Bu Blogda Ara

Yapı Kredi Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yapı Kredi Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2022 Pazar

Veba Geceleri - Orhan Pamuk

Tam da salgın zamanına rast gelen bir kitap. Veba Geceleri. Bundan yaklaşık 120 yıl önce yaşanan veba salgınında günümüzdeki covit-19 salgınıyla neredeyse ortak denebilecek şeyler yaşanmış. Diğer Orhan Pamuk kitaplarına göre daha sade, daha insanı içine çeken bir kitap olmuş. Karakterler ve yerler kurgu. Başta gerçek sanmıştım Minger Adasını ancak bunun sanal bir yer olduğunu daha sonra anladım. Güzel kurgulanmış, gerçek tarihle kurgusallığı iç içe sokan güzel bir eser bence. Ben sevdim. 

Veba Geceleri, 1901 yılında 3. Veba Pandemisi döneminde Osmanlı’nın 29. Vilayeti Minger adasında geçiyor. Hem sürükleyici bir siyaset ve aşk romanı hem de Pamuk’un salgın, karantina, devlet ve birey konularını bir masal havasıyla tartıştığı bu tarihi roman, konusuyla yaşadığımız günlere de ışık düşürüyor.

1901 baharında Osmanlı İmparatorluğu’nun 29. vilayeti Minger Adası’nda veba salgını baş gösterince Sultan Abdülhamit önce Sağlık Başmüfettişi kimyager Bonkowski Paşa’yı, onun arkasından da genç ve başarılı Doktor Nuri’yi salgını durdurması için adaya gönderir. Padişah kısa bir süre önce genç doktoru, sarayda hapis hayatı yaşattığı ağabeyi önceki padişah V. Murat’ın kızı Pakize Sultan ile evlendirmiştir ve Pakize Sultan da bu yolculukta kocasına eşlik etmektedir. Adada ise genç ve milliyetçi Osmanlı subayı Kolağası Kâmil, onun âşık olduğu adalı Zeynep ve her şeye yetişmeye çalışan Vali Sami Paşa ile güzel sevgilisi Marika vardır. Karantina yasaklarına itaat edilmesi için çaba harcayan bu insanların vebayla, adadaki geleneklerle ve sonunda birbirleriyle ve ölüm tehditleriyle savaşının ve yaşadıkları aşkların hikâyesidir Veba Geceleri.

" 'Abdülhamit'ten başka bir de Babıali, devlet ve millet olduğunu sanmanıza cidden şaşıyorum...' dedi Sultan. 'Devlet dediğiniz paşalar ve katipler amcamın her istediğini yaparlar ve O'na göre adalet onun her istediğinin yapılmasından başka bir şey değildir. Başka bir adalet olsaydı, babamı, ağabeyimi, ablalarım ve beni yirmi dört yıl kuş gibi Çırağan Sarayı'nda esir edebilirler miydi?"  

"Saray penceresinden sizin amcaoğulları ve anlattığınız diğer akılsız şehzadelerin seyrettikleri, Kabataş'tan Beşiktaş'a yürüyen kalabalık, işte o millettir."

"İnsanların birbirleriyle ilişkileri zayıflamıştı, dostlukları ve yeni bir şeyler öğrenme, yeni söylentilere öfkelenme isteği de azalmıştı. Herkesin yeterince korkusu, yarası, telaşı vardı. Kimse komşusunun ölümüyle meşgul değildi."

"... Karantina, halka rağmen halkı eğitip, onlara kendi kendini koruma hünerini öğretme işidir."

"..Mutlu hatıralar kayboldu ve geriye yalnızca dünyanın manasızlığını hissettiren bir ölüm korkusu ve yalnızlık kaldı."

"Yasakları faydasız kılan onları ciddiye almayanlardır.Sonunda kendileri de ölürler."

" Bizler sokağa çıkmamızın yasaklanmasına alışığızdır!" dedi Sultan gururla."

“‘Salgın var!’ dediğim için beni hapse atan sizsiniz…” dedi gazeteci. “Ama şimdi millet salgından kırılıyor.”

20 Nisan 2022 Çarşamba

Kürklü Kişi - May Sarton

Bu kitaptaki hikâye Amerikalı ünlü yazar, şair May Sarton’ın kendi kedisi Tom Jones’un başından geçen gerçek maceralardan oluşmaktadır.

Kitabın önsözünde yazar May Sarton, "Umarım ki bazı büyükanneler Kürklü Kişi'yi yüksek sesle okurlar, çünkü o, bu niyetle yazılmıştı."

Adsız sansız, bağımsızlığına şiddetle düşkün bir sokak kedisi süregeldiği derbeder hayattan yavaş yavaş sıkılır ve rahat bir yuva karşılığında özgürlüğünden feragat etmenin cazip olabileceği düşüncesi aklında yer etmeye başlar. Birtakım denemelerden sonra karşısına çıkan ev ile sakinlerinin sesi, bu fikrinin uygulanabilir olduğunu gösterir kendisine. Ve işte bu yeni yuvada bir sokak kedisi önce bir Beyefendi Kedi’ye, en sonunda da Kürklü Kişi’ye dönüşür...

“Judy ve ben, [...] 1950’lerin başında birkaç yıl [...] kiralık bir evde oturduk. Judy üniversiteden bir yıl süreyle izin aldığında, kiracısı olduğumuz evi Vladimir Nabokov ve güzel karısı Vera’ya kiraladık. Evde kaldıkları süre boyunca Tom Jones’u el üstünde tutulan bir pansiyoner olarak kabul etmeye memnuniyetle razı oldular. Beyefendi bir kedi için, iyi kalpli Vera ve kedisever Vladimir ile böylesine saygın bir aileye kabul edilmek ne talih! Ve de kedi lisanının Rusçaya tercüme edilmesini işitmek.”

"Bir Beyefendi Kedi, bir insan tarafından sahiden sevildiği zaman bir Kürklü Kişi olur."

"Uygun yoga hareketlerini yaparak kapının önünde yeterince uzun zaman oturulursa kapının açılacağı iyi bilinen bir gerçektir."

"..Üçüncü emre göre, bir Beyefendi Kedi, ne kadar aç olursa olsun, yemeğine hiç telaş etmeden, belli bir mesafeden usulca yaklaşmalı, onu uzaktan koklamalı ve asgari bir metreden, yargısının ne olacağına karar vermelidir. İyi, Orta, Geçer veya Değmez. Verdiği hüküm 'iyi' olursa, yemeğine usulca yaklaşacak, çömelmiş vaziyette oturacak ve bir lokma almadan önce kuyruğunu gövdesi etrafında kıvıracaktır. 'Orta ise', çömelecek fakat kuyruğunu yere  uzatmış halde arka tarafta bırakacaktır. Hüküm sadece 'Geçer' ise, ayakta  durarak yiyecek ve eğer 'Değmez' olursa, üstünde toprağı eşeleme ve onu gömme törenini icra edecektir."

22 Ocak 2022 Cumartesi

Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir - Selçuk Altun

Adını Oktay Rıfat'ın Karıma adlı şiirinin son dizesinden alan Selçuk Altun kitabı.

Dayısının aşırı zenginlik ve güç üzerine kurulu “büyük gözaltından” kurtulduktan sonra “Dünyanın en iyi yazarını” ve yitirdiği sevgilisini arayan bir genç adamın öyküsü.

Kitapta anlatılan kurgu etrafında geçen yüzlerce yazar, kitap adı . Öneri kitaplar. Ben çok faydalandım. Sevdiğim türdeki kitaplardan. İnceleme yazmaya oturduğumda kitabı neredeyse yeniden okumak istedim açıkçası. Sayılan yazarların dışında bir de  yazarın Oktay Rıfat aşkı beni ister istemez Oktay Rıfat eserlerine yönlendirdi. Bundan sonraki okuma listemde Oktay Rıfat şimdiden yerini aldı bile. 

"Nitelikli bir insanın kendinden iyi dosta gereksinimi olabilir mi? Sonra kitaplar. Kıskanç değil midir onlar? Çok insan dostu olan bir gerçek kitap dostu tanıdınız mı?"

"Bilimkurgu romanları nasıl geleceğin yüzeysel düşleriyse, klasiklerin çoğu geçmişin abartılı ve bugüne yabancı iç sıkıntılarıdır. Yürekli eleştirmenlerin çıkıp dürüstçe bu abartı ordusunu yeniden değerlendirmeleri, tutucu öğretmenlerin onlara sahip çıkmaya devam etmeleri ve sürüyle korkak okurun onları okumak zorunda olduklarını sanmaları üzücüdür."

Kitaptan bana bir de güzel bir Oktay Rıfat şiiri kaldı:

"Sofalar seninle serin
Odalar seninle ferah
Günüm sevinçle uzun
Yatağında kalktığım sabah

Elmanın yarısı sen yarısı ben
Günümüz gecemiz evimiz barkımız bir
Mutluluk bir çimendir bastığın yerde biter
Yalnızlık gittiğin yoldan gelir."

16 Ocak 2022 Pazar

Empedokles'in Dostları - Amin Maalouf

Yazarın daha önceki kitaplarından farklı olarak distopik bir roman bu. Önceki romanlarını okumuş bir okur olartak çok da başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Adı ve içeriği farklı kitaplara bir örnek daha.  Konusu nedeniyle de sadece biraz ilginç.

Romanlarıyla olduğu kadar deneme kitaplarıyla da ilgi çeken Maalouf, Empedokles’in Dostları’nda bu kez geleceğe yönelik bir kurguyla dönüş yapıyor. Ölümcül Kimlikler ve Uygarlıkların Batışı kitaplarında yer verdiği eleştirel gözlemlerin izinde yarı distopik bir dünya çiziyor. Platon’un mağarasından çıkıp Empedokles’in Dostları’yla tanışmaya davet ediyor bizi.

Atlas Okyanusu kıyısındaki küçük Antioche adasının yalnızca iki sakini vardır: Orta yaşın verdiği olgunlukla sessiz bir hayat sürmek isteyen Alec ile yazdığı ilk romanının yakaladığı başarı sonrası her şeyi ardında bırakan esrarengiz Ève. Birbirlerinden uzakta, kırılgan yalnızlıklarının tadını çıkaran bu iki insanın yolu bir gün elektriğin, telefonların, televizyon yayınlarının, internetin, kısacası her türlü iletişim aracının etkisiz hale gelmesiyle kesişir.

Gerçeğe ulaşma imkânı kalmayınca fısıltı gazetesi işlemeye başlar: Gezegen bir nükleer felaketin eşiğindedir, Amerika küresel ölçekte bir terör saldırısına maruz kalmıştır, insanlığın hayatını kolaylaştıran teknolojik gelişmeler artık insanlığın sonunu getirmiştir...

Tüm dünya bu söylentilerle çalkalanırken, kendilerine Empedokles’in Dostları diyen, son derece gelişmiş bir teknolojiye ve tıp bilgisine sahip bir grup gizemli insan bu karmaşaya son vermek üzere çıkagelir. Alec bu insanların kim olduğunu öğrenmeye çalışırken, içinde yaşadığımız dünyanın çelişkileriyle de yüzleşmek zorunda kalır. Hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktır.

“Hayal kırıklığı içeren bu satırları yazarken hikâyenin sonuna geldiğim izlenimindeyim. Geldiler, üstünlük kurdular, dünyada hem kaygı hem de umut rüzgârları estirdiler, sonra da gittiler.”

Çok alıntım yok.

"Eğer insanlık uzun bir Ortaçağ içinde batacağına Yunan mucizesi zamanındaki gibi ilerlemeye devam etseydi kim bilir neler olurdu? Sanat, bilim, düşünce alanlarında nerelere gelinirdi? İnsan hangi noktaya yükselmiş olurdu?"

“İnsanlar bizden veremeyeceğimiz şeyleri beklememeli!En berbat facialar boşa çıkan beklentilerden doğar.”

“Uygarlığımızın bir ayağı değil iki ayağı da çukurda, şimdiden mezar taşını yazdırabilirsin!”

"… birbirine paralel iki insanlık vardır.Biri ışık içinde yaşar ama gölge yapar.Diğeri ise gölgede yaşar ama ışık taşır."

"… geçmişiyle boğuşmaktan usanan insanlık eğer bir gün geleceğiyle karşılaşsa, onu tanıyabilecek mi?"


Değişen Dünya Değişen Dil - Macit Gökberk

Macit Gökber'in felsefe içinde dil konusu çok özel bir yere sahiptir. Düşüncenin üretilmesindeki başlıca kaynaktır çünkü dil. 1954-60 ve 1969-76 yılları arasında TDK başkanlığı da yapmış olan Gökberk, Türkçe felsefe terimlerinin kurulması, kavramların sınıflandırılması yolunda çok önemli uğraş vermiş değerli bir felsefe adamıdır. Prof. Macit Gökberk Değişen Dünya Değişen Dil adlı bu çalışmasında, dünyanın değişmesiyle dilin değişmesi arasındaki zorunlu bağlantıya dikkat çekerek, ileriye dönük, bütün insanlığa açılan bir tarih bilinci ile kültür sorunlarının nasıl kavranabileceğine ışık tutuyor.  

Kitap Gökberk'in kırk yıla yakın bir süre içerisinde yaptığı konuşmalardan, genişçe bir okuyucu çevresi için yazılmış ve dergilerde yazılmış makalelerden oluşuyor. Burada toplanan yazılar, dil sorununun çağdaş kültürümüzün başlıca bir sorunu olduğu inancından kaynaklanıyor.

Kitabın 1. bölümü; Değişen Dünya, Teknik Üzerine Düşünceler, Geçmiş ve Gelecek, Tarih Bilinci, Büyük Adam Atatürk,

İkinci bölümü ise; Felsefe Bakımından Dil, Leibniz'in Alman Dili Üzerine Görüşleri, Millet Oluş Yolunda Dil Davası, Dilimizdeki 'Huzursuzluk', Anayasa Dikli, Türkiye'de Felsefe Dilinin Gelişmesi, Tarihsel Arkaplanı Bakımından Cumhuriyet, Döneminde Bilim Dili, Yazı Devriminin Anlamı  yazılarından oluşuyor.

"Bugün gençlerimizin bilgilerini ve düşüncelerini gerektiği gibi anlatıp yazamadıklarından yakınılıyor. Bunda dilimizin, elbetteki, büyük payı var. Çünkü bugünün genci anlamını açık olarak bilmediği ancak yarım yamalak sezdiği bir yığın yabancı sözü ezbere kullanıyor."

"Yarınki Türk zekasını karartan bu durumdan nasıl sıyrılacağız? Bunun iki yolu var: Geriye giderek: Bugünkü, kimimizin ayakta tutmak için direndiği, karma dili kökleri ile bütün bir sistem olarak kavramak -bunun için de bu dilin birer temeli olan Arapça ile Farsça'yı okullarımıza yeniden koymak- veya ileriye giderek
 Dilimizi, kendi öz malımız olan, doğrudan doğruya yaşayıp anladığımız değerlerden kurmak, kısaca, Türkçeyi, sözün dar anlamıyla, anadilimize dayatmak. "

"Öteki Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Almanya'da da Ortaçağda kültür dili Latince idi. Yabancı etkilere karşı çıkan Almancanın ilk büyük eseri Protestanlığın kurucusu Luther'in 1534 yılında biten ünlü İncil çevirisidir. "Halkın diline kulak vererek" İncil'i Almancaya çevirdiğini söyleyen Luther, bu çevirisinde şaşılacak kadar az yabancı söz kullanmıştır. Luther'in İncil çevirisi bugünkü Almancanın temelidir."

"Büyük islam filozofları gerçekte Yunan filozoflarının aktarıcısı ve yorumcudurlar. Farabi, Platon ile Aristoteles'in, İbni Sina ile İbni Rüşt de Aristoteles'in yolunda ve izindedirler."

"Arapça, İslam kültür çevresinin ortak kültür dilidir. Bu çevrenin din kitabı, bu dilde, bu dilde yazılmıştı; bilimi, felsefesi bu dilde işlenmişti; medresenin resmi dili Arapça idi. Gerçi Arapça bizde devlet dili olmamıştır. Ancak Arapça sözler ve kurallar devletin ve aydınların kullandığı dille öylesine dolmuştu ki, bu dile bugün hiç de haksız olmayarak, Türkçe değil de Osmanlıca diyoruz. Türkçe ancak halkın dili idi ve halkın ağzında saklanıp kendini kurtarabilmişti."

27 Ağustos 2021 Cuma

Sesleri Görmek - Oliver Sacks

Daha önce Karısını Şapka Sanan Adam kitabını okuduğum Oliver Sacks'tan farklı konulu bir kitap. Bir araştırma kitabı kimliğinde olan kitapta sağırların dünyasına bir yolculuk yapıyoruz. Sağırlık ve işaret dili hakkında bilinenler, yanlış bilinenler ve bilinmeyenler tüm yönleriyle inceleniyor.

Sesleri Görmek, çoğu kez acımasız önyargılarla karşı karşıya kalan sağırların, 'işitenlerin' dünyasında kabul görmek için verdikleri savaşımı gözler önüne seriyor."

Alıntılarım ise şöyle:

"Sağırların işaret dili, farklı bir duyu ortamına adaptasyonun özgün bir örneğidir; ama aynı zamanda, ve eşit ölçüde, sağırların kişisel ve kültürel kimliklerinin temsilidir."

"Bazı sağır çocuklar, ağır sağır olsalar da, ötekilerden çok daha iyi bir eğitim alabiliyorlarsa, o zaman sorunun kökenleri sağırlıklarında değil, sağırlığın neden olduğu zorluklarda, özellikle yaşamlarının başlangıcından itibaren karşılaştıkları iletişim kurma zorluğunda ( ya da bozukluğunda ) aranmalıdır."

"İşaret dilinin kelimeleri ve deyimleri küçük yaşlarda öğrenilse de, bu dilin grameri, konuşma gramerinin öğrenildiği yaşlarda gelişir. Dilsel gelişme sağır ve işiten çocuklarda aynı hızı takip eder. İşaretle anlaşma konuşmadan daha önce ortaya çıkıyorsa, bunun nedeni kolaylığıdır; kasların basit ve ağır hareketleri bu dil için yeterlidir, oysa konuşmada yüzlerce farklı yapının yıldırım hızıyla koordine edilmesi gerekir, bu yüzden de çocuklar ancak iki yaşında konuşmaya başlarlar. Yine de sağır bir çocuk dört aylıkken 'süt' işaretini yapabildiği halde, işiten çocuğun etrafına bakıp ağlamakla yetinmesi ilginçtir. Belki de bir nebze işaret dili öğretilmesi bebeklerin yararına olacaktır."

"İşaret dilinin evrensel ve tek bir dil olduğu, bütün dünyadaki sağırların bu dil sayesinde derhal birbirleriyle iletişime geçebilecekleri görüşü hala yaygın bir kanıdır. Ve tümüyle yanlıştır. Yeterli sayıda sağır insanın birbirleriyle temas halinde olduğu ortamlarda yüzlerce farklı işaret dili vardır."

"Körlüğümün ilk yıllarında, tanıdığım insanlar hakkında düşünürken onları iki gruba ayırıyordum. Yüzü olanlar ve olmayanlar... Kör olmadan önce tanıştığım insanların yüzleri vardı, ama kör olduktan sonra tanıdıklarımın yok­tu... Zaman geçtikçe, yüzü olmayanların oranı artmaya başladı."

7 Haziran 2021 Pazartesi

Demirciler Çarşısı Cinayeti - Yaşar Kemal

Yaşar Kemal'in okuması keyif veren kitaplarından biri. Çukurova böyle mi güzel anlatılır. O kelimelerin seçimi, adeta dile geliyor otlar çiçekler. Kitabı okurken sanki önünüzde sinema oynuyor, tiyatro oynuyor. Romanın içine giriyorsunuz. Adeta kelimeleri dans ettiriyor. Hiç bitmesin istiyorsunuz. Yaşar Kemal okuduktan sonra diğer romanları okuyamıyorsunuz. Basit geliyor. Yaşar Kemal romanlarındaki bu kelime zenginlikleri sona ermesin, nesillerin devamınca kullanılsın bu isimler, sıfatlar, fiiller. 
Konusuna gelince, Çukurovadaki iki ağa arasında süregelen kan davası anlatılıyor. Ağalık düzeni. Ölüm konusu ön planda. Akçasazın Ağaları üçlüsünün birinci kitabı olan bu eser 1973'te yayımlandı. Mutlaka okunmalı. 

Hangi birini alıntılayayım? Kitabın tamamını mı. İşte bazıları:

 "O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler."
"Derviş Bey bir ağıt tutturmuştu. Yıllanmış, ağır, uzak bir ağıt. Uzun yıllar önce yaşadığı büyülü düşü yeniden yaşayabilmek için durmadan söylüyordu.: "O iyi, o iyi insanlar..."

"Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık!. Şu dünyanın yaşaması müşkül hal ilen. Bin iyiyi bir kötüye kul eden..."

"Şu dünyada her bir yaratığın tutunacak bir dalı var, insanın yok. Şu dünyada yalnız olan, kimsesiz, çaresiz olan yalnız be yalnız insandır. Herkesin, her şeyin yaşaması, ölümsüzlüğü var, insanın yok. Ağaç, kuş, otlar, böcekler, yılanlar, çıyanlar, hiçbirisi, hiçbirisi yok olmuyor. Ama insan yok oluyor. Çünkü insan kendinde başlayıp kendinde bitiyor. 
Bu kadar yalnızlık, bu kadar kimsesizlik yalnız be yalnız Allaha mahsustur."

"Şu koskoca evrenin en acı çeken yaratığı benim. İnsanlar çok acı çekiyorlar. En beteri ölüm acısını çekiyorlar. Ben daha ilerinin, acı olmayanın, acısızlığın acısını çekiyorum."

"Turnayı alıp götürdüler. Bahçedeki kamış kümesi yağmurda karanlık karanlık balkıyordu. Bir ölüye bakar gibi bakıyorlar. Ölü sayıyorlar. Acıyorlar. Ölüme acır gibi acıyorlar. Ölü büyülü, kutsal bir nesnedir. insan ölüsü."

"Ve turna gökten ölüme düştü. Turna öleceğini bilmez. Turnalar birbirlerine böyle bakamazlar. Turnalar sevinirler, acı duyarlar mı? Ölümü bilmeyen hiçbir şeyi bilmez. Ölümü bilmeyenler yaşıyor da sayılmazlar. Ya ölüm olmasaydı, ya ölüm korkusu olmasaydı? Usandırıcı bir şey...Ölüm olduğu için biraz daha çok yaşamak istiyoruz. Ölüm olmasaydı...Turnaların biraz daha yaşamak tutkunlukları var mı, böylesine, insancasına..."

"Hiç kimsenin ölümden kurtuluşu yok. Benim erken olacak. Bütün çabam birkaç günü daha kurtarabilmek. Birkaç günü bir anı..."

"Hiçbir yaratık, hiçbir yaratık bu kadar acı çekmemiştir. İnsanın acısını hafifleten şey, insanın hiçbir zaman kendi ölümüne inanmamasıdır, derler. Yalan yalan...Herkes ölümüne inanır. En aptallar bile. Ölümüne inanmayan bu kadar sevmez dünyayı. Bu kadar bağlanmaz ona. Ben Sarıoğlu Derviş Bey öldürüleceğime, hem de bir kaç gün içinde öldürüleceğime inanıyorum."

"Beyazıtoğlu:
'Süleyman Bey' demişti. 'Osmanlıya kızma. Göçebelik yarı yabanıllık demektir. Osmanlıya göre. Osmanlı yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmez. Osmanlı ne kazandı, ne yitirdi bundan, ne kendi bilir, ne kimse... Artık dünyada göçebe kalmadı. Bak, Frengistanda hiç göçebe var mı? Yerleşmek zorundayız Süleyman. Biz yerleştik kötü mü ettik? Bir küçücük aşiretin beyi iken koca Maraşın Beyi olduk. Sen de yerleşeceksin..' "

"Uzun yıllar sonra karşısına ak sakallı, uzun bıyıklı, güzel gözlü bir piri fani, Alevi dedesi çıktı. Ona söyledi ki, her şey ne kadar ölümse o kadar yaşamdır. Bu tek yönlü olamaz.
Ve dede kızdı, onu aşağıladı:
'Sen kötü bakıyorsun dünyaya,' dedi. 'Hayır, sana kötü bakıyorsun demeyim. Kötü bakıyorsun demek yanlış. Tek yönlü bakıyorsun. Baksana, ölümden daha güçlü olan yaşamdır. Yaşam yoksa, hiç bir şey olmayacak. Yaşam olduğu için ölüm de vardır. Her şeyin, tekmil
evrenin başı yaşamdır. Sürüp giden ölüm değil, yaşamdır.' "

"..Kimin ne zararı olmuşsa tespit ettireceğim, herkes zararını alacak. Ben buna yanmıyorum. Düşmanımın bu kadar alçalışına yanıyorum. Akyollu soyu bu kudurmuş adama gelinceye kadar böylesine bir alçaklığa hiçbir zaman başvurmadı. Biz de Akyollular gibi düşmanımız var diye, her zaman övündük."

"..Ölüm zor. Yeter gayrı. Allahın verdiği canı kul almasın. Allahın bile can almakta hakkı olmamalıydı. İnsanın can vermesi büyük haksızlık. Anladın mı Mustafa? Sen ana olmadın, siz ana olmadınız da can kıymeti bilmezsiniz. Bir ana bilir can neymiş. Bir can değeri neymiş. Anladın mı Mustafa? Allahın bile can almaya hakkı olmamalıydı. İnsan yaptığı en güzel, en şirin, en onurlu, en görkemli şeyi kendi eliyle öldürür mü? Öyle değil mi Mustafa? Bu Allahın işi de iş mi? Halbuki Mustafa, siz, siz o güzel yapıyı Allahtan önce yıkıyorsunuz. Kıyılır mı insana bre Mustafa? Bak Murtaza öldürüldü. Bir yağmurluk gün..Öldürmeyin  Mustafa. Ölüm batsın."

"..Biliyor, diye düşünde, kertenkele de biliyor ölümü. Ölümün acısını, boşluğunu biliyor. Her kim ki, hangi canlı ki korkuyorsa, o ölümü biliyor. Otlar da, ağaçlar, kelebekler,böcekler de ölümü biliyor. Yalnız ölümün boşluğunu bilmiyorlar, acısını, acısının ötesinde boşluğunu bilmiyorlar."

30 Kasım 2020 Pazartesi

Okuma Günlüğü - Alberto Manguel

Yazar, editör, çevirmen Alberto Manguel'in hayatında yer etmiş,
sevdiği edebiyat kitaplarını yorumladığı, günlükle karışık anlatımı olan, her ay ayrı bir kitabı anlattığı eseri Okuma Günlüğü. Kitap yorumlarını okurken, hiç bu açıdan bakmamıştım diyebileceğiniz gibi, kendinizi bir gezi yazısının içinde de bulabileceksiniz. Ayrıca okumadığınız başka kitapları da referans alabileceksiniz yazılarda.
Yazarın seçtiği ve incelemeye konu on iki kitaptan oluşan listede ise şunlar var: Morel'in Buluşu (Adolfo Bioy Caceres), Doktor Moreau'nun Adası (H.G.Wells), Kim (Rudyard Kipling), Mezar Ötesinden Hatıralar (Chateaubriand), Dörtlerin Simgesi (A.C.Doyle), Gönül Yakınlıkları (Goethe), Söğütlükte Rüzgar (Kenneth Grahame), Don Quijote (Cervantes), Tatar Çölü (Dino Buzzati), Yastıkname (Sci Şonagon), Yüzeye Çıkış (Margaret Atwood), Bras Cubas'ın Ölüm Sonrası Hatıraları (Maria Machado de Assis)
İncelemesi yapılan kitapları okumuşsanız daha zevkli oluyor yorumları okuması, eğer okumamışsanız da okuma isteği duyuyorsunuz.
Güzel alıntılarım ve referans alınabilecek kaynaklarım oldu kitaptan, işte onlardan bazıları:

"Eğer okuyabilecek zamanı da satın alabilseydi, kitap satın almak insan için iyi şey olurdu; fakat insanlar genellikle kitap satın almayı o kitapların içindeki şeyleri elde etmekle karıştırırlar. Bir insanın okuduğu her şeyi muhafaza etmesini istemek, yediği her şeyi midesinde muhafaza etmeyi istemekten farksızdır. Yediği şey onu bedenen, okuduğu şey de zihnen beslemiştir ve o bunlarla ne ise o olmuştur. nasıl ki beden kendisiyle türdeş olanı hazmederse, bir insan da kendisini ilgilendiren, dikkatini çeken şeyi muhafaza edecektir; bir başka deyişle onun düşünce sistemiyle örtüşen  yahut amaçlarına denk gelen şeyi bünyesinde alıkoyacaktır."

"Kitaplığımın kapısına, Rabelais'nin Theleme Manastırı'ndaki düsturunun değişik bir şeklini yazmıştım. "LYS CE QUE VOUDRA" (Canın ne istiyorsa onu oku.)

"Faciadan (11 Eylül'den bahsediliyor) birkaç gün sonra, o sabah, Dünya Ticaret Merkezi'ne yakın bir kitapçı dükkanının içinde kapana sıkışmış birinden söz edildiğini işittim. Havaya yayılmış tozların yere inmesini beklemekten başka yapacak bir şey olmadığı için, siren sesleri ve çığlıklar arasında, kitapları karıştırarak beklemiş durmuş. Chateaubriand, Fransız Devrimi'nin kaosu içinde, Paris'e henüz gelmiş bir Breton şairin, Versailles turuna çıkmak istediğini anlatıyor. 'İnsanlar vardır,' diyor Chateaubriand, 'imparatorluklar çökerken çeşmeleri ve bahçeleri ziyaret ederler.' "

"İngiliz hasta, Hana'ya 'Onu ağır ağır oku,' der. 'Kipling'i ağır ağır okuman gerekir. Doğal durakları bulmak istiyorsan virgüllerin konduğu yerlere dikkat et. O, tüy kalem ve mürekkep kullanan bir yazardır. Sık sık başını sayfadan kaldırır, uzun uzun çevresine bakardı."

"Gönülsüz bitirdim Dr Moreau'nun Adası'nı. O şahane dehşetinden hiç bir şey yitirmemiş olmasına karşın, ben yaşlandıkça yazınsal anıştırmalarla tıkabasa dolu, çok daha zor ve karmaşık bir kitaba dönüşmüş gibi geliyor bana. Blake'in Nobodaddy'sini anımsatan kaçık bilim adamı ve aksine, Kafka'nın değişime uğramış Gregor'unun varoluş sıkıntısını yankılayan hayvansı yaratıklar; bir zamanlar Prospero'nunki gibi uzakta görünen, şimdi Moreau'yu baş emperyalist olarak gören sömürgecilik sonrası kaşiflerin haritasını çizdiği ada; bütün bunlar, şimdi benim öyküyü okumamın, öykünün itaatle kabul ettiği ve anında dışına taştığı bir bölümüdür."

"Weels, Otobiyografi Denemesi' nin birinci cildinde, yedi yaşındayken, Chambers Journal'ın eski bir sayısında, bir tekerlek üzerinde parçalara ayrılan bir adam hakkında bir şeyler okuduğunu anımsar. O gece korkunç bir düş görür; tanrı, bir işkence aletini döndürmektedir. Tanrı, diye düşünür çocuk, dünyada her şeyden sorumlu olduğuna göre, dünyadaki bütün kötülüklerden de sorumlu olması gerekir. ertesi sabah, Wells, Kadri Mutlak'a artık inanmayacağı kararına varır. Mareau karakterini ona belki de bir karabasan vermişti; karşılığında Moreau da bana sağlıklı bir doktor korkusu ve yetke figürlerine karşı genel bir güvensizlik verdi.
    Borges, Tanrı'ya inanıp inanmadığı sorulduğunda şu yanıtı verir: 'Tanrı sözcüğü zamanın dışında bir varlık anlamına geliyorsa, ona inandığımı söyleyemem. ama içimizde, adaletin yanında bir şey anlamına geliyorsa, o zaman evet, bütün suçlara karşın, dünyanın ahlaki bir anlamı olduğuna inanıyorum.' "

"Bu sabah, kitaplığın raflarındaki kitaplarıma baktım ve onların benim varlığımdan hiç haberi olmadığını düşündüm. Ben onları açıp da sayfalarını çevirdiğimde yaşama dönüyorlar, ama yine de kendilerinin okuru olduğumu bilmiyorlar."

"Romanda en sevdiğim bölümü seçecek olsaydım, sanırım, Don Quijote ile Sancho'nun kendilerini büyücü Mambruno'ya havadan götürecek olan tahta ata, gözleri bağlı olarak, hileyle bindirildikleri 'Clavileno' bölümü olurdu bu. Sancho, gerçekten uçuyorlarda, yeryüzündekilerin seslerini nasıl hala açıklıkla duyabildiklerini sorar. Don Quijote, bu soruyu, büyünün akıl sır almaz bir başka garabeti diye niteleyerek geçiştirir. O zaman Sancho, en azından nerede olduklarını görmek için göz bağlarının altından gizlice bakmayı önerir. Bunun üzerine Don Quijote, sabuklamasının ne kadar çapraşık olduğunu gösterir, gözbağını çıkarmasını yasaklar Sancho'ya.
İnanç, aklın kanatlarına konu yapılmamalıdır. İnanç akılla savaşmaz; kendisi için boş bir yer yaratarak varlığını gösterir. Gizemcilerin inancına göre Tanrı işte bu boşluğun içine girer."

"1809 tarihli Philosophie der Kunst'ta (Sanat felsefesi) Schelling'in parlak bir gözlemi var: 'Don Quijote'deki ana düşünce, bir ülkünün, bütün kitaba çeşitli şekillerde egemen olan gerçekliğe karşı savaşımıdır. Önce, şövalye ve onun ideali yenilmiş gibi görünür, fakat bir dış görünümden başka bir şey değildir bu, çünkü roman ilerledikçe açık bir hale gelşen şey, bu idealin mutlak zaferidir."

" 'Nostalji' sözcüğü 22 Haziran 1688'de Johannes Hofer adlı Alsaceli bir tıp öğrencisi tarafından bulunmuş; dağlarından uzak kalan İsviçreli askerlerin hastalığını tanımlamak için, Dissertatio medica de nostalgia başlıklı tıp tezinde, nostos (dönmek) sözcüğünü algos (acı) sözcüğü ile birleştirmiş."

"Överken ender olarak cömert davranan Nietzche, Goethe'yi milliyetlerin ve milli edebiyatların üzerindeki tek isim olarak görürdü. Human, All Too Human (İnsanca, Pek İnsanca) adlı yapıtında, 'Goethe, yalnızca iyi ve büyük bir insan değildir, içinde bir uygarlık taşır o.' diye yazmıştı. Eğer böyle ise, o zaman, yaşamının son yıllarında yazmış olduğu Gönül Yakınlıkları, Goethe uygarlığının bir tür görgü kuralları el kitabı gibi okunmalıdır."

"Türkçede muhabbet sözcüğü hem 'sohbet' hem de 'sevgi' anlamına gelir. Her ikisi için de 'muhabbet etmek' diyebilirsiniz. Sohbet etmenin, bir insanın kalbine ya da aklına açılmış bir pencere olması düşüncesini seviyorum."

11 Ekim 2020 Pazar

Dokunma Dersleri - Yalçın Tosun

Kitaptaki kısa kısa öykülerin ortak yanı hemen hemen hepsinde ilişkiler var, dokunmak var. Adını bildiklerimizin dışında ne kadar çok değerli öykücümüz var bizim bilmediğimiz. Bunlar bizim zenginliğimiz edebi kazancımız. Öyküler çok güzel, gerçekçi ve Türk insanının bilmediği, bize uzak gelen dokunmakla ilgili. Diğer kitaplarını da merak ediyorum. Güzel kitaptı.


"Yatağın ucuna oturmuş, yatmadan önce uzun uzun dirseklerini kremliyordu her zamanki gibi. Yüzünde muzafferlere özgü o tuhaf ifade. Görmüyordum yüzünü, ama anlamını seziyordum. Evlilikte olur böyle şeyler. Bir süre sonra sözcüklerin yerini başka şeyler alır. Sözcükleri tozlanmasın diye özenle paketleyerek rafa kaldırma sanatıdır bir anlamda evlilik. Her evlilikte zamanla, detaylarda az çok farklı, ama temelde aynı kurallara bağlı o gizli dil hüküm sürmeye başlar. Çoğu kinle ve yerine getirilememiş isteklerin yanık kokusunun verdiği sancılı sızılarla beslenen; kendine özgü bakış, iç çekiş, saçı arkaya atış, yarım gülüş, kaş kaldırış, göz deviriş, hızla bacak sallayış, uzaklara manidar bakışlarla dalış ve benzeri değişik anlamları bünyesinde özenle barındıran hareketlerin bir toplamıdır bu gizli dil."

"Düşlerimden de eksilerek, yavaş yavaş kayboldu Dilan.
İlk yakıcı günahlarımızı, şefkatin şehvetle henüz yer değiştirmemiş olmasının tenimize verdiği o billur tazeliği, çocukluğumuzun bizi hızla terk etmesinin getirdiği o büyük acıyı unuttuğumuz gibi unuttuk onu.
Hafızamızın korkulan dallarının arasına, kendi puslu ve karanlık ormanlarımızın en derinine gömerek unuttuk."

"..Babamsa biraz kem küm edecek ağzının içinde, sonra her zamanki gibi susacak. annemin yanında durduğu zamanlarda bile aslında biraz arkasındaymış gibi görünen, daima yılgın babam ve o sevgili suskusu. Bakışlarında değişmeyen, o acıtıcı uzaklıkta..."

"Tüm çocuklar gibi, anlamaktan önce hissetmenin geldiğini biliyor. Sonradan o da unutacak bu bilgiyi, herkes gibi. Ama olsun, o anda biliyor işte."

"İyice yaksın canımı istiyorum çünkü, kemiklerime kadar batsın, boğazımdan yükselen çığlığımı, ısırdığım dudaklarımda susturayım."

"Gülerken ne kadar güzel göründüğünü fark ettim birden. Tüm beyazlığı içinde, güzel olduğunun farkında olmadığı için, kimsenin onu güzel bulmayacağını düşündüğü için bu kadar güzeldi belki de."

"Çünkü gülmek birdenbire olur, ağlamak gibi hesaplanamaz, cart diye güler insan. O güldüğü kısacık an boyunca, duvardan kurtuluyor sanki annem; elimi uzatsam dokunabilirim sanıyorum."

"Yıllar önce ben de bir kuyuya düşmüştüm" demek isterdim ona, kulağına eğilerek. "Bile isteye. Kimse itmemişti beni, yani kendim atlamıştım. Senin yaşlarında olmalıydım en fazla. Bir süre yalnız kalmıştım orada. Kafam karışıktı, iyi gelmişti o kuyu bana. Beni çıkaracak birini beklemiyordum. Ama beklemediğim içindi belki, bir gün ansızın çıkıp geldi. İşte tam da o yosunlu kuyu gibi kokuyorsun bana."

"Kitapçıda gördüm onu bu sabah. O kadar duru, o kadar saydamdı ki. Yüzünde henüz başkalarından hediye o korkunç izleri taşımıyordu."

2 Ekim 2020 Cuma

Aylak Adam - Yusuf Atılgan

Yusuf Atılgan denilince akla gelen kitaptır Aylak Adam.  Aylak Adam’ın kahramanı C., kendisine miras kalmış parayla geçim derdi olmadan rahat bir yaşam sürmektedir. Biri diğerine eklenen günlerini İstanbul’un sokaklarında, caddelerinde dolaşarak, şehrin sinemalarını, atölyelerini gezerek geçirir. Bir şey eksiktir yine de. Hayatını değiştirecek, yaşantısına anlam kazandıracak olanı aramaktadır. Ancak bu şeye, bu insana, şehrin sokaklarında rastlayabilecek midir?

Yusuf Atılgan’ın kentli aydının basit, amaçsız ve “aylak” varoluşunu anlattığı romanı, edebiyatımızın en başarılı tiplemelerinden birini yaratmıştır. Onlarca yıl sonra hâlâ güncelliğini koruyan, huysuz ama içten, yabancı ama tanıdık bir adamı resmeden Aylak Adam uzun süre unutamayacağınız bir eser, aklınızda dolaşmaya devam edecek bir başyapıt.

Alıntılarım:

"İnsanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri ama olamadıkları ''kişi''yi anlatırlar."

"Bir gün sana dünyada katlanılacak tek şeyin sevgi olduğunu öğreteceğim.”

"Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi."

"Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne, kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, "Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur," demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi!"

"—Neden bu kadar kötümsersin ?—Sen neden değilsin ? Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlere bile? Bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor. Sonra?"

“Kimsesiz kalsın istiyordu. Benim ona tutunabilmem için onun benden başka dayanağı olmamalı!”

"Alışmaktan korkuyordu. Böyle bir yeri olması kötüydü. Sonra insan kendinin değil, o yerin isteğine uygun yaşardı."

"(Boğazını gösterdi ).Burama kadar şiirle doluyum.Hem de ne şiir !"