Bu Blogda Ara

24 Haziran 2018 Pazar

Türkiye ve Batı Asya Tarihi- Jawaharlal Nehru

Modern Hindistan' ın kurucusu Nehru' nun Birinci Dünya Savaşı' nı,  savaş sonrası Türkiye'yi, devrim sürecinde yeniden yapılanmasını, Mustafa Kemal'i ve Türkiye'nin  çevresindeki ülkeleri değerlendirdiği bu kitabı hapishaneden kızına yazdığı mektuplardan oluşuyor. Aslında Nehru' nun mektupları daha geniş kapsamlı ancak bu kitapta Türkiye ve çevresindeki ülkeler  üzerine görüşleri ağırlıklı olarak ayıklanarak meydana getirilmiş. 

Kitabın çevirisini yapan Cüneyt Akalın; yaklaşık 200 mektuptan oluşan Dünya Tarihinden Görüşler adli kitabın Türkiye ile ilgili bölümlerinin çevirisini yaptıkça şaşkınlığının arttığını, bu bölümlerin büyük çoğunluğunun adeta bizden birinin kaleminden çıkmış gibi anlatıldığını, üstelik Nehru'nun Türkiye'nin uluslararası düzlemde suçlandığı birçok konuda -Ermeni sorunu, İzmir yangını, Yunan mezalimi, Balkanlardan göçler, Arap isyanı, hilafet sorunu vb.- anlattıklarıyla adeta uluslararası kürsülerde, Türkiye lehine tanıklık ettiğini, söylüyor. Nehru' nun 1 Ocak 1934 tarihli  önsüzünde; kitabın hapishanede yazıldığını, boş vakit gibi artıları olmakla birlikte herhangi bir referans olmamasının eksileri olduğunu, bazı kitapların eline geçtiği ancak kısa süreli faydalanabildiği, kitap okurken not alma alışkanlığını geliştirdiğini referans kitap eksikliğinin olduğunun çok açık olduğu bu yüzden anlatı bölümlerini uzun tutmak zorunda kaldığını, ayrıca, kızına yazdığı bu mektupların kişisel özel konuları da içerdiği, bunları ayıklamasının mümkün olmadığını, mektuplarda görüşlerini zaman zaman köşeli ifade ettiğini, görüşlerinin tamamen arkasında olduğunu ama zaman içinde kendisinin de tarihe bakışının değiştiğini, bugün yazmış olsaydı daha farklı yazabileceğini ya da daha farklı şeyleri vurgulayacağını, ama yazdıklarını yırtıp atarak da yeni bir başlangıç yapamayacağını belirtiyor. 


Kitapta: Nehru' nun Gözüyle Asya, Türkiye Avrupanın Hasta Adamı Oluyor, Yeni Bir Türkiye Küllerinden Doğuyor, Mustafa Kemal Geçmişten Kopuyor, Kemal Paşa, Asya'da Milliyetçilik, Muhammad İkbal,
Savaş Yıllarında Hindistan gibi bölümlerden oluşuyor.

Yandaki fotoğrafta, Jawaharlal Nehru'nun Dünya Tarihinden Görüşler adlı kitabını kaleme aldığı hapishanenin fotoğrafı yer alıyor. 

Kitaptan alıntılarım ise şöyle:

"Mustafa Kemal' in Yunanlılara karşı kazandığı büyük mücadeleyi, yaklaşık 11 yıl önce duyduğumuz zaman ne kadar çok sevindiğimizi çok iyi hatırlıyorum. Ağustos 1922' de Afyonkarahisar'da kazandığı ve ardından Yunan ordusunu İzmir'de denize döktüğü savaşı kastediyorum. Birçoğumuz Lucknow Bölge hapishanesindeydik ve Türklerin zaferini kutlamak için hapishane barakamızı sağdan soldan bulabildiğimiz şeylerle süslemiş, dahası o akşamı, cılız biçimde bile olsa, ışıklandırmaya çalışmıştık."

"Dikkat çekici bir kurum 'Çocuk Haftası'ydı. Söylendiğine göre, her yıl bir hafta boyunca her hükümet görevlisinin yerine bir çocuk görev yapıyor, tüm devlet böylece çocuklar tarafından yönetiliyordu. Bunun nasıl işlediğin  bilemiyorum ama harika bir fikir olduğunu düşünüyorum. Çocukların bazıları ne kadar şaşkın, tecrübesiz olsalar da bizim yetişkinlerin, heybetli görünümlü yöneticilerin ve görevlilerin bir çoğundan daha çılgınca davranamaz."

"Küçük ama Türkiye'nin yöneticilerinin yeni bakış açısıyla ilgili önemli bir işaret, 'selamın aleyküm' ün önüne geçilmesiydi. Yöneticilere göre el sıkışma, selamlaşmanın daha uygar bir biçimiydi ve zaman içinde bunun keyfine varılmalıydı."

" Tükenmiş, çökmüş görünen bir ulusun yeniden doğuşuna en çarpıcı örnek Türkiye'dir. Bunun onuru, büyük ölçüde, her şey kendisine karşı görünürken boyun eğmeyi reddeden kahraman lider Mustafa Kemal Paşa'dır. Kemal Paşa sadece ülkesini özgürleştirmekle kalmadı, modernleştirdi, tanınamaz ölçüde değiştirdi. Saltanata ve hilafete, kadının dışlanmasına ve eski adetlere son verdi."

"Son yılların bir başka olağanüstü özelliği kadınların toplumsal, yasal, geleneksel birçok yükten kurtulmalarıdır. Savaş Batı' da bunun itici gücü oldu. Doğu'da bile Türkiye'den Hindistan'a ve Çin'e kadar kadınlar ayağa kalktılar, ulusal ve toplumsal alanlarda büyük roller üstlenmeye başladılar. İşte böyle bir dönemde yaşıyoruz. Tarihin heyecan veren bir dönemi bu. Bu dönemde hayatta olmak ve sorumluluktan pay almak ne güzel şey."  





22 Haziran 2018 Cuma

Çocukluğun Soğuk Geceleri - Tezer Özlü



Edebiyat Dergilerinden adını sıkça duyduğum bir yazardı Tezer Özlü. Hüzünlü bir hayat hikayesi var. Bu kitapta da gençlikten olgunluğa hayatını çarpıcı ve okuyanı etkileyici ve cesurca anlatmış. Hayata küsüşü, başarısız intihar girişimleri, hastalığı ve bu dönemde yaşadıkları olaylar bu kitapta anlatılmış. İlginç, inatçı değişik bir kadın Tezer Özlü. Hayatla çok mücadele etmiş, intiharı deneyip başaramayıp göğüs kanserine yenilerek erken kaybedilen bir yazar. Kitapta anlatılanlar beni etkiledi, Karamsar bir hava esiyor kitap genelinde. Yazarın manik depresif ruh halini yansıtıyor belki de.  İlk gençlik yılları, yaşadığı ilk cinselliği, aile hayatı, okul ve hastane yılları vurucu bir şekilde anlatılmış. 

Kitaptan akılda kalan güzel sözler var: 

"..Süm, somyanın çukuruna yatar yatmaz uyuyor. Ben de çukura inen yokuşta uykuyu arıyor, Tanrı’nın var olup olmadığını düşünüyorum. Tanrının var olmayacağına inandığım geceye dek, ona hepimiz için uzun uzun yakarıyorum. Artık yakarmama gerek kalmadı. İstediğimi düşünebilirim."

"Çünkü sinir hastalığı da bulaşıcı bir şey. Hem öyle mikrop almakla değil, bir insanın umutsuzluğunu derinden algılamakla bile geçebilir."

Ölüme nasıl yakın durduğunu tüm sahiciliğiyle şöyle özetliyordu:
Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı. Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel gözükmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel ölü bir gövdeyle öç almak istediğim insanlar var.

"Neden bunalımları çözümleyemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz? Yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? Sevişmek için, ilkin nikâh imzası mı atılmalı? Ya da yalnız kalıp, yıllar yılı erkek-kadın özlemiyle kendi kendilerine mi boşalmalılar? Erkekler, kadın resimlerine mi bakıp heyecanlanmalılar? İlk kadını genelevde mi
tanımalılar? Karı-kocalar birbirlerinin gövdelerine “mal” gözüyle mi bakmalı? İnsanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor. Saptırılıyor. Çarpılıyor."

"Uzun yaşamın bir küçük kesiti. Dünyasındaki insanlardan biriydim. Onunla birlikte hiçbir şeyim ölmedi. İnsan ölümünü kendi kendine ölüyor"

" Tiyatronun taş basamağına oturmuş, doğaya bakıyorum. Birkaç
saat sonra köyden ayrılacağım. Büyük kente döneceğim. Uzun süre yalnız güneşin doğuşunu, batışını, bulutların rüzgârla birlikte koşuşunu, yağmurlu, yağmurdan sonra çok ender görülen gökkuşağını ve gökkuşağının mora bürüdüğü denizleri, dilediğimce seyretmek isterdim. Oysa koşullandırılmış bir büyük kentliyim. Doğadan ayrılıp, beton alanların, asfalt yolların kıyısındaki taş yapılara, apartmanlara döneceğim."

"Yıllar, olaylar beni hiç yıpratmamış, aksine duygularıma yön vermiş. Güzelin, bir insanı sevmenin, bir insanın tenini okşamanın, bir insanla birleşmenin kutsallığını, bu kutsallığın tadına varmayı öğretmiş bana."

"İki insanın birleşmesindeki sonsuzluk özü olmalı insan yaşamının. Özü olmalı güneşin. Özü olmalı sevişmeyi duyan ve duyuran gücün. Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri gökyüzünü bürüyen yıldızların. Akdeniz’in üzerini kaplayan mavi gökyüzünün özü olmalı bu birleşme. "

"Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri bürüyen yıldızların. İki insanın sarılarak geçirdiği bu sarsıntı özü olmalı evrenin. Sonsuza dek varan, var eden, yaşatan, yaşamı ileri çağlara 
doğru devreden bu birleşme...

"Evin holündeyiz. Günk de geliyor. Babam ikimize incir sunuyor:
-Bu kadar güzel yemişler varken, insan ölmeyi nasıl düşünür?
diyor.(Sözlerindeki gerçekliği bugün bile anlayıp anlamadığımı bilemiyorum.)

İntihar düşüncesi peşimi bırakıyor. Çoğunluk gibi doğal ölümü

bekleyeceğim."

21 Haziran 2018 Perşembe

Bozkır Kurdu'nun Düş Yolculukları - Hermann Hesse

Hermann Hesse'nin mektuplarından ve deneme yazılarından oluşan kitap. Siddharta ' dan sonra okuduğum ikinci Hesse romanı.Aslında okuyalı bayağı bir zaman oldu. 2003 yılında almıştım kitabı.  Roman demek ne kadar doğru bilmiyorum. İlk gençlik anıları, hayatı, oğlu Heiner'e yazdığı mektuplar ve araştırmalar. Babası bir hristiyan misyoner. Dindar bir ailede yetişiyor. Babasının kitaplarını okuyor ve kitaplara büyük ilgi duyuyor. Alman olmasına karşın hayatının büyük bir kısmı İsviçre' de geçiyor. Gençlik yıllarında Emil Sinclair adını kullanıyor. Kitaptaki yorumlar daha çok dini inançlar ve hristiyanlık üzerine. Hindistan anıları da büyük yer tutuyor.

Kitaptan altı çizili cümlelerim ise şöyle olmuş:


"Ama her ne kadar doğru ve iyi niyetli olsalar da, emirlerin bendeki etkisi her zaman kötü olmuştur.Uyumlu ve sabun köpüğü gibi kolay yönlendirilebilen bir yaradılışa sahip olmama karşın özellikle gençlik yıllarında, her türlü kurala karşı çıkmış ve her zaman dikbaşlı davranmışımdır. Yalnızca 'yapman gerekiyor' u duymam yeterliydi, içimde herşey tersine döner, dikkafalı biri olurdum. Bu özelliğimin, eğitim yıllarıma ne kadar kötü ve zararlı bir etkisi olduğunu tahmin edebilirsiniz."


"Dünya güzelleşti. Ben yalnızım ve yalnızlıktan yakınmıyorum. Başka bir şey istemiyorum. Güneşte pişmeye hazırım. Olgunlaşmaya hazırım. Ölmeye ve yeniden doğmaya hazırım. Dünya artık daha güzel." (tabi bu sözleri 1920' de söylediğini hatırlatmakta fayda var. Dünya şimdi o kadar da güzel değil)


"'Kendine kimseyi örnek alma' der gibiydi bu ses. 'Özde örnek diye bir şey yoktur, onları sen yaratıyorsun ve kendini aldatıyorsun. Örneklerin arkasından koşmak yapmacık bir davranıştır. Gerçek olan, kendiliğinden gelecektir. Dayan oğlum, dayan ve boşalt kadehi dibine dek! Ne kadar üstüne düşersen o kadar acılı olacaktır tadı. Korkaklar, zehir ya da ilaç içer gibi içerler yazgılarını, sen ama şarap ya da ateş içercesine içmelisin onu. İşte o zaman tadına doyum olmayacaktır."


"Savaş sırasında sıkça dile getirilen şu düşünce her koşulda tümüyle yanlıştır: Savaş, korkunç mekaniği ve ürkütücü boyutuyla, gelecek kuşakların savaştan korkmalarına neden olacaktır. Korkutma eğitim için uygun araç değildir. Öldürmekten zevk alan birisini, savaşın korkunçluğu durduramaz, savaşın verebileceği bütün o maddi zararları görmek de, bu konuda hiçbir işe yaramaz. İnsan davranışlarının çoğu mantıksal bir neden dayanmamaktadır. Herhangi bir davranışın mantıksızlığından ne kadar emin olsak da, kendimizi bir gün o davranışı coşkuyla yaparken bulabikliriz. Tutkulu insanın davranış biçimidir bu.

      İşte bu nedenden ben, çoğu dostumun ve düşmenımın sandığı gibi pasifist değilim. Ben kimyacıların düzenledikleri kongrelerde, taşın altına dönüştürebilme çalışmaları yapıldığına ne kadar az inanıyorsam, dünya yüzündeki barışın mantıklı yollarla, vaazlarla, örgütler ve propagandalar aracılığıyla kurulabileceğine de o kadar az inanıyorum.
     Peki ama dünyada gerçek barışseverlik günün birinde nasıl sağlanacak? Bunun yasaklar ve maddesel deneyimlerle olmayacağı açık. İnsanlığın elde ettiği bütün gelişmelerde olduğu gibi, bilgi aracılığıyla olacaktır bu yine de. Her bilginin, eğer bundan akademik bilgi değil de yaşama geçirilmiş bilgiyi anlıyorsak, tek bir nesnesi vardır... İçimizdeki bu en derin noktadan yola çıkarak tüm karşıtlıkları her an ortadan kaldırabileceğimiz, tüm siyahları beyaza, tüm kötüleri iyiliğe, geceleri de gündüze dönüştürebilme olasılığının bilgisi, Hintli buna 'Atman' Çinli 'Tao' Hristiyan d 'Merhamet' der. Bu yüce bilginin olduğu yerde ardında mucizelerin yer aldığı bir eşik aşılmış olur. Savaşlar burada sona erer, düşmanlıklar burada sona erer."

"Söylediklerim bilinen şeyler. Ancak, nasıl ki her bir kurşunun öldürdüğü asker, aynı yanlışın sürekli yinelenişi ise, gerçek de sonsuza dek değişik biçimlerde yinelenecektir."


"Ve biz geleceğe inananlar, şu eski beklentiyi hiç durmadan yücelteceğiz: 'Öldürmeyeceksin!' Dünyadaki yasa kitaplarının tümü, bir an gelip de öldürmeyi yasaklayacak olsa bile (savaşta öldürmek ve cellat tarafından öldürülmek de bunun içinde), beklenti hiçbir zaman dinmeyecektir. Çünkü o her ilerleyişin, her insanlaşmanın özünde yatar. O kadar çok öldürüyoruz ki! Evet, yalnız anlamsız savaşlarda, devrimin anlamsız sokak çatışmalarında ve anlamsız idamlarda öldürmüyoruz, adım başı öldürüyoruz. Yetenekli genç insanları, zorunluluklar nedeniyle kendilerine uygun olmayan mesleklere sokarak öldürüyoruz. Fakirlik, sefalet, namussuzluk karşısında göz yumarak öldürüyoruz. Toplum, devlet, okul ve din alanlarında, ölmekte olan kurumlara kesin kes sırt çevireceğimize, rahatımız kaçmasın diye istifimizi bozmadan bunlara seyirci kalarak ve ikiyüzlülüğe rıza göstererek öldürüyoruz.  Nasıl tutarlı bir sosyalizm için mal mülk hırsızlıksa, bizim tarzımızdaki tutarlı inanç sahibi biri için de, yaşama her karşı çıkış, her haksızlık, her ilgisizlik, her küçümseme, öldürmekten başka bir şey değildir. İnsan yalnız şu andakileri değil, aynı zamanda gelecektekileri de öldürebilir. Bir parça alaycı  bir kuşku aracılığıyla, genç bir içindeki geleceğin büyük kısmı öldürülebilir. Yaşam her yerde beklemekte, her yerde gelecek çiçek açıyor ve bizler her zaman bunların ancak çok azını görüyor, birçoğunu da  sürekli ayaklar altına alıyoruz. Her adım başı öldürüyoruz.

   Tek tek hepimizin, insanlıkla ilgili yalnızca tek bir görevimiz vardır! Ey insanoğlu! Benim de, senin de görevin, her ne kadar yine de hoş ve değerliyse de, insanlığın tümüne bir parça yararlı olmak, tek bir kurumu iyileştirmek, tek bir öldürme biçimini ortadan kaldırmak değildir. İnsan olarak görevimiz; kendimize ait, bir kerelik kişisel yaşamımız içinde, hayvandan insana bir adım daha yaklaşmaktır."

"Geçenlerde bahçemdeydim, ateş yakmıştım, ateşi ince dal ve çalılarla besliyordum. O sırada akdiken çalılığının önünden yaşlı bir kadın çıkageldi, seksene merdiven dayamıştı, durdu ve bana baktı: 'Ateş yakmakla iyi etmişsiniz. Bizim yaşımızda, insan artık yavaş yavaş cehennemle dostluk kurmaya başlamalı.' "





18 Haziran 2018 Pazartesi

Solo - Rana Dasgupta

Yüz yaşındaki, yıılar önce görme duyusunu kaybetmiş Bulgar Ulrich'in geçmişe yaptığı bir yolculuk, yaptıkları yapamadıkları ve anıları. Bir asırlık ömrü boyunca gördüğü savaşlar, kapitalizmden komünizme, tekrar kapitalizme geçişler, Bulgar halkının toplumsal yaşamı, bilimsel, sanatsal gelişmeler, özellikle kimya endüstrisi, dünyanın değişimi eşliğinde kendi yaşantısındaki değişilikler ve bir ömür anlatılıyor kitapta. Kitap; İki bölümden oluşuyor. İlk bölüm Hayat: Magnezyum, Karbon, Radyum, Baryum, Uranyum bölümlerinden oluşurken, ikinci bölüm ise Hayaller başlıklı ve Denizgergedanı, Akbalina, İhtiyozor, Denizineği ve Denizayısı isimli bölümlerden oluşuyor. Her bölümde bir şekilde o bölümün adının geçtiği bir olay var. İlk bölümde Ulrich'in gençliği, iş hayatı, aşk hayatı, Bulgaristan' ın geçirdiği tarihi süreç eşliğinde anlatılırken ikinci bölümde daha çok   Hatuna adlı karakter ön plana çıkıyor.

Kitaptan alıntılara gelince;


"Adamın adı Ulrich. Bu tuhaf adın sorumlusu, Alman kaynaklı her şeye meftun olan babası. Bunun açıklaması ise yıllar boyunca bir hayli zamana mal oldu."


"Yeni zamanların vizyonu böyle bir şey: insanlık miyop gözlerle ayaklarının dibindeki kendine ait bir karış toprağa bağlı kalmaktan, kılıç ve davulla birbirlerine üstünlüklerini ilan etme zorunluluğundan kurtarıldı. Bundan böyle uzaklara bakarak ortak bir geleceği düşleyecekler."


"Babası o sırada, 'Ülkemizi Türkler değil de Avusturyalılar fethetmiş olsaydı bu Aydınlanma'dan bizim de payımıza bir şeyler düşerdi.' demişti."

"Patlama sesleri işitiyor: Irak'ta gene bir savaş var. Bu kez Amerikan işgaline destek olmak için Bulgaristan asker gönderiyor. ..Artık hayatta olmayan annesini düşünüyor; çok sevdiği bu yerlere kendi ülkesinin saldırdığını bilse çıldırırdı. Zaman her şeyi nasıl da değiştiriyor, diye düşünüyor: İnsanlara kim olduklarını unutturup onları kendi soylarına düşman ediyor."

"İkindi vakti sokaklarımıza yüksekten bakıp da nasıl bulutlarla kuşatılmış olduklarını görmekten hala çok hoşlanıyorum Şehrin adıyla uyumlu olduğunu hissediyor insan. Adı Bilge olan (Sofya) bir şehir bulutlarda yüzmeli."

"Ulrich babaevine geri döndü ve babasının, yaşadığı hayal kırıklığı yüzünden can verişini izledi.
 İnsanların bu gibi nedenlerden dolayı can verdiği günlerin sonuna geliniyordu artık. Nitekim Ulrich kendi ölümünün modern tarzda olacağını biliyor; Ölüm belgesi için ölüm nedeninin ayrıntılı açıklaması gerekecek, zira ilerlemiş yaşına rağmen, bürokratlar vefatını şaibeli bir hata olarak görecekler. Bir ölüm belgesinde mevtanın ihtiyarlıktan öldüğünü söylemek mümkün değil artık.
Ama Ulrich'in babası hayal kırıklığından öldü."

"Bundan birkaç ay sonra Amerika Hiroşima ile Nagasaki'ye atom bombası atıldığında gazetelerin birinci sayfaları garip bir şekilde kayıtsızdı; Ulrich olayla ilgili ayrıntılı bilgi edinmek için çok uğraştı. Anlatıldığına göre bombanın yapımı Einstein'in Roosevelt'e gönderdiği bir mektupla başlamış ve projede Berlin'den gelmiş olan  başka biliminsanları da yer almıştı. Tasalı ve ne yapacağını bilmez bir haldeydi Ulrich. Kendini bilime adamış o güzel insanlara Amerika'ya göçtükten sonra ne olmuştu?"

"En üst kademelerde karar verildi. Bulgaristan sosyalist ülkelerin kimya motoru olacak. Maden kaynaklarımız var, ırmaklarımız var, toprağımız ve elverişli bir iklimimiz var. Davarları ve kaba saba köylü danslarını kısa zamanda unutacak ve kafalarını modern şeylerle dolduracak işçilerimiz var. Bizde eksik olan kimyacılar. Onları da yetiştiriyoruz. Çok geçmeden dünya çapında binlerce kimya mühendisimiz olacak. Ama şimdilik temel kimya bilgisine sahip herkes kendine düşen görevi yapacak."

"Şehrin dışına muazzam fabrikalar ve elektrik santralleri kurdular. Köylere ve neye inandıklarını kestirmelerinin mümkün olmadığı köylülere hiç de yakınlık duymuyorlardı. Hayvanlarına, tarım araçlarına ve topraklarına el koydular; insanların tümünü şehirlere sevk ettiler. Çiftliklerin ve köylerin imha edilmesi  beş yıldan az bir zaman aldı: çağdaş bir ulus yaratmak için eski zamanlardan kalma ne varsa silip süpürdüler. Örneğin, bir zamanlar Avrupa'da nam salmış olan Bulgar meyve ve sebzeleri Sofya pazarlarında görünmez oldu; onların yerini uzun kuyruklar ve kavgalar aldı.
   Konut projeleri köylerden şehirlere gelen tüm köylüler için tasarlanmıştı. Lakin koyunları ile ineklerine el konulmasının şokunu henüz hiçbiri üzerlerinden atamamıştı. Kimileri eski evlerini yeniden inşa etme ümidiyle yıkılan evlerinin tuğlasını ve ahşabını eksiksiz olarak eşek arabalarına yükleyip başkente getirmişti. Parklar sabık hainlerin heykelleriyle donatıldı ve tüm hikayeler ters yüz edildi."

"Ulrich annesine bakmadan, 'Çok eskiden Boris'le aramda bir tartışma geçmişti kimya konusunda. Ben kimyanın hayatın bilimi olduğunu iddia ediyordum o ise ölümden başka bir şey getirmediğini. Şimdi görüyorum ki o zamanki tezlerimiz aynı şeyin iki yarısından başka bir şey değilmiş.' dedi."

"Bizlere ne oluyor bilmiyorum. Hayat boyunca tutkularımızı koruyup sürdürmekte zorlanıyoruz, sonra da feda ettiklerimizin yasını tutuyoruz."

" 'Gülmek yasak değil' dedi annesi, 'Hastalık, yaşlılık ya da boş dükkanlar hiç de felaketten sayılmaz. Benim ölme vaktim geldi. Asıl felaket etrafındaki insanların hiçbir şey hissetmemesi, hiç gülmemesi. Ben ayrıldıktan sonra ümit ederim daha çok gülersin. İnsanların gözlerinin içine bak Ulrich, orada hala hayat ışığı olduğunu göreceksin." 

"Eşyaları da Elizaveta ile ölmüştü sanki; eski canlılıklarını kaybettikleri kesinde. Gözlüklerine, yünişine, cansız kitaplarına dokundu. Ayakkabılarını ters çevirerek topukları aşınmış mı diye baktı. Yıllardan beri yazı makinesinde yazdığı yazıları buldu, muazzam bir yığın halinde duruyorlardı. İlk kez merakı galebe çaldı. Hafifçe dokundu annesinin emek vermiş olduğu bu şeye, sol köşesinde dolmakalemle yazılmış elyazısını gördü.Bir sözlüktü bu. Yıllar boyunca bir sözlük hazırlamıştı. Bulgarca-Arapça bir sözlük."

"Türkler maruz kaldıkları haksızlıklara, gettolarda yaşamak zorunda bırakılmalarına, işsizliğe, baskıyla adlarının  değiştirilmesine isyan etti. Eski fabrikalar çalışsa da dükkanlar bomboştu; ebedi sistemin ancak yolsuzluk ve kaçakçılıkla ayakta durabildiğini bir çocuk bile görebilirdi."

"Yeni liderler Georgi Dimitrov'un komünist mumyasını yaktı; yeni kapitalizmlerinin asaleti karşısında bir nefret abidesi gibi duran kabrini de yıkmaya karar verdiler. Patlama öylesine şiddetliydi ki insanlar kendilerini yere atıp gözlerini korudu, çevredeki binaların camları patladı, taş zeminde çatlaklar oluştu. Lakin duman dağılınca ahali kasıklarını tuta tuta gülmeye başladı. Zira anıtkabir eskiden olduğu gibi sapasağlam yerinde duruyordu. Tecrübeli uzmanlar patlayıcıları arttırdılar ama gene hiç mi hiç etkilenmedi.Teknik bir sorun olduğunu söyleyerek üçüncü bir deneme yaptılarsa da sonuç aynıydı. Yapı hala yerinde duruyordu. Aslı faslı olmayan, temelsiz zamanlarda yaşamak böyle bir şeydi işte, geçmiş anlaşılan çok sağlam kurulmuştu."

"Ulrich geçmişi düşündüğünde, hayallere ne kadar çok zaman ayırdığına kendi de şaşıyordu. Dünya giderek şirazesinden çıkıyor olsa da, bizzat kurguladığı hikayeler sayesinde bir günden ötekine hayatını sürdürmeyi başarmıştı."

"O öfkeyle, kasabanın meydanında duran Lenin heykelini yıktılar. Bu olay Boris' i çok etkiledi, zira yaşlı adam o zamana dek daima bir eliyle geleceği işaret etmişti, öteki eli ise ceketinin yakasındaydı hep. Şimdi ise ileriye uzattığı kolu kırılmıştı, içi boştu ve yerde yatması kimsenin umrunda değildi. Boris yıkılan heykelleri kim toplayıp götürüyor acaba diye merak etti."

"İnsan ömrü belirli bir mekan ve belirli bir zamanla sınırlıdır, ama azımsanmayacak bir fazlalık artakalır. Bu fazlalığı hayallerimize istif etmeyip de nerede saklayacağız?"





Yalnızlık Kime Benzer - Semih Gümüş

Romanın kahramanı, sevgilisi Lal ile yaşadığı bitmiş bir aşkın ardından, bireysel sorunların, geride kalmış aşkın bıraktığı acıların anılarına edebiyat düşüncesi ile bir seyahat yapıyor. Bu düşsel yolculuğuna yalnızlığını paylaşacağı yazarları, Beckett’ı, Paz’ı, Musil’i, Bernhard’ı konuk ediyor. Onlardan alıntılar yapıyor. Kendine yakın bulduğu roman kahramanlarıyla buluşuyor. Bütün bu yazarların ve kurmaca kişilerin izinde kendi yaşamına ait işaretler arıyor. Uzun cümleleri ile biraz sıkabiliyor ancak konu devamlılığı olmadığı için romandan kopsanız da çok farketmiyor. Kitaba roman diyebilir miyiz? Tam emin değilim çünkü bir konu bütünlüğü yok. Yalnızlık teması tam yansıtılamamış gibi. Yazarın eleştici kimliği kitaba olumlu yansımamış. Anlamsız cümleler var. Okuyunca güzel ama anlamsız. Örneğin : "Kara suya yazılı hayallerimize bakınca seçilmiyorsa yüzüm, yazdıklarım geride kalanları silebilir" Ben bir şey anlamadım.

Güzel sözler var kitaptan:

"Uzaktaki sevgili insanı sürekli canlı tutabilir ama yanında olup da uzak kalmak. Şimdi ne birindeyim ne öbüründe"

"Şehrin yalnızlarının uyuyamadığı gecenin içinde insanın dili yalnızca düşünmek için var. Konuştuğumuz gibi yazmıyoruz ama düşündüğümüz gibi yazabiliriz."

"Biz birbirimize aşık olmadan da arkadaş olamaz mıyız ya da iki insan birbirinin sevgilisi olmadan çok güçlü arkadaşlıklarla yaşayamaz mı aşkı?"

"Bu üç duvarı baştan ayağa kitaplık yapmasaydım giremezdim bu deliğe. Bir yaştan sonra, insan kalan ömrünü tek bir odada geçirebilir. Kitaplarımı okuyup düşünerek atlatabilirim bu günleri. Bildiğim kitapları yeniden okuyup notlar çıkarırken bilmediklerimin ilk okumaları için sonu gelmez bir yolculuğa başlayabilirim." (Burada sanki benden cümleler var)

"Mutsuz olmak için gerçek bir aşk yeter insana"

"Ne kadar mutlu olmak istesek de bizden ayrı bir tarih yazılıyor, mutsuzluğun tarihi ve tarih öldürmekten başka ne yapmıştır."

"Yalnızlık insan duygusunun en derindeki gerçeği"

"Yıllar önce alıp okumadığım ne çok kitap var burada. Ne kadar okursam okuyayım, okuyamadığım pek çok kitap kalacak geride. Kim okur onları. Kitaplarım burada ya da orada zihnimde yaşamayı sürdürecek." (burada da benden satırlar var. Ama ben bu kadar kitabımın hepsini okumadan ölmeyeceğim.)

"Yalnızlık kendini bilmektir, diyor Oktavio Paz. Yaşamın temel koşulu, kararsızlıktan  kurtulacağımız  bir sınav ve arınma. Bu yüzden yalnızlık dolambacının çıkış kapısında, mutluluğa, bütün dünyayla yeniden denge durumuna erişeceğimizi umarız. Aşk acısı yalnızlığın sancısıdır. Ölüm ve doğum, insanın yalnız başına yaşadığı deneyimlerdir."
     Yalnızlık aşka da benzer mi, diye soruyorum ona."

"Aşkı mutluluk için değil, olsa olsa, karşıtlıkların hissedebileceği, yaşamın ölümle, zamanın sonrasızlıkla bir ve birlik olabileceği o gizemli an için isteriz, diyor."

"Geç gelen aşkların erken gelen yaşlarda yaşananlardan çok daha güçlü olduğuna inanıyorum, buna sen de inanabilseydin."

"Gözlerin son zamanlarda zorlanmaya başladı. En büyük korkum. Okuyamadığım gün artık ölebilirim." (bu da benim cümlem olabilir. En çok korktuğum kör olmak)

"Okuyup yazdıklarımız insanları nasıl ilgilendirmiyorsa zalimlerin canını aldığı hayatın yeniden eskisi gibi olmasını da hayal edemeyiz."

"Belki de hayvanların acılarını bilmeden yaşamak günahlarımızı bağışlanmaz yaptı."

"Edebiyat marangozluktan başka bir şey değildir. diyor Marquez. İkisi de zor iş. Yazmak neredeyse masa yapmak kadar zor. İkisinde de gerçekle çalışıyorsun, tahta kadar sert bir malzemeyle ve ele avuca gelmez sözcüklerle. İkisi de hile ve tekniklerle dolu. Proust mu demiş; İşin yüzde onu esin, yüzde doksanı alınteri."

"Durgun bir suyun üstüne serilerek rengini  almış yazı, soğudukça kendine kapanır. Beckett neden sonra gitgide çekildi ortadan. Hayattan beklediği azaldı, insanlardan kaçmaya başladığını biliyordu. Yalnızlığı bir yıldız gibi taşıyan yazarlar hep bu yüzden mi dünyadan el etek çekince yazıdan başka bir dünya tanımaz, tepeden tırnağa yaratıcılığa ve yazıya kesen bir kişilik olarak insanlarla kesişmeyen bir koza örerler kendilerine. Onların yazdıklarını dokunarak okumak gerekir."

"Lal, diyorum. Nasıl anlatacağımı bilemiyorum, bir an susuyorum gene. Lal, ben her zaman senin en yakınındayım, yanıma gelmek istediğin zaman gel. İnsan nedir, doğumun ışığı, ölümün ötesi."

"Kitaplığımın en gerekli kitapları bu odada. Dışarı çıkmadan hayatımın sonuna dek kalabilirim onlarla. Yedi yüzaltmış kitap var. Kitapları saymak delilikse. deliliğim bu olsun. Her birini ikişer kere okusam yirmi bir yıl kalmam gerekiyor burada. Belki yetmez ömrüm." 

"O nasıl genç yaşta ölen öldürülen arkadaşlarını düşünüyorsa ben de o yılları bilmeyenlerin, anlatılsa da tam anlamıyla canlandıramayacağı yıllarımızın acılarını, hüzünlerini, benzersiz heyecanlarını düşünüyorum. Aynı onun gibi, güzel hayat nerdeyse biz onu tam yaşayamadığımız için güzel hayaller kurduk. Sonu olmayan hayaller. Paranın hiçbir yerde geçmediği güzel günlerimiz vardı. Şehrin tek önemli alanının çevresindeki bütün sokaklar bizimdi. Buna simit ve çay verin, bütün gün çalışır, derdi arkadaşlarım. arada kuru pilav da olmalı ama, derdim. Arkadaşlarımız önümüzde dövülerek göz altına alınırken onları yalnız bırakmamak için zorla polis minibüsüne atladığımız yıllar. Arkadaşların birbirleri için gözünü kırpmadan ölebileceği günler bir daha yaşanabilir mi. Yalnızlık nedir bilmiyorduk, parayı ve pulu saymayı bilmediğimiz gibi... Bu toplumun değerbilmez insanları, o tutunamayanları unuttukça kavrulup yok oldu."

Kitabın son sayfasındaki sonsöz ise şöyle; "Bu roman Salinger, Paz, Fuentes, Franzen, Cortazar, Marquez, Beckett, Watt, Musil, Ulrich, Molina, Darman, Lawrence, Dickens, Pip, Atay, Bener, Rulfo, Vila-Matas, Kafka, Llosa, Bartleby, Bernhard, Bogner,Skomswold,Mathea, Perec, Uyuyan Adam, Zebercet,Edgü, Özlü,Cioran nerede yazıp yaşamışsa, onların içinden geçerek yazıldı."

9 Haziran 2018 Cumartesi

Mahmut ve Meryem - Elçin Efendiyev

Azeri yazar Elçin Efendiyev'in, filmi de çekilmiş romanıdır. Ziyat Han'ın oğlu ile  Ermeni kızı Meryem'in aşkının anlatıldığı 16. yy' da geçen bir roman. Olay Azerbaycan tarihinin en parlak döneminde Sultan Selim ile Şah İsmail'in Çaldıran Savaşı sırasında geçiyor. Ziyat Hanı'ın savaşla, kılıçla ilgisi olmayan, hayatı kitapları arasında geçen  ve yüreği barışçıl duygularla besli, babasının savaşçı yapısına uymayan oğlu Mahmut'un Meryem'le olan imkansız aşkı o günün toplumsal yapısı eşliğinde anlatılmış. Kitaplarından başka birşeyi gözü görmeyen Mahmut bir gün Meryem'i görür ve aşık olur. Bu beraberliği istemeyen Meryem'in babası keşiş kızını da alıp orayı terkeder. Mahmut Mirza Salman ile kızın peşine düşer ve bu takip sırasında Çaldıran Ovasındaki savaşa tanık olur. 

Yazar Elçin Efendiyev bu romanında epik anlatımın güzel bir örneğini vermiştir, betimlemeleri çok güzel ve yerli yerindedir. Kerem ile Aslı benzeri romanın filmi de Türk-Azeri ortak yapımıdır. İki ülke Kültür Bakanlıklarınca da desteklenerek çekilmiştir. 

Altı çizili bölümler ise;

"Doğada ne çok renk var, ne çok sevgi. Güneş ki toprağı sevgiyle ısıtır, toprak ki alabildiğine verimli,selek... Yaşamak güzel! İnsanlar neden kavramıyorlar? Neden bu topraklar üzerinde doğan, aynı ayın, güneşin, yıldızların altında yaşayan insanlar birbirlerinin gırtlağını sıkar. Neden Gabil, Habil'i öldürdü? Kardeş kanının akmasına neden olan kıskançlık duygusu nasıl gelişti? Adem'le Havva'nın tek günahları buğday yemenin bedelini ağır ödedikleri halde, bu ceza neden caydırıcı olmadı ve çocukları günah üstüne günah işlediler."

"İnsanlar nasıl güler, oynar öleceğini bilerek? Ana yavrusuna nasıl bağlanır? Bir gün kendisinin de, yavrusunun da, yavrusunun yavrusunun, onun da yavrusunun kara toprağa gömüleceğini bildiği halde?"

"Hepimiz iki beşik arasında (yer ve gök) iki cevheriz.(Ruh ve madde) Bu iki cevheri birbirinden ayırmak ancak Tanrının işidir, çünkü yaratan odur ve verdiğini almak yalnız onun hakkıdır."

"Yaşlı bir adama rastladık bir gün, göz bebeğimin (Mahmut) söyledikleri dehşete düşürdü beni. Yaşlı adam:
'yolculuk nereye, diye sormuştu.' Gözümün bebeği:
'Amca ' dedi 'Yolun kandan mekanadır.'
Yaşlı sordu:
'Kan, kandır anladık. mekan neresi?'
Göz bebeğim yanıtladı:
'Kan bu dünya aamca, mekan ise öteki dünya' "

"Sarı saçlı genç şöyle dedi:
Benim için ulusun üstünde insanlık kavramı yoktu. Benim için bütün yaratıklar aynı değil. Aslanlar, kaplanlarla birlikte solucanlar da var! İnsanlar sa aynı değil. Yeryüzünün tüm Türkleri yüzlerinin gözlerinin değişikliğine bakılmaksızın birleşmeleri gerekir! Oysa biz ne yapıyoruz? Uzun Hasan Osmanlıların aleyhine, Yunanlılarla antlaşma yapıyor. Karakoyunlu ile Akkoyunlu birbirini yiyor. Şimdi de Sultan selim ne yapıyor? Tahta çıkar çıkmaz uyruğundaki kırkbinden fazla kızılbaşı astırdı! Kimdi Kızılbaşlar? Bizim Şah İsmail ne istiyor? Şii bağnazlığı! Türklük bağnazlığı yerine! Kendimiz kendimizi kılıçtan geçiriyoruz. O zaman da işte böyle olur." 

8 Haziran 2018 Cuma

Sayılı Gün-Birol TEZCAN

OT Dergisinden yazılarını severek okuduğum, aynı zamanda Behzat Ç. dizisinin senaristi Birol Tezcan'ın birbirinden güzel hapishane, nezarethane öyküleri. Hepsi ayrı ayrı çok etkileyici. İçeride yatanın gözünden, dışarıda kalanın gözünden. En acıklısı da cezaevinde büyüyen çocukların dramı. Bir çırpıda okunup bitirilecek bir kitap olmuş. 

Muhabbet İlk Şarttır Mahpus Olana, Gökyüzü herkesindir, Terörist Ağbi, Meslek Lisesinde Bir Hal Geldi Başıma, Dost Eli Değerde E'yolur yara, Gece Haber Bülteni, İyi Akşamlar mı?, Hesap İşi Hayat, Batan Güneş kitaptaki öykü başlıklarından bazıları. Hepsi ayrı ayrı hayat hikayeleri. Cezaevinin, tutukluluğun, özgürlüğün elinden alınmasının insana verdiği sabrı, olgunluğu, yaşanmışlıkları bu kitaptaki öykülerde bulacaksınız.

Genelde öykülerin bütünü güzel. Tek başına cümleler pek bir anlam ifade etmezken ben kitaptan şu kısımların altını çizmişim.

"Anası "çiçeğim" derdi severken. "Bebeğim" derdi yıkarken. "İpeğim" derdi saçlarını tararken. "Ayağına taş değmesin," derdi okula gönderirken. "Yolunu soysuza düşürme" derdi yolunu gözlerken. "Bana gelsin," derdi öksürürken. Ninni söylerdi uyuturken."

"Grevin bu kadar uzamış olması korkutuyordu Haydar'ı. En büyük korkusu işsiz kalmaktı. Böyle zamanlarda Sevda'sının, karısının söylediğini hatırlardı; 'Dünya kocaman, bir bizim mi karnımızı doyuramayacak? Dünya iyi insanlarla dolu' "  

"İnsan dediğin etten, kemikten. Yeryüzündeki her canlı gibi. Yemek yiyor, su içiyor, tuvalete gidiyor, birbirini seviyor. Bir de nefret ediyor. Niye ediyor hiç aklım ermiyor. Bir de insanın insana zulmüne aklım ermiyor."

"Bir anne düşünün; otuz yıldır evladını göremeyen. Otuz yıl önce alınmış, götürülmüş, evladını bıkmadan, usanmadan bekleyen bir anne. ''Evladımın kemiklerini almadan ölmeyeceğim,'' diyen bir anne düşünün. Daha da ileri gidip bu annenin otuz yıldır evinin duvarlarını boyamadığını düşünün. Evinin eşyalarını değiştirmeğini; evladı geldiğinde yabancılık çekmesin diye."

"İçimde bomboş bir yer var sanki. O boşluk, yumruk olmuş, kalbime kalbime vuruyor. Sonra yukarı çıkıp boğazıma oturuyor. Orada duruyor öylece. Ben yürüyorum… Yürüyorum.. Yürüyorum.. Ne boşluk gidiyor, ne de yumruk… "

"Sanat… Böyledir işte. İcra edildiği anda bir faydası yoktur. Ama sonradan insana sonsuz pencereler açar. Hayata birçok açıdan bakmanı sağlar."

"Oysa insanı sevdikleri toprağa vermeli…"

"İnsanlar başına gelmediği sürece, adaletin ne olduğunu bilmezler."


Akdeniz - Panait Israti

"Dostlarım ve çevremdeki insanlar, sadece makaleler değil, başka şeyler de yazmamı istiyorlar. Haklılar belki, ama insan bir şeyler hayal edip uydurmasını bilmeden yazar olabilir mi? İşte böyle biriyim ben. Hiç olmazsa, ana hatlarını yaşamadığım bir serüveni hayal etmeyi pek beceremem." diye başlıyor Akdeniz romanına Panait Israti. Romanyalı yazar. Balkanların Gorki' si olarak biliniyor. Akdeniz romanı. Akdeniz insanını, arap coğrafyasını çok güzel anlatmış. İnsanlar üzerinden ahlaksızlıklara karşı bakışı, bozuk düzeni ve kendini sorgulaması. Abdülhamit zamanının İstanbul'u, Mısır, Kahire. Olaylarla harmanlayarak çok güzel anlatmış. Adrien, Musa, Sara, Titel, Salomon Klein romanın kahramanlarından.

Güzel sözler ve bölümler var kitapta:

“Ah, her önüne gelenin ta gözleri içine bakarak ona şöyle diyebilmek: Sana hiçbir borcum yok! Çek arabanı, benim yüzsüz kardeşim! Hem, masanın üstündeki şu kara ekmekte gözün varsa, onu da al! Yalnız benim keyfime dokunma!”

"Başkalarının ıstırabı karşısında insan yüreği, bu kadar duygusuz kalırsa her şey boşunadır. Varsayımlar hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Bunlar dünyaya yalnızca sözde adalet getirecekler, yoksa adaletin kendisini değil. Merhametle birlikte, adaleti insanlar arasında egemen kılacak yalnız dinler vardı. Oysa dinler iflas etmiştir. Ve ölüler bir daha dirilmez."

"Hiç eksiğiniz yokken erdemli olmak ne kolaydır."

"İnsanın bir gün bugünkünden daha iyi olabileceğini sanmakla da delilik ediyoruz. Hayır, hiçbir zaman daha iyi olmayacaktır. Çünkü ruhu yok. Yalnız midesi ve cinselliği var. Biraz da zekası varsa da bu ruh değil."

"Her servet haset yaratır, iştah uyandırır. İnsanın hiçbir şeyi olmamalı. O zaman dünyaya sahip demektir."

"Ah! Erk sahibi olup, insanları adaletli olamaya zorlamayı ne çok isterdim."

        Abdülhamit İstanbul'undan bahsettiği bölümde,
"Abdülhamit'in payitahtında sefalet büyüktür. On kayıkçı ya da hamal, bir yolcu için döğüşür. Üstleri başları yırtık pırtık birtakım insanlar yarı aç, yarı tok geçinip giderler."
     Ancak boyarlarımızdan nicesini idam ettirmiş olan sultanların İstanbul'unu bana hatırlatan şeyler binlerce kırmızı fes ve mağrur minareli sayısız camiler oldu. Yüzyıl önce, memleketin tahtı hala bu kentte müzayede ile kiralanıyordu. Bu kentti ki, yalnız adı bile titretmeye yeterliydi, ama şimdi hiçbir korku hissetmeden sokaklarında rahatça dolaşabiliyorum. Bir düzine fesin görünmesi, köylerimizi dehşete veren zamanlar çoktan geçti! Bu adamlar nasıl olmuş da bu kadar sert davranabilmişler? Bana öyle uysal, öyle kendi halinde görünüyorlar ki!
     Onları böyle gevşek ve rehavetli görünce, Viyana kapılarına kadar dehşet salan o ağır yatağanları kaldırmaktan aciz olduklarını sanacağı geliyor insanın.."  (İnsan üzülüyor tabi yabancı bir yazarın gözünden o dönemin Osmanlısına bakışına. Ama ya şimdi ne düşünüyor acaba yabancılar Panait'ten yaklaşık yüzelli yıl sonraki Türkiye hakkında.)

"Yüreğimiz, mantığımızın yarattığı tüm öfkelerin içinde eridiği kızgın bir ocaktır."

      Musa ile diyaloğundan,
      "Musa sordu:
    -Efendim, mutlu olmak için zengin mi olmak gerekir?
   -Şüphesiz! Ben, kendi adıma, yoksul olmaktansa efendi olmayı yeğlerim. Siz böyle düşünmüyorsanız, acayip bir adamsınız.
    -Ben de böyle düşünüyorum ama bir şartla: insanın elleri her zaman temiz kalmalıdır."

"Oysa, ben bu ülkenin ve bütün insanlığın geçmişine ait çok az şey biliyorum. Bunun nedeni, öğrenmek için zamanımın kıtlığı değil, olayları hatırımda tutamayışımdır. Beynim okumaktan gelen zenginleşmeye karşı asi."

"Şimdi bu halimle kimseyi taklit etmiyorum, bende olmayan kanatlara gereksinim gösteren yüksekliklerde uçmaya kalkışmıyorum"

"Asıl kötülük, insanın ölçüsüz gururudur. Bir davranışın değersizliğini, boşunalığını anladığımız halde aldırmayarak elimizden bir şey gelmemesidir."






7 Haziran 2018 Perşembe

Sinestezya - Jeffrey Moore

 Sinestezi, bir ruh bilimi terimidir. Algılamada duyuların birleşmesi ya da bir duyunun başka bir duyuyu algılaması şeklinde açıklanabilir. Sinestezik hastalarda beyin duyduğu sesleri zihinde görsele, gördüğü şeyleri ise seslere dönüştürerek algılanmasını sağlıyor. Kısaca seslerin koklandığı, şekillerin  tadıldığı ve renklerin duyulduğu bir mekanizmadan söz edebiliriz. Örneklersek; Kimi için 'E' harfi yeşildir, bazısına göre 'R'nin tiz bir sesi vardır ya da '5' rakamı sarı renktir, 'Fa' notası çikolata tadındadır, gibi.
    Sinestezi bir hastalık mıdır, yoksa insana verilen bir ayrıcalık mı tartışılır. Ayrıcalık olarak düşünmemizin ana sebebi de hafızalarının çok güçlü olmasıdır. Sinesteziyi bir hastalık değil de bir duyusal algılama hediyesi olarak düşünebiliriz. Çok az sayıda kişi sinesteziktir ve çoğu sanatla uğraşır. Tanınan sinesteziklerin bazıları, Franz List, Rimsky-Korsakov, Baudelaire, Rimbaud, Proust, Nobakov' dur. 
          Kitabımızda da sinesteziklerin hayatı dünya çapında bir bilim adamının (Dr. Emile Vorta) notlarına ve onunla birlikte çalışan dört sinesteziğin günlüklerine dayanarak yapılmış bir anlatım var. Başkahraman Noel Burun gibi görünse de Norval, JJ ve Stella kitapta anlatım konusu olmuş günlükleri okunan kişiler orak göze çarpıyor. Özellikle son kısıma doğru Norval' la ilgili bölüm çok ilginç geldi bana. Kitap sıkmaya mı başladı derken Norval' la ilgili bölüm kitabı hızlandırmaya yetti. Uzun olması dışında sizi sıkacak bir roman değil. İlginç bir konu ve aynı zamanda da  bilimsel bazı gerçeklikleri ve kuramları anlatması açısından da değişik bir konu. 

Bazı cümlelerin altını çizmişim tabi ki:

Çünkü Noel ne zaman bir ses duysa ya da bir sözcük okusa, zihninde işaret ya da harita işlevi gören, bir duyguyu, bir ruh halini, bir ses tonunu, hatta sözcükleri -ve hatta son otuz yıl içindeki tüm olayları- en küçük ayrıntısına kadar hatırlamasını sağlayan çok renkli şekiller oluşuyordu."

"Tebrikler dedi Dr. Vorta, yirmi binde bir karşılaşılan bir vaka. Bazen lanetli olduğunu düşünsen de Tanrı sana sinestezi adı verilen kompleks bir duyarlılık bahşetmiş."

"Bilim adamları insanın doğasından bahsedebilir, ancak kilit vurduğumuz kalbimizdeki duyguları sadece şairler özgürlüğüne kavuşturabilir."

" Mantığın esiri olma,yoksa asla bir şey icat edemezsiniz,asla büyük bir bilim adamı olamazsın. Sürekli Akıl ve mantık peşinde koşmak da bir çesit deliliktir..."

"Gerçekten aradığımız şey, kendimizi birine verme özgürlüğüdür. Manyakçasına kendimize tutunmamızı engelleme,kendimizi yalnızca ve kibirle kendi çıkarımız için yaşadığımız hapishaneden kurtarma özgürlüğü. Bence kilitli kalbimizdeki hazine budur..."

"Merak ediyorum da, acaba Alois Alzheimer, ismi sadece unutkanlık hastalığıyla hatırlandığı için mezarında dönüp duruyor mudur?"

"Noel'in altı yada yedi yaşındayken, "Gelecek, ulaşabilmek için sabırsızlandığım bir şey," dediğini hatırlıyorum (cümlenin içindeki kara mizahı fark edip gülmüştüm). Şimdi ben tam tersini hissediyorum: Gelecek, ulaşabilmek için hiç acele etmediğim bir şey. Gelecek, artık eskiden gelmesini beklediğim şey değil."