçince bunun muhakkak yarısını kitaba verirdim. O zaman da böyle okurdum. Eğer aksini yapsaydım ben Atatürk olamazdım, Türkiye’yi bu hale getiremezdim,” dedi."

"Atatürk Nuri Ulusu'ya:"Ne o Nuri oğlum şaşırdın değil mi? Şaşırma, şaşırma savaşta bunlarla cephane taşıdık, sen o zamanlar çocuktun, bilmezsin, bu sandıklar benim için çok önemlidir. Şimdi o savaş bitti, yeni bir savaş başlıyor. O da kültür ve sanat savaşımızdır ve okumakla, kitapla olur; işte şimdi cephane taşıdığımız sandıklara kitapları koy, bu sandıklarla taşınsın, cephanenin yerini kitaplar alsın." dedi."

"Halkın içinden gelen Türk'ün bu asil evladı, daima çok sevdiği milletinin arasında bulunmaktan çok zevk duyardı. Dolayısıyla da sık sık işte böyle yüzmeye, sahillere, gazinolara, emsal yerlere gider ve buralarda hep birlikte onlarla oturur yer içer, eğlenir, dans ederdi. Onun her şeyi vatanı ve milletiydi. Kimseden çekinmez ve korkmazdı."

"12 yıl yanında, çok da sofrasında bulunduk. Ben ve arkadaşlarım bir gün dahi sarhoş olduğunu, başının düştüğünü hiç görmedik. Hatta bazen çok sinirlendiği zamanda içkisini bırakır, kalkar giderdi."

"O hep 2000'li yıllardaki Türkiye'yi düşünür ve hayal ederdi. Onun görmesine imkân yoktu, herhalde ben de göremeyeceğim. Oğlum, torunlarım görecekler ve kendim gibi biliyorum, tarihimize ilgisizliğin artmasıyla üzülecek ama çok üzülecekler. İnşallah büyük Atamın, Paşamın kemiklerini sızlatmazlar."

Kalpaklılar - Samim Kocagöz

Kalpaklılar, Söke'li yazar Samim Kocagöz’ün belgelere dayanarak işlediği bir destan: İşgal altındaki topraklardan Kuvayı Milliye’nin doğuşuna, cephelerdeki çarpışmalardan gerici ayaklanmalara kadar Kurtuluş Savaşı’nın, bir ulusun bağımsızlık için verdiği mücadelenin gerçek destanı. Yazarın ilk ağızdan anlatanlardan duyduğu kurtuluş savaşını romansal karakterlerle bütünleştirerek anlattığı bir kitap olmuş.
Milli mücadeleyi en güzel anlatan kitaplardan biri bana göre. Hasan Tahsin' le başlayan ilk direnişten zafere giden yolun romanı. Kuvayi milliyenin örgütlenmesi, savaşın perde arkasında yaşanan olaylar ve tarihle iç içe geçen Talip ve Müjgan'ın hikayesi. 

    "Siz, Hoca Efendi, milletin arasına böyle Çerkez'miş, Türk'müş gibi ikilik sokun, milleti bölün bakalım...Bu, aleyhinize olacak. Sonra unutmayın, sizin hakkınızdan gelecek, sizden hesap soracak olan Ethem Bey'dir...Hani benden iyi bilirsiniz, Ethem Bey de Çerkez'dir. Öyle Çerkez'i, Türk'ü karmakarışık etmeyin, bu memleket hepimizin."
    Dörtbin yıldan beri, ne zaman bir Türk devleti bağımsızlığını yitirse, hemen istiklale sahip yeni bir Türk devleti doğardı. Hasan Tahsin'in milletinin şuurunun derinliklerindeki istiklal ateşinin parlayacağından hiç şüphesi yoktu."
    " 'Avrupa'nın hele Fransızların tarihini çok iyi bilirim.' diye birdenbire söze başladı. 'Fransız tarihi ibret verici hürriyet savaşları, ihtilallerle doludur. Başka milletlerin hürriyetlerine pek hürmet etmezler ama kendi hürriyetlerinin üstüne titrerler. İngilizler de öyledir. Fakat bu milletlerin dünya milletlerine öğrettikleri, yaydıkları hürriyet müsavat, adalet, uhuvvet kavramlarını inkar edemeyiz. Demek, bu milletler için kendilerinden başkası insan sayılmıyor. Onların yaptıklarını, ettiklerini hürriyet için savaşlarını, biz de yapıp bu , kendilerini dünyanın efendisi sayanlara kabul ettirmemiz gerek."
    "Memleketimizi teslim etmektense; yakar, yıkar, intihar ederiz: Çünkü tarihimiz var; çünkü bizi tel'in edecek ecdadın ruhu, ahfadın feryadı var; çünkü, her şeyden üstün namusumuz var!"
Bu milletin namuslu büyükleri eli kolu bağlı oturacak değildi. Birisi, bir önder çıkacaktı elbette. Bu önderin ardından bütün halk yürüyecekti.
    "Hasan Tahsin, arkadaşının sözünü kesti:
"Ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum. Yalnız şu kadarını söy leyeyim: Fransa, İngiltere için, hürriyet, müsavat, adalet, uhuvvet, ancak kendi memleketlerinin hudutları içinde, kendi halkları için muteber ve makbuldür. Sırası gelir, masum milletleri, masum milletlere kırdırırlar. Onların cahilliklerinden, büyüklük sevdalarından faydalanırlar. En yeni örneği, işte Yunanlılar! Kandılar İngilizlere, İngilizler onları giydirdiler, kuşattılar, ellerine silahlar verdiler, ağızlarına da bir parmak bal, fino köpekleri gibi üzerimize koyuverdiler. Yarın, Yunan belki de İzmir'e çıkacak. İş bir kere dövüşe başlamakta. Barutu ateşlemekte. Bunu da yapacağız."
Hasan Tahsin Recep Bey, Hukuk-u Beşer gazetesinin sermuharriri, bir makalesini şöyle bitiriyordu:
    "Memleketimizi teslim etmektense; yakar, yıkar, intihar ederiz: Çünkü tarihimiz var; çünkü bizi tel'in edecek ecdadın ruhu, ahfa din feryadı var; çünkü her şeyden üstün namusumuz var!"

Zamana Yazılan Sözler - Feridun Andaç

Sanat, edebiyat, kültür alanlarındaki inceleme ve araştırma metinleri, öykü, deneme, gezi ve köşe yazılarında Türk edebiyat ve kültürüne uzun yıllardır saptamaları ve birikimiyle katkıda bulunmuş olan yazar Feridun Andaç, bu kez de seçilmiş denemelerinin toplamıyla okuyucunun karşısına çıkıyor. Andaç’ın metinlerinde hem yerel, hem de uluslararası kültür arenasından süzülmüş temalar, farklı toplumların bilinçaltında yer eden çarpıcı isimler, birey ile içinde yaşadığı toplumun kültürel, tarihi, politik, felsefi, psikolojik birikimi ve duyarlılıkları çerçevesinde, geniş bir yelpazede sunuluyor. Andaç’ın felsefi olduğu kadar yalınlığa eğilimli üslubunda içselleştirilen meseleler, hapsedilemeyen zamanın sert gerçekliğini yeniden kurma çabasıyla birlikte, modern insana ayna tutuyor. Büyük yazarların, sinema üstadlarının, yaratıcılığın, bölünmenin, çocukluğun, kaybedilen, kazanılan sevgilerin tortusunda şekillenen varoluşsal tedirginlikler ve keyifler, varılan kentlerin, ülkelerin imgelerine karışıyor. İçsel bir birikimin ve zengin bir mirasın kişisel yansımaları eşliğinde sunulan fikir ve duygular, etkileşimli bir okuma vaat ediyor.Bir belleğin izdüşümü, zamanın döngüsünde yaratımın sorgulanışına yaşam veriyor. Zamana Yazılan Sözler, bir kültürel birikimin düşsel geçidine katılmak isteyenler için...

"Zamana Yazılan Sözler, çıkılan bu okuma/yazma/gitme yolculuklarının izlerini/renklerini taşır. Kendine yazıyı yurt kılan birinin (yazarın) yaşamından renkler, duygu/düşünce ikliminden yansılar olarak da okunabilir her bir deneme."

"Bir yazarın yazdıklarının satır aralarını okumak her zaman öğretici gelmiştir bana. Ama her yazarda -belki de sizin yazarınız olmayanlar da- bunu görmek pek olası değil."

"Okuyarak edindiğimiz "özel dünyayı" zamanla yazarak kurmaya yöneliyorsunuz."

"Kitapların gösterdiği bir aşkla, hayatın yaşatıp öğrettiği aşkın beni yüzleştirdiği noktadaydım."

"İnsan yazmasını değil görmesini öğrenmeli. Yazmak bir sonuçtur."

6 Kasım 2022 Pazar

Özgürlüğün Rengi Mavidir - Cem Seymen

İktidarların tarım politikası, gençlerin yaşadığımız dünyadaki dünya görüşleri, siyasilerin bir şeylerle ilgileniyormuş gibi yapıp da yeniliklere kapalı oluşları ve gençlerin önünü açacak bir şeyler yapmamaları, küresel vaziyetler kısacası. Cem Seymen'i ilk twiter' daki yazdıkları ve Cnntürk'de yaptığı programlarla tanıdım. Kitabı çıkınca da hemen aldım. Güzel bir kitap. Biraz gençlik sitemlerine, siyasi küskünlüklerine yer verse de bence farklılık yaratma konusunda okunması gereken bir birikim olmuş. Alıntılara çok yer vermiş, kişisel hesaplaşmalar biraz fazla. Olsun güzel kitap. Okuyun.

 "Haberlerde neredeyse her şehirden gelen ölüm haberleri, polisin yakaladığı kötü adamlar, kötü adamların yardım eden iyi insanlar, üniversitedeki ağabeylerin birbirleriyle bir türlü neden patlak verdiğini anlayamadığımız kavgaları olurdu. Bizim gibi ya da bizden sonraki nesiller gibi değillermiş onlar, kavgaları belliymiş. Baskıcı devlete, faşizme, düşüncenin katline, sermayenin sömürüsüne,  ülkelerin mandasına itirazları varmış. Cesur ve gözü pek gençlermiş onlar. Ben bizim kuşağa da sonrakilere de tanım koyamıyorum. Sahi, tutkumuz ne bizim? Uğruna güneşler doğuracağımız bir idealimiz yok mu? Miras devraldığımız bir kavgamız yok mu?"

"Kimseyle hiçbir konuda yarış halinde değilim. Kimseden akıllı, kimseden güzel ya da kimseden iyi olma gibi bir iddiam yok. Kimse için 'en' değilim, 'daha' değilim. Bu devasa iddiasızlığın verdiği özgürlüğün hastasıyım...

Gençsin ama bu gençliği hissedemiyorsun.Umutlarını çalıyorlar çaresizce seyrediyorsun.

Yükselmek istiyorsanız, ahlaklı yükseleceksiniz. Gözünüz her daim aşağıda olacak, arada bir yukarı bakmayı da ihmal etmeyin. Aşağıdan koparsanız yukarıda hem yalnız hem de güçsüz kalırsınız.

"Beni öldürmeyen şey daha güçlü kılar" diyor ya hani Friedrich Nietzsche, aklımızı uykuya yatırdığımız ve olan bitene sessiz kalarak kurtarıcı bekledoğimiz sürece daha çok çığlık atacağız."

Nelson Mandela ruhu lazım bize: “Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter.”

Özgür değiliz hiçbirimiz.İhtiyaçlarımız,ilgilerimiz,beklentilerimiz,kurduğumuz hayaller,deneyimlerimiz,dünya görüşümüz,kültürümüz,aldığımız eğitim, hiçbiri şu andaki sistemin umurunda değil.

"Faydacı, çıkarcı kurnazlar yüzünden ne yaparsan yap dikiş tutturmanız zor. Üstüne üstlük herkes birbirini jurnalliyor, güçlü alttakini ezmek için ahlaksızca yarışıyor. Güven duymayan gençler de yurt dışının yolunu tutuyor, kurtuluşu Türkiye'yi terk etmekte buluyor. Ne yapsın? Haklı."

29 Nisan 2022 Cuma

Gurabahane-i Laklakan - Ahmet Haşim

Ahmet Haşim'in denemeleri ve kısa öykülerinden oluşan kitap. Kitaba adını veren, en çok da ilgimi çeken Bursa'ya giderken yol kenarında tabelasını gördüğüm öyküsü olan Gurabahane-i Laklakan. Yani garip Leylekler evi. 
Yazarın ziyaretine gittiği ve Bursa'da yaşayan Türk dostu ve sanat meraklısı Gregoire Baille tarafından bahçesinin bir köşesine yapılan bu yapı ile ilgili kitaptaki bölüm şöyle:
 
"O sırada yan yana birkaç odadan ibaret, harap, ufak bir binanın önüne gelmiştik. Mösyö Gregoire Baille:

- İşte gurebahane-i laklakan! dedi. Biliniz ki bahçemin bu köşesi hakikat şeklini almış kendi hayalimdir. Bu harap üç odayla onları çeviren bu bahçe köşesinde ömrümün bu son günleri sükunet ve hayaller içinde geçiyor. Fırsat buldukça buraya sığınırım. Eşim bile bana burada arkadaşlık etmez. Bu inziva köşesinde arkadaşlarım yalnız sakat ve ihtiyar bir iki leylektir. Bilmem Bursa'yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar çarşısının ortasında bir meydan var. Bu meydan sakat bazı hayvanların darülacezesidir. Kanadı veya bacağı kırık leyleklere, bunamış kargalara, kör veya sağır baykuşlara burada halkın sadakasıyla bakılır. Haffaf esnafının aylıkla tuttuğu, belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar elden ayaktan düşmüş bir ihtiyarı; toplanan sadaka parasıyla her gün işkembe alır, temizler; parçalar ve insan merhametine sığınan bu zavallı kuşlara dağıtır. Haffaflar çarşısındaki leyleklerin bir iki tanesini buraya aldım. Ben de artık bir ihtiyar kuştan farklı mıyım? Bu köşe onlar ve benim için gurebahanedir. Son günlerimizi burada birlikte yaşayıp bitireceğiz.
Onun için binaya "gurebahane-i laklakan" ismini verdim. Gerçekten kanatları kırık bir leylek, beyaz elbiseler giyinmiş bir hasta gibi uzakta, ağaçların arasında üzgün üzgün dolaşıyor ve ikide bir dallar veya yapraklar arasında görünen mavi ve özgür sema parçalarına kırmızı yuvarlak gözleriyle durup bakıyordu."

"Sonra bana bahçesindeki ağaçların ayrı ayrı seçilmesindeki hikmeti anlattı:
- Belki dikkat ettiniz, etrafınızdaki ağaçlar ekseriyetle söğüt ve servidir. Bahçemin ölüm ve ahiret kokusu dağıtabilmesi için bu tür ağaçları tercih ettim. Etraftan burnunuza gelen bu mezarlık kokusu işte bu yapraklardan dağılıyor. Mezarlığı hiçbir millet sizin anladığınız güzel tarzda anlayamamıştır. Frenk mezarlığı ölümün tatlı ve haşin güzelliğini bozar. Orada sanki taşları daha dik ve köşeli yapan buzlu bir hava dolaşır; sanılır ki her ölü süslü ve sağlam mezarının kapısı arkasında bencilce bir hırsla saklanırmış, rahatsızlık veren ziyaretçiye saldırmaya hazırlanmış bekliyor. Hristiyan mezarlığının ağır sükunetinde hissedilen adeta husumettir. Halbuki sizin mezarlıklarınızın havasında her türlü maddi endişenin gerginliğinden kurtulmuş bir tebessüm dolaşır. Müslüman mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister; o kadar her ölü uysal ve cana yakındır. Mezarlıklarınızı şehirlerin ortasında kurmakta da haklısınız. Bunlar öyle bahçelerdir ki ağaçlarının yetiştirdiği meyveler yaşayanların tatması gereken his ve fikir meyveleridir. Bahçeme mezarlık kokusunu yayacak ağaçlar dikmekle baharını güzle değiştirmek ve ona her  mevsim için fikrin acı lezzetini vermek istedim."

Şeytanla Konuşmalar - Hilmi Ziya Ülken

Aynı Goethe'nin Faust'u gibi şeytanın kahramanın yanına gelmesiyle başlar. Faust' taki gibi burada bir yoldan çıkarma değil de sohbet söz konusu. yazar ya da kitabın kahramanı felsefe, edebiyat, tiyatro, resim, şiir, tarih vs. hakkında düşüncelerini bu sohbet yoluyla anlatıyor. Bir çok tarihi olay ve kişilerden söz ediliyor. 

İlk sayfadan beni saran kitap sonrasında sıkılmaya sevk etti. Belki de Faust'un gölgesinde kaldığını düşünmem buna sebep oldu. Değerli sosyolog, felsefeci Hilmi Ziya Ülken'in "Şeytanla Konuşmalar" kitabı okunası kitaplar içinde bende yerini aldı diyebilirim.

"Şeytan diyor ki: Sözün kısası: ben şu insanlara üç şey hediye ettim: delilik, yalan ve fazilet."

" Şeytan yeis demektir. Ben yalnız fenalıkları görür ve gösteririm."

"Hâdiseler kötü gidince kusuru kendiniz de bulacak yerde; kadere, Allah'a, talihe yumruk sıkarsınız."

"İnsanlara şehveti ben öğrettim, aşkın, içkinin, kumarın, altının, debdebe ve tantananın, şöhretin, hiç bir şeyden doymamak ve her şeyi araştırmanın, ebedî olmak rüyasının sarhoşluğunu ben tattırdım."

"Neden fukara şeytanın da doğru sözlü, samimi olacağına bir türlü inanmazsınız?"

"Kitapları seviniz! Sarhoşun içkiden nefret ettiği gibi ondan kurtulmaya çalışmayın. Ben Aristo'yu, Ciceron'u, Eflâtun'u ve Lucrece'i okurum. Onların hepsini ayrı ayrı yaşarım; hiçbiri bana hükmedemez. Beni ne çileden çıkarır, ne sarhoş eder, ne de hiddetime sebep olurlar. Bir şarap degustateur'ü gibi hepsinin lezzetine bakarım; bana her biri ayrı zevk verir; ayrı bir dünyanın kapısını açarlar."

27 Nisan 2022 Çarşamba

Benden Selam Söyle Anadolu'ya - Dido Sotiriyu

 

“Ekimle kasım, incir aylarıydı; Zahari'nin ambarında biraz
para kazanmak böylece mümkün oldu. Usta eller isteyen bir işti bu; yalnız Rumlara emanet ediliyordu birinci kalite yemişler. Türkler, bizden ayrı, düşük evsaflı incirlerle uğraşıyorlardı. Memleketin en iyi incirini, Avrupa ve Amerika'ya ihraç edilmek üzere küçük sandıklara yerleştirmekle görevliydik. Lokum gibi, dört köşe bir incirdi bu ...

 Aydın' dan ilk incirleri getiren trenler, defne·ve mersin dallarıyla süslü olurdu hep. Tren, Funda istasyonuna girince askerler selama durur ve kuru sıkı ateş ederlerdi. Yeni incir şerefine yeni sikke keserdi hükümet. Yeni sekiz kuruşluklar ve gıcır gıcır mecidiyeler kaplardı piyasayı...”

Bu satırlar 1909 yılında Aydın’da doğmuş Rum yazar Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” özgün ismiyle “Kanlı Topraklar” adlı  1982 Abdi İpekçi Türk-Yunan dostluk ödülünü alan  kitabından.

Yüzyıllardır dostça, kol kola yaşadığımız Rumlarla nasıl kanlı bıçaklı olduğumuz, nasıl gözümüz dönmüşcesine birbirimize kıydığımız, romanın kahramanı Manoli Aksiyotis adlı çocuğun ağzından anlatılıyor. Köylünün binbir emekle yetiştirdiği ürünü ucuza kapatmaya çalışan tüccarları, büyük toprak sahiplerini, kaçakçıları, kabadayıları ile Aydın ve İzmir‘i tanıyoruz. Efes yöresinde şu anda ismi Şirince olan ve o yıllarda Aydın vilayetine bağlı Kırkıca'da yaşayan Manoli Aksiyatis bir Anadolu Rum köylüsüdür. Komşu Türk köyleriyle gayet kardeşçe yaşayıp giderken önce Balkan Savaşlarıyla sonra 1. Dünya Savaşı ve nihayetinde Kurtuluş Savaşı'yla biten dostluğun hikayesidir anlatılan.

"İki halk aynı toprak üzerinde bir arada doğup büyümüştük ve yüreğimize sorarsanız, ne onlar bizden nefret ediyordu, ne de biz onlardan!"  Peki ne oldu da kardeşçe yaşayan bu halklar birbirine kıymak zorunda kaldı? "Bütün bunların altında gizlenen şey nedir biliyor musun Aksiyatis? Petrol, kömür, demir, krom... Yani, Anadolu'nun el değmemiş servetleri üzerinde yabancıların kurmak istedikleri tekel!"  Kitaptaki kahramanlardan Nikita'dan duyduklarımız duruma gayet açıklık getiriyor. Dağılmak üzere olan Osmanlı'dan her güçlü devlet bir pay almak istiyor ve bunu da milliyetçilik duygularını kabartıp bağımsızlığını yeni kazanmış olan Yunanları maşa gibi kullanarak yapıyorlar. Anadolu'nun ticaretine daha hakim olan Rumlar ve Ermeniler üzerinden kanlı oyunlarına başlıyorlar.

Çağdaş Yunan edebiyatının önemli yazarlarından, özellikle ülkesinde kadın hakları mücadelesinde ön saflarda yer almış biri olan Sotiriyu, 1909 yılında Rum bir ailenin kızı olarak Aydın’ın Şirince kasabasında dünyaya geldi. (Şirince, cumhuriyet döneminde İzmir vilayetine bağlandı.) Çocukluk yıllarını Şirince, Aydın ve İzmir çevresinde geçirdi. 1922 yılında İzmir ve çevresinin Yunan ordusu tarafından işgal edilmesi nedeniyle, tüm Anadolu Rumları gibi, Sotiriyu Ailesi de, büyük zorluklarla karşılaştı. Nihayet mübadele ile aile Yunanistan'a göç etmek zorunda kaldı. Göçmek zorunda kalmanın verdiği acılar ve ailesinin kısıtlamaları yüzünden zorlu bir hayat geçirdi.  Ailesinin karşı çıkmasına karşın öğretim üyesi oldu. 1986‘da Livaneli ve Teodorakis‘in girişimiyle kurulan Türk-Yunan Dostluk Derneği kurucuları arasında yer aldı. 2004 yılında hayata veda etti.

Aydın’da geçen çocukluğunu Sotiriyu şöyle anlatıyor: “Babam sabun yapımcısıydı. Çocukluk yıllarımda ailemle birlikte doğduğum Aydın ilinde yaşadım. 1922 yılında Anadolu’dan ayrılarak Yunanistan’a amcamların yanına gelmek zorunda kaldım. Ailem daha sonra göçtü. İlk çocukluk yıllarımın anıları belleğimden silinmiyordu. Babamın arkadaşı Talat Beyler, sokakta oynadığım Rum ve Türk çocukları bugün bile aklımda. Yaşadığım günlerin, duyduğum gerçek olayların o kadar etkisi ve büyüsü altında kalmıştım ki, bu konuyu ele alan kitap yazma arzusu içimde çığ gibi büyüyordu.  1962 yılında “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabım yayımlandı. Kitapta geçenler tamamen tarafsız bir gözle yazıldı. Kitabımın Türkçeye çevrilmesinden sonra Türkiye’den birçok yazar ve okurumdan tebrik telgrafları aldım.”

Sotiriyu‘nun romanında asla kaba bir Yunan milliyetçiliği yok, Türkleri de düşman bellemiyor. Kendisiyle yapılan bir röportajda; “Bir tek düşman vardır: Düşman, ne Türklerdir, ne de Yunanlar! Düşman, savaştır. Savaş ve onu körükleyen çıkarlar“ diyor. Yazar, roman boyunca dönemin emperyalist güçlerinin Anadolu‘nun zenginliklerinden pay kapma savaşını anlatıyor bize. “Anadolu‘nun zenginliklerini ellerinde tutan Hıristiyan halkların ortadan kalkması gerekiyordu; Önce Almanların daha sonra da müttefik kapitalistlerin  yayılıp gelişmelerine engeldi çünkü bu halklar.

Kitapta bir başka dikkatimi ve ilgimi çeken ise o yıllardaki Aydın incirinin, zeytininin ve üzümünün kalitesinin, güzelliğinin anlatılışı. “…Bir tek kaygısı vardı babamın, eksik olmasın, arazisi durmadan genişlesin isterdi; ve gittikçe daha çok zeytin ağacı ve gittikçe daha çok meyve ağacı ve gittikçe daha çok incir ağacı bulunsun elinin altında..  Buğdayla arpa yetiştiği vakit, tarlalarımız altın yaldızlı bir denizden farksız olurdu. Bizimkiler gibi verimli, dalları ürün bolluğundan yerleri yalayan, özsuyu dolu, yusyuvarlak, simsiyah, pırıl pırıl zeytinli ağaca başka hiç bir yerde rastlayamazdınız. Yavaş ama sağlam bir gelir kaynağıydı zeytinyağı. Ama incir ... köylünün kemerini altında dolduran incir! Sadece Aydın ilinde değil, bütün Doğu'da, Avrupa ve Amerika'da bile ün salmıştı incirlerimiz. Derisi var mı, yok mu anlayamazdınız, öylesine inceydi; Anadolu'nun o canım güneşiyle ballanmıştılar.”

Bizim yeterince kıymetini bilemediğimiz cennet meyvelerimizin başkalarınca işlenmesi, birinci sınıf ürünleri Avrupa’ya gönderirken Türk halkının kalanla yetinmesi. Hala öyle değil mi? Zamanında adına sikkeler basılan üzümümüz, zeytinimiz, incirimiz şimdi ne haldeler? İtalya, İspanya, Yunanistan zeytincilikte bizi geçmiş durumdalar. Biz ise zeytin ağaçlarımızın üzerine beton dökmeye devam ediyoruz. Zeytin ağaçlarının arkasından ağlamak isteyen Aydın-Denizli otoyolu güzergahına bu hafta sonu bir gezinti yapsın,  Şahnalı’da, Yeniköy’de, Kozalaklı’da cenazeleri kaldırılan asırlık zeytin ağaçlarının ruhlarına dua etsinler. Daha acı olan şey ise, kesilen ağaçlarının parasını alan köylünün klavye başındaki bizler kadar bile bu ağaçlar için çok da üzülmediğini görmek. Sen paranı aldın helalleştin ama o ağaçlar insanlıkla helalleşmedi. Yazık. Cennet Aydın Ovası. Tarihte ne savaşlar gördü. En sonuncusuna yenildi. Paraya yenildi. Betona yenildi.

Şöyle bitiriyor kitabını yazar: “Kardeşler, dostlar, hemşeriler! Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendini! Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden Selam Söyle Anadolu’ya! Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin! Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!”

Ben de yazımı şöyle bitirmek istiyorum: Eyy! bu toprakların süsü, binlerce insanımızın gelir kaynağı, Aydın’ın kutsal meyvesini veren zeytin ağacı! Toprağına beton döktük diye bize garezlenebilirsin.

20 Nisan 2022 Çarşamba

Kürklü Kişi - May Sarton

Bu kitaptaki hikâye Amerikalı ünlü yazar, şair May Sarton’ın kendi kedisi Tom Jones’un başından geçen gerçek maceralardan oluşmaktadır.

Kitabın önsözünde yazar May Sarton, "Umarım ki bazı büyükanneler Kürklü Kişi'yi yüksek sesle okurlar, çünkü o, bu niyetle yazılmıştı."

Adsız sansız, bağımsızlığına şiddetle düşkün bir sokak kedisi süregeldiği derbeder hayattan yavaş yavaş sıkılır ve rahat bir yuva karşılığında özgürlüğünden feragat etmenin cazip olabileceği düşüncesi aklında yer etmeye başlar. Birtakım denemelerden sonra karşısına çıkan ev ile sakinlerinin sesi, bu fikrinin uygulanabilir olduğunu gösterir kendisine. Ve işte bu yeni yuvada bir sokak kedisi önce bir Beyefendi Kedi’ye, en sonunda da Kürklü Kişi’ye dönüşür...

“Judy ve ben, [...] 1950’lerin başında birkaç yıl [...] kiralık bir evde oturduk. Judy üniversiteden bir yıl süreyle izin aldığında, kiracısı olduğumuz evi Vladimir Nabokov ve güzel karısı Vera’ya kiraladık. Evde kaldıkları süre boyunca Tom Jones’u el üstünde tutulan bir pansiyoner olarak kabul etmeye memnuniyetle razı oldular. Beyefendi bir kedi için, iyi kalpli Vera ve kedisever Vladimir ile böylesine saygın bir aileye kabul edilmek ne talih! Ve de kedi lisanının Rusçaya tercüme edilmesini işitmek.”

"Bir Beyefendi Kedi, bir insan tarafından sahiden sevildiği zaman bir Kürklü Kişi olur."

"Uygun yoga hareketlerini yaparak kapının önünde yeterince uzun zaman oturulursa kapının açılacağı iyi bilinen bir gerçektir."

"..Üçüncü emre göre, bir Beyefendi Kedi, ne kadar aç olursa olsun, yemeğine hiç telaş etmeden, belli bir mesafeden usulca yaklaşmalı, onu uzaktan koklamalı ve asgari bir metreden, yargısının ne olacağına karar vermelidir. İyi, Orta, Geçer veya Değmez. Verdiği hüküm 'iyi' olursa, yemeğine usulca yaklaşacak, çömelmiş vaziyette oturacak ve bir lokma almadan önce kuyruğunu gövdesi etrafında kıvıracaktır. 'Orta ise', çömelecek fakat kuyruğunu yere  uzatmış halde arka tarafta bırakacaktır. Hüküm sadece 'Geçer' ise, ayakta  durarak yiyecek ve eğer 'Değmez' olursa, üstünde toprağı eşeleme ve onu gömme törenini icra edecektir."

Hoşgör Köftecisi - Orhan Veli

Güzel şiirleri ile öne çıkan Orhan Veli öyküleri ile öne çıkamadı bence. Çıkmaması da iyi olmuş. Şair Orhan Veli daha iyi. 
Orhan Veli'nin öykülerinden oluşan bir kitap Hoşgör Köftecisi. Merak ettiğim ve kısa bir kitap olduğu için okudum ama çok da keyif vermedi. Belki siz seversiniz.

Alıntılar ise şöyle. Evet biraz zorlama:

"İnsan bütün ömrünü bir hayal peşinde tüketebilir."
Sevme” sözü de geniş bir söz. İnsan bir yemeği seviyor, bir rengi seviyor, bir kadını seviyor."

"..Ah, biz küçük burjuvalar, ne sahte, ne yaldızdan ibaret insanlarız. Her şeyimiz yalan. En küçük yalanı, düpedüz yalan söylediğimiz zaman söyleriz. Ya söylemediklerimiz? Korkunç."

"..Kimi adamlar derler ki: "Aşk, insanı güzelleştirir"miş. Orasını bilmem; ama iş güzelleştiriyor."

27 Mart 2022 Pazar

Otostopçunun Galaksi Rehberi - Douglas Adams

 8 Mart 1978’de BBC radyo 4’de saat 22.30’da bir radyo oyunu olarak ilk bölümü yayınlanan bu hikaye zaman içerisinde hiç kimsenin düşünemeyeceği bir efsaneye dönüşmüş. Radyo oyunları o kadar çok ilgi görmüş ki daha sonra bu hikâye kitaplaşmak zorunda kalmış. İlginin büyüklüğü serinin devamlarının da yazılmasına ve 5 kitaplık harika bir eserin ortaya çıkmasına neden olmuş.

Bilim-kurgu, absürt bilim kurgu severler için güzel kitap. Bilim-kurgunun görsel olanını daha çok sevdiğimden konuya tam odaklanamamış olmam yüzünden belki de ben açıkçası kitabı zorlukla bitirdim. Yazar tarafından zorlukla yazılan dördüncü bölümü özellikle. 

Benim gibi kütüphanesinde binlerce kitap olan birinde mutlaka olmalıydı diye almıştım ama büyük bir zevkle okuduğum söylenemez. Ama çok seveni var ve kült bir eser. Seri beş kitaptan oluşuyor: Otostopçunun Galaksi Rehberi, Evrenin Sonundaki Restoran, Hayat, Evren ve Her Şey, Elvede ve Bütün O Balıklar İçin Teşekkürler, Çoğunlukla Zararsız. Ayrıca buradan yazarı değil de özellikle çevirmenleri tebrik etmek isterim. Böyle bir absürd hikayeyi çevirmenin gerçekten zor olduğunu düşünüyorum çünkü.

Otostopçunun Galaksi Rehberi’nin başında, bir Perşembe sabahıdır ve ortalama bir İngiliz vatandaşı olan Arthur Dent kötü bir gün geçiriyordur. Otoban geçişine yol açmak için evi yıkılmak üzeredir. Buldozerin önüne uzanmak ve tartışmak hiçbir işe yaramıyor gibi görünüyordur. Kısa süre sonra bunun pek de önemli olmadığını öğrenir çünkü Dünya, Vogons denen bazı kötü uzaylı yaratıklar tarafından yok edilmek üzeredir. Görünüşe göre Dünya, yeni bir hiper uzaysal ekspres yolun geçişi için temizlenmelidir. Bu kötü haberlerin taşıyıcısı, Arthur’un her zaman işsiz bir aktör olduğuna inandığı yakın arkadaşı Ford Prefect’tir. Ford, aslında, 15 yıldır Dünya’da mahsur kalan bir uzaylıdır. Bununla birlikte, gezegenin yıkımından kurtulmak için bir planı vardır: Vogon Constructor Fleet uzay gemilerinden birine otostop çekmek. Ve tam olarak da bunu yaparlar.

Bu arada galaksinin başka bir yerinde, Galaktik Başkan Zaphod Beeblebrox yeni, çok gizli bir uzay gemisi olan Altın Kalp’i çalmakla meşguldür. Zaphod, bir kalabalığın önündeki açılış töreninde gemiyi alıp götürür. Yanında, yakın zamanda Dünya’dan gelen bir Dünyalı kız Trillian ve kronik olarak depresif bir robot olan Marvin vardır. Zaphod ünlü (ve muhtemelen tamamen efsanevi) Magrathea gezegenine doğru ilerliyordur. Yolda, beklenmedik bir şekilde, Vogon uzay gemisinden uzaya fırlatılan Ford ve Arthur’u gemisine alır.

Bazı alıntılar ise şöyle:

"Bu gezegenin şöyle bir sorunu vardı. Üzerinde yaşayan halkın büyük bölümü çoğu zaman mutsuzdu. Bu sorun için pek çok çözüm önerilmişti, ama bunların çoğu  genellikle yeşil renkli küçük kağıt parçalarının hareketleriyle ilgiliydi. Bu da tuhaftı çünkü aslında mutsuz olanlar yeşil renkli küçük kağıt parçaları değildi."

“Gezegenin maymun soyundan gelen canlıları öyle ilkeldir ki dijital kol saatinin hâlâ çok etkileyici bir buluş olduğunu düşünürler.”

Ford Prefect bir an önce bir uçan dairenin gelmesini çok istiyordu, çünkü on beş yıl herhangi bir yerde mahsur kalmak için bile uzun bir zamandı; özellikle dünya gibi hayal bile edilemeyecek derecede sıkıcı bir yerde.

"Zaman bir yanılsamadır. Hele öğle vakti iki misli yanılsamadır." 

"Şimdi ölmek istemiyorum! diye bağırdı. 'Hala başım ağrıyor! Cennet'e baş ağrısıyla gitmek istemiyorum, bütün aksiliğim üstümde olacak ve Cennet'in tadını çıkaramayacağım."

18 Mart 2022 Cuma

Abdülhamit Döneminde Sansür - Cevdet Kudret

Sansür sadece günümüzde değil bundan neredeyse 130 yıl öncesinde de bu ülkenin aydınlarının ve yazarlarının başının derdiydi. Özgürlüklerin, kendi tahtlarına mal olacağını düşünen iktidar sahipleri her dönemde var olmuştu. Cevdet Kudret'in bu kitabında Abdülhamit dönemindeki gazete ve matbuattaki sansür örnekleri üzerinde ayrıntılı olarak duruluyor. 

1977 basımı Karacan Yayınlarına ait kitaptan alıntılarım da aşağıdaki gibidir: 

"Evleri basmak,kişileri sürmek, gazeteleri kapatmak, toplantıları yasaklamak vb. gibi eylemlerle otuz üç yıl sürecek ve gittikçe şiddetlenecek olan baskılı yönetim, Abdülhamit'in tahta çıkışından aşağı yukarı bir yıl sonra işte böyle başlamış, toplumun özellikle aydın kesimini kasıp kavurmuştur."

"Abdülhamit devrinde sayısı ve kimlikleri aşağı yukarı bilinen resmi sansür memurlarının yanında, sayısız binleri aştığı anlaşılan ve 'curnalcı' diye anılan gönüllü sansürcüler de vardı...'Gönüllü sansürcüler' diye andığım curnalcılar, sarayca hoşa gitmeyen yazarların, (Namık Kemal, Ziya Paşa, vb) yasaklanmış kitaplarını okuyan ve satanları curnal ederlerdi."

"Sansürün eli yalnız siyaset ve sanata değil, bilime dahi uzanıyordu. Bir incelemecinin anlattığına göre.

Genel tarih yasak, Abdülhamit'in adını ilk harflerini meydana getiren harflerden birleşik bazı kimya ve matematik formülleri yasak; sözgelimi, hiç kimse AH=O yazamazdı; çünkü bunun 'Abdülhamit=0' biçiminde yorumlanması olasılığı vardı...Abdülhamit, memleketteki çok hafif kültür ve öğrenim ışığını söndürmek için her şeyi yapardı."

6 Mart 2022 Pazar

Yorgun Savaşçı - Kemal Tahir

Filminin yakıldığını biliyor ve çok uzun zamandan beri kitabını okumak istiyordum. Milli mücadele dönemini anlatan güzel romanlardan biri. 

Esir Şehir Üçlemesi’nde Millicileri İşgal Kuvvetleri’nin baskısı altındaki İstanbul’da anlatan Kemal Tahir, ‘Yorgun Savaşçı’da onları Anadolu’ya gönderir. ‘Yol Ayrımı’nda yan karakterlerden biri olarak karşımıza çıkan Cehennem Topçu Cemil, ‘Yorgun Savaşçı’nın baş kahramanıdır. İstanbul’a geldiğinden beri, bir türlü üzerinden atamadığı yorgunluğu sanki dinlendikçe çoğalan Cemil, bir yandan aşık olup evlendiği teyze kızı Neriman ile her şeyi bırakıp uzakta bör köyde yaşamayı isteyecek kadar bıkkın; diğer yandan Anadolu’ya geçip Milli Mücadele’de ön saflardayer almayı isteyecek kadar da cesurdur. 1919 ve 1920 yıllarında İstanbul’daki örgütlenmeleri ve Anadolu direnişini anlatan ‘Yorgun Savaşçı’, Cumhuriyet’in kuruluşuna giden sürecin romanı olarak da okunabilir.

"...Şu dünyada girmediğin savaş kalmadı da ne oldu? İngiliz'e yenildiniz, bunca  düşmanı memlekete doldurdunuz!..Çanakkale'de bu kadar insan öldü, o gün sokmadığınız gemiler, şimdi Beşiktaş önünde yatıyor."

"Ne büyük suçmuş hürriyet getirmek."

"Bir memlekette halkın kahraman anlayışı eşkıyadan yukarı çıkmamışsa, o memlekette insanların çoğunluğu soyguna biraz yatkın demektir."

"Bizim yorgunluğumuz gövdemizde değil, ruhumuzda olsa gerek..."

"Ölen dev, Osmanlı İmparatorluğu'ydu. Çıplak gövdesi, tepeden tırnağa yara içindeydi. Kolları bacakları iki yana açık, arka üstü yere serilmişti. Samsun'daki Pontus çetelerinden Kafkasya'da Antranik'in Ermeni ordusuna, Musul'daki İngilizlerden Adana'daki Fransızlara, Antalya'daki İtalyanlardan Manisa'daki Yunan'a kadar her yanını bir canavar didikliyordu. Başına demir tırnaklı kartallar çullanmıştı. Anzavur gibilerse kangren olmuş yarasının kurtları... Hâlâ tek parça görünen gövde, içinin içinden dağılmaya başlamıştı."

“ 'İzmir’in yolu Samsun’dan mı geçer?' dedim. 'Kestirme yolu bu mudur?' diye alay ettim. Düşünüyorum da, akıldan yana biz nerdeyiz, Mustafa Kemal nerde? İstanbul’dan 16 Mayıs’ta yola çıktı: Yani, İzmir’e Yunan’ın girmesinden bir gün sonra... Neden Samsun’a gideceğine, Bandırma'ya gelmedi? Çünkü gerçek komutanlar durumun özelliğine göre burda yıldırım olup yakmaktansa; ordan gürlemenin daha etkili olduğunu bilirler! "

"Bizim yorgunluğumuz gövdemizde değil, ruhumuzda olsa gerek..."

"Biz tembelliğe vurduğumuzdan bu cennet vatanın üstünde sürünmekteyiz. İş bilir ellere geçse bak neler olur..."

“Peki ne zaman değiştik böyle biz? Yavaş yavaş mı kancıklaştık?.. Baskına uğramış gibi birdenbire mi? Neden değiştik? Kadınları yem olarak kullanmak neyin nesi? Kendi yurdumuzda Rum evlerine sığınmak...Sırtımızda kadın çarşafları, kaçacak delik aramak... Bunca ölmek, bunca öldürmek boşa mı gitti, bu kadar?”

"Tehlike yaklaştı mı, önce zenginler savuşuyor, sonra, gittikçe hızlanıp kalabalıklaşarak orta halliler..."

Theogonia & İşler ve Günler - Hesiodos

Yunan didaktik şiirinin ilk örneği kabul edilen İşler ve Günler'de ise ozan, insanlık tecrübesine adalet, erdem, çalışma, cömertlik, hak, hukuk, düzen ve doğruluk gibi kavramların gerçeğini söyleyerek dokunur; tarım, denizcilik işlerine dair işlevsel bilgiler sunar; ayın uğurlu ve uğursuz günlerini sıralar.
Hesiodos ‘un adalet, çalışmak, doğruluk gibi kavramlar üzerine düşüncelerini aktardığı ve ayın hangi günlerinde neler yapılmalı, tarım, evlilik, komşuluk gibi yaşama dair meselelerde öğütler  verdiği bölüm. Hesiodos’un kardeşi Perses işe yaşadığı miras kavgası öğütlerin çıkış noktası gibi.Ayrıca Theogonia da değindiği Pandora efsanesine bu bölümde daha ayrıntılı değiniyor ve insanın yaratılışından bahsediyor.
Hesiodos (y. MÖ VIII. yüzyıl): Kullandığı dil, yapıtlarının taşıdığı bazı karakteristik özellikler, hayatı hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuz Hesiodos'un Aiol ve İon kökenli olduğunu göstermektedir. Büyük ozana ait olduğu kanıtlanmış iki önemli eserden biri olan Theogonia, evrenin yaratılışı, tanrıların doğuşu, tanrıların ve tanrısal varlıkların soyları gibi Yunan kozmolojisini kuran meseleler ile belli başlı Yunan efsanelerini konu alan epik bir eserdir. Yunan didaktik şiirinin ilk örneği kabul edilen İşler ve Günler'de ise ozan, insanlık tecrübesine adalet, erdem, çalışma, cömertlik, hak, hukuk, düzen ve doğruluk gibi kavramların "gerçeğini" söyleyerek dokunur; tarım, denizcilik işlerine dair işlevsel bilgiler sunar; ayın uğurlu ve uğursuz günlerini sıralar. Bu bilgece öğütler Anadolu insanına yabancı gelmeyecektir, zira konuşan sadece Hesiodos değil, aynı zamanda Akdeniz halklarıdır.
Azra Erhat'ın incelemeleri ile harika bir yayın olmuş. Okunmalı.

"ilk olarak kendi işine bak,
daha sonra başkalarıyla ilgilen!
kavga daha sonra edilir
eline geçen fırsatı harcama
bu yüzden önce kendi işimizi halledelim perses"

Güzel öğütler vardır:

mutlu ölümsüzlere gereken saygıyı göster.
arkadaşına kardeşim deme hiçbir zaman,
dersen, kötü davranamazsın artık ona karşı.
ve güzel konuşayım derken yalan söyleme.
kardeş dediğin kötü söyler, kötülük ederse,
öcünü iki katlı almalısın ondan.
sonradan dostluk kurmak isterse seninle,
af dilemeye kalkarsa, kabul et.
demek zavallı bir insanmış
dostlarını bir orada bir burada seçen.
açık davran, yüzün yüreğinin aynası olsun.
ne konuksever desinler sana, ne konuksuz,
ne yoksul dostu, ne de büyüklerin düşmanı.
insan yüreğini yıpratan kör olası fakirliği
kimsenin yüzüne vurma hiçbir zaman,
ölümsüz tanrıların bir cilvesidir bu.
kendini tutan dil hazinedir insan için,
ölçülü dil ise dillerin en değerlisidir.
kötü söyleyene başkası daha kötü söyler.
ortak masraflı şölenlerde surat asma:
keyfin daha büyük, masrafın daha az olur.
gün doğarken ellerin kirli olmasın sakın
zeus'a da öbür tanrılara da şarap sunarken.
yoksa dinlemezler seni, duaların boşa gider.
ayakta su dökme güneşe karşı,
hele gün battıktan sonra sabaha kadar
ne yola işe, ne yol dışına,
soyunup dökünsen bile:
geceler ölümsüz mutlularındır.
tanrılara saygısı olan saklanıp çömelir,
ya da kapalı bir avlu duvarına sokulur.
sonra evinde ocak yakınında
ayıp yerlerini yıkanmadan gösterme sakın.
cenaze dönüşlerinde çocuk yapayım deme,
bu işi kutsal bayram dönüşlerinde yap.
durmaz akar güzelim ırmaklardan geçerken
ayaklarını suya sokmadan önce dua et
gözlerini akıntıya dikerek,
ve tertemiz pırıl pırıl sularda ellerini yıka.
içini ve ellerini yıkamadan ırmaktan geçen
tanrıların öfkesini geçer üstüne, başına dert açar.
kurban törenlerinde tırnaklarını kesme sakın,
hele kara demirle kuruyu yaştan ayırma.
maşrapayı küpün üstünde bırakma
şarap içerken, uğursuzluk getirir.
ev yaparken çıkıntı bırakma hiçbir yerinde ki,
kuzgunlar konup ötmesinler kötü kötü.
önce tanrılar için kullanılmamış kaplarda
ne yemek ye, ne yüzünü yıka, bu da bela getirir.
on iki yaşında bir çocuğu
kutsal şeyler üstüne oturtma, iyi değildir,
erkekliğinden hayır gelmez o çocuğun;
on iki aylık da olsa, sonu kötü olur.
bir kadının yıkandığı suda
bir erkek yıkanmamalı hiçbir zaman.
bundan da kötülük gelir, bir zaman için de olsa.
kurban etlerini yıkarken
tanrı sırlarıyla eğlenmeye kalkma:
bu da pek kızdırır tanrıları.
kaynak başlarında işeme sakın,
ne de ırmakların denize döküldüğü yerde,
oralarda yıkanmaya da kalkma, iyi değildir.
bunları yap ki, insanlar kötü demesinler senin için;
insanın adı çok kolay kötüye çıkar,
ama sonra çok zordur herkesin dilinden kurtulmak.
ün dediğin kolay kolay ölmez,
hele büyük kalabalıklara yayıldığı zaman.
ün de bir tanrıdır ölümsüz."

Tanrı Görmüş Köpek - Dino Buzzati

Kitap 22 öyküden oluşuyor. Bunlardan ikisi Yedi Kat ve Tanrı Görmüş Köpek.

Tanrı Görmüş Köpek öyküsündeki karakter, köpek Galeona, ikinci karakter ermiş Silvestro’dur. Her ne kadar kurgu onun çevresinde gelişse de fırıncı Defendente Sapori, üçüncü sıradadır.

Bir sabah Sapori, ekmekleri dağıtırken avluya bir köpek girer. Bekleşen dilencilerin arasından süzülerek, sepetten bir ekmek alıp yavaşça uzaklaşır. Bu iş her sabah tekrarlanınca, Defendente hırsız köpeği takip edip Silvestro ile karşılaşır; ondan çok etkilenir. Köyde ermişle karşılaşan ilk kişi olmak hoşuna gider. Sonrasında köpeğin ekmek almasına ses çıkarmaz. Dahası Galeona çevresindeyken, hırsızlık yapmaz; kötü konuşmaz.

Yıldızlı soğuk bir gece, daha öncekilere benzemeyen büyük beyaz ışıklar görününce, ermişi görmeye gelen Tanrı’nın ışığı olduğu ve dolayısıyla köpeğin de Tanrı’yı gördüğüne inanırlar. Galeona’ya saygıda kusur etmezler; o da köyün içinde muhtar gibi dolaşır; istediği yere girer çıkar; köpeği görünce saygılı, dürüst davranırlar. Bir önlerini iliklemedikleri kalır! O yakınlardayken küfür etmekten, birbirlerine kazıktan atmaktan çekinirler. Yıllardır kapalı olan kilise yeniden ilgi görür. Pazar ayinleri kalabalık olmaya başlar.

Sonunda önce ermiş Silvestro, ardından Galeona ölür. Birden Tis köyü halkında bir rahatlama olur. Geçmişte, Tanrı’nın varlığını yeniden mi hatırlamışlardı? Yoksa birbirlerinden etkilenip inanıyor gibi mi davranıyorlardı? Evet, Tanrı bozuntusu köpek artık yoktu. Ne olursa olsun, yıllar boyu edindikleri alışkanlıklardan artık vazgeçmeleri zordu. Pazar ayinleri bir sosyalleşme, bir eğlence olmuştu. Artık küfürler bile abartılı, kulak tırmalayıcı geliyordu. Ayrıca eskiye dönmek, bir utancın itirafı olmayacak mıydı? Bir köpeğe saygı göstermek için yaşama biçimlerini değiştirmişlerdi. Memleketin farklı yerlerinde yaşayan herkes kahkahalarla gülecekti.

"Defendente renk vermiyordu hiç. Ne kölelikti bu? Geceleri bile, nefes almak mümkün olmuyordu. Tanrının varlığı, istenmeyince, çekilir yük değildi! Ve Tanrı, nasılsa bir kerecik, belirsiz bir öykü, bir masal değildi, kilisede yanan mumlarla tüten günlük kokusu arasına sıkışıp kalmıyordu; Yok canım, her yere dalıp çıkıyordu, sanki bir köpek bir evden bir eve taşıyıp duruyordu Tanrıyı. Yaradanın bir nebzesi, içten gelme bir nefesi Galeone'nin vücuduna girmişti ve Galeone'nin gözleriyle görüyor, hüküm veriyor, her şeyi deftere kaydediyordu."

"İstemeyenler için, Tanrı'nın varlığı dayanılmaz bir yüktü."

27 Şubat 2022 Pazar

Sofie'nin Dünyası - Jostein Gaarder

15. yaşgününü kutlamaya hazırlanan Sofie, posta kutusunda ''Kimsin sen?'' yazılı bir kağıt bulur. Bu soruyu, diğer sorular ve günümüze kadar uzanan bir felsefe kursu takip eder. Kitap tam bir felsefe dersi. Çok eskilerden bildiğim bu kitabın içeriğinin felsefe yoğunluklu olduğunu biliyordum ama hep bana uzak gelmişti nedense. Bir de sanki çocuk kitabı sanmışlığım da vardı. Ancak 50 yaşında felsefe bölümünü bitirmiş bir okur olarak bu kitabı okumak bana fazlasıyla değişik geldi. Felsefeyi öğrenmekten korkan, filozofların düşüncelerini ve çok anılan bazı felsefi terimleri  öğrenmek isteyenler mutlaka bu kitabı okusunlar. Ben çok beğendim. Antik çağ filozofları, orta çağ ve yakın çağ filozofları Sofie'nin meçhul birinden aldığı mektuplar ve sohbetleri ile çok güzel anlatılmış. Tam bir felsefeye başlangıç dersi olmuş. 

Öyle çok alıntı var ki. Hepsini yazsan ayrı bir kitap daha çıkar ortaya. Altını çizdiklerimin hepsi filozofların ve savundukları düşüncelerin birer özeti ve ders notu niteliğinde. Çok da anlaşılır bir çeviri olmuş ayrıca. 

  "Ksenofanes, insanlar tanrıları kendilerine bakarak yarattı, diyorlardı.

"Rasyonalizm Platon'un hem genel felsefesini hem de devlet felsefesini belirlemiştir. İyi bir devletin kurulabilmesi için bu devletin akıl tarafından yönetiliyor olması şarttır. Kafa nasıl bedeni yönetiyorsa, toplumu da filozoflar yönetmelidir."

"İnsan ruhunda bulunan şeyler, doğadaki varlıkların bir yansımasıdır. der Aristoteles."

"Demokrasi de cahil kitlelerin egemen olduğu bir yönetim biçimine dönüşebilme tehlikesini barındırır."

"  'Vicdan diye kastettiğimiz nedir? Sence bütün insanlar aynı vicdana mı sahiptir?' Bu konuda epeyce konuşmuşlardı derste. Sofie şunları yazdı: 'Vicdan diye kastettiğimiz, insanın haklı ve haksız olan karşısında tepki gösterme yetisidir.' "

"Kendini dinlemeye gelenleri sütunlu bir yolda topluyordu Zenon. Stoacılık adı da, Yunanca 'sütunlu yol' demek olan stoa sözcüğünden gelmedir. "

"Epikuros da 'Ölüm bizi ilgilendirmez' diyordu. 'Var olduğumuz sürece ölüm ortada yoktur; ölüm geldiği anda da biz artık yokuz.' "

"Agustinus'a göre bütün insanlık ilk günahın yükünü taşır. Ama Tanrı yine de bazı insanların bu sonsuz lanette kurtulmasına karar vermiştir."

"..Ama işte tam da bu noktada Augustinus insanın Tanrı'yı eleştşrme hakkı bulunmadığını söylüyor. Pavlus'un Romalılara mektubunda yazdığı bir şeyi anlatıyor:

       - "Evet sevgili insan, sen kimsin ki Tanrı'yla çekişmeye kalkışıyorsun. Hiç eser kendisini yapan ustayla beni niçin yapıyorsun diye konuşur mu? Aynı topraktan bir çanağı güzel, bir diğerini değersiz yapmak çömlekçinin elinde değil midir?"

 "Barok dönemin tipik bir sloganı vardı: 'carpe diem'. Yani 'gününü gün et!' Yine çok söylenen bir başka Latince söz de şuydu: 'memento mori.' Bunun anlamı da "öleceğini unutma!"

"Ama eğer şüphe ediyorsa, düşünüyor olmalıydı aynı zamanda ve eğer düşünüyorsa, düşünen bir varlık olduğu da kesinde. Ya da kendi deyişiyle: 'cogito, ergo sum' " Düşünüyorum, demek ki varım"

"Spinoza'ya göre Tanrı dünyayı bir kez yaratıp sonra da yarattığı şeyin yanıbaşında duran biri değildir. Hayır, Tanrı dünyanın kendisidir. Bazen bunu biraz daha farklı ifade eder Spinoza. Dünyanın bir Tanrı olduğunu vurgular."

29 Ocak 2022 Cumartesi

Moby Dick - Herman Melville

Moby Dick bir klasik. Bu yaşa kadar okumadıysak bu da bizim ayıbımız.

Pequod adlı bir balina gemisinin son yolculuğunu, balinaların nasıl avlandıklarını, geminin sonunda nasıl battığını anlatan Moby Dick, ilk bakışta denizlerde geçen bir serüven romanı sayılabilir. Ne var ki insan Moby Dick'i okudukça, okuduklarını düşündükçe, kitabın derinliğini, gerçek anlamını sezmeye başlar. Bu derinliği, bu gerçek anlamı sezmeyenler ise, balina avıyla ilgili, heyecanlı bir öykü olarak, gene de Moby Dick'in pekâlâ keyfini çıkarabilirler."

Mîna Urgan böyle tanımlıyor Beyaz Balina'nın romanını.
"Zaman zaman çıkardığı o garip seslere burnundan konuşma dersiniz, balinayı horlamış olursunuz. Hem balinanın söyleyecek nesi olabilir? Ben, derinliği olan hiçbir varlık görmedim ki, bu dünyaya söyleyecek söz kekelemek zorunda kalır, olsa olsa. Ne mutlu ona ki, dünya duyuverir sesini."

Melville'nin sesini geç de olsa duymuştur dünya: Düzyazı biçiminde yazdığı bu şiirde, ironi, mitoloji ve gerçekçiliğin iç içe geçtiği bu romanında, denizi, gemicileri, balinaları ve tabii bu arada tutkuların tutsağı olan insan ruhunu anlatıyor.

"Beyaz balina, onların taptıkları cehennem tanrısı. Şu gürültüye bak, bir cehennem cümbüşü! Geminin ön tarafında düğün dernek, arka tarafta ölüm sessizliği. Yaşama benziyor bu gemi. Geminin başı pırıl, pırıl sulara dalıyor, keyifli keyifli oynayıp zıplıyor. Arkada kara yürekli Ahab, dümen sularının bir kurt gibi uluyan ölü dalgaları üstünde, kamarasına kapanmış, kara kara düşünüyor... İçimdeki insanca duygularla savaşacağım seninle, ey karanlık, korkulu gelecek! Ey koruyucu melekler, yanımdan ayrılmayın, tutun beni, bırakmayın beni!"

Nacizane alıntılarım ise şöyle:

"Çünkü her anlaşılmaz şey karşısında yapılacak en akıllıca, en kolay iş gülmektir. Başa gelen ne olursa olsun, insanın şununla avunabilir her zaman: Yazılı olan değişmez."

"Tanrı yardımcın olsun, ihtiyar! Düşüncelerin bir başka adam yaratmış senin içinde. Kendini bir Prometheus'a çevirmişsin azgın kafanla! Bir akbaba gibi her gün gelip yiyecek yüreğini senin, kendi yarattığın bir akbaba!"

"Yaşam dediğimiz bu acayip, bu karmakarışık işte, öyle garip anlar olur ki, insan şu koca evreni büyük bir şaka olarak görür. Bu şakayı pek anlamasa bile, kendisiyle alay edildiği kuşkusuna düşer. Gene de yürekli kalır, tartışmayı doğru bulmaz. Tüm bu olan bitenleri, tüm inançları, tüm din ve mezhepleri, görülür ya da görünmez her şeyi, ne denli kaskatı, ne denli yamru yumru da olsa yutar; sindirme gücü çok gelişmiş devekuşunun, mermileri ve çakmak taşlarını yuttuğu gibi küçük zorlukları ve üzüntüleri, beklenmedik felaket korkularını, elini kolunu ya da canını yitirme tehlikelerini, tüm bunları ve ölümü bile, gözle görülmeyen ve sağı solu belli olmayan o koca şakacının, gülerek attığı birer şamar, keyifli birer sille sayar. Söylediğim bu garip duygu, yalnızca en zor durumlarda gelir insana. Bu duygu kuşku duymadığımız öyle bir anımızda yakalar ki bizi, biraz önce pek önemli saydığımız bir şey, büyük şakanın ancak bir parçası gibi görünür bize o anda. Bu rahat, bu kaygısız serdengeçtiliği yaratmak için de, balina avcılığının belaları birebirdir. Peguod'un seferine ve bu seferin amacı olan büyük Beyaz Balina'ya bu felsefeyle bakmaya başlamıştım artık."

"Yürekler acısı, insanı deli edecek kadar korkunç bir sahneydi bu. Balina şimdi başını kaldırmış, can çekişir gibi sular püskürterek kaçıyordu; zavallının tek kanadı, korkular içinde, gövdesini dövüyordu. şaşkınlık içinde böyle kaçarken, bir o yana bir bu yana yalpalıyor, yardığı her dalgada sulara batıyor; ya da çırpınan tek kanadını yanlamasına havaya doğru çırpıyordu. Kanadı kırık bir kuş görmüştüm; onu anımsattı bana. O kuşcağız, korka korka havada kırık daireler çizip, korsanlar gibi peşine düşen şahinlerden kurtulmak için uğraşıyordu boşuna. Ama o kuşun sesi vardı;korkusunu, acı çığlıklarıyla anlatabilirdi. Oysa, bu koskocaman yabanıl deniz yaratığının korkusu, zincirlenmiş ve büyülenmişçesine sessizdi. Püskürtme borusundan çıkan boğuk solumalardan başka sesi yoktu bu deniz canavarının. İnsanda, anlatılmaz bir acıma duygusu uyandıran da buydu işte. Bununla beraber, bu koca gövdede -hele kalelerin demir kapılarını andıran çenesinde ve kuyruğunda- ona acıyan en sağlam yürekli insanı bile ürkütecek bir heybet vardı hala."

"Yıkıldıktan sonra en soylu meşelerin budandıklarında acayip ve biçimsiz yosunlar yığın yığın nasıl birikirse, vaktiyle balinanın gözlerinin bulunduğu yerde de, yürekler acısı, kör ve patlak iki ur kabarıyordu. Ama gene de bu balinaya acıyamazdık. Yaşlılığına, sakat kanadına, kör gözlerine karşın, öldürmek zorundaydık onu. İnsanoğlunun sevinçli düğünlerine, bayramlarına ışık salması için; kimse kimsenin kılına dokunmamalı diye vaazlar verilen görkemli kiliselerin aydınlanması için, öldürmek zorundaydık onu."  

"Ve üç yüz yıl önce, 'Harris'in Gezileri' adlı kitaptaki bir İngiliz gezgini, Türklerin Yunus peygamberin onuruna bir cami yaptırdıklarını ve bu caminin içinde yağsız yanan mucizeli bir kandil bulunduğunu anlatır."

"Sancılar içinde dünyaya gelen insanoğluna, acı içinde yaşamak, kıvrana kıvrana ölmek yaraşır."

"Öyleyse, selam sana ey deniz! Yabansı kuş yalnız senin sonsuz çalkantıların üstünde dinlenebilir. Ben karada doğmuşum, ama denizin memesinden süt emmişim. Vadilerin ve tepelerin çocuğuyum ama, siz ey dalgalar, benim süt kardeşlerimsiniz!" 

"İnsan gözünün rahatça bakabileceği yer, bu dünyanın ufkuyla bir düzeydedir; ufuktan yana çevrilidir insanın gözü. Tanrı göklere bakmamızı isteseydi, başımızın tepesine kordu gözlerimizi."

"Ey benim boyun eğmeyen üç direğim, kırılmayan omurgam! Yalnız Tanrı gücüyle delinmiş teknem! Ey sağlam güvertem, yiğitçe dizginli dümenim, kutba dikili pruvam, şanı şerefiyle ölen gemim! Bensiz mi öleceksin sen? Gemileriyle batan sıradan kaptanlar kadar bile olamadım' Bu onur bile esirgendi benden. Issız bir yaşamın sonunda ıssız bir ölüm! Şimdi anlıyorum ki, benim tüm büyüklüğüm acımın büyüklüğünde. Hey, hey! Uzak, en uzak ufuklardan kalkın gelin, geçmiş ömrümün yiğit dalgaları! Gelin de, kabartın ölüm dalgamı! Sana doğru geliyorum balina! Her şeyi ele geçiremeyen balina! Sonuna dek cenkleşiyorum seninle. Cehennemin dibinden saldırıyorum sana! Son soluğumu olanca hıncımla tükürüyorum suratına! Batsın tüm tabutlar, tüm cenaze arabaları bir tek bataklıkta! Madem benim ne tabutum olacak, ne de cenaze arabam, ben seni kovalarken, sen de paramparça et beni, cehennem balinası! Bağlayıp kendine, sürükle beni istersen! Al san! Ye şu zıpkınımı!"


23 Ocak 2022 Pazar

General Trikupis'in Hatıraları

Kurtuluş Savaşını bir de cephenin diğer tarafından okumak isterseniz General Trikupis'in Hatıralarını okumalısınız.

Savaşın beşinci günü, dövüşenlerin arasında dolaşıp onları teşvik etmek zorunda kaldım; çünkü beş günden beri savaşıyorlardı.
Türk Avgin köyünün adı Yunanca olup Avşin (boyun) kelimesinden gelmektedir. Türkler Avgin savaşında , Avgin köyünün 16 km. kuzeybatısında bulunan ve demiryolu istasyonuna sahip İnönü köyünden dolayı bu savaşa İnönü savaşı derler; buna Küçük Asya savaşlarının en kanlısı nazariyle bakarlar ve Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından Türklerin soyadı almaları emredilince, bilahare birçok seneler Türkiye Cumhurbaşkanı olan General İsmet, İnönü soyadını aldı ve şimdi İsmet İnönü'dür.

Bütün gün devam eden Angin savaşı, en kanlı savaşlardan biri olmuştur. Bizimle kıyas kabul etmiyecek kadar fazla sayıda Türkle çarpışıyorduk. Subaylarla askerlerin hareketi sırf yiğitlik ve fedakarlıktan ibaretti. Fakat Türkler de işitilmemiş bir cesaret ve taassupla dövüşerek birbirini takip eden mukabil hücumlar yaptılar.

Taarruzumuzun ilk günü, öğleden sonra saat beş sıralarında Türkler, Samantaş'ın 2/39.Evzon alayına hücum ederek kırıldılar ve tardedildiler. Çekilirken alayın cephesi önünde 300'den fazla Türk ölüsü vardı. Türkler çok defa cephaneleri olmadığı için el bombası ve süngüye başvuruyordu.

"Her ay, ordunun durumu hakkında Komutanlığa verdiğimiz raporla şunlardan bahsediyorduk:
'Ordu taarruz yapacak durumda değildir.'
Bunun açıkçası asker savaş yapamaz demekti. Atina gazeteleri ise barıştan bahsediyordu."

"Mustafa Kemal Atatürk mutlak bir diktatörlük tatbik ettiğinden her türlü muhalefeti, cesaretsizlik ve korkaklığı şiddetle takip, memleketteki vatanseverliği takviye ediyordu."

"Uşak dışında esir olup o zamanki Türk ordusu kumandanı İsmet Paşa'nın dairesine götürüldüm, o da beni Mustafa Kemal'e götürdü.
Mustafa Kemal'in odasına girdiğim zaman o ayağa kalkarak dostane bir şekilde beni karşıladı ve Fransızca hitap ederek şunları söyledi:
-Unutmayın ki, Koca Napolyon da esir olmuştu.
-Siz vazifenizi tam olarak ve sonuna kadar yaptınız, biz de sizi takdir ve size hürmet ediyoruz.
-Siz burada esir değil, misafirsiniz."