Bu Blogda Ara

Kolara Günlerinde Aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kolara Günlerinde Aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Eylül 2020 Salı

Kolera Günlerine Aşk - Gabriel Garcia Marquez

Yüz Yıllık Yalnızlık'tan sonra okuduğum ikinci Marquez kitabı. İlkinde çok sıkılmıştım. Çok karakter vardı. Uzun uzadıya süren konular, cümleler beni çok sıkmıştı. Hakikaten de kitap sanki yüz yıl sürmüştü. Kolera Günlerinde Aşk romanı ise sıkıcı değildi. Ben çok sevdim. İçinde tarih var, aşk var. Yazar o kadar güzel, o kadar ayrıntılı anlatıyor ki, uzun cümleler bile okuyana sıkıntı vermiyor. Gereksiz ayrıntıya giren yazarların kitapları sıkıcı olur ama Marquez öyle güzel anlatıyor ki mest oluyorsunuz. En önemsiz ayrıntı, bir elbise, bir eşya yazarın dilinde bir sanat eserine dönüşüyor. Tabi kitabın bu güzelliğinde çevirmenin de büyük payı var.
Kitapta sevdiği kadını 51 yıl 9 ay 4 gün bekleyen Florentino Ariza'nın sevdiği kadınla Fermina Daza ile olan mektuplaşmaları ve bu merkezde geçen hayat hikayeleri anlatılıyor. Avrupa'da koleranın yaygın olduğu zamanlara rast gelen bir aşk hikayesi.

Alıntılarım:

"Florentino Ariza, uzun mu uzun yaşamları boyunca onca karşılamaları sırasında , Fermina Daza'yı yalnız görme, onunla yalnız konuşma olanağı bulamadı hiç; tam elli bir yıl dokuz ay dört gün sonra dulluğunun ilk gecesinde, sonsuz bağlılık ve bitmeyen aşk andını yineleyinceye dek."

"Çılgın bir sevdalanma yılı oldu o yıl. İkisi de yalnız birbirlerini düşünerek, birbirlerini düşleyerek, kaygıyla birbirlerinin mektuplarını gözleyerek, aynı kaygıyla onları yanıtlayarak yaşadılar. O çılgınlık ilkbaharında, ne de ertesi yıl, birbirleriyle karşılıklı konuşma fırsatı bulamadılar. Dahası, birbirlerini ilk kez görüşlerinden yarım yüzyıl sonra Florentino Ariza'nın onu sonsuza değin seveceğini yinelediği ana değin, ne baş başa kalmak, ne de aşklarından söz etmek olanağını buldular."

Kusursuz keten giysisi, mesleğindeki titizliği, göz kamaştırıcı sevimliliği, biçimsel aşkıyla, geçmişte kalan bir başka gemiden, beyaz şapkasıyla bir veda işareti yaptı ona. 'Biz erkekler önyargıların zavallı tutsaklarıyız' demişti ona bir kez 'Oysa bir kadın, bir erkekle yatmayı aklına koymaya görsün, aşamayacağı duvar, yıkamayacağı kale, çiğneyip geçmeyeceği ahlaki düşünce yoktur artık.' "

"Her an, ancak onun yanıtlayabileceği, günlük yaşamla ilgili yığınla soru geliyordu aklına. Bir seferinde, bir türlü anlayamadığı bir şey söylemişti ona. bacağı kesilmiş kimseler, artık olmayan bacaklarının yerinde acıları, krampları, karıncalanmaları duyarlar. Onsuz kendisi de böyle duyumsuyordu kendini, artık olmadığı yerde duyuyordu kocasını."

"Salgın başladığı gibi ansızın bitti, hasarın niceliği de hiçbir zaman bilinemedi; saptanması olanaksız olduğundan değil, kendi felaketimizden duyduğumuz utancın bizim en olağan özelliklerimizden biri olduğundan."

"Bir günden bir güne içinde sürüklenircesine dolaştığı kocaman, bomboş kalan yabancı bir evde bir hortlak gibiydi, kimin daha ölü olduğunu soruyordu kendi kendine üzüntüyle, ölenin mi, yoksa geride kalanın mı?"

"Genç olmak için kötü bir dönemdi o dönem. Her yaşın kendine göre bir giyim tarzı vardı; ama yaşlılığın tarzı ergenlikten hemen sonra başlıyor, ta mezara dek sürüyordu. Yaşın da ötesinde, bir toplumsal saygınlıktı bu. Gençler tıpkı dedeleri gibi giyiniyorlar, vakitsiz taktıkları gözlüklerle kendilerini daha saygıdeğer kılıyorlardı; otuzundan sonra baston iyi gözle görülen bir şeydi. kadınlar içinse yalnızca iki yaş vardı; evlenme yaşı -ki bu yirmi ikiyi geçmiyordu- bir de sonsuza dek erden (bakire) kalma yaşı; evde kalmış kızlar. Ötekiler, evli olanlar, anneler, dullar, nineler, onlar ayrı bir türdü; yaşlarını, yaşadıkları yıllara göre değil, ölmek için geri kalan yıllara göre hesaplıyorlardı."

"Ancak Tanrının sonsuz lütfuyla var olabilen saçma bir icattı evlilik. Birbirini yeni tanıyan, aralarında hiçbir akrabalık olmayan, yapıları başka, kültürleri başka, hatta cinsleri bile başka iki insanın birdenbire kendilerini birlikte yaşamaya, aynı yatakta yatmaya, belki de her biri başka başka yönlere gitmek çizilmiş iki yazgıyı bölüşmeye mahkum bulmaları her türlü bilimsel düşünceye aykırıydı. 'Evliliğin sorunu şu' diyordu, 'her gece seviştikten sonra sona erer, her sabah kahvaltıdan önce yeniden kurulması gerekir.' "

"Bilimsel bir temele dayanmasa da, Doktor Juvenal Urbino, salt deneyleriyle, ölümcül hastalıkların çoğunun kendine özgü kokuları olduğunu biliyordu, ama hiçbiri yaşlılığınki gibi özel bir koku değildi. Teşrih masasında boylu boyunca uzanmış açık cesetlerde algılıyordu bu kokuyu; yaşlarını hiç göstermeyen hastalarda, giysilerine sinen terde, karısının uykusundaki güçsüz soluğunda tanıyordu onu. Öteden beri iyi bir hristiyan olmasaydı, yaşlılığın zamanında önlenmesi gereken, saygınlıktan yoksun bir durum olduğu konusunda Jeremiah de Saint Amour'a hak verirdi."

"jeremiah de Saint Amour, hiçbir anlamı olmayan bir tutkuyla seviyordu yaşamı; denizi ve aşkı seviyordu, köpeğini ve onu seviyordu ve gün yaklaştıkça, ölümü kendi kararlaştırdığı bir lşey değilmiş de, amansız bir yazgıymış gibi umarsızlığa yenik düşüyordu."

"... beratlı ilaçlara güvensizliği her seferinde biraz daha artıyor, cerrahinin yaygınlaştığını dehşetle görüyordu. 'Bisturi, tıbbın başarısızlığının en güçlü kanıtıdır,' diyordu. Dar bir ölçütle, tüm ilaçların zehir olduğuna, besinlerin yüzde yetmişinin ölümü çabuklaştırdığına inanıyordu."

"Kaptan Fermina Daza'ya baktı, kirpiklerinde bir kış kırağısının ilk pırıltılarını gördü. Sonra Florentino Ariza'yi onun yenilmez gücüne, gözü pek aşkına baktı; gecikmiş bir kuşku ürküttü onu; ölümden çok yaşamdı sınırsız olan.
Peki bu Allahın cezası gidiş gelişleri ne zamana dek sürdürebileceğimizi sanıyorsunuz?' diye sordu.
Florentino Ariza'nın yanıtı, gecelerle birlikte, tam elli üç yıl, yedi ay, on bir günden beri hazırdı:
'Bütün bir yaşam boyu', dedi."

Damların üstünden uğuldayarak geçen top atışlarıyla uyandı, gün ağarıncaya dek kocasının üstün niteliklerini saydı döktü; onsuz ölmekten başka bir sadakatsizlikle suçlamadı kocasını; onun hiçbir zaman, şimdi üç parmak boyunda bir düzine çiviyle çivilenmiş tabutunun içinde, toprak altında iki metre derinlikte olduğu kadar kendisinin olmadığını bildiği için kurtulmuş hissediyordu kendini.
'Mutluyum', dedi 'çünkü evde olmadığı zamanlarda onun nerede olduğunu ancak şimdi kesinlikle biliyorum.' "

"Felaketin olduğu öğle sonundan beri ilk kez ağladı, bir başına, kimse görmeden; tek ağlama biçimiydi bu onun. Kocasının ölümü, yalnızlığı, öfkesi için ağladı, boş yatak odasına girince de kendine ağladı; çünkü erdenliğini yitirdiği andan beri o yatakta yalnız başına çok seyrek yatmıştı. Kocasına ait her şey hıçkırıklara boğuyordu onu, ponponlu terlikleri, yastığının altındaki pijaması, yarımay biçimindeki tuvalet masasının onsuz boşluğu, onun, tenine sinen kokusu. Belli belirsiz bir düşünce ürpertti onu: 'İnsanın sevdikleri tüm eşyalarıyla birlikte ölmeli.' "