Bu Blogda Ara

30 Ekim 2020 Cuma

Peygamberin Son Beş Günü - Tahsin Yücel

Kumru ile Kumru kitabından sonra okuduğum ikinci Tahsin Yücel kitabı. Bu kitaba başladıktan sonra kendime kızdım. Bir kitapsever olarak şimdiye kadar neden daha çok Tahsin Yücel kitabı okumadım diye. Gerçekten güzel bir kurgu, güzel bir roman. Roman 1993 Orhan Kemal roman ödülünü alıyor. Peygamber lakabıyla anılan Rahmi Sönmez ve Fehmi Gülmez ile aşkları Feride'nin dönemin şartları içinde sosyalist mücadelelerini anlatılıyor. Rahmi ve Fehmi mücadeleye sosyalist olarak başlamışlar ancak Fehmi daha sonra kapitalizmin çarkına kendini kaptırmıştır. Bir de torun Nazım var ki onunla dede Rahmi'nin sohbetleri ibret verici. Kitabın adına bakmayın Peygamberin son Beş Günü tam bir devrimci romanı. Tahsin Yücel'in diğer kitaplarını da okumalıyım.
   
Romandan öğrendiğimdaha önce hiç duymadığım kelimeler de var:
somutlaşım, yarsımak (benimsemek, bağlanmak), eytişim(sav ve karşı savdan bileşime ulaşma yöntemi), kalıt hakları, öykünü, uzaksıllık, oylumsal, kılgısal(yalnız kuram, düşünce alanında kalmayarak eyleme dönüşen, eyleme ilişkin olan, uygulamalı.), anıştırmak (gazetenin anıştırdığına göre), oluntu(gerçekleşmiş olay, olmuş bir iş.), ayrımsamak, kenter sınıfı (Tahsin yücel romanlarına has bir kelime; burjuvazi anlamında), yetkeci (otoriter) bir anlatım gibi.

Alıntılarım ise şöyle:

"Peygamber, göğsünde United States/ Outsiders yazılı renk renk pijaması, delikanlıyla birlikte kapının önüne çıktı, iyiden iyiye kararmış pervazın üstünde, paslanmış, onunla bütünleşmiş olmasına karşın, doğmamış bir tayın nalını, düşündüren küçücük bir nal gördü. Hem şaşırdı, hem duygulandı; ta çocukluğundan beri hiç ayrımına varmamıştı bu nalın, ama, şimdi, ayrımına vardıktan sonra, güzel buldu, bir duygu uyandı içinde; ancak çoktan tarihe karışmış olması gereken bir kenter değerini simgelediğini, karşısında içlenmesininse benliğinde bir kenterlik tortusunun varlığına tanıklık ettiğini düşünmekte gecikmedi. Büyük b ir adım atmak üzere olduğu şu anda, gözü yaşlı duygusallıklardan uzak durması gerekirdi."

"Çayın hazzına sigaranın tadı da eklenince yumuşak bir esenlik duygusu yayıldı benliğine. Ozanlığı tuttu, 'Mezarlıkta ilk günüm' diye düşündü, 'her zaman böyleyse, hep böyle çay, sigara ve halktan insanlar bulunabiliyorsa, öbür dünya hiç de kötü bir dünya sayılmaz' Yenilip içilen, insanlarla karşılaşılabilen bir öbür dünya düşüncesi, Feride'nin mezarı başında düşündüklerini getirdi usuna, çoktan başlamış bir konuşmayı sürdürür gibi.." 

"Öyle görünüyordu ki, devrim uzaktan bakınca dünyanın son sınırı gibi görünen yüksek bir dağdı; tepesine ulaştın mı hemen bir başka çevren açılıyordu önünde, sınır yeniden uzaklaşıyordu. Böylece , Peygamber, düşündüğünü baş döndürücü bir hızla uygulamasına karşın, sonunda hep aynı noktaya, hep çıktığı yere geliyordu. Kesin olan bir şey varsa, o da köprüleri yaktığı ve ne pahasına olursa olsun geri dönmeyeceğiydi."

" 'Gözüne ne oldu?' diye sordu yalnızca.
   Peygamberin beyninde bir ışık çaktı birden, günün birinde birilerine söylemeyi nicedir düşleyip de söylemekten çoktan umudu kestiği sözü anımsadı:
   'Faşizmin küçük bir armağanı', dedi.
   'Ne demek istiyorsun?'
   'Ne demek isteyeceğim? Polisin yumruğunun izi işte.' "

"Peygamber bu sıkıyönetim döneminde bir polisçe zararsız insan olarak değerlendirilmesinin aykırılığından çok, sokakta bir polisin kolunda yürümenin aykırılığı karşısında ürperiyordu, durumu aydınlığa kavuşturmak istedi:
  'Evet haklısınız', diye yanıtladı. 'Komünistler insanların zararına değil, yararına çalışmışlardır her zaman, her zaman da çalışacaklardır.' "

" 'Hoppala! Allahın işi ne burada?' diye düşündü Peygamber, gözlerini tavana dikti. Bir kez daha, açıklıkla görülüyordu ki, halkı anlamak başka, halkın düzeyine inmek başkaydı, en büyük sorun burada yatıyordu belki; kenter sınıfının onu ortaçağın karanlıkları içinde tutma çabaları da işin içine girince, göbek bağın hep halka bağlı kalsa bile, düşünce bağların ister istemez ondan kopuyordu. Ne var ki, düşüncesini anlamıyor diye, hatta tutucudur diye halka sırt çevirmek değil, onu anlamaya çalışmak ve ona çıkarının nerede olduğunu göstermek gerekirdi."

" 'Öyleyse neden satıyorsun kitaplarını çok mu sıkıntıdasın?'
 'Hayır sıkıntıda değilim, kitap artık tarihe karışıyor da ondan satıyorum' dedi peygamber, her işin püf noktasını bilen insanlar gibi gülümsedi gene. 'Devrimci gençler geleceğin kitapsız da kurulabileceğini gösterdiler bize. Çağa ayak uydurmasını bilmek gerek.' "

"..Ayrıca tez, antitez, sentez, ölebilmek için öldüren gerektiği gibi, gerçek bir komünist olduğumuzu kanıtlamak için de karşımızda bilinçli faşistler bulunması gerekirdi."

"Nazım bileğini Peygamberin elinden kurtardı:
'Her şey bir yorum sorunu, büyükbaba, ya da senin deyiminle, bir kuşak sorunu' dedi. 'Senin kuşağın devrimciliği gördüğü işkenceyle, tutuklu kaldığı süreyle, yani başkasının kendisine yaptığıyla ölçülüyordu; benim kuşağımın devrimciliğiyse, kendisinin başkasına yaptığıyla, yani öldürdüğü suçlu sayısıyla ölçülüyor. Şimdi anlıyor musun?' "

11 Ekim 2020 Pazar

Dokunma Dersleri - Yalçın Tosun

Kitaptaki kısa kısa öykülerin ortak yanı hemen hemen hepsinde ilişkiler var, dokunmak var. Adını bildiklerimizin dışında ne kadar çok değerli öykücümüz var bizim bilmediğimiz. Bunlar bizim zenginliğimiz edebi kazancımız. Öyküler çok güzel, gerçekçi ve Türk insanının bilmediği, bize uzak gelen dokunmakla ilgili. Diğer kitaplarını da merak ediyorum. Güzel kitaptı.


"Yatağın ucuna oturmuş, yatmadan önce uzun uzun dirseklerini kremliyordu her zamanki gibi. Yüzünde muzafferlere özgü o tuhaf ifade. Görmüyordum yüzünü, ama anlamını seziyordum. Evlilikte olur böyle şeyler. Bir süre sonra sözcüklerin yerini başka şeyler alır. Sözcükleri tozlanmasın diye özenle paketleyerek rafa kaldırma sanatıdır bir anlamda evlilik. Her evlilikte zamanla, detaylarda az çok farklı, ama temelde aynı kurallara bağlı o gizli dil hüküm sürmeye başlar. Çoğu kinle ve yerine getirilememiş isteklerin yanık kokusunun verdiği sancılı sızılarla beslenen; kendine özgü bakış, iç çekiş, saçı arkaya atış, yarım gülüş, kaş kaldırış, göz deviriş, hızla bacak sallayış, uzaklara manidar bakışlarla dalış ve benzeri değişik anlamları bünyesinde özenle barındıran hareketlerin bir toplamıdır bu gizli dil."

"Düşlerimden de eksilerek, yavaş yavaş kayboldu Dilan.
İlk yakıcı günahlarımızı, şefkatin şehvetle henüz yer değiştirmemiş olmasının tenimize verdiği o billur tazeliği, çocukluğumuzun bizi hızla terk etmesinin getirdiği o büyük acıyı unuttuğumuz gibi unuttuk onu.
Hafızamızın korkulan dallarının arasına, kendi puslu ve karanlık ormanlarımızın en derinine gömerek unuttuk."

"..Babamsa biraz kem küm edecek ağzının içinde, sonra her zamanki gibi susacak. annemin yanında durduğu zamanlarda bile aslında biraz arkasındaymış gibi görünen, daima yılgın babam ve o sevgili suskusu. Bakışlarında değişmeyen, o acıtıcı uzaklıkta..."

"Tüm çocuklar gibi, anlamaktan önce hissetmenin geldiğini biliyor. Sonradan o da unutacak bu bilgiyi, herkes gibi. Ama olsun, o anda biliyor işte."

"İyice yaksın canımı istiyorum çünkü, kemiklerime kadar batsın, boğazımdan yükselen çığlığımı, ısırdığım dudaklarımda susturayım."

"Gülerken ne kadar güzel göründüğünü fark ettim birden. Tüm beyazlığı içinde, güzel olduğunun farkında olmadığı için, kimsenin onu güzel bulmayacağını düşündüğü için bu kadar güzeldi belki de."

"Çünkü gülmek birdenbire olur, ağlamak gibi hesaplanamaz, cart diye güler insan. O güldüğü kısacık an boyunca, duvardan kurtuluyor sanki annem; elimi uzatsam dokunabilirim sanıyorum."

"Yıllar önce ben de bir kuyuya düşmüştüm" demek isterdim ona, kulağına eğilerek. "Bile isteye. Kimse itmemişti beni, yani kendim atlamıştım. Senin yaşlarında olmalıydım en fazla. Bir süre yalnız kalmıştım orada. Kafam karışıktı, iyi gelmişti o kuyu bana. Beni çıkaracak birini beklemiyordum. Ama beklemediğim içindi belki, bir gün ansızın çıkıp geldi. İşte tam da o yosunlu kuyu gibi kokuyorsun bana."

"Kitapçıda gördüm onu bu sabah. O kadar duru, o kadar saydamdı ki. Yüzünde henüz başkalarından hediye o korkunç izleri taşımıyordu."

Balkon - Jean Gennet

Bütün yapıtlarında yerleşik ahlak kurallarına aykırı bir ahlak anlayışının sözcülüğünü yapan Jean Genet başkalarının insana zorla benimsetmeye kalktıkları yazgıya karşı çıkmakla insanın gerçek kimliğini bulabileceği düşüncesinin inançlı bir savunucusu oldu.

Genet, Balkon' da toplumu, insanların düşlerini düşlerini gerçekleştirdiği bir genelev olarak tasarlar. Oyunun başında şatafatlı giysiler içinde gösterişli bir söylev çeken bir piskopos görürüz. Oyun ilerledikçe bu kişinin bir memur olduğunu Büyük Balkon adındaki Madam Irma' nın randevu evinde cinsellik ve iktidarla ilgili fantezilerini tatmine çalıştığını anlarız. Madam Irma' nın randevu evi bir yanılsamalar sarayıdır.
Tiyatro oyunu şeklindeki eser, anlatımın altında başka anlamlar içermekte. Okumadan önce konuyu anlamak için yazarla ve eserle ilgili başka incelemeleri okumakta fayda var. 
Kitabın tiyatro oyunu hakkında şu yazı okunabilir:  https://www.evrensel.net/haber/297058/jean-genetnin-balkonuna-buyrun 

Alıntılarım:

"Dünyanın dört bir yanında Büyük Balkon’u tanıyor insanlar. Herkesin ulaşamadığı, ama en namuslu yanılsamalar evidir burası..."

"Silahlar patlayınca her şey güçleşiyor. Önce taraflar belirginleşiyor, seçim yapabiliyor insan. Barış içindeyken bulanık gözüküyor ortam. İnsan kime ihanet ediyor anlayamıyor büsbütün. Hatta ihanet ettiğinin bilincinde bile olmuyor."

"CARMEN: Katiyen. Kerhanede çalışmak dünyayı yadsımaktır. Buradayım, burada yaşıyorum. Gerçekliğim, aynalarınız, emirleriniz ve tutkularınızda."

"Dışarısı için yaratılmamışım,uzun zamandır seninle duvarların korunağı arasında yaşıyorum.. Derim bile açık havaya katlanamıyor...Bir peçe verseydin bana...Ya tanırlarsa beni?"

"Birazdan yeniden başlayacak her şey... ışıkları yakacağız...giyineceğiz...Ah şu giyinip kuşanmalar yok mu! Rol dağılımları...kılık değiştirmeler..."

10 Ekim 2020 Cumartesi

Sahilde Kafka - Haruki Murakami

Hep adını duyup okumadığım Haruki Murakami kitaplarındandı kendileri. Ancak okuduktan sonra da neden daha önce okumadım dediğim bir kitap oldu. Uzakdoğu, özellikle Japon edebiyatı çok farklı. Bulmaca gibi, birbirine bağlanan örüntüler.
 
Kafka Tamura on beş yaşına girdiği gün evden kaçar. Uzun zamandır planladığı bu kaçışın nedeni babasının yıllar önce dile getirdiği uğursuz kehanettir. Ama babasının bir “düzenek” gibi içine yerleştirdiği kehanet gölge gibi peşindedir… Kafka ilk kez aşkı ve tutkuyu yaşarken gizemli bir cinayetle kehanetin ve kaderinin düğümleri çözülmeye başlar. Fantastik kurguyu sevenler için ilk okunması gerekli kitaplardan.

Alıntı çok:

"Mutluluğun tek bir türü vardır, ama mutsuzluk bin bir şekilde ve büyüklükte gelebilir. Tolstoy'un dediği gibi: 'Mutluluk masal, mutsuzluk ise öyküdür.' "

"Ben Sahilde Kafka'yım. Senin hem sevgilin hem de oğlunum. Karga adlı delikanlıyım. Dahası, ikimiz de özgür kalamayız. Kocaman bir girdabın içine düşmüşüz. Bazen de zamanın dışında kalıyoruz. Bir yerlerde yıldırım düşmüş üzerimize. Sessiz görünmeyen bir yıldırım."

"İster gay olsun, ister lezbiyen, ister heteroseksüel, ister feminist, isterse faşist bir domuz ya da komünist, isterse Hare Krishna'cı olsun. Ne olduğunun hiç hiç önemi yok. Elinde hangi bayrağı salladığının önemi yok. Benim tahammül edemediğim içi boş tipler. Öyle insanlar karşıma çıktığında sabrım taşıyor, gereksiz laflar etmeye başlıyorum...Hayal gücünden yoksun, sığ hoşgörüsüz. Başına buyruk tezler, içi boş laflar, dağınık ideolojiler, kalıplaşmış sistemler.."

" 'Doğanın tuhaf bir yasası bu' dedim Martin'e 'çirkin kadın daha hoş olan arkadaşının parıltısından yararlanmayı umuyor ve hoş olan da arkadaşının çirkinliğinin yarattığı fonda daha büyük bir parıltıyla parlamayı umuyor."

"İnsan kendisinin eksik bir parçasını bulmak umuduyla aşık olur. O yüzden de, aşık olduğu insanı düşünürken, kendisine göre değişmekle birlikte, az ya da çok hüzünlenir. Çok eski bir zamanda kaybettiği, özlemle andığı, uzaklarda kalan bir odaya adımını atmış gibi hislere kapılır."

"Anılar, insanın vücudunu içten içe ısıtan şeylerdir. Fakat aynı zamanda insanın içini lime lime de edebilirler."

"O kız gerçek olmayan bir varlık olabilirdi. Fakat göğsümün içinde gürültüyle çarpan, benim gerçek yüreğimdi."

"Hayal gücünden korkuyorsun. O yüzden rüyalardan da korkuyorsun. Rüya sırasında başlayacak sorumluluklardan çekiniyorsun. Ancak uykusuz kalamazsın ve uyuduğun anda da rüyalar başlar. Uyanıkken hayal gücünü bir şekilde bastırabilirsin. Ama rüyaları bastırabilmen mümkün olmaz."

''Çok eskiden,terk etmemem gereken bir şeyi terk ettim.''dedi Saeki Hanım.''Her şeyden çok daha fazla sevdiğim bir şeyi.Zaman gelir de,ya kaybedersem diye korktum.O yüzden terk ettim.Elimden alınmasını,bir nedenle kaybolmasını beklemektense kendim terk ettim...''

"Çevreme yüksek duvarlar örmüştüm; hiç kimsenin o duvarlardan içeri girmesine izin vermiyor, kendim de duvarların dışına çıkmamaya özen gösteriyordum. Böyle bir insandan kim hoşlanır ki?"

"...Nihayetinde bu dünyada, yüksek ve sağlam çitler inşa edebilen insanlar ayakta kalır..."

''Sadece herkesin okuduğu kitapları okursan, sadece herkesin düşündüğünü düşünürsün."

"Eskiden dünya erkek ve kadından değil, erkek-erkek, erkek-kadın ve kadın-kadından oluşurmuş. Yani günümüzdeki iki kişilik malzemeyle bir kişi ortaya çıkıyormuş. Fakat Tanrı kılıcını kaptığı gibi hepsini ikiye bölmüş. Bunun sonucunda dünyada yalnızca erkek ve kadın kalmış, insanlar da öteki yarılarını bulmak için arayış içinde yaşamlarını sürdürmeye başlamışlar."  

Hatırladıklarım - Zekeriya Sertel

Bu kitapta gazeteci-yazar Zekeriya Sertel' in hatıratı var. Önsözde şöyle diyor yazar:
"Elli yıllık gazetecilik hayatımda memleketin gelişmesini bir seyirci gibi değil, içinde yaşayan bir insan olarak izledim. Türkiye' nin yarı-sömürge, geri bir memleket olmaktan kurtulup bağımsız bir devlet olarak gelişmesi sırasında geçirdiği sancıları birlikte yaşadım. Onun için elli yıllık hatıralarım biraz da Türkiye' nin tarihi sayılır. Bu kitap daha çok bir biyografidir. fakat bir gazetecinin hayatını, memleketin hayatından ayırmak mümkün olamayacağı için, burada aynı zamanda memleketin tarihini ve insanlarını da bulacaksınız. Bu sayede memleketin siyaset, fikir ve sanat hayatında önemli rol oynamış birçok kimseyi tanıyacaksınız."
Yakın tarihe ışık tutan bir kitap. Şiddetle öneririm.
Kitapta altını çizdiğim cümleler, paragraflar çok:

"Şair Mehmet Emin, son derece basit ve mütevazı bir adamdı. Beyaz top sakalı çehresine bir ortodoks papazı görünümü verirdi. Toplantılara gelince en önde iğreti bir sandalyeye oturur, ellerini önüne bağlar, öylece put gibi sessiz ve hareketsiz dururdu.Söze hiç karışmazdı. Arada sırada bizlere en yeni yazdığı manzumesini okurdu. Manzumelerde hep büyük kelimeler kullanarak dinleyicileri etkilemeye çalışırdı. Fakat bunlara şiir denemezdi. Ne var ki, o günkü milliyetçi gençler onu kendilerinin büyük şairi sayarlardı. Çünkü, "Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur" sözünü ilk defa söyleyen o olmuştu. Gençler onu bir Türk şairi olarak severlerdi. Zaten iddiasız, temiz ve namuslu bir adamdı. O devirde böyle kalmak bir meziyet sayılırdı. Yoksa o da istese paraya boğulabilirdi. Fakat bütün meziyeti de bundan ibaretti. Milliyetçilik cereyanı geçince, şair olarak adı unutuldu."

"Benim bir "Dönme" kızıyla evlenmek üzere bulunduğumu
ittihat ve Terakki genel merkez komitesine duyurmuşlar. Bir gün bu komitenin ünlü üyesi sayılan Doktor Nazım beni çağırdı. Tebrik etti. Yaptığım işin önemini bilip bilmediğimi sordu, 
- Sen belki farkında değilsin, dedi, fakat yüzyıllardan beri birbirine yan bakan iki toplumun birleşip kaynaşmasına yol açıyorsun. Dönmelik kastına ölüm yumruğu indiriyorsun. Biz bu olayı gereği gibi değerlendirmeli ve Türklerle "Dönme"lerin birleşmesini bu vesile ile kutlamalıyız. Bunu milli ve tarihi bir olay gibi değerlendirmek gerek. Şaşırdım.
-Yani ne yapalım, efendim, dedim.
- Yani, nikahınızı biz kıyacağız. işi gazetelere duyuracağız.
Bu nikahı bir aile olayından çıkarıp milli olay haline getireceğiz."

"Onun düşüncesi şuydu: "Ordumuz kalmamıştı. Düşman kuvvetli, biz ise zayıftık. Dağınık ve perişan bir hale düşmüştük. Bu durumda İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük düşmanlara karşı duramaz ve onları memleketten çıkaramazdık. Bu kuvvetleri ancak Amerika'nın yardımıyla memleketten kovabilirdik".
Halide Edip, Amerika'nın emperyalist bir devlet olmadığını sanıyor, Washington'un iyi niyetine inanıyordu. Türkiye'yi düştüğü felaket uçurumundan kurtarmak için, Amerika, bizden bir şey istemeyecekti. Yalnız işgal kuvvetlerine karşı Türkiye'yi koruyabilmesi için, Türkiye'nin Amerikan mandasına girmeyi kabul etmesi gerekiyordu. Biz Amerikan himayesine girerken, iktisadi yardım da görecek ve böylece hem işgalden kurtulmuş olacaktık, hem de bağımsızlığımıza kavuşarak kalkınma olanakları bulacaktık.
Oysa Amerika, lngiltere'nin harp yorgunluğundan yararlanarak Ortadoğu'ya girmek istiyordu. Bunun için de Türkiye'yi seçmişti. Memlekette bir de Amerikan mandacılığı örgütü kurulmasına yardım etmişti."

"Hayat durmadan işleyen bir makine. Yorulmadan çalışacaksın. Koşacak didineceksin. Durmadan dönen bir makineye ayak  uyduramayıp kendini çarka kaptırdın mı, gittin demektir. Ne elinden tutan olur, ne de sesini duyan. Bu para kazanma yarışında altta kalanın canı çıkar. Sürünür veya ölürsün, kimsenin umurunda bile değildir. 
Yirmi yıl Amerika' da bulunup bakkal dükkanı işleten bir Ruma rastlamıştım, baktım kazancı yerinde ...
- Eh, dedim, hayatından memnunsun, değil mi?
Şaşkınlıkla yüzüme baktı,
- Ne diyorsun bey, dedi. Burada çalışmak var, yaşamak yok. Biz çalışıp para kazanıyoruz, ama yaşamıyoruz. lstanbul' dayken
kazanmıyorduk ama, yaşıyorduk."

"O gün Meclis hıncahınçtı. Bütün elçiler, bütün basın mensupları, bütün diplomatlar oradaydı. Meclis, tarihi bir gün yaşıyordu. Ben ismet Paşa'yı ilk kez görecektim. Merak ve heyecan içindeydim. Bir alkış fırtınası koptu. Gözler salonun yan kapılarına dikildi. Üzerinde basit asker elbisesi, başında gri kalpağıyla İsmet Paşa göründü. Meclis onu ayağa kalkarak selamladı. Paşa çalımsız, kısa boylu, basit bir askerdi. Pantolonu ütüsüz, ceketi buruşuktu. Kalpak, kulaklarına kadar inmişti. Lozan'dan değil de, sanki cepheden geliyordu. Kıyafetini değiştirmeye vakit bulamadan tozlu çizmeleriyle Meclis' e gelivermiş gibiydi. Onun bu basit, bu iddiasız ve mütevazı hali, Kurtuluş Savaşı'nın canlı bir sembolü idi. Karşımızda şık giyinmiş, iddialı bir diplomat değil, cephede ve Lozan'da zafer kazanmış bir komutan vardı. Kurtuluş Savaşı, işte böyle fıkaralık içinde yapılmıştı.
İsmet Paşa konuşmaya başlayınca Meclis kulak kesildi. Paşa, Lozan'da emperyalist memleketler diplomatlarının, Anadolu za
ferini yenilgiye çevirmek için oynadıkları çeşitli oyunları anlattı;
İngiliz temsilcisi Lord Curzon'un zaman zaman tehditler savurduğunu, fakat hiçbir hile ve tehdidin fayda vermediğini açıkladı.
Lord Curzon konferansta, "Siz bize Anadolu'nun kapılarını kaparsanız, biz Anadolu'ya arka kapıdan girmesini biliriz," demişti. Yani, yeni Türkiye yabancı sermayeye muhtaç olacaktı. Bu yabancı sermaye Türkiye'yi içinden fethetmesini bilecekti. İsmet Paşa Lozan' da hiçbir tehdit ve hile karşısında eğilmemiş, Sakarya zaferini diplomatik bir zaferle tamamlamasını bilmişti. Onun için Meclis onu ayakta alkışlıyordu."

"Bakanlıkta İsmet Paşa'yı beni bekler buldum. Kapıda savaştan kalmış hantal bir otomobil bekliyordu. Ben amirim olarak Paşa'yı birkaç kez daha görmüştüm. En çok dikkatimi çeken şey, o vakit ki abullabut giyinişiydi. Bir türlü sivil kıyafete kendisini alıştıramıyordu. Pantolonu ütüsüz, üstü başı itinasızdı. Kalpağı kulaklarına iniyordu ... Fakat babacan bir hali vardı. İnsanda
derhal güven uyandırıyordu."

"Ben bu satırları kaleme aldığım sırada Cumhuriyet, oğulları Nadir Nadi ve Doğan Nadi'nin elindedir. Evlatları böyle zengin bir mirasa konmuşlardır. Bu gençler gazeteye bağımsız ve taraf sız bir kişilik vermişlerdir. Hatta birçok bakımdan Cumhuriyet gazetesi ileri gruplarla işbirliği yapmaktadır. Yalnız beni üzen şey gazetenin kurucuları arasında adımın unutulmuş olmasıdır."

Nazım, bu çirkin saldırılar karşısında bir süre sustu, hücumlara önem vermedi. Fakat burjuva şairleri iyice azıtınca, Nazım da karşı taarruza geçti. Önce Ahmet Haşim'i ele aldı. 'İki Serseri Var' başlıklı şiiri ile ona ilk hücumu yaptı. Nazım, bu şiirinde Ahmet Haşim'i teşhir ediyor, yabancı sermayeye aracılık, sırmalı yakalılara uşaklık ettiğini anlatıyor ve bu burjuva şairini yerden yere vuruyordu. Bu şiir, Nazım'ın hiciv alanında ilk denemesiydi. Fakat o kadar kuvvetli bir şiirdi ki, düşmanları bile şaşırdılar. 
Amansız bir hasımla karşı karşıya olduklarını anladılar. 
Nazım'ın ikinci hedefi, o vaktin Türk Ocakları Başkanı Hamdullah Suphi oldu. Sahte milliyetçi Hamdullah Suphi'yi Nazım, beli sıkılınca ellerini çırpan bir soytarıya benzetiyordu. Nazım, Hamdullah Suphi'nin bütün kişiliğini kalın çizgilerle ortaya
koymuştu. Nazım, bundan sonra da Türkiye'nin ünlü edebiyatçısı    Yakup Kadri'ye çattı.
Nazım'ın bu hücumları, düşmanlarını telaşa düşürdü. Nazım'ın insafı yoktu. Burjuva şairlerini halkın gözünde kepaze etmek için eline bir fırsat geçirmişti. Bu fırsatı sonuna kadar kullanmak istiyordu. Hücumlarını genişletmek, bütün eski kuşak şair ve edebiyatçılarını silip süpürmek hevesine kapılmıştı. Resimli Ay'da "Putları Yıkıyoruz" diye bir kampanyaya başladık.
Putlaştırılmış ne kadar edebiyatçı varsa, hepsini birer birer tahtlarından indirmeye karar verdik. Sanat hayatında, haklı ya da haksız ün kazanmış kimseler vardı. Bunlar yeniliğe giden yolu kapıyorlardı. İlerleyebilmek için bu engelleri ortadan kaldırmak gerekti. Aynca bu gerçek veya sahte ünlü kimseler, halkı ve gençliği etkileyebiliyorlardı. Gençleri yeni ideolojilerle zenginleştirebilmek için, bu etkiyi kırmak gerekti. İşte bu düşüncelerle, putlaşmış eski ünlülere karşı bir saldırıya geçtik. İşe en çok sevilen Namık Kemal ile başladık. Namık Kemal'ın bir burjuva şairi olduğunu ve kendi sınıfının çıkarlarını savunmaya çalıştığını belirttik. Namık Kemal'in sanat hayatı üzerinde soruşturmalar düzenledik. Röportajlar yayınladık. Ahlak ve vatan sevgisinden söz ettiği halde, Saray'ın parasıyla yaşadığını anlatmaya çalıştık. Bu yayınlar ortalığı sarstı. Düşmanlar ayaklarının altındaki toprağın sallanmaya başladığını duydular. 
Ama biz, yöremizdeki homurtulara aldırmadan yolumuza devam ettik. Sıra ile Tevfik Fikret'i, Abdülhak Hamit'i filan tahtlarından indirmeye çalışacaktık. Savaş böyle genişleyince, tepkisi de büyüdü. Yalnız sanat çevresi değil, gençler ve genel olarak aydınlar, bu savaştan rahatsız oldular. Putlar birer birer yıkılıyor, kazanılmış ünler yere seriliyordu. Peki ama bu yol nereye çıkardı? Putlar yıkılınca sanat çevresinde tapılacak adam kalmıyordu.
Sanat çevresi boşalacaktı. Onların yerini alacak kimseler henüz ün yapamamıştı. Burjuva sanatçıları telaş içindeydiler. Memlekette bütün değerleri yok sayan bu anarşist hareketi durdurmak gerektiğini öne sürmeye başladılar. Halkı ve gençliği, milli değerleri korumaya çağırdılar. Bu kışkırtmalar, üniversite gençliğinin bir kısmını harekete geçirdi. Bir gün 40-50 kişilik bir öğrenci topluluğu matbaamızı bastı. Nazım, bunların gelişini sokağa bakan çalışma odasından görmüş. Koşup bana haber verdi. Heyecanlanmıştı. Yayınımızın uyandırdığı tepkinin bu dereceye varabileceğini kestirmemişti. Yüzünde ve gözlerinde endişe okunuyordu. Onun yüzünden matbaaya bir zarar gelmesi ihtimali onu üzmüştü."

"Nazım'ın ünü günden güne yayılıyor, ziyaretçileri ve hayranları çoğalıyor, herkes ondan söz ediyordu. Ünü, sonunda Mustafa Kemal'e kadar ulaştı. Mustafa Kemal'in İstanbul'da bulunduğu bir sırada, bir akşam Dolmabahçe Sarayı'ndaki sofrada Nazım'ın adı geçer. Hazır bulunanlar Nazım'dan hayranlıkla söz ederler. Kendisine, Nazım'ın çağımızın en büyük Türk şairi olduğu söylenir. Merak eder. Bir şiirini dinlemek istediğini gösterir. Nazım'ın şiir plakları getirilip çalınır. Mustafa Kemal dikkat ve hayretle dinler. Sonra, "Bu şair sizlere benzemiyor," der. Ve Nazım'ı getirtip şiirlerini onun kendi ağzından dinlemek arzusuna kapılır. "Bu şairi bulup getirsinler," emrini verir.
Fakat vakit gece yarısını geçmiştir. Telefonla Kadıköy Polis Merkezi'ne Nazım'ı bulup getirmeleri emri verilir. Gece geç  va
kit bir polis, Nazım'ın evinin kapısını çalar. Nazım uykudan   kalkıp kapıyı açar. Karşısında polisi görünce şaşırır. Bir an soğuk terler döker.
Polis nezaketle Mustafa Kemal'in kendisini Dolmabahçe Sa-
rayı,nda beklediğini bildirir. Nazım o vakit kendisine gelir.
- Oğlum, der, Paşa,ya benden selam söyleyin. Ben "Deniz kızı Eftalya" değilim. 
Bunu der demez kapıyı kapar.
Mustafa Kemal o sıralarda sofrasına Eftalya Hanım adında bir şarkıcı kızı getirtmeyi adet edinmişti. Nazım, şarkıcıya benzetilmekten kırılmıştı. Bu cevabıyla Mustafa Kemal'e, bir basit
şarkıcı gibi çağrılamayacağını anlatmak istemişti.
Nazım'ın cevabı kendisine bildirildiği zaman Mustafa Kemal'in tepkisi şu olmuş:
- Aferin çocuğa ... İşte şair dediğin böyle olmalı! 
Mustafa Kemal de bu cevabıyla kendi büyüklüğünü göster-
miştir. Yoksa bu cevaba kızabilir ve Nazım'a yapmadığını bırak-
mazdı."

"Nazım'ın şiir sanatına getirdiği bu büyük yenilik, özden çok,
biçime önem veren öteki şairleri tedirgin etti. O zamana kadar
ün kazanmış şairlerin kıskançlığını çekti. Gene o zamana kadar
gençliğe dar milliyetçiliği ve Turancılığı aşılayanları kızdırdı.

Gerek edebiyat, gerek ideoloji alanlarında önder sayılan kimseler, hemen Nazım'a karşı saldırıya geçtiler. Nazım'ın bir komünist olduğunu, gençlik ve memleket için zararlı fikirleri aşıladığını iddia ettiler. Onun proleter şairi olmasıyla alay ettiler. Onu bir yandan hükümete jurnal ettiler, bir yandan da halkın gözünden düşürmeye çalıştılar. O günlerin ünlü lirik şairi Ahmet Haşim, Nazım için şu tekerlemeyi yayıyordu:
- Nazım öyle bir tehlikedir ki, kendisinden kurtulmak için
onu asmak gerek. Fakat o kadar kuvvetli şairdir ki, sonra da
önüne diz çöküp ağlamak gerek.

Yani burjuva şairler Nazım'ın kudretini inkar edemiyor, fakat onu ortadan kaldırmak için asılmasını istemekten de geri kalmıyorlardı."

"Şimdi düşünüyorum da, o vakit pek ileri gittiğimizi anlıyorum. Türk halkının ve gençliğinin sevdiği büyüklerimizi yıkmaya çalışacak yerde kazanmaya çalışsaydık daha iyi olmaz mıydı?

Bu adamların olumlu yanlarını bulup onları bizim tarafımıza
çekmek mümkün değil miydi? Hele Nazım'ın Hamit'i ziyaretinden sonra elimize bir de fırsat geçmişti. Bu fırsattan yararlanamaz mıydık? Eski şöhretleri yıkmaya çalışmakla onlara hayran
olan gençliği kendimizden uzaklaştırmıyor muyduk? Gençlerin
matbaamıza kadar gelerek yaptıkları gösteri bizi uyandırmalıydı ...

Fakat, hayır. Biz gençtik. İdealisttik. Eskileri yıkmadıkça yolumuzun açılamayacağına inanıyorduk. Onun için cesaretli ve insafsızdık. Bizden olmayanları tahtlarından indirmeyi doğal buluyorduk."

"Fakat daha Babıali'deyken onu rahat bırakmayan polis, bu
defa onu gece gündüz izlemeye başlamış ve rahat çalışmasını
önlemişti. Nazım, basit bir vatandaş gibi işine gidip geliyor, polisin kendisini "gizli faaliyet"le suçlamasına fırsat vermemeye 
dikkat ediyordu. Ama gene de sudan bahanelerle bir-iki kez tevkif edildi ve sonunda bir rastlantı, polisin ekmeğine yağ sürdü;

"Nazım yakalanıp Askeri Mahkeme'ye verildi. Bu ani darbe Nazım'ı şaşırtır. Kendisine suçu bildirilmemiştir. Meçhuller içindedir. Kimse ile teması da mümkün değildir. Sırf Nazım'ı yakalamak için özel bir Askeri Mahkeme kurulur. Duruşma gemide gizli yapılır. Ordu içinde komünizm propagandası yapmaktan suçlu olarak, savcılık, Nazım'ın ölüm cezasına çarptırılmasını ister. Bu haber nedense Nazım'ın karısına kadar ulaşır. Kadın bir mektupla Nazım'a kederini bildirir. Nazım şu şiirle cevap verir:

Bir tanem!
Son mektubunda:
"Başım sızlıyor
yüreğim sersem!,
"Seni asarlarsa
seni kaybedersem;
"Yaşayamam;,,
diyorsun.
Yaşarsın karıcığım
Kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlılarda
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
ölüm acısı razı olmuyor gönlüm
Fakat
emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nazıma!"

"Bir yandan da şiir yazmaya devam ediyordu. Bu şiirler hapishane duvarlarını aşarak dışarı çıkıyor, elden ele dolaşıyordu.Yalnız şiirlerinin dışardaki etki ve tepkisini göremiyor, duyamıyordu. Yeni bir şiir yazdıkça mahpus arkadaşlarını toplar, şiirlerini okurdu. Bir gün Nazım'ın bir şiirini dinleyen bir köylü mahpus:
- Nazım Ağabey, demişti, çok güzel konuşuyorsun, güzel laflar ediyorsun ama, bunu daha kısa söyleyemez misin be kardeşim?
Köylünün bu içten eleştirisi Nazım üzerinde büyük etki yapmış, ondan sonra Nazım şiirlerini kısaltmaya başlamıştır."

"Nazım Hikmet, hapishanede memleketin her sınıf ve her tabakasından insanlarla yakından temas fırsatını bulmuştu. Böylece halkı daha yakından tanımak olanağına kavuşmuştu. Bizde 
hapishane, memleketin küçülmüş bir parçasıdır. Rejimin zulüm
ve haksızlıklarına uğramışların en gerçek temsilcileri oradadır.
Halkın burjuva idaresinden neler çektiği en iyi orada öğrenilebilir. Hapishane Nazım için, halkın içinde yaşamasına, onun dert 
ve sorunlarını öğrenmesine hizmet eden bir okul olmuştur. Bunun sonucu olarak Nazım hapishanede Memleketimden İnsan 
Manzaraları adlı uzun bir eser yazmıştır. Bu eserde her sınıf halk tiplerini keskin hatlarla bulmak mümkündür. Fakat uzun süren hapishane hayatında Nazım'ın yaptığı en büyük iş, orda yazdığı Milli Kurtuluş Savaşı Destanı'dır.
Bu destan 60 bin mısralık büyük bir eserdir. Bir bakıma Homer'in llyada'sını andırır. Türkiye'nin hayatında bir dönüm noktası olan Milli Kurtuluş Savaşı'nın destanını yazmak şerefinin kendisine düşmesinden dolayı Nazım sevinir ve övünürdü.
Bu eseri yazdıkça, bir arama-taramada ele geçirilip yok edilmesine meydan vermemek için, yazdıklarını üç dört kopya olarak çıkarıyor ve üç kopyasını lstanbul'da güvendiği üç ayrı arkadaşına gönderiyordu. Böylece eserin yok edilmesini önlediğini sanarak rahat ediyordu. Fakat talihin şu acı cilvesine bakın ki, Nazım'ın destanını saklamayı üstüne alan üç arkadaştan biri doğrudan doğruya bir polis ajanı çıktı. Nazım onu ta çocukluğundan tanıyordu. Fakat kendisi hapisteyken bu arkadaşının nasıl soysuzlaşıp polise geçtiğini bilmiyordu. Hapisten çıkıp bu arkadaşının elindeki kopyayı polise teslim ettiğini öğrenince şaşırdı, fakat inanmak istemedi. Son zamanlara kadar da inanmadı. İkide bir bizim fikrimizi sorar, bu şüpheden kurtulmaya çalışırdı. Fakat ne yapalım ki gerçek buydu."

"Bu güzel, fakat hazin manzarayı seyrederken Atatürk'ün son 15 yıllık hayatı bir sinema filmi gibi gözlerimin önünden geçti. O vakit, vicdanımla bir hesaplaşma yapmak gereğini duydum. Sağlığında biz bu adama karşı hürriyet ve demokrasi savaşı yapmıştık. Onu, demokrasi ve hürriyet getirmediği için adeta suçlu sayıyorduk. Onun hareketlerini diktatörce buluyorduk. Çünkü o vakit ormanın içindeydik. Ağaçları görüyorduk, ama ormanı bütün büyüklüğüyle göremiyorduk. Şimdi, geçenleri daha aydın görebiliyordum. Atatürk memleketin sosyal, siyasal ve ekonomik hayatında büyük devrimler yapmıştı. Halifeliği ve padişahlığı yıkmış, yerine bir cumhuriyet rejimi getirmişti. Halkın sosyal hayatında ve geleneklerinde birçok esaslı değişiklikler yapmıştı. Birbiri ardından gerçekleştirdiği devrimler o zaman birçok hoşnutsuzluklar yaratmıştı. Halife ve padişahtan yana olanlar ona cephe almışlardı. İttihatçılar ona karşı suikast tertiplemişlerdi. Şapka ve yazı devrimleri, tekkelerin ortadan kaldırılması, birçok kötü geleneklerin yıkılması bazı kimseleri tedirgin etmişti. Emperyalistler de memleket içinde isyanlar çıkarmışlardı. İstanbul' da bütün halifeci, padişahçı ve gerici basın, Atatürk' e karşı yaylım ateşi açmıştı. Bütün bu koşullar içinde hürri-
yet ve demokrasi gelişebilir miydi?
Tersine, devrim düşmanlarına karşı az çok sert davranmak gerekir. Atatürk de iç ve dış düşmanlara karşı ihtiyatlı ve tedbirli bulunmak ihtiyacındaydı. Böyle olmakla beraber Hitler ve Mussolini biçiminde bir diktatörlüğe gitmedi.Kişi yönetiminden çok meclis egemenliğine, yani halk egemenliğine önem verdi."

"Bütün koşullar, onun Doğulu bir diktatör olmasına elverişliydi. 
Fakat, asker olmasına rağmen "Benevoknt diktatorship" diye adlandırdıkları biçimde yumuşak, sevimli ve akıllı bir otorite kurdu. Bu otorite diktatörlükte olduğu gibi korkuya değil, sevgiye
dayanıyordu. Ona bu kuvveti veren şey hal.kın kendisine sevgiyle
bağlı olmasıydı. Onun için, bizim istediğimiz kadar değilse de, yine de günün koşullarının elverdiği ölçüde hür bir rejim kurdu. Biz eleştirilerimizi özgürce yapabildik. Nazım Hikmet en devrimci şiirlerini onun döneminde yazdı. Nazım'ın en son ve en uzun
mahkumiyeti de Atatürk'ün hastalık yıllarına rastlar. Zaten büyük adamlar ancak ölümlerinden sonra anlaşılır."

"Atatürk de bütün ölçüleriyle şimdi anlaşılmaya başlamıştır. Bugün memlekette ilerici kuvvetler Atatürk ilkelerine dayanarak 
savaşabiliyorlar. Onun için Atatürk dün de büyüktü, bugün de büyüktür, yarın da büyük kalacaktır. Biz, uğrunda savaştığımız özgürlük ve demokrasiye ancak onun açtığı yoldan ulaşabiliriz.
Özgürlük ve demokrasi savaşına asıl onun ölümünden sonra
hız vereceğiz."

"Halide Edip daha İstanbul'un emperyalistler tarafından işgali
günüden Kurtuluş Savaşı'na başlamış, sonra Ankara'ya giderek
savaşa doğrudan doğruya katılmış, onbaşı olarak cepheye bile
gitmişti. Böyle bir insanın zaferden sonra memleketten kaçmak
zorunda kalması hepimizi şaşkınlığa düşürmüştü. O zamanki
söylentilere göre Halide Edip'in Atatürk'le arası açıktı. Atatürk
zaferden sonra şu veya bu biçimde düşmanlarını tasfiye etmeye
başlayınca Halide Hanım da ürkmüş ve hayatını kurtarmak için
memleketten uzaklaşmayı uygun bulmuştu. Atatürk'le aralarının
açılmasının nedeni de şuydu: Milli Kurtuluş Savaşı sırasında
Hindistan halkı Ankara'ya Halide Edip aracılığıyla yüz bin dolar
göndermişti. Bu paranın Milli Kurtuluş Savaşı için harcanması 
şart koşulmuştu. Halide Hanım bu parayı Atatürk'e vermişti. Fakat Atatürk o zaman bu parayı Milli Kurtuluş işlerinde harcamayarak saklamış, zaferden sonra İş Bankası'nın kuruluş sermayesi olarak kullanmıştı. Halide Hanım paranın yerine harcanmamış olmasından gücenmiş ve kırgınlığını Atatürk' e de duyurmuştu. Halide Hanım'ın bu hareketi Atatürk'ü kızdırmıştı. Araları bu yüzden açılmıştı. Halide Edip, kocası Dr. Adnan Adıvar'la birlikte Paris'e gitti. Atatürk'ün ölümüne kadar on iki yıl orada bir sürgün hayatı yaşadı. Bu defa İnönü' nün af politikasından yararlanarak, gene kocasıyla memlekete döndü. İstanbul' da, Beyazıt semtinde bir eve yerleşti. Evlerine gittiğim zaman ikisini de hayli ihtiyarlamış ve yıpranmış buldum. Paris'te çok sıkıntılı bir hayat geçirmişlerdi. Dr. Adnan Adıvar Sorbon Üniversitesinin Doğu Enstitüsü'nde Türkçe dersler vererek, Halide Hanım da anılarını yazarak hayatlarını kazandılar. Milli Kurtuluş Savaşı boyunca yaptıkları değerli hizmetlerin karşılığını böyle almış olmaları onları manen de hayli yıkmıştı. Şimdi de kendilerine iş arıyorlardı."

"Savaş içinde bütün yollar kapanmıştı. Deniz yollarından yararlanmak çok güçtü. Hava yolları ise kapalıydı. Kara yolu olarak da bizi dışarıya bağlayan yalnız Balkan yolu açıktı. Ama bu yoldan sadece Almanya,ya gidebilirdik. Çünkü bütün Orta Avrupa, Almanların elindeydi. Almanlar bu durumun kendilerine sağladığı olanakları kendi çıkarlarına kullanmaktan geri kalmadılar. Türk ekonomisini ellerine aldılar. Bütün savaş boyunca Türkiye, bütün ihraç mallarını yalnız Almanya'ya satabiliyor, ihtiyaçlarını da ancak Almanya' dan satın alabiliyordu. O vaktin Alman Maliye Bakanı Schaht, Türkiye ile iş yapabilmek için yeni bir ticaret sistemi "icat" etmişti. Türkiye ile Almanya takas usulüyle iş yapıyorlardı. Yani iki taraf birbirleri için bankalarında bir gider-gelir hesabı açmışlardı. Almanya'dan ne kadar mal alırsak, karşılığında o değerde mal veriyorduk. Büyük bir sanayi ülkesiyle geri kalmış bir tarım ülkesi arasındaki böyle bir ticaret ilişkisi, metropol ile sömürge arasındaki ilişkiden başka bir şey değildi. Bu sistem yalnız Türkiye'nin aleyhine işliyordu. Almanya sanayi mallarına istediği fiyatı koyuyor, bizim mallarımızı da en aşağı fiyattan alıyordu. Bizim için bir dünya pazarı yoktu. Böylece bütün savaş boyunca Türkiye, Almanya'nın bir sömürgesi gibi çalıştı,tarafsız kalmanın meyvelerini toplayamadı.
Bir gazeteci olarak bize düşen görev, bu acı gerçeği kamuoyuna anlatmak, hükümeti uyarmaya çalışmaktı. Tan gazetesindeu yolda sürekli yayımlar yaptık.Eğer Almanlar savaşı zaferle sonuçlandırmış olsalardı, Türkiye onun tam bir sömürgesi olacaktı. Halka anlatmaya çalıştığımız gerçek buydu."

"Birkaç günlük toplantıdan sonra, önce partinin "Cumhuriyet 
Demokrat Partisi" adını taşıması kararlaştırıldı. Partinin amacını gösteren ilk maddesi de şöyle kaleme alındı:  "Cumhuriyet Demokrat Partisi, Türkiye Cumhuriyeti'nde demokrasinin geniş ve ileri bir anlayışla gerçekleşmesine ve genel politikanın demokratik bir görüş ve anlayışla yürütülmesine hizmet amacıyla kurulmuştur."

"Birkaç gün sonra Menderes Ankara' da ikinci bir basın toplantısı yaptı. Toplantıdan sonra beni evine akşam yemeğine çağırdı. Yemekten sonra çalışma odasına çekildik. Bana komünist olup olmadığımı sordu. Bu sorunun yersiz olduğunu söyledim ve Toprak Kanunu tasarısına karşı çıkışına bakılırsa, kendisine liberal demek gerektiğini ekledim. Oysa biz belirli ilkelerde anlaşmıştık. O ilkeler içinde işbirliği yapacaktık. Onun dışında benim kişisel inancıma karışılamayacağını belirttim. Ses çıkarmadı. Ama aramızdaki anlaşmazlık artık aydınlanmıştı.
Adnan Menderes'in bu sorusu büsbütün nedensiz değildi. O sıralarda gerici ve faşist basın bana saldırılarını artırmıştı. Beni komünist olmakla suçluyorlardı. Adnan Menderes, bu saldırılara ve suçlamalara bakarak benim ağzımı yoklamak istemişti. 
Bu sürekli saldırılar, halk arasında da böyle bir etki yaratabilirdi. Zaten sağ eğilimli dostlarım, beni komünist sayarlardı. 
Çünkü onlarla tartışmalarımda ben, her vakit sol fikirleri savunurdum. Sağcılar her meselede o kadar dar düşünüyor, o kadar 
yanlış yargılara varıyorlardı ki,onlara karşı gerçeği ve sol fikirleri savunmaktan kendimi alamazdım. Fakat sol eğilimli dost ve 
tanıdıklar da bana burjuva derlerdi. Çünkü onlar da o kadar sekterce konuşur, öyle gerçekten uzak hayallere saplanırlardı ki ,onların bu dar görüşlerini eleştirmemek mümkün olmuyordu."

"Dedim ki, "Ziya Bey ben sizi ta eskiden tanırım. Kaç yıllardır komünist avı yaparsınız. Kim bilir şimdiye dek kaç kişinin canına kıydınız, evini yıktınız. Komünist avcılığını bir meslek edindiniz. Bunu bir geçim aracı yaptınız. Bari bu süre içinde komünizmin ne  olduğunu öğrendiniz mi? Nedir şu bir türlü alıp veremediğiniz 
komünizm?"
Ziya Bey şaşırmıştı.Şimdiye dek böyle bir soru kalmamıştı. Karşısında da bu işi çok iyi bildiğini sandığı biri vardı. Kıvrandı kıvrandı, kızardı bozardı, sonunda suçunu itirafedermiş gibi;
"Beyefendi," dedi, "biz bu sorunuza cevap veremeyiz. Doğrusu biz komünizmin ne olduğunu bilmiyoruz. Siz bize anlatın da bari bu vesileyle öğrenelim." 
"O halde neden ne olduğunu bilmediğiniz bir şey uğruna insanların canını yakarsınız. Ben size ders verecek değilim.mademki öğrenmek istiyorsunuz, size bir iki kelime ile şunuözetleyivereyim. Bir gün komünizm gelirse bir memlekete, omemlekette sizin gibi, insanların canını yakan polis olmayacak,ordu olmayacak, para olmayacak, daha kötüsü hükümet de olmayacak. Bugün yeryüzünde böyle bir ülke var mı? Komünist sanılan Sovyetler Birliği bile henüz sosyalizm aşamasında. Bugünkü dünya koşulları içinde Türkiye'nin komünist olmasına olanak var mı? O halde ne diye insanları omünist diye rahatsız ediyorsunuz?"
Şaşırdılar. Onlarca komünizm elle tutulacak kadar var olan bir şeydi. Ellerinden silahlarını almıştım. Ne cevap vereceklerini bilemediler."

"Ziya Gökalp, Osmanlı zihniyetinin ve Osmanlı geleneklerinin yıkılmasını istiyordu. Onun o vakit ileri sürdüğü fikirler şöyle özetlenebilir: Onca, Osmanlılık Türke çok zarar vermişti."

9 Ekim 2020 Cuma

Boğulmamak İçin - George Orwell

1984 ve Hayvan Çiftliğinden sonra okuduğum üçüncü George Orwell kitabı Boğulmamak İçin. 1984' e göre daha anlaşılır bir kitap. Küçük bir İngiltere kasabasında doğmuş ve 1. Dünya Savaşı başlayana kadar 21 yıl burada yaşamış bir taşralı gencin, savaşla birlikte değişen hayatı anlatılıyor. Yıllar sonra doğduğu kasabaya giden ve orada eskiye dair umduğu şeyleri bulamayan George Bowling'in hikayesi. George Orwell romanlarında rastladığımız özellikleri barındıran kitap başlarda sıkan sonraları akan bir görüntü sunuyor. Konu basit ama her zamanki gibi arkasında saklanan anlamlar karmaşık ve düşünmeye değer.
Alıntılara gelince:

"Geçmiş tuhaf şey. Hep yanınızda taşıyorsunuz. Bana öyle geliyor ki on, yirmi yıl önce olmuş şeyleri düşünmeden geçirdiğiniz bir saat bile yoktur; ama yine de çoğu zaman geçmişin, bir tarih kitabındaki bir sürü bilgi gibi, öğrendiğiniz bir olgular kümesinden ibaret kalması dışında bir gerçekliği olmuyor. Derken rastgele bir görüntü  ses veya koku ama özellikle de koku sizi bir anda alıp götürüyor ve o zaman da geçmişi hatırlamakla kalmıyor, içine giriyorsunuz."


"....bir tür ilaçtı Kutsal Kitap, yutmanız gereken bir şekilde gerekli olduğunu bildiğiniz acayip bir tadı olan bir şeydi."

"Savaş çıkmasaydı ben ne olurdum? Bilmiyorum ama şu an olduğumdan farklı biri olacağım kesin. Savaş eğer sizi öldürmüyorsa düşündürmeye başlaması kaçınılmazdı. O tarif edilmez aptalca kargaşadan sonra kimse toplumu piramitler gibi ebedi ve tartışılmaz bir varlık olarak göremezdi. Toplumun sabun köpüğü gibi olduğunu artık herkes biliyordu."

"Balık tutmayla ilgili en iyi anılarımın asla yakalayamadıklarım hakkında olduğunu söylemiştim."

"Ayağımı gaza iyice bastım. Aşağı Binfield'e gitmenin düşüncesi bile iyi gelmişti. Nasıl bir duyguya kapıldığımı tahmin edersiniz. Boğulmamak için su yüzüne çıkıyordum! ..Bir çöp kutusunun dibinde boğuluyoruz hepimiz; ama ben yüze çıkmanın yolunu bulmuştum. Aşağı Binfield' e dönüyordum." 

"Bir insanın kalbi durunca öldüğünü söyleriz.Belki insan asıl beyni durunca ölüyor, yeni bir düşünceyi idrak etme gücünü yitirince."

"Savaş eğer sizi öldürmüyorsa düşündürmeye başlaması kaçınılmazdı.O tarif edilmez aptalca kargaşadan sonra kimse toplumu piramitler gibi ebedî ve tartışılmaz bir varlık olarak göremezdi.Toplumun sabun köpüğü gibi olduğunu artık herkes biliyordu."

"Savaş insanların başına olmayacak şeyler getiriyordu.Ve asıl sıra dışı olan şey onun insanları nasıl öldürdüğünden çok,onları bazen nasıl öldürmediğiydi."

"Ben çocukken her gölet ve derede balık olurdu. Şimdi göletlerin hepsi kurudu, dereler de kimyasallarla zehirlenmediyse bile paslı teneke kutuları ve motosiklet lastikleriyle doldu."

7 Ekim 2020 Çarşamba

Elif'in Öküzü ya da Sürprizler Kitabı - Sevan Nişanyan

Sevan Nişanyan sevdiğim yazarlardan Türk olmamasına rağmen Türkçe kelimelerle güzel oynuyor ve Türkçe kelimelerin kökenine ve birbirleri ile olan ilgisine ya da ilgisizliğine çok güzel değiniyor. Etimolojiye meraklı olanların çok ilgisini çekecek bir kitap. Kelimelerin kökenleri üzerine çok ilginç bilgiler içeriyor. Kesinlikle sıkıcı değil. Kitapta birbiriyle alakasız gibi görünen iki kelimenin aynı kökten türeyişi anlatılıyor. 

Çok alıntı var:

"Alfabeyi bundan 3000 küsür yıl önce Fenikeliler icat etmiş. Öküz anlamına gelen alep a olmuş, ev anlamına gelen bet b, cirit sopası anlamına gelen gmel g, kapı anlamına gelen dalıt d olmuş."

"Eski Yunancada kadın anlamına gelen sözcük gyne veya gynaike. Örneğin "kadın hastalıkları uzmanlığı" anlamına gelen gynecologie sözcüğünün Fransızca telaffuzu jinekoloji."

"Sivri külahlı kahverengi cübbe giyen Fransisken rahiplerine verilen capuccino lakabı İtalyanca capuccio'dan türemiş. Espresso kahvenin üzerine sivri külah şeklinde krema oturtarak yapılan kapuçino sanırım İtalya'da 1945'ten sonra üretilmiş saygısızca bir benzetme."

"Diş-temizler anlamında cure-dent (kürdan) ile rahim içinin kazınarak temizlenmesi anlamında curetage (kürtaj) "cure" fiilinin türevleri."

"Chauffeur ya da "ısıtıcı" eskiden buharlı trenlerde ocağa kömür atan ateşçinin adı iken, benzin motorlu otomobilin icadından sonra bu cehennem aletini kullanan kişilerin lakabı olmuş. Türkçesi şöfer değil şoför.

"Çeyrek... Rahmetli anneannemin "çaryek" diye söylediği bu kelime Farsça çar ve yak sözcüklerinden oluşuyor. Düpedüz "dört bir" veya dörtte bir demek."

"Eskiler seks deyince birleşmeyi değil daha çok ayrışmayı anlarmış. Latince sexus'tan kastedilen şey de pek sex on the beach değil, insanların kadın ve erkek olarak iki cinse ayrılması."

"Eski İbrani peygamberler kıyametten bir süre önce gelip günahkarı günahsızdan ayıracak olan büyük peygamberi "yağla ovulmuş" anlamında İbranice "masiyah" adıyla anmışlar."

"Farsça çâr: dört. (4) Mesela çeyrek. Çâr ve yek sözcüklerinden oluşuyor. "Dörtte bir" demek. Çarşamba (çârşanba), dördüncü gün anlamına geliyor. Çerçeve (çârçûbe), dört çubuk demek. Çarşı (çârsû) ise dört kenar. Ticari amaçla kullanılan büyük dikdörtgen açık alana çârsû deniyor."

"Türk dili nedense bu cins kelimeleri hep dışarıdan ithal etmiş. Haydut Macarca, çete Sıpça, şaki/eşkiya Arapça, terorist Fransızca, mafya İtalyanca, gangster Amerikanca, desperado İspanyolcadan alınma Amerikanca. Yerlisi hiç yok muymuş diye insan merak ediyor."

"17. yüzyılda "altın ve gümüşün saflığını sınamak" anlamında İngilizce "to test" fiiline rastlıyoruz. Bir süre sonra değerli metaller dışındaki şeyler de test edilir olmuş... "Test tipi sınav" deyimi aslında sınav tipi sınav anlamına geliyor."

"Bir kere sevdanın sevmekle, sevgiyle alakası yok. Arapça "sawda" kara safranın bir adı. Fransızcası melankoli: Ibni Sina ekolünden hekimlerin insanı kara kara düşüncelere sevk ettiğini söyledikleri bir vücut salgısı."