Bu Blogda Ara

Can Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Can Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Nisan 2022 Çarşamba

Benden Selam Söyle Anadolu'ya - Dido Sotiriyu

 

“Ekimle kasım, incir aylarıydı; Zahari'nin ambarında biraz
para kazanmak böylece mümkün oldu. Usta eller isteyen bir işti bu; yalnız Rumlara emanet ediliyordu birinci kalite yemişler. Türkler, bizden ayrı, düşük evsaflı incirlerle uğraşıyorlardı. Memleketin en iyi incirini, Avrupa ve Amerika'ya ihraç edilmek üzere küçük sandıklara yerleştirmekle görevliydik. Lokum gibi, dört köşe bir incirdi bu ...

 Aydın' dan ilk incirleri getiren trenler, defne·ve mersin dallarıyla süslü olurdu hep. Tren, Funda istasyonuna girince askerler selama durur ve kuru sıkı ateş ederlerdi. Yeni incir şerefine yeni sikke keserdi hükümet. Yeni sekiz kuruşluklar ve gıcır gıcır mecidiyeler kaplardı piyasayı...”

Bu satırlar 1909 yılında Aydın’da doğmuş Rum yazar Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” özgün ismiyle “Kanlı Topraklar” adlı  1982 Abdi İpekçi Türk-Yunan dostluk ödülünü alan  kitabından.

Yüzyıllardır dostça, kol kola yaşadığımız Rumlarla nasıl kanlı bıçaklı olduğumuz, nasıl gözümüz dönmüşcesine birbirimize kıydığımız, romanın kahramanı Manoli Aksiyotis adlı çocuğun ağzından anlatılıyor. Köylünün binbir emekle yetiştirdiği ürünü ucuza kapatmaya çalışan tüccarları, büyük toprak sahiplerini, kaçakçıları, kabadayıları ile Aydın ve İzmir‘i tanıyoruz. Efes yöresinde şu anda ismi Şirince olan ve o yıllarda Aydın vilayetine bağlı Kırkıca'da yaşayan Manoli Aksiyatis bir Anadolu Rum köylüsüdür. Komşu Türk köyleriyle gayet kardeşçe yaşayıp giderken önce Balkan Savaşlarıyla sonra 1. Dünya Savaşı ve nihayetinde Kurtuluş Savaşı'yla biten dostluğun hikayesidir anlatılan.

"İki halk aynı toprak üzerinde bir arada doğup büyümüştük ve yüreğimize sorarsanız, ne onlar bizden nefret ediyordu, ne de biz onlardan!"  Peki ne oldu da kardeşçe yaşayan bu halklar birbirine kıymak zorunda kaldı? "Bütün bunların altında gizlenen şey nedir biliyor musun Aksiyatis? Petrol, kömür, demir, krom... Yani, Anadolu'nun el değmemiş servetleri üzerinde yabancıların kurmak istedikleri tekel!"  Kitaptaki kahramanlardan Nikita'dan duyduklarımız duruma gayet açıklık getiriyor. Dağılmak üzere olan Osmanlı'dan her güçlü devlet bir pay almak istiyor ve bunu da milliyetçilik duygularını kabartıp bağımsızlığını yeni kazanmış olan Yunanları maşa gibi kullanarak yapıyorlar. Anadolu'nun ticaretine daha hakim olan Rumlar ve Ermeniler üzerinden kanlı oyunlarına başlıyorlar.

Çağdaş Yunan edebiyatının önemli yazarlarından, özellikle ülkesinde kadın hakları mücadelesinde ön saflarda yer almış biri olan Sotiriyu, 1909 yılında Rum bir ailenin kızı olarak Aydın’ın Şirince kasabasında dünyaya geldi. (Şirince, cumhuriyet döneminde İzmir vilayetine bağlandı.) Çocukluk yıllarını Şirince, Aydın ve İzmir çevresinde geçirdi. 1922 yılında İzmir ve çevresinin Yunan ordusu tarafından işgal edilmesi nedeniyle, tüm Anadolu Rumları gibi, Sotiriyu Ailesi de, büyük zorluklarla karşılaştı. Nihayet mübadele ile aile Yunanistan'a göç etmek zorunda kaldı. Göçmek zorunda kalmanın verdiği acılar ve ailesinin kısıtlamaları yüzünden zorlu bir hayat geçirdi.  Ailesinin karşı çıkmasına karşın öğretim üyesi oldu. 1986‘da Livaneli ve Teodorakis‘in girişimiyle kurulan Türk-Yunan Dostluk Derneği kurucuları arasında yer aldı. 2004 yılında hayata veda etti.

Aydın’da geçen çocukluğunu Sotiriyu şöyle anlatıyor: “Babam sabun yapımcısıydı. Çocukluk yıllarımda ailemle birlikte doğduğum Aydın ilinde yaşadım. 1922 yılında Anadolu’dan ayrılarak Yunanistan’a amcamların yanına gelmek zorunda kaldım. Ailem daha sonra göçtü. İlk çocukluk yıllarımın anıları belleğimden silinmiyordu. Babamın arkadaşı Talat Beyler, sokakta oynadığım Rum ve Türk çocukları bugün bile aklımda. Yaşadığım günlerin, duyduğum gerçek olayların o kadar etkisi ve büyüsü altında kalmıştım ki, bu konuyu ele alan kitap yazma arzusu içimde çığ gibi büyüyordu.  1962 yılında “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabım yayımlandı. Kitapta geçenler tamamen tarafsız bir gözle yazıldı. Kitabımın Türkçeye çevrilmesinden sonra Türkiye’den birçok yazar ve okurumdan tebrik telgrafları aldım.”

Sotiriyu‘nun romanında asla kaba bir Yunan milliyetçiliği yok, Türkleri de düşman bellemiyor. Kendisiyle yapılan bir röportajda; “Bir tek düşman vardır: Düşman, ne Türklerdir, ne de Yunanlar! Düşman, savaştır. Savaş ve onu körükleyen çıkarlar“ diyor. Yazar, roman boyunca dönemin emperyalist güçlerinin Anadolu‘nun zenginliklerinden pay kapma savaşını anlatıyor bize. “Anadolu‘nun zenginliklerini ellerinde tutan Hıristiyan halkların ortadan kalkması gerekiyordu; Önce Almanların daha sonra da müttefik kapitalistlerin  yayılıp gelişmelerine engeldi çünkü bu halklar.

Kitapta bir başka dikkatimi ve ilgimi çeken ise o yıllardaki Aydın incirinin, zeytininin ve üzümünün kalitesinin, güzelliğinin anlatılışı. “…Bir tek kaygısı vardı babamın, eksik olmasın, arazisi durmadan genişlesin isterdi; ve gittikçe daha çok zeytin ağacı ve gittikçe daha çok meyve ağacı ve gittikçe daha çok incir ağacı bulunsun elinin altında..  Buğdayla arpa yetiştiği vakit, tarlalarımız altın yaldızlı bir denizden farksız olurdu. Bizimkiler gibi verimli, dalları ürün bolluğundan yerleri yalayan, özsuyu dolu, yusyuvarlak, simsiyah, pırıl pırıl zeytinli ağaca başka hiç bir yerde rastlayamazdınız. Yavaş ama sağlam bir gelir kaynağıydı zeytinyağı. Ama incir ... köylünün kemerini altında dolduran incir! Sadece Aydın ilinde değil, bütün Doğu'da, Avrupa ve Amerika'da bile ün salmıştı incirlerimiz. Derisi var mı, yok mu anlayamazdınız, öylesine inceydi; Anadolu'nun o canım güneşiyle ballanmıştılar.”

Bizim yeterince kıymetini bilemediğimiz cennet meyvelerimizin başkalarınca işlenmesi, birinci sınıf ürünleri Avrupa’ya gönderirken Türk halkının kalanla yetinmesi. Hala öyle değil mi? Zamanında adına sikkeler basılan üzümümüz, zeytinimiz, incirimiz şimdi ne haldeler? İtalya, İspanya, Yunanistan zeytincilikte bizi geçmiş durumdalar. Biz ise zeytin ağaçlarımızın üzerine beton dökmeye devam ediyoruz. Zeytin ağaçlarının arkasından ağlamak isteyen Aydın-Denizli otoyolu güzergahına bu hafta sonu bir gezinti yapsın,  Şahnalı’da, Yeniköy’de, Kozalaklı’da cenazeleri kaldırılan asırlık zeytin ağaçlarının ruhlarına dua etsinler. Daha acı olan şey ise, kesilen ağaçlarının parasını alan köylünün klavye başındaki bizler kadar bile bu ağaçlar için çok da üzülmediğini görmek. Sen paranı aldın helalleştin ama o ağaçlar insanlıkla helalleşmedi. Yazık. Cennet Aydın Ovası. Tarihte ne savaşlar gördü. En sonuncusuna yenildi. Paraya yenildi. Betona yenildi.

Şöyle bitiriyor kitabını yazar: “Kardeşler, dostlar, hemşeriler! Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendini! Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden Selam Söyle Anadolu’ya! Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin! Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!”

Ben de yazımı şöyle bitirmek istiyorum: Eyy! bu toprakların süsü, binlerce insanımızın gelir kaynağı, Aydın’ın kutsal meyvesini veren zeytin ağacı! Toprağına beton döktük diye bize garezlenebilirsin.

30 Ekim 2021 Cumartesi

Sisifos Söyleni - Albert Camus

Yabancı ve Veba kitaplarını okumuştum daha önce. Denemelerinden oluşan "Sisifos Söylemi"nde Camus uyumsuz (absürd) kavramı ve intiharı sorguluyor.

Sisifos Söyleni denince akla, Yunan Mitolojisinde, Zeus'un sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm ettiği kral Sisifos geliyor. Sisifos kayayı tepeye her çıkardığında kaya aşağı yuvarlanır. İşte böyle "boş" ve "anlamsız", absürt bir işle lanetlenmiştir Sisifos. kitapta bolca hayatın anlamı, anlamsızlığı ve intihar duygusu sorgulanıyor.

Aklımızda kalan altı çizililer ise şöyle:

“Bir insan söylediği şeylerden çok söylemedikleriyle insandır.”

"Yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de."

"Uyumsuz insanın bütün yapabileceği her şeyi tüketmektir, kendi kendini de tüketmektir."

"Kişi ancak olanaksızı elde etmek için Tanrı’ya yönelir. Olabilene gelince, insanlar yeter onu bulmaya."

"Tanrılar, Sisyphos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi, Sisyphos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı."

"İnsan, evrenin de sevip acı çekebileceğini benimseseydi, uzlaşmış olurdu. Düşünce olguların değişken aynalarında hem bu olguları, hem de kendi kendilerini tek bir ilkede özetleyebilecek ölümsüz bağıntılar bulabilseydi, bir düşünce mutluluğundan söz edilebilirdi, mutlular söyleni de bunun gülünç bir benzeri olurdu ancak. Bu birlik özlemi, bu saltıklık isteği insan dramının temel devinimini ortaya koyar."

"Sessizliklerin en keskini susmak değil konuşmaktır' diye yazan adam, ilkin hiçbir gerçeğin saltık olmadığına, özünde olanaksız bir yaşamı doyurucu kılamayacağına kesinlikle inanır." (Kierkegaard'dan bahsediyor)

"Bilinç ve başkaldırı, bu yadsımalar vazgeçişin karşıtıdır. Tersine, insan yüreğinde indirgenmez ve tutkulu olan ne varsa hepsi bunları yaşamıyla canlandırır. Uzlaşmamış olarak ölmek söz konusudur. Gönüllü olarak değil, uzlaşmamış olarak ölmek söz konusudur. İntihar bir yanılmadır. Uyumsuz insanın tüm yapabileceği her şeyi tüketmektir, kendi kendini de tüketmektir. Uyumsuz onun son noktasına varmış gerilimi, bir yalnız çabayla sürekli olarak sürdürdüğü gerilimdir, çünkü bu bilinçte ve bu günü gününe başkaldırıda biricik gerçeğini ortaya koyduğunu bilir. Bu gerçek de meydan okumadır, ilk sonuçlardan biri bu."

27 Eylül 2021 Pazartesi

Zorba - Nikos Kazancakis

Yunan edebiyatının önemli ismi Nikos Kazancakis'in bana göre hem klasik hem de kült romanı Zorba. Yunan edebiyatının bence en önemli yazarlarından Kazancakis. Başka kitabını okudum mu hatırlamıyorum ama bundan sonra okuyacağım kesin. Aleksi zorba karakteri çok farklı bir karakter. İsimsiz kahramanın ağzından anlatılıyor. Bu isimsiz kahramanlar hep bana kitabın yazarıymış gibi gelir ve öyle okurum. Kim bilir belki de öyledir.
Kitap, Girit'te bir maden işletmek isteyen anlatıcı ile özgür bir kişilik olan Zorba'nın hikayesini anlatıyor. Ben kitabı çok sevdim. Okumanızı ve ayrıca filmini de izlemenizi tavsiye ederim.

"Deniz, sonbaharın tadı, ışıkla yıkanan adalar, Yunanistan'ın ölümsüz  çıplaklığını örten, ince yağmurdan oluşmuş, saydam bir tül. 'Ölmeden Ege Denizini gezen insana ne mutlu.'
Bu dünyanın birçok zevkleri vardır: kadınlar, meyveler ve düşünceler. Ama, tatlı bir sonbahar vakti, her adanın adını mırıldanarak bu denizi yarmak...Sanırım ki, cennette bile insanın yüreğine daha fazla girebilecek başka bir zevk yoktur."

" 'Sanırım Girit'e ilk kez gelmiyorsun Zorba' dedim. Ona eski dostunmuş gibi bakıyorsun."

"Dünyaya özgürlüğün gelmesi için bu kadar cinayetler ve alçaklıklar mı gerekli yani? Çünkü, oturup sana işlediğimiz cinayetlerde yaptığımız alçaklıkları saysam tüylerin ürperir. Fakat sonuç ne oldu? Özgürlük! Tanrı yıldırımını atıp bizi yakacağına özgürlüğü veriyor? Hiçbir şey anlamıyorum!.."

"Yıldızlar titriyordu. Deniz dingince iç çekiyor ve çakılları yalıyordu. Bir ateşböceği, karnının altındaki sevdalı, altın sarısı, yeşil renkli fenerciğini yaktı. Gecenin saçlarından çiy damlıyordu."

"Mutluluğun, basit ve açık bir şey olup bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangalcık ve denizin uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız, bütün bunların, mutluluk olduğunu insanın anlayabilmesi için basit ve açık bir kalbe sahip olması gerekiyordu."

"Ama, ne anlatayım? Bunlar söylenir mi patron? Namuslu çiftleşmeler tatsızdır; bibersiz yemeğe benzer. Ne söyleyeyim? azizlerin seni, çerçevenin içinden seyrederek hayır duası ettikleri sırada öpüşmen, öpüşmek midir? Biz köyümüzde şöyle deriz: 'Yalnızca çalınmış etin tadı vardır.' İnsanın kendi karısı, çalınmış et değildir. Namussuzca çiftleşmeler ise, nereden hatırlayacaksın? Horoz defter tutar mı?"

"Kış aylarında , güneşin hep daha erken battığını gören ataların ilkel korkusu yeniden başlıyordu. Atalar umutsuzca, 'Yarın tümüyle batacak!' diye düşünür, bütün gecelerini tepelerde, 'Doğacak mı?' sıkıntısı içinde geçirerek titrerlerdi."

"  'Gülme patron' dedi. 'Eğer bir kadın, yalnız yatıyorsa, bunun suçu bizde, bütün erkeklerdedir. Yarın, Tanrı'nın huzurunda hepimiz hesabını vereceğiz. "

"Sinirli bir halde ayağa kalktım. 'Yeter artık, Zorba' dedim. 'Herkes kendi yolunu izler. İnsan bir ağaç gibidir. Neden kiraz vermiyor diye incir ağacını hiç azarladığın oldu mu? Öyleyse sus! Gece yarısı yaklaşıyor. Biz de kiliseye gidip İsa'nın doğuşunu görelim.' "

"Sana başka zaman da söyledim patron, her insanın bir cenneti vardır; senin cennetin kitaplar ve büyük mürekkep damacanalarıyla dolu olacak, bir başkasınınki konyak, uzo ve şarap varilleriyle dolu olsa gerek, birininki de yığınla İngiliz lirası. Benim cennetim ise şu; alacalı entarileri, kokulu sabunları, iki kişilik sustalı karyolası olan, kokulu, küçük bir oda ve yanımda dişilik."

"Zavallı, ölümün ayak bastığı bir bölgeyi geçmekten korkuyordu... Azrail görüp de hatırlamasın diye... Bütün ihtiyarlar gibi, bizim zavallı dilberimiz de topraktaki otun içinde saklanmaya, yeşil olmaya çalışıyordu; toprağa gizlensin, koyu kahverengi olsun da, ölüm onu fark etmesin diye..."

1 Eylül 2021 Çarşamba

Sis - Miguel De Unamuno

Unamuno, 20. yüzyıl İspanyol yazınına damgasını vurmuş en önemli modern-klasiklerden biridir. I. Dünya Savaşı'nın başladığı yıl yayımlanan ve yazarın en çarpıcı romanlarından biri sayılan Sis (1914) ise, Unamuno'nun ölümünden 70 yıl sonra nihayet İspanyolca aslından yapılan bir çeviriyle okurla buluşmaktadır. Unomuno romanını bir nivola olarak nitelendirir. Unamuno’nun kendi deyimiyle bu bir novela değil, nivoladır. Unamuno kendi icat ettiği bu kavramla, belirli kalıplar altına sıkıştırılan ve kategorize edilerek yorumlanan bir eserin ötesine geçmek ister ve düşüncelerinin sınıflandırılmasına karşı direnerek, kuralarını kendisinin koyduğu bir oyun oynamakta olduğu mesajını verir. Nivola teriminin novella ile İspanyolca sis anlamına gelen eserin orijinal ismi olan Niebla sözcüğünün birleştirilmesiyle oluşturulduğu görülmektedir. 

Romanın ana karakteri Augusto Pérez hali vakti yerinde, yaşama dair felsefi görüşleri olan biridir. Ne var ki bir gün sokakta gördüğü Eugenia'ya aşık olmasıyla tüm dünyası altüst olur. Zaten dünyayı bir sis olarak kabul eden Augusto için her şey gittikçe daha muğlak ve anlaşılmaz hale gelir.

Kitaptan altını çizdiğim cümleler:

" 'İnsanın eşyalarından birini kullanmak zorunda kalması bir mutsuzluk' diye düşündü Augusto, 'onları kullanmak zorunda kalmak. Kullanma bozuyor, hatta bütün güzelliğini yok ediyor. Nesnelerin en soylu görevi seyredilmektir. Bir portakal yenmeden önce ne güzeldir! Cennette bütün işimiz azaldığı, daha doğrusu Tanrı'yı ve ondaki her şeyi seyretmeye indirgendiği zaman bu değişecek. Burada, bu zavallı yaşamda Tanrıyı sömürmekten başka bir şey yaptığımız yok; tüm kötülüklerden bizi koruması için bir şemsiye açar gibi açmaya kalkıyoruz onu' " 

"Bu benim uysal, gelenekçi, alçakgönüllü yaşamım, küçük binlerce gündelik ufak tefek nesneyle örülmüş Pindaros şarkısıdır. Gündelik yaşam! Günlük ekmeğimizi bize ver bugün! Ver bana Tanrım, günlük binlerce ufak tefek şeyi. Biz inanlar ne büyük acılara, ne büyük mutluluklara dayanıyoruz, çünkü bu acılar ve mutluluklar küçük olaylardan oluşmuş büyük bir sis tabakasına bürünerek geliyorlar. Yaşam bu işte, sis. "

"Odasına yöneldi ve yatağına uzanınca: 'Yalnız, yalnız uyumalı! Yalnızca düş görmeli' dedi. 'İnsan yanında birisiyle uyuyunca düş de ortak olmalı. Gizemli varlıkların iki beyni birleştirmesi gerekir. Yürekler ne denli çok birbirlerine bağlanırsa, düşünceler o denli birbirinden ayrılır mı acaba? Belki. Belki sürekli olarak karşıt durumdadırlar. İki sevgili aynı şeyi düşünseler de birisi ötekinden farklı biçimde duyumsar; aynı aşk duygusuyla birleşirlerse, biri ötekinden farklı düşünür, belki de tersini düşünür. Kadın erkeğini ancak kendisi gibi düşünmediği sürece, yani düşündüğü sürece sever."

"Ve ölüm gelip çattı, parmaklarının ucuna basa basa, göçmen bir kuş gibi gürültü yapmadan ağır ağır, ciddi ve acısız, tatlı ölüm geldi, bir sonbahar akşamı ağır ağır uçarak aldı götürdü kadını. Eli oğlunun elleri arasında, gözleri gözlerinde öldü. Augusto elinin soğumaya başladığını, gözlerinin sabitleştiklerini duyumsadı. Soğuk bedenine sıcacık bir öpücük kondurduktan sonra, elini bıraktı ve gözlerini kapadı. Yatağın yanına diz çöktü o birbirinin aynı yılların öyküsü gözlerinin önünden geçti."

"Ve şimdi yalnızlığım gökyüzünde Eugenia'nın iki gözü bana parıldıyor. Annemin gözyaşlarının ışıltısıyla bana parıldıyorlar. Ve var olduğuma inandırıyorlar beni, tatlı düş! Amo, ergo sum! (Seviyorum, öyleyse varım)Bu aşk, Orfeo, içinde var olma sisinin eridiği ve somutlaştığı yardımsever bir yağmur gibidir. Aşk sayesinde ruhumun bir cismi olduğu bilincini duyumsuyorum ve ona dokunuyorum. Aşk sayesinde Orfeo, ruhda derinliklerine kadar bana acı vermeye başlıyor. Ruhun kendisi, aşktan ve ete kemiğe bürünmüş acıdan başka nedir?"

"-Pekala,sus, yeter -ve gözlerini kapadı.- Hiçbir şey söyleme, tek başıma konuşayım, bırak, kendi kendime konuşayım. Annem öldüğünden beri, hep kendi kendime, yalnızca kendi kendime konuştum; yani uyudum. Ve birlikte, yan yana uyumanın, iki kişinin aynı uykuyu uyumasının ne demek olduğunu hiç bilmedim. Birlikte uyumak! İki kişinin kendi uykusunu ayrı ayrı uyuması, birlikte uyumak değildir, ama aynı uykuyu uyumak, birlikte uyumaktır. Sen ve ben Rosario, aynı uykuyu uyuyabilsek."

" -Evet Augusto, evet. - diye sürdürdü konuşmasını Don Avito, - yaşamın tek öğretmeni yalnızca yaşamdır; bunun yanında pedagoji hiç kalır. Yaşamak yalnızca yaşayarak öğreniliyor ve her insan yaşamın çıraklığına yeniden başlamak zorunda."

"-Rol yapmak hepimizin hoşuna gider, Küçük Bey, hiç kimse kendisi değildir, başkalarının yaratılarıdır."

"Bu yazar, Latince olarak her erkeğin nasıl tek bir ruhu varsa, bütün kadınların yalnızca tek bir ruhu, birbirinin aynı ruhu, kollektif ruhu olduğunu yazıyor....'Kadınlar' diyor bu yazar, erkeklerden daha çok birbirlerine benzerler, çünkü hepsi tektir ve aynı kadındır."

" Gerçekten de bilim karşılaştırmadır; ama kadınlar söz konusu oldu mu, karşılaştırmaya değmez. Bir insan bir kadını, yalnızca bir kadını iyi tanıyorsa, hepsini tanıyor, Kadın'ı tanıyor demektir."

"- Kadınla ilgili psikolojik tek deney evlenmektir. Evlenmeyen insan, psikolojik açıdan kadın ruhunu asla deneyemez. Kadın psikolojisinin ya da ginepsikolojinin tek laboratuvarı evliliktir."

"- Evet, 'Sanatın en iyi kurtarıcılığı, insana var olduğunu unutturmasıdır' diye bir söz duymuştum. Kendi kendine eğlenmek, acılarını unutmak için kendini roman okumaya veren insanlar vardır."

14 Haziran 2021 Pazartesi

Benim Hüzünlü Orospularım - Gabriel Garcia Marquez

Kahramanımız, yaşamı boyunca hiçbir kadınla parasını ödemeden yatmamış yaşlı bir gazeteci. 90. yaş gününde kendine bir armağan vermeye kalkışır. Eskiden tanıdığı  bir genelev patroniçesini arar ve el değmemiş bir genç kızla birlikte olmak istediğini söyler. Ama işler hiç umduğu gibi gitmeyecek, ihtiyarlığının sonunda aşkı bulacaktır.

Yaşlılık, geçip giden ömür ve aşk ilişkileri çok güzel anlatılmış. Bu kısa roman 1982 Nobel Edebiyat Ödülü almış.

Alıntılarım ise şöyle:

"O günden sonra hayatı yıllarla değil onyıllarla ölçmeye başlamıştım. Ellili yıllarım belirleyici olmuştu, çünkü neredeyse herkesin benden genç olduğunun bilincine varmıştım. Altmışlı yıllarım, yanılmak için artık vaktimin kalmadığı kuşkusuyla en yoğun geçenler oldu. Yetmişliler, belki de son yıllarım olabileceği düşüncesiyle korkutucuydu. Her şeye rağmen, doksanıncı yaşımın ilk sabahı Delgadina' nın mutlu yatağında sağ olarak uyandığımda, hayatın Herakleitos' un dalgalı ırmağı gibi akıp giden bir şey olmadığı, ızgaranın üzerinde öbür yana dönüp bir doksan yıl daha kızarmaya devam etmek için tek bir fırsat olduğu gibi hoş bir düşünce geçmişti aklımdan."

"  'Ne yaparsan yap, ama o çocuğu kaçırma' dedi. 'Dünyada tek başına ölmekten daha büyük bir felaket olamaz.' "

"Seks, insanın aşkı bulamadığında elinde kalan bir tesellidir."

2 Mayıs 2021 Pazar

Teke Şenliği - Mario Vargas Llosa

Bir arkadaşımın tavsiyesiyle okudum. Şimdiye kadar okumamam
eksiklikmiş. Bir ülkenin yönetiminde diktatörün olmasının ülkeden, halkından ve yönetimdeki idarecilerden neler götürdüğünün yaşanmış hikayesidir. 

Teke Şenliği, 31 yıl Dominik Cumhuriyeti’nde hüküm süren ve bu süreçte yaklaşık 50 bin insanın ölümünden sorumlu tutulan Diktatör Rafael Trujillo, namı diğer Teke’nin iktidarı süresince yaşananlara, diktatörün has adamlarından birinin kızı Urania Cabral’in ve diktatöre suikast düzenleyen bir grup Dominikli vatanseverin gözünden bakıştır... Söz sözü bağlar ve araya diktatörün anlatımları da girer. Nobel ödüllü yazar Llosa’nın gerçek kişiler arasına ustaca yerleştirdiği “kurgu kahramanlar” öyküyle öylesine bütünleşmiştir ki gerçek sanılabilir. Çok canlı, gerçekçi ve zengin anlatımıyla Teke Şenliği, diktatörlük üzerine yazılmış önemli eserlerden biridir.

Kitaptan alıntılarım ise şöyle:

"Hala, Tanrı'nın yerini bana bıraktığına inanıyor musunuz? Bu ülkeyi kurtarma sorumluluğunu bana mı verdi? diye sordu. Trujillo, kaygı ve ironi karışımı bir ifadeyle.
'Buna olan inancım daha da arttı ekselans' diye hemen yanıtladı Balaguer, ince ve net bir ses tonuyla. 'İlahi bir gücün desteği olmadan Trujillo, bu insanüstü misyonu gerçekleştiremezdi. Bu ülke için siz Yüce Tanrı'nın elisiniz.' "

"Aşık olmak, derdik; ona düştü gönlüm. Düşen kadınlardık biz. Buna inanırdık, aşağı doğru olan bu harekete: öylesine sevecen, uçmak gibi, ancak aynı zamanda öylesine ürkünç, öylesine sıradışı, öylesine beklenmedik. Tanrı aşktır, derlerdi bir zamanlar, ancak biz bunu tersine çevirmiştik ve aşk, cennet gibi, hemen elimizin altındaydı. Yanıbaşımızdaki o özel erkeği sevmek ne denli güçse, o denli çok inanırdık aşka, soyut ve bütüncül. bekliyorduk, her zaman, cisimleşmesini. Bu sözcüğün ete kana bürünmesini."

"..Trujillo'ya kendisi için bir Şef, bir devlet adamı, Cumhuriyetin kurucusu olmakla kalmayıp bir model insan, bir baba olduğunu söylerdi. Böylece karabasan sona ererdi. Küçücük yazısıyla bir sayfanın köşesine kaydettiği Ortega y. Gasset'nin satırlarını bulmuştu. 'Bir insan eskiden olduğu ya da gelecekte olacağı yerde sonsuza dek kalmaz. Bir gün olduğu yere gelmiştir, herhangi bir başka gün artık orada olmayabilir.' Bu felsefenin sözünü ettiği geçiciliğin yaşayan bir örneğiydi işte kendisi."

"Cabral duvarda, kitap raflarının arasında bir çerçeve içinde Tagore'den bir alıntı gördü:
'Bir kitap açık olduğunda konuşan bir beyin, kapalı olduğunda beklemede olan bir arkadaş, unutulduğunda bağışlayan bir ruh, yok edildiğinde ağlayan bir yürektir.' "

"..Napacaksın, siyaset böyle işte. Cesetler arasından yolunu bulmayı bileceksin."

"Trujillo'nun otuz bir yıldır zorla bütün Dominiklilerin elinden aldığı bu 'özgür irade' ye sahip olunduğunda sigaranın dumanı, sıcak bir günde denize girmek, cumartesi günü sinemaya gitmek, radyoda çalınan merengue müziğini dinlemek bedende ve ruhta bambaşka bir tat bırakırdı kesin."

4 Mart 2021 Perşembe

Savaş ve Barış - Tolstoy

Savaş ve Barış. Bir klasik. Çok önce okudum ancak buraya yazmaya yeni sıra geldi. 
Napoleon’un Rusya’yı işgalini anlatan dev bir savaş romanı, aynı zamanda bir Rusya panoraması. 1800’lerin ortalarında Rusya’nın içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik koşullar, kentlerde, köy ve kasabalarda, büyük çiftliklerde sürdürülen hayat, dönemin önde gelen kişilikleri, saray yaşamı, özellikle üst sınıf ustaca anlatılıyor. Savaşmanın anlamını bulmakta güçlük çeken genç subay Andrey; muazzam servetine rağmen gerçek mutluluğu bulamayan Piyer; masum bir genç kız iken çekici bir kadın haline gelen Nataşa. Savaşın yıkımı Moskova'yı sarar, farklı kaderler birbirine karışır.

Okunması gereken bir klasik. Alıntılarımdan bazıları ise şöyle:


" 'Bu yabancı buraya sırf benim için mi geldi?' diye kendi kendine sordu. Cevabını kendi verdi 'Evet, yalnız benim için...Bence o bütün dünyadan, her şeyden daha değerli.' "

" 'Mariya, affetmek kadınların erdemidir. Ama erkekler için iş değişir. Onlar ne unutmalı, ne de affetmelidirler' Anatoliy'e duyduğu kin kalbinde birden şahlandı."

"O halde güle güle git Andrey...Acıları, Tanrının verdiğini, bundan insanların suçlu olmadıklarını hatırla."

"Evet Moskova yanıyor kardeşlerim. Moskova, bizim ak duvaklı anamız."

" 'Aşk...' diye düşünde. 'Aşk nedir?' Ölümün inkarı, hayatın kendisidir. Bütün anlayabildiklerimi, yalnız aşk sayesinde anladım. O her şeyi kapsıyor. Aşk Tanrı'dır. Ölmek de, aşkın ufak bir parçası olan benim, aşkın sonsuz kaynağına dönmem demektir.' Sonra kabuslarla dolu derin bir uykuya daldı."

"..güzellik için sevilmez, sevdiğin güzeldir...!"

"O, günümüzün ahlak yoksunu dünyası için haddinden fazla iyi ve temiz yürekli."

"Sağlığım nasıl olabilir... duygusal olarak bu kadar acı çekerken? Bu devirde duyguları olan birinin iyi olabilmesi mümkün mü?"

" Zafer kazanmak barut kokusu almayanlara herhalde çok kolay geliyordur. "

"Herkesten çok güldü. Belli ki acı çekiyor."

21 Aralık 2020 Pazartesi

Amcanın Düşü - Dostoyevski

 Okuma grubunda okuduğumuz bir kitaptı Amcanın Düşü ya da Rüyası. Okuma planımda yoktu ama iyi ki de okumuşum. Eserde yaşlı ve zengin bir prens ve kızını ona vermeye çalışan para peşindeki bir anne ekseninde onun çevresindeki taşralı Rus sosyetesi anlatılıyor. Bol diyaloglu sizi sıkmayacak bir kitap. Dikkatimi çeken bolca Sheakspeare eleştirisi ve dönemin insanlarının Fransız özentisinde olması.

Alıntılara gelince:

"Öylesine güzelsin ki, insan güzelliğine bir krallık feda eder!"

Her şey ölür, her şey, hatta anılar bile!.."

"İçinden gelirse başkasını sev, ölenle ölünmez. Yalnız seyrek de olsa hatırla beni..."

"Evet! Gücü, ünü, nüfusu, her şey bir gecede gitmiş, yok olmuştu. Marya Aleksandrovna, bir daha belini doğrultamayacağını anlıyordu. Çevresinde kurduğu, yıllardır süren baskı düzeni bir daha canlanmamak üzere yıkılıyordu. Ne kalıyordu ona -felsefe yapmak mı? Hayır, felsefe yapmadı o, bütün gece kudurup durdu. Zina'nın  şerefi beş paralık olmuştu; bitmez tükenmez dedikodular başlayacaktı...Korkunçtu, korkunç!.."

"Zaten felaket hiçbir zaman tek başına gelmez..."

14 Aralık 2020 Pazartesi

Ötekinin Rüyası - Julio Cortazar

Adını duyduğum, kitaplarını, öykülerini merak ettiğim bir yazardı Julio Cortazar. Büyük bir hevesle Ötekinin Rüyası adlı kitabını aldım. Hacimli de bir kitap. Elimden düşmek bilmeyen bir kitap oldu. Elimden düşmedi derken bitmek bilmedi yani. Kitap sıktıkça ben direndim. Belki bundan sonraki öykü iyidir, bu değilse öbü
rü iyidir derken zorla kitabın sonuna geldim. Kısacası öyküleri bana hitap etmedi. Yani ne kişileri anlayabildim, ne olayları kavrayabildim. Bir anda birileri öyküye giriyor, birden bir mekandan bir mekana geçiliyor ne olduğunu anlamak mümkün değil. Yalnızca ben mi böyle hissettim bilmiyorum, başkalarının yorumlarına da bakmak lazım. Yalnızca ben anlayamamışsam gerçekten üzülürüm. Hele uzun öyküleri çok sıktı. Kitapta Öteki Yaka, Hayvan Hikayeleri, Gizli Silahlar ve Oyunun Sonu adlı değişik yıllarda yayınlanmış öykü kitapları birleştirilmiş. Seveni çok. İyi okumalar.

Var biraz alıntı:
"İnsan uyuyakalır; hepsi bu. Uykunun kapısından tam olarak ne zaman geçildiğini kimse söyleyemez."

"Yartım daire şeklinde dizilmişler, genç kızlıktaki görünümlerini hiçbir zaman kaybetmemiş olan küçücük omuzlarına haddinden ağır gelen bir yükten nihayet kurtulmuşçasına bitkin bir halde yatan Paula'ya bakıyorlar. Upuzun kirpiklerinin gölgesi gri elmacıkkemiklerinin üzerine belli belirsiz bir şekilde düşürüyor. Doktorlar ölümünün yavaş ama bir meyvenin olgunlaşıp düşmesi gibi acımasız olduğunu söylediler. Ve beş arkadaşın aklından sırasıyla aynı şefkatli ve bildik düşünce geçiyor: 'Sanki uyuyormuş gibi' " 

 " 'Yorgunum' diyor kendi kendine. 'O kadar çok düşünmek, o kadar çok arzulanmak zorunda kaldım ki...' Sözcüklere gerek kalmadan Tanrı'nın yorgunluğunu anlıyor. Tamamen mutlu olmak için  onun da yedinci güne ihtiyacı var."

"Tam o sırada Dedee Nescafe hazırlayacağını söyledi. En azından bir kutu Nescafe'leri olduğunu bilmek beni sevindirdi. Ne zaman bir kişinin bir kutu nescafe'sinin olduğunu öğrensem, onun sefaletin dibinde olmadığını anlarım; bu hala biraz daha dayanabileceğinin göstergesidir."

30 Ekim 2020 Cuma

Peygamberin Son Beş Günü - Tahsin Yücel

Kumru ile Kumru kitabından sonra okuduğum ikinci Tahsin Yücel kitabı. Bu kitaba başladıktan sonra kendime kızdım. Bir kitapsever olarak şimdiye kadar neden daha çok Tahsin Yücel kitabı okumadım diye. Gerçekten güzel bir kurgu, güzel bir roman. Roman 1993 Orhan Kemal roman ödülünü alıyor. Peygamber lakabıyla anılan Rahmi Sönmez ve Fehmi Gülmez ile aşkları Feride'nin dönemin şartları içinde sosyalist mücadelelerini anlatılıyor. Rahmi ve Fehmi mücadeleye sosyalist olarak başlamışlar ancak Fehmi daha sonra kapitalizmin çarkına kendini kaptırmıştır. Bir de torun Nazım var ki onunla dede Rahmi'nin sohbetleri ibret verici. Kitabın adına bakmayın Peygamberin son Beş Günü tam bir devrimci romanı. Tahsin Yücel'in diğer kitaplarını da okumalıyım.
   
Romandan öğrendiğimdaha önce hiç duymadığım kelimeler de var:
somutlaşım, yarsımak (benimsemek, bağlanmak), eytişim(sav ve karşı savdan bileşime ulaşma yöntemi), kalıt hakları, öykünü, uzaksıllık, oylumsal, kılgısal(yalnız kuram, düşünce alanında kalmayarak eyleme dönüşen, eyleme ilişkin olan, uygulamalı.), anıştırmak (gazetenin anıştırdığına göre), oluntu(gerçekleşmiş olay, olmuş bir iş.), ayrımsamak, kenter sınıfı (Tahsin yücel romanlarına has bir kelime; burjuvazi anlamında), yetkeci (otoriter) bir anlatım gibi.

Alıntılarım ise şöyle:

"Peygamber, göğsünde United States/ Outsiders yazılı renk renk pijaması, delikanlıyla birlikte kapının önüne çıktı, iyiden iyiye kararmış pervazın üstünde, paslanmış, onunla bütünleşmiş olmasına karşın, doğmamış bir tayın nalını, düşündüren küçücük bir nal gördü. Hem şaşırdı, hem duygulandı; ta çocukluğundan beri hiç ayrımına varmamıştı bu nalın, ama, şimdi, ayrımına vardıktan sonra, güzel buldu, bir duygu uyandı içinde; ancak çoktan tarihe karışmış olması gereken bir kenter değerini simgelediğini, karşısında içlenmesininse benliğinde bir kenterlik tortusunun varlığına tanıklık ettiğini düşünmekte gecikmedi. Büyük b ir adım atmak üzere olduğu şu anda, gözü yaşlı duygusallıklardan uzak durması gerekirdi."

"Çayın hazzına sigaranın tadı da eklenince yumuşak bir esenlik duygusu yayıldı benliğine. Ozanlığı tuttu, 'Mezarlıkta ilk günüm' diye düşündü, 'her zaman böyleyse, hep böyle çay, sigara ve halktan insanlar bulunabiliyorsa, öbür dünya hiç de kötü bir dünya sayılmaz' Yenilip içilen, insanlarla karşılaşılabilen bir öbür dünya düşüncesi, Feride'nin mezarı başında düşündüklerini getirdi usuna, çoktan başlamış bir konuşmayı sürdürür gibi.." 

"Öyle görünüyordu ki, devrim uzaktan bakınca dünyanın son sınırı gibi görünen yüksek bir dağdı; tepesine ulaştın mı hemen bir başka çevren açılıyordu önünde, sınır yeniden uzaklaşıyordu. Böylece , Peygamber, düşündüğünü baş döndürücü bir hızla uygulamasına karşın, sonunda hep aynı noktaya, hep çıktığı yere geliyordu. Kesin olan bir şey varsa, o da köprüleri yaktığı ve ne pahasına olursa olsun geri dönmeyeceğiydi."

" 'Gözüne ne oldu?' diye sordu yalnızca.
   Peygamberin beyninde bir ışık çaktı birden, günün birinde birilerine söylemeyi nicedir düşleyip de söylemekten çoktan umudu kestiği sözü anımsadı:
   'Faşizmin küçük bir armağanı', dedi.
   'Ne demek istiyorsun?'
   'Ne demek isteyeceğim? Polisin yumruğunun izi işte.' "

"Peygamber bu sıkıyönetim döneminde bir polisçe zararsız insan olarak değerlendirilmesinin aykırılığından çok, sokakta bir polisin kolunda yürümenin aykırılığı karşısında ürperiyordu, durumu aydınlığa kavuşturmak istedi:
  'Evet haklısınız', diye yanıtladı. 'Komünistler insanların zararına değil, yararına çalışmışlardır her zaman, her zaman da çalışacaklardır.' "

" 'Hoppala! Allahın işi ne burada?' diye düşündü Peygamber, gözlerini tavana dikti. Bir kez daha, açıklıkla görülüyordu ki, halkı anlamak başka, halkın düzeyine inmek başkaydı, en büyük sorun burada yatıyordu belki; kenter sınıfının onu ortaçağın karanlıkları içinde tutma çabaları da işin içine girince, göbek bağın hep halka bağlı kalsa bile, düşünce bağların ister istemez ondan kopuyordu. Ne var ki, düşüncesini anlamıyor diye, hatta tutucudur diye halka sırt çevirmek değil, onu anlamaya çalışmak ve ona çıkarının nerede olduğunu göstermek gerekirdi."

" 'Öyleyse neden satıyorsun kitaplarını çok mu sıkıntıdasın?'
 'Hayır sıkıntıda değilim, kitap artık tarihe karışıyor da ondan satıyorum' dedi peygamber, her işin püf noktasını bilen insanlar gibi gülümsedi gene. 'Devrimci gençler geleceğin kitapsız da kurulabileceğini gösterdiler bize. Çağa ayak uydurmasını bilmek gerek.' "

"..Ayrıca tez, antitez, sentez, ölebilmek için öldüren gerektiği gibi, gerçek bir komünist olduğumuzu kanıtlamak için de karşımızda bilinçli faşistler bulunması gerekirdi."

"Nazım bileğini Peygamberin elinden kurtardı:
'Her şey bir yorum sorunu, büyükbaba, ya da senin deyiminle, bir kuşak sorunu' dedi. 'Senin kuşağın devrimciliği gördüğü işkenceyle, tutuklu kaldığı süreyle, yani başkasının kendisine yaptığıyla ölçülüyordu; benim kuşağımın devrimciliğiyse, kendisinin başkasına yaptığıyla, yani öldürdüğü suçlu sayısıyla ölçülüyor. Şimdi anlıyor musun?' "

9 Ekim 2020 Cuma

Boğulmamak İçin - George Orwell

1984 ve Hayvan Çiftliğinden sonra okuduğum üçüncü George Orwell kitabı Boğulmamak İçin. 1984' e göre daha anlaşılır bir kitap. Küçük bir İngiltere kasabasında doğmuş ve 1. Dünya Savaşı başlayana kadar 21 yıl burada yaşamış bir taşralı gencin, savaşla birlikte değişen hayatı anlatılıyor. Yıllar sonra doğduğu kasabaya giden ve orada eskiye dair umduğu şeyleri bulamayan George Bowling'in hikayesi. George Orwell romanlarında rastladığımız özellikleri barındıran kitap başlarda sıkan sonraları akan bir görüntü sunuyor. Konu basit ama her zamanki gibi arkasında saklanan anlamlar karmaşık ve düşünmeye değer.
Alıntılara gelince:

"Geçmiş tuhaf şey. Hep yanınızda taşıyorsunuz. Bana öyle geliyor ki on, yirmi yıl önce olmuş şeyleri düşünmeden geçirdiğiniz bir saat bile yoktur; ama yine de çoğu zaman geçmişin, bir tarih kitabındaki bir sürü bilgi gibi, öğrendiğiniz bir olgular kümesinden ibaret kalması dışında bir gerçekliği olmuyor. Derken rastgele bir görüntü  ses veya koku ama özellikle de koku sizi bir anda alıp götürüyor ve o zaman da geçmişi hatırlamakla kalmıyor, içine giriyorsunuz."


"....bir tür ilaçtı Kutsal Kitap, yutmanız gereken bir şekilde gerekli olduğunu bildiğiniz acayip bir tadı olan bir şeydi."

"Savaş çıkmasaydı ben ne olurdum? Bilmiyorum ama şu an olduğumdan farklı biri olacağım kesin. Savaş eğer sizi öldürmüyorsa düşündürmeye başlaması kaçınılmazdı. O tarif edilmez aptalca kargaşadan sonra kimse toplumu piramitler gibi ebedi ve tartışılmaz bir varlık olarak göremezdi. Toplumun sabun köpüğü gibi olduğunu artık herkes biliyordu."

"Balık tutmayla ilgili en iyi anılarımın asla yakalayamadıklarım hakkında olduğunu söylemiştim."

"Ayağımı gaza iyice bastım. Aşağı Binfield'e gitmenin düşüncesi bile iyi gelmişti. Nasıl bir duyguya kapıldığımı tahmin edersiniz. Boğulmamak için su yüzüne çıkıyordum! ..Bir çöp kutusunun dibinde boğuluyoruz hepimiz; ama ben yüze çıkmanın yolunu bulmuştum. Aşağı Binfield' e dönüyordum." 

"Bir insanın kalbi durunca öldüğünü söyleriz.Belki insan asıl beyni durunca ölüyor, yeni bir düşünceyi idrak etme gücünü yitirince."

"Savaş eğer sizi öldürmüyorsa düşündürmeye başlaması kaçınılmazdı.O tarif edilmez aptalca kargaşadan sonra kimse toplumu piramitler gibi ebedî ve tartışılmaz bir varlık olarak göremezdi.Toplumun sabun köpüğü gibi olduğunu artık herkes biliyordu."

"Savaş insanların başına olmayacak şeyler getiriyordu.Ve asıl sıra dışı olan şey onun insanları nasıl öldürdüğünden çok,onları bazen nasıl öldürmediğiydi."

"Ben çocukken her gölet ve derede balık olurdu. Şimdi göletlerin hepsi kurudu, dereler de kimyasallarla zehirlenmediyse bile paslı teneke kutuları ve motosiklet lastikleriyle doldu."

15 Eylül 2020 Salı

Kolera Günlerine Aşk - Gabriel Garcia Marquez

Yüz Yıllık Yalnızlık'tan sonra okuduğum ikinci Marquez kitabı. İlkinde çok sıkılmıştım. Çok karakter vardı. Uzun uzadıya süren konular, cümleler beni çok sıkmıştı. Hakikaten de kitap sanki yüz yıl sürmüştü. Kolera Günlerinde Aşk romanı ise sıkıcı değildi. Ben çok sevdim. İçinde tarih var, aşk var. Yazar o kadar güzel, o kadar ayrıntılı anlatıyor ki, uzun cümleler bile okuyana sıkıntı vermiyor. Gereksiz ayrıntıya giren yazarların kitapları sıkıcı olur ama Marquez öyle güzel anlatıyor ki mest oluyorsunuz. En önemsiz ayrıntı, bir elbise, bir eşya yazarın dilinde bir sanat eserine dönüşüyor. Tabi kitabın bu güzelliğinde çevirmenin de büyük payı var.
Kitapta sevdiği kadını 51 yıl 9 ay 4 gün bekleyen Florentino Ariza'nın sevdiği kadınla Fermina Daza ile olan mektuplaşmaları ve bu merkezde geçen hayat hikayeleri anlatılıyor. Avrupa'da koleranın yaygın olduğu zamanlara rast gelen bir aşk hikayesi.

Alıntılarım:

"Florentino Ariza, uzun mu uzun yaşamları boyunca onca karşılamaları sırasında , Fermina Daza'yı yalnız görme, onunla yalnız konuşma olanağı bulamadı hiç; tam elli bir yıl dokuz ay dört gün sonra dulluğunun ilk gecesinde, sonsuz bağlılık ve bitmeyen aşk andını yineleyinceye dek."

"Çılgın bir sevdalanma yılı oldu o yıl. İkisi de yalnız birbirlerini düşünerek, birbirlerini düşleyerek, kaygıyla birbirlerinin mektuplarını gözleyerek, aynı kaygıyla onları yanıtlayarak yaşadılar. O çılgınlık ilkbaharında, ne de ertesi yıl, birbirleriyle karşılıklı konuşma fırsatı bulamadılar. Dahası, birbirlerini ilk kez görüşlerinden yarım yüzyıl sonra Florentino Ariza'nın onu sonsuza değin seveceğini yinelediği ana değin, ne baş başa kalmak, ne de aşklarından söz etmek olanağını buldular."

Kusursuz keten giysisi, mesleğindeki titizliği, göz kamaştırıcı sevimliliği, biçimsel aşkıyla, geçmişte kalan bir başka gemiden, beyaz şapkasıyla bir veda işareti yaptı ona. 'Biz erkekler önyargıların zavallı tutsaklarıyız' demişti ona bir kez 'Oysa bir kadın, bir erkekle yatmayı aklına koymaya görsün, aşamayacağı duvar, yıkamayacağı kale, çiğneyip geçmeyeceği ahlaki düşünce yoktur artık.' "

"Her an, ancak onun yanıtlayabileceği, günlük yaşamla ilgili yığınla soru geliyordu aklına. Bir seferinde, bir türlü anlayamadığı bir şey söylemişti ona. bacağı kesilmiş kimseler, artık olmayan bacaklarının yerinde acıları, krampları, karıncalanmaları duyarlar. Onsuz kendisi de böyle duyumsuyordu kendini, artık olmadığı yerde duyuyordu kocasını."

"Salgın başladığı gibi ansızın bitti, hasarın niceliği de hiçbir zaman bilinemedi; saptanması olanaksız olduğundan değil, kendi felaketimizden duyduğumuz utancın bizim en olağan özelliklerimizden biri olduğundan."

"Bir günden bir güne içinde sürüklenircesine dolaştığı kocaman, bomboş kalan yabancı bir evde bir hortlak gibiydi, kimin daha ölü olduğunu soruyordu kendi kendine üzüntüyle, ölenin mi, yoksa geride kalanın mı?"

"Genç olmak için kötü bir dönemdi o dönem. Her yaşın kendine göre bir giyim tarzı vardı; ama yaşlılığın tarzı ergenlikten hemen sonra başlıyor, ta mezara dek sürüyordu. Yaşın da ötesinde, bir toplumsal saygınlıktı bu. Gençler tıpkı dedeleri gibi giyiniyorlar, vakitsiz taktıkları gözlüklerle kendilerini daha saygıdeğer kılıyorlardı; otuzundan sonra baston iyi gözle görülen bir şeydi. kadınlar içinse yalnızca iki yaş vardı; evlenme yaşı -ki bu yirmi ikiyi geçmiyordu- bir de sonsuza dek erden (bakire) kalma yaşı; evde kalmış kızlar. Ötekiler, evli olanlar, anneler, dullar, nineler, onlar ayrı bir türdü; yaşlarını, yaşadıkları yıllara göre değil, ölmek için geri kalan yıllara göre hesaplıyorlardı."

"Ancak Tanrının sonsuz lütfuyla var olabilen saçma bir icattı evlilik. Birbirini yeni tanıyan, aralarında hiçbir akrabalık olmayan, yapıları başka, kültürleri başka, hatta cinsleri bile başka iki insanın birdenbire kendilerini birlikte yaşamaya, aynı yatakta yatmaya, belki de her biri başka başka yönlere gitmek çizilmiş iki yazgıyı bölüşmeye mahkum bulmaları her türlü bilimsel düşünceye aykırıydı. 'Evliliğin sorunu şu' diyordu, 'her gece seviştikten sonra sona erer, her sabah kahvaltıdan önce yeniden kurulması gerekir.' "

"Bilimsel bir temele dayanmasa da, Doktor Juvenal Urbino, salt deneyleriyle, ölümcül hastalıkların çoğunun kendine özgü kokuları olduğunu biliyordu, ama hiçbiri yaşlılığınki gibi özel bir koku değildi. Teşrih masasında boylu boyunca uzanmış açık cesetlerde algılıyordu bu kokuyu; yaşlarını hiç göstermeyen hastalarda, giysilerine sinen terde, karısının uykusundaki güçsüz soluğunda tanıyordu onu. Öteden beri iyi bir hristiyan olmasaydı, yaşlılığın zamanında önlenmesi gereken, saygınlıktan yoksun bir durum olduğu konusunda Jeremiah de Saint Amour'a hak verirdi."

"jeremiah de Saint Amour, hiçbir anlamı olmayan bir tutkuyla seviyordu yaşamı; denizi ve aşkı seviyordu, köpeğini ve onu seviyordu ve gün yaklaştıkça, ölümü kendi kararlaştırdığı bir lşey değilmiş de, amansız bir yazgıymış gibi umarsızlığa yenik düşüyordu."

"... beratlı ilaçlara güvensizliği her seferinde biraz daha artıyor, cerrahinin yaygınlaştığını dehşetle görüyordu. 'Bisturi, tıbbın başarısızlığının en güçlü kanıtıdır,' diyordu. Dar bir ölçütle, tüm ilaçların zehir olduğuna, besinlerin yüzde yetmişinin ölümü çabuklaştırdığına inanıyordu."

"Kaptan Fermina Daza'ya baktı, kirpiklerinde bir kış kırağısının ilk pırıltılarını gördü. Sonra Florentino Ariza'yi onun yenilmez gücüne, gözü pek aşkına baktı; gecikmiş bir kuşku ürküttü onu; ölümden çok yaşamdı sınırsız olan.
Peki bu Allahın cezası gidiş gelişleri ne zamana dek sürdürebileceğimizi sanıyorsunuz?' diye sordu.
Florentino Ariza'nın yanıtı, gecelerle birlikte, tam elli üç yıl, yedi ay, on bir günden beri hazırdı:
'Bütün bir yaşam boyu', dedi."

Damların üstünden uğuldayarak geçen top atışlarıyla uyandı, gün ağarıncaya dek kocasının üstün niteliklerini saydı döktü; onsuz ölmekten başka bir sadakatsizlikle suçlamadı kocasını; onun hiçbir zaman, şimdi üç parmak boyunda bir düzine çiviyle çivilenmiş tabutunun içinde, toprak altında iki metre derinlikte olduğu kadar kendisinin olmadığını bildiği için kurtulmuş hissediyordu kendini.
'Mutluyum', dedi 'çünkü evde olmadığı zamanlarda onun nerede olduğunu ancak şimdi kesinlikle biliyorum.' "

"Felaketin olduğu öğle sonundan beri ilk kez ağladı, bir başına, kimse görmeden; tek ağlama biçimiydi bu onun. Kocasının ölümü, yalnızlığı, öfkesi için ağladı, boş yatak odasına girince de kendine ağladı; çünkü erdenliğini yitirdiği andan beri o yatakta yalnız başına çok seyrek yatmıştı. Kocasına ait her şey hıçkırıklara boğuyordu onu, ponponlu terlikleri, yastığının altındaki pijaması, yarımay biçimindeki tuvalet masasının onsuz boşluğu, onun, tenine sinen kokusu. Belli belirsiz bir düşünce ürpertti onu: 'İnsanın sevdikleri tüm eşyalarıyla birlikte ölmeli.' "


12 Haziran 2020 Cuma

Gülünesi Aşklar - Milan Kundera

Uzun zamandır Milan Kundera okumamıştım. İlk okuduğum romanı "Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği" ni bundan belki 25 yıl önce okumuş olabilirim. Karantina günlerinde bir arkadaşımdan gelen "Beraber seçtiğimiz bir kitap okuyalım sonra onu telefonda görüntülü tartışalım" önerisi üzerine bu kitaba başladım. Kitapta birbirinden farklı yedi öykü var. Bunlar Hiç Kimse Gülmeyecek, Sonsuz Arzunun Altın Elması, Otostop Oyunu, Kolokyum, Yaşlı Ölüler Yerlerini Genç Ölülere Bıraksınlar, Dr. Havel Yirmi Yıl Sonra ve Edward ile Tanrı adlarını taşıyorlar. hepsi birbirinden güzel, ilişkiler ve aşk üzerine kurulmuş öyküler. 


Kitaptan alıntılar ise şöyle:

"Şimdiki zamanı kat ederken gözlerimiz bağlıdır. Çok çok yaşamakta olduğumuz şeyleri sezebilir ve tahmin edebiliriz. Ancak daha sonraları, gözlerimizin bağı çözüldüğünde ve geçmişi incelediğimizde ne yaşamış olduğumuzu fark eder, yaşadıklarımızın anlamına varırız."


"Sana bir öğüt vermemi istersen şu sözümü kulağına küpe et: Gelecekte dürüst ol ve yalan söyleme, çünkü bir kadın yalan söyleyen bir erkeğe saygı duyamaz."


" 'Doğanın tuhaf bir yasası bu' dedim Martin'e 'çirkin kadın daha hoş olan arkadaşının parıltısından yararlanmayı umuyor ve hoş olan da arkadaşının çirkinliğinin yarattığı fonda daha büyük bir parıltıyla parlamayı umuyor."


"Hayatta önemli olan, herkesten daha çok sayıda kadına sahip olmak değildir, çünkü bu yalnızca görünüşte bir başarıdır. Daha çok insanın kendi beğenisini eğitmesi söz konusudur, çünkü insanın kişisel değeri bu beğenide ifadesini bulur. Şunu unutmayın ki dostum, gerçek bir balıkçı küçük balıkları suya geri atar."


"Benim bir kadın koleksiyoncusu olduğumu söylüyorlar. Gerçekte, ben daha çok bir sözcük koleksiyoncusuyum."


"Erotizm yalnızca bedene duyulan arzu değil, buna eş ölçüde, onura duyulan arzudur. Bizden hoşlanan ve bizi seven, sahip olduğumuz bir yatak arkadaşı, bizim aynamız olur, önemimizin ve değerimizin ölçüsüdür o."

25 Mayıs 2020 Pazartesi

Ömür Diyorlar Buna - Ayfer Tunç

Yıllar önce "Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek" adlı nostaljik kitabını okumuştum Ayfer Tunç' un. Geçen yıl aldığım Edebiyat Takviminin bir sayfasında bu kitabından küçük bir alıntı gördükten sonra bu kitabından haberdar oldum ve aldım.

Kitap, Yedi Kadın, Şehirden sesler, İki Çocuk, Kitaplardan Doğanlar ve Üç Portre Denemesi adlı bölümlerden oluşuyor.

Çeşitli dergiler ve gazetelerde basılmış yazıları, hikayeleri ve bazıları da gerçek yaşam öyküleri, portreler. Hepsi birbirinden güzel anlatılar. Sohbet eder gibi sıkmadan anlatılmış.

Alıntılara gelince:

"Bir an yaşlıların yalnızlıklarıyla ne tuhaf bir ilişkileri olduğunu düşündüm. Hem delicesine bağlıydılar, en yakınlarına, bile tahammül edemiyorlardı, hem de şiddetle korkup kurtulmak istiyorlardı yalnızlıklarından. Yalnızlık avuçlarında bir kor parçası gibi duruyordu, ne kimseye vermeye kıyabiliyorlar ne yanmaktan kurtulabiliyorlardı."

"Biliyor musun ki, iyi yaşanmış hayat bir hazinedir..."

"Gerçek ile kurmacayı birbiriyle örtüştüren de, ayrıştıran da hayattır..."

"İncir ağacı doğurgan ve çilekeş annelere benzer. Sütlüdür. Kayayı deler. İlle de yaşar, tırmanır, büyür, doğurur. Ne meyvesi ne çiçeği kokar. Bu nedenle inciri ısırdığım an, bir mucizeyle karşılaşmışım gibi bir duyguya kapılırım. Kendini belli etmeyen bu meyve, ne ilahi bir lezzete sahiptir."

"Fotoğraflar yalan söyler; romanlar, hikâyeler zaten tümüyle yalandır, ama ne güzel yalanlar..."

"Bitmez tükenmez bu dert, ömür diyorlar buna.."