Bu Blogda Ara

24 Kasım 2018 Cumartesi

Otuz beş'i Beklerken - Nihat Sırdar

Radyo programlarından tanıdığımız Nihat Sırdar'ın "Otuz Beş' i beklerken" ilk kitabı. Nihat Sırdar'ın çocukluk gençlik hikayeleri. Kocamustafapaşa'da geçirdiği yıllarından kalan hikayeleri radyodaki üslubu ile akıcı bir şekilde anlatmış.
Kitabın kapağını görmezseniz, otuz beş'ten bir yaş anlamı çıkarabilirsiniz ama öyle değil. "35" Kocamustafapaşa-Taksim otobüsünün kotu. Yani 35C'nin.
22 bölümden oluşan kitap sizi eskilere, anılara götürüyor. Yaşıtları için yer yer siz de aynı duyguları hissedebiliyorsunuz. Güzel kitap, okuyun  derim.

Arka kapak tanıtımı ise şöyle:

"Nihat Sırdar ilk kitabı otuz beş'i beklerken'le hayatı ıskalamayan bir dille İstanbul'un o eski sokak aralarında dolaşıyor, dükkân önlerinde top koşturup misket oynayan çocuklarla zamanın uçuculuğuna keskin bir parantez açıyor. söyleyecek bir sözümüzün her zaman olduğunu hissederek yapıyor bunu. artık Kocamustafapaşa 35 C taksim tabelalı otobüse atlayıp Nihat Sırdar'la zamanda bir yolculuğa çıkma vaktidir. yitip giden zamanda ülkece neleri geride bırakıp nereye doğru yol alıyoruz bir de onun hikâyelerinden dinleyin."

20 Kasım 2018 Salı

Hayvan-İnsan Sözleşmesi - Desmond Morris


“Bu küçük gezegenin yüzeyinde  son sayıma göre yedi milyar insan yaşamaktadır. Çevremizde yarattığımız değişiklikler gezegenimizi hızla insanların yaşayamayacakları bir yer yapmaktadır.Kendi hünerlerimizin kurbanı olmaktayız.Seyrek rastlanan bir tür değiliz ama soyu tehlikede olan bir türüz. Dünyada her şeyin yolunda gittiğine inanılması mümkün olan yerler hala vardır. Örneğin Afrika’nın bazı bölgelerinde hava temizdir, vahşi hayvanlar serbestçe dolaşırlar, düzlükler göz alabildiğine uzanır.Ancak dış görünüş aldatıcı olabilir.İnsanlar bu vahşi yerlere öylesine dalmaktadırlar ki iki kuşak geçmeden buraları da tükenmiş olacaktır.Hepimizin kendi kendimize sorması gereken soru şudur: Bir yıkım kaçınılmaz mıdır? Pek fazla kural mı çiğnemiş bulunmaktayız? "

"Çevre korumacılar giderek denizleri nasıl kirlettiğimiz, toprağı nasıl çoraklaştırdığımız ve atmosferin  yapısını nasıl bozduğumuz konularıyla ilgilenmektedirler; ancak insanların kendisine karşı işlediği bir suç daha vardır: Hayvan Sözleşmesi’ni bozmak. Bu, bizimle diğer hayvanlar arasında olan ve bizleri gezegenimizin kullanımında ortak yapan sözleşmedir."

Bu sözleşmenin temeli her türün kendi nüfus artışını sınırlayarak kendisiyle birlikte başka canlıların da yaşamasına izin vermesidir.Bu konuda bir rekabet varsa da, bu bazı insanların sandıkları kadar acımasız değildir.Kendisinden başka her şeyi yok edecek derecede amansız bir rekabete giren  boş bir zafer kazanmışlıktır. Artık hükmettiği yer çorak bir topraktan başka bir yer değildir ve çorak topraklar canlıların yaşamasına uygun değildirler; hatta egemen olanların bile."

"Diğer hayvanlar birbirleriyle olan sözleşmelerine saygı göstermeyi başarmışlardır ve bizim de onlardan öğreneceğimiz şeyler vardır.İyi beslenen aslanlar yalnızca güçlü ve hızlı oldukları için Afrika ovalarında alabildiklerince avlanıp zebra ve antilopları öldürecek olsalardı, bu kendilerinin de sonu demekti.Tüm canlılar birbirlerine bağımlıdırlar.Yırtıcı hayvanların ava, avlarının da bitkiye ihtiyaçları vardır.Aşırı nüfus açlık demektir, her tür kendi nüfusunun felaket düzeyine ulaşmasını önleyecek kendine özgü bir nüfus kontrolüne sahiptir. Ancak insan soyu olarak biz bunu yapamadık. Sonuçta gezegenimizi talan etmeye başladık ve bunu ilerlemeyle bir tuttuk.Uyumlu bir ilerleme için sayıdan çok niteliğe önem vermeliydik, sayımız artarken yaşam kalitesi de artmalıydı.Oysa biz bunun aksinin meydana geldiğini gördük. Burada politikacıların da bir yararı olamaz. Bütün politikacılar “ daha çok hastane, daha çok okul, daha çok sanayi, daha çok konut”tan söz ederler, sanki toplumun tek gelişmesi “daha çok”taymış gibi Daha iyi hastanelerde, daha iyi okul ve evlerde daha az insan bulunmasının yararlarını asla dile getirmezler."

"Hayvan Sözleşmesi’nin çiğnenmesinin iki önemli hasarı olmuştur. Bir kere bu gezegenin  canlılarının karmaşık biyolojik ağı bozulmuştur. Buna ek olarak, hayvan dostlarımızdan öylesine uzaklaşmışızdır ki, artık sorunlarımızın pek çoğuna biyolojik çözümler bulma gereksinimimiz olduğunun bilincinde değiliz artık. Kimyasal, matematiksel ve hatta politik çözümler değil, hayvansal çözümler. Bunu anlayabilmek için ise diğer türlerle mümkün olduğunca yakın bir ilişkiye girmeliyiz. Gezegeni onlarla paylaştığımız sözleşmenin maddeleri sömürüden çok saygıya dayanmalıdır. Hayvan Sözleşmesini çiğnemekten vazgeçmeli ve bütün öteki türleri ortadan kaldırmadan onlara egemen olma isteğimizi sınırlamalıyız.”

 Bu satırların yayınlanmasının üzerinden yaklaşık 23 yıl geçmiş ve biz bu sözleşmeyi hala çiğnemeye devam ediyoruz. Telafisi ve geri dönüşü mümkün olmayan hatalar yaparak doğa kurallarını kendimize göre yeniden yazmaya başladık bile. Yaşadığımız dünyanın Yüce Allah tarafından sadece insanlar için yaratılmadığını düşünerek hayatı paylaşmak zorunda olduğumuz dostlarımızın yaşam haklarına biraz daha saygı göstermek hepimizin görevi olmalı.

İkigai - Hektor Garcia&Francesc Miralles


Bu kitabın amacı Japonya'daki asırlık insanların sırlarını ve kendi ikigainizi bulmanız için gerekli araçları size sunmaktır.


Japonlara göre, herkesin bir ikigaisi vardır.


Kabaca "hep meşgul kalarak mutlu olma"  olarak çevrilebilen bu Japonca kavram logoterapiye benzese de onun bir adım ötesindedir. Ayrıca Japonların, özellikle de her 100.000 kişiden 24.055'i 100 yaşın üzerinde olup küresel ortalamayı geçen Okinawalıların olağandışı uzun ömürlerini ikigai açıklayabilir. 
Bu kavram araştırılınca psikoloji ya da kişisel gelişim alanında hiçbir kitabın bu felsefeyi batıya taşımadığı keşfedilir.

Okinawa'da asırlık insanların daha fazla olmasının sebebinin ikigai mi? İnsanları ölene kadar faal olmaya nasıl teşvik ediyordu?
Meselenin  derinine inilince, özellikle üç bin nüfuslu, dünyadaki en uzun yaşam ömrüyle övünen, öyle ki uzun ömür köyü lakabını alan adanın kuzey ucundaki tarımla geçinen Ogimi kasabası olduğu keşfederler ve Japon asırlıkların sırlarını araştırmaya karar verdiler.

Okinawalılar, dışarıdan gelenlere düşmanlık beslemek yerine "daha önce onlarla tanışmamış olsan bile herkese kardeşin gibi davran" anlamına gelen ichariba chode prensibine göre yaşıyorlar.


Net bir şekilde belirlenen ikigai hayatlarımıza tatmin, mutluluk ve anlam getirir. Bu kitabın amacı kendinizinkini bulmanıza yardım etmek ve kalıcı beden, zihin ve ruh sağlığı üzerine Japon felsefesinin kavrayışlarını paylaşmaktadır.


Kitaptan satırbaşları:

"Japonya'da yaşarken fark ettiğimiz şaşırtıcı bir başka şey de insanların emekli olduktan sonra faal kalmaya devam etmeleridir. Aslında birçok Japon asla gerçekten emekli olmuyor, sağlıkları izin verdiği sürece sevdikleri şeyleri yapmaya devam ediyorlar."

"Birçok insan olduğundan daha yaşlı görünür. Erken yaşlanmanın nedenlerini inceleyen araştırmalar stresin bununla ilişkili olduğunu göstermiştir, çünkü beden, kriz dönemlerinde çok daha hızlı yıpranır. Amerikan Stres Enstitüsü bu yıpranma sürecini araştırmış ve çoğu sağlık sorununun stres kaynaklı olduğu sonucuna varmıştır."


"Stresin, hücresel yenilenmeyi ve hücre yaşını etkileyen telomer adlı hücre yapısını zayıflatarak hücresel yaşlanmayı hızlandırdığını keşfettiler."


"Bilim uykunun yaşlanma karşıtı bir araç olduğunu göstermiştir, çünkü uyku sırasında melatonin hormonu üretiriz. Güçlü bir antioksidan olan melatonin daha uzun yaşamamıza yardımcı olur."


"Genellikle işleri birleştirmenin bize zaman kazandırdığını zannetsek de bilimsel olarak tam tersi kanıtlanmıştır. Birden fazla işi yapmakta iyi olduğunu iddia edenler pek verimli değiller. Aslında en az verimli olanlar."


"Diğer araştırmalar bir seferde birkaç şey üzerinde çalışmanın verimliliği en az yüzde 60 ve IQ'muzu da en az on puan azalttığını gösterir."


"Japonca öğrenmeye başlayan birinin ilk öğrendiği kelimelerden biri 'ganburu'dur, yani 'sonuna kadar direnmek' ya da 'kişinin elinden gelenin en iyisini yaparak dik durması' anlamına gelir."

"Uzun ömürlülerin uluslararası yıldızı şüphesiz Japonya'dır, dünyadaki en yüksek yaşam ömrüne sahip insanlar burada yaşar. Japon ömrünün uzunluğu kültürlerine sıkı sıkıya bağlı olmalarına dayanmaktadır. Ayrıca sağlıklı beslenmelerine ve sağlık sistemleri sayesinde düzenli kontrol yaptırarak hastalıkları önlemelerine de bağlıdır. Japon halkının toplum algısı sonuna kadar faal kalma çabası uzun yaşamalarındaki anahtar unsurlardır. Çalışmak zorunda değilken bile meşgul olmak istiyorsanız, ufkunuzda bir ikigainiz, yaşamınız boyunca size rehberlik eden bir amacınız olmalı, toplum ve kendiniz için bir şeyleri güzel ve kullanışlı kılmak için kendinizi motive etmelisiniz."


"Yaşamdaki mutluluğun ana şartları: Yapacak bir şey, sevecek biri ve umut edecek bir şey."


"Uzun ömrümün sırrı her zamankendime 'Ağır ol' ve 'Rahatla' demektir. Acele etmezseniz çok daha uzun yaşarsınız."


" 'Hara hachi bu' atalardan gelen bir uygulamadır. Zen budizmi hakkında 20. yüzyılda yazılmış Zazen Youjinki adlı kitap, o anda ne yemek istiyorsanız düşündüğünüzün üçte iki kadarını yemenizi tavsiye eder. Kalori sınırlaması hayatınıza yıl eklemenin en etkili yollarından biridir. Düzenli bir şekilde yeterli ya da miktarda kalori alınırsa beden uyuşur ve yıpranmaya başlar çünkü enerjisini büyük oranda sindirime harcar."


"Wabi-sabi çevremizdeki dünyanın kısa, değişken ve kusurlu doğasının güzelliğini gösteren bir Japon terimidir. Güzelliği mükemmellikte değil, kusurlu ve eksik şeylerde aramalıyız. Bu yüzden Japonlar kusurlu ya da kırık bir çay fincanına büyük değer verir. Kusurlu, eksik ve kısa ömürlü şeyler gerçekten güzel olabilir, çünkü gerçek dünyaya benzeyen sadece onlardır."


"Hayat çözülmesi gereken bir sorun değildir. Sadece etrafınızda siz seven insanlar olsun ve sevdiğiniz şeylerle meşgul olun." 


"İkigainin on kuralı, 

1-Aktif kalın, emekli olmayın
2-Ağırdan alın
3-Midenizi tıka basa doldurmayın
4-Çevrenizde iyi arkadaşlarınız olsun
5-Bir sonraki doğum gününüze kadar şekle girin
6-Gülümseyin
7-Doğayla tekrar bağlantı kurun
8-Teşekkürlerinizi sunun
9-Anı yaşayın
10-İkigainizi takip edin.





18 Kasım 2018 Pazar

Sakallı Celal - Orhan Karaveli


Bir tek satır yazılı eser bırakmadığı ve hakkında bir tek kitap bile yazılmadığı halde şöhreti neredeyse yüz yıldır iyi kötü sürüp giden  bu ilginç ve özgün kişilik büsbütün unutulmadan onu, özellikle genç kuşaklara tanıtmak için rol üstlenmeliydim diyor "Sakallı Celal" kitabının yazarı Orhan Karaveli.

Çok iyi şartlarda yaşayabilecek olmasına karşın daha sade ve birazda boşvermişci bir yaşamı tercih eder. Üstü başı daima hırpani, pantolonları yamalı, lekelidir. Yıkanmayı sevmemektedir. Buna rağmen lüks davetlerin onur konuğu olmaktadır. Çünkü orijinal zekası, yaratıcı fikirleri nedeniyle çok rağbettedir. Paraya pula önem vermez. Kılık kıyafetinin ve saçının başının hırpani olmasına rağmen katıldığı davetlerde kullanacağı çatal bıçağı silip temizlemeden yemeğe başlamaz, mikrop kapma korkusu had safhadadır. Düşünür ve Filozof olarak döneminde oldukça önemli bir yeri olmasına karşın yazılı bir eser bırakmamıştır. Ayrıca hakkında hemen hemen hiçbir basılı bilgi yoktur. Ta ki gazeteci yazar Orhan Karaveli’nin “SAKALLI CELAL” kitabını yazana dek.

Celal YALNIZ, namı diğer Yalnızlığın Piri "Sakallı Celal" sakalını kesmediği için bu lakapla şöhret yapmıştı ama onun asıl şöhreti, önünü arkasını düşünmeden dobra dobra söyleyiverdiği açık fikirlerinden ve nüktelerinden ileri geliyordu. 

CELALLİ SAKAL

"Müthiş bir ilerici, müthiş bir pervasız, müthiş bir zeka, müthiş bir kültür adamıydı. Az konuşur, pek az insanla ahbaplık ederdi. Çok kimseyi tanır ama az insana değer verirdi. Birçoğunun garip bulduğu bir insandı" Ani kızıp parlayıp öfkelenmeleri nedeniyle  "Sakallı Celal" yerine "Celalli Sakal" da dendiği oluyordu.

Bir paşazade olduğu halde bu sıfatın getirdiği kolay hayattan uzak kalarak edindiği bilgileri ve ideallerini memleket çocuklarına nakletmek için Üsküp'lere, Kastamonu'lara gitti. Çevresini saran gericilerle savaştı. Cumhuriyetin ilanında onu Ankara Lisesi Müdürü olarak görüyoruz. Liselere kadın öğretmen onun vasıtasıyla tayin edildi. Karşısına onu mağlup eden mevzuat hazretleri ve anlayışsızlıklar çıkınca Celal Bey kafası ile çalışıp hizmet edemediği memleketine elleriyle yardım etmeye karar verdi; amelelik, boyacılık yaptı. 

SAKAL BIRAKMASINA SEBEP MAKİNE MÜHENDİSLİĞİ AŞKIYDI

Mektebi Sultani (Galatasaray Lisesi) mezunuydu. Son sınıfta iken 31 Mart hadisesi olmuş, Hareket Ordusu kurulmuştu. Okuldan kaçtı, Hareket Ordusuna gönüllü katıldı. Vatanını delice bir aşkla severdi. İtalya, Trablusgarp'a saldırdığı zaman bir Fransız pasaportu uydurarak "Jan Piyer" adı altında mücahitlere cephane götürdü. 1907'de mezun oluncaya kadar Galatasaray'da geçirdiği 11 yıl Mahmut Celal'in aydınlanmacı, özgür, bağımsız, ödünsüz ama sevecen kişiliğinin gelişmesinde etkili olmuştur. Galatasaray Lisesi Müdürü Tevfik Fikret onu siyaset eğitimi alması için Fransa'ya göndermeyi teklif eder ama onun aklı makine mühendisliğindedir. Girişimleri sonuç vermez. Boş verir siyasal bilimler okumaya ve ömrünün kalan elli yılı boyunca "alameti farikası" olacak; adını ve ününü belirleyecek ünlü sakalını işte tam da o günlerde bırakır. Üstelik bir daha kesmemecesine.

Bir yılı aşkın süre kaldığı Paris'te, Türk halkının ne denli geri bırakıldığını daha derinden ve somut biçimde görüp algılama fırsatı bulmuştur. Tam bir idealist öğretmen olup çıkmıştı, Paris dönüşü Celal Bey. Bir süre Tevfik Fikret'le birlikte kendi okulunda hizmette bulundu.

ÜSKÜP, KASTAMONU, İZMİT YILLARI

Zamanın Maarif Nazırının huzuruna çıktı. Üsküp İdadisinde Fransızca ve felsefe okutmak istediğini söyleyerek Makedonya'ya gitti. Üsküp'ü halkıyla ve hocalık ettiği öğrencileriyle sevmişti ama bazı davranışları kimi çevreleri rahatsız etmiyor da değildi. Bu çevrelerin gözünde o çocuklarına Büyük Fransız Devriminden söz eden bir zındıktı. Oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, cumalara bile gitmiyordu. Üsküp gibi Rumeli'nin az çok özgürlükçü havasını soluyan bu kentte bile  Sakallı Celal'in ne yapmak istediği anlaşılamayınca sakalından utanmayan bu gavuru kentlerinden uzaklaştırmak için müftüyü harekete geçirdiler. Velhasıl azledildi Sakallı Celal ve İstanbul'a döndü.

Osmanlının savaş yıllarında silah altına alınmak için yaptığı başvuru, "Ülkeye öğretmen de gerekli.." diye geçiştirilerek Kastamonu Sultanisine Fransızca öğretmeni olarak atandı. Kastamonu gibi tutucu bir yerde çoğu kez başı açık dolaşıyor, müspet ilimin ve aklın inanmadığı boş sözlere değer verilmemesini öğütlüyor, çocuklara Darwin nazariyesinden bahsediyor ve çocuklara ayak topu oynatıyordu. Üsküp'te bir yobazın "Bu oyun dine aykırıdır" dediğini duyunca yobazı dövmüştü. Burada da şikayetler ayyuka çıkınca bir tel emri ile İzmit'e gönderildi. Oradan da Ankara Sultanisi'ne müdür oldu. Cumhuriyetin ilanından sonraki yıllarda bir gün Maarif Vekilinden gelen bir mektupta son sınıfların ve ondan bir önceki sınıfların Adliye Hukuk Mektebi ve benzeri yüksek öğrenim kurumlarının gereksinimlerini karşılaması için idareten mezun edilmesini istemesi üzerine "Ankara Sultanisi 'boyacı küpü' olmadığı cihetler Vekaletin talebi kabili tatbik görülmemiştir." diyerek Vekalete istifasını sunmuştur.  

SAKALLI CELAL'in AYDIN YILLARI

Hiçbir kalıba girmeyen, bildiğinden şaşmayan, ödün vermeyen Sakallı Celal yine işsizdir. 1928 ortalarında Sakallı Celal Bey, Karapınar İncir Mahsulleri Kooperatifinin yeni makinelerle güçlendirilen İncir İslah ve Tütsüleme tesislerinde çalıştırılmak üzere bir baş makinist arandığını öğrenir ve gerekli başvuruyu yapar. Fabrika yetkilileri son işlerinden birinin Ankara Sultanisi Müdürlüğü olduğunu söyleyen ve adı Türkiye çapında duyulmaya başlanan bu ilginç adamdan biraz pirelenirler ama makinelere yatkınlığını görünce "tamam, başla" derler.

Celal Bey, esas işi dışında üreticilerle birebir temas kurarak incir ve üzüm tarımının geliştirilmesi, taşınması, kurutularak da paketlenip ihraç edilmesi konusundaki yepyeni fikirleriyle kısa sürede baş ustalığa yükselecek ve işyerinin direği durumuna gelecektir. O zamana göre yeni ve karmaşık makineleri kolayca çözmesinin yanında okuması bile olmayan Anadolu çocuklarına bu makineleri öğretmekten ve benzerlerinin aksine bildiklerini onlarla paylaşmaktan zevk almaktadır. Fabrika yetkililerinin  gözdesi olup çıkmıştır. Ustabaşı sıfatına aldırış etmeden en ağır çuvalların altına girerek işverenlerini hayretler içinde bırakmaktadır. Onların, Aydın'ın tozlu yollarında bozulan otomobillerini bile bir çırpıda onarmakta, hafta sonu birlikte pikniğe gittiklerinde onlara ruhsatlı tabancasıyla silah kullanmayı öğretmektedir.

Bu arada, ürün islah, geliştirme ve paketlenmesi konusunda Avrupa'dan getirttiği kitapları okumakta ve akşam evinde çekildiğinde kooperatifin armağanı olan gramofonunda taş plaktan klasik batı müziği dinlemektedir. Kemalist devrimleri ise yerel gazetelerden izleyerek işçilere anlatmayı ek iş edinmiştir. Çevrede söylendiğine göre Rumlar'ın gidişinden beri buralara ilk kez gavurca gazeteler bile gelmektedir. Celal Bey abone olduğu için fabrikada işçilere yeni harflerle okuma yazma bile öğretmektedir.

Başarı kazancı da birlikte getirmiş ve Sakallı Celal Bey özenerek yaptığı ve zevkle döşediği evinin yanı sıra yakınlardaki dere boyunda bir de kocaman arsanın sahibi olmuştur. Sonraki yıllarda çağlayan dere arsasının büyük bölümünü alıp götürecektir.

Dokuz köyden kovulmuş, tası toprağı toplayıp çekip gitmiş bir adamın geri kalan yaşamı, herhalde böyle sakin ve sıradan bir ortamda sürüp gidemezdi. Gitmedi de!

KOMÜNİSTLİĞİN BELGESİ İŞTE BURADA 


Tek başına, rahat ama gösterişten uzak bir yaşantısı olduğundan maddi sıkıntısı yoktu ve bankada bir hayli parası birikmişti. Orjinal ve yaratıcı fikirleri nedeniyle, sık sık ikramiye bile alıyordu. O nedenle, iki ay önceki maaşını fabrikadaki bir arkadaşına vermişti: "Elin bollaşınca ödersin" diyerek. Adamın dört çocuğu vardı, eşi hastaydı ve yarı aç yaşadığını herkes biliyordu.

Çok geçmeden, Aydın'da karakola çağrıldığını öğrenir Bir zavallı işçiye yardım elini uzatmıştı ya, "bu adam eski komünistlerdendir.." diye ihbar etmişlerdir polise. Komiser, "Evinde arama yapacağız" diyerek Sakallı Celal Bey'e:
-Düş önümüze! Bizi evine götür, der.
Giderler. Her tarafı didik didik arar polisler. Bir köşede sessizce olup biteni izleyen Celal Bey, sonunda dayanamayıp:
-Allah aşkına komiserim siz evimde ne arıyorsunuz? diye sorar.
-Fakir işçilere yardım ediyormuşsun!..
-Eee?
-Yani komünistmişsin! Biz de bunun belgelerini arıyoruz.
-Fakirlere, çaresizlere yardım etmek ne zamandan beri komünistlik oldu komiserim? Hem siz benim komünistliğimin belgelerini aradığınızı söyleseydiniz ben sizleri yormadan yerini gösterirdim. 
Keyiflenir komiser:
-O halde göster!
Celal Bey ciddi bir tavırla sağ elinin kocaman işaret parmağını yavaş yavaş yukarı kaldırır. Gür saçlı başının ağaran sağ şakağına dayayarak:
-İşte burada, der.
Önce pek anlayamaz komiser bey. Celal Bey acı acı gülerek devam eder:
-Belge melge yok polis efendi. Varsa da buradadır. Gücünüz yetiyorsa açıp alırsınız. Yoksa, haydi size güle güle!..

Aydın'da günlerce konuşulur bu olay. İşyeri yetkilileri Emniyet Müdürlüğü'ne giderek, hatta Vali'ye kadar çıkarak çok sevdikleri ustabaşılarına reva görülen bu yakışıksız tavrı protesto ederler ve ilgili komiserin derhal Aydın'dan uzaklaştırılmasını isterler. Vali Bey, komiseri kentten uzaklaştırır.

Celal Bey bunu duyunca çok üzülür:
-Yapmayacaktınız bunu. Adamın ne suçu var? Aklı bu kadarına eriyor.

HAK ETMEDİĞİM PARAYI ALMAM

Çok geçmeden yeni bir tatsız olay daha yaşanır fabrikada. Sıkıntılı günler geçiren ve bu nedenle dikkati dağılan Celal Bey sağ elinin işaret parmağını makineye kaptırır. Hemen hastaneye kaldırılarak müdahale edilir ancak sağ el işaret parmağı biraz dik ve yeterince kıvrılmayacak biçimde kalacaktır. O da işi alaya vurarak, parmağının niçin böyle olduğunu soranlara. "Bu benim komünist parmağım. Ona göre haaa!.." diyerek acılı bir kahkaha patlatacaktır. 
Bu olaydan sonra haftalarca evinden çıkmaz Celal Bey. İşyerinin yetkilileri onu hiç yalnız bırakmazlar. Her ihtiyacını karşılar, ücretli izinli saydıklarından maaş zarflarını da düzenli gönderirlerdi ama o bunları:
-Hak etmediğim parayı almam, diyerek geri çevirirdi. Fabrikanın müdürü evine gelerek:
"Bak Celal Bey, der. Elbet iyileşeceksin ama ellerini bundan sonra istediğin gibi kullanamasan da önemi yok. Sen zaten bütün makineleri kullanacak düzeyde adamlar yetiştirdin. Onlara nezaret etmen yeterli. Zaten bize senin ellerinden daha fazla kafanın içindekiler gerekli. Seni çok seviyoruz ve istediğin sürece bizimle kalmanı istiyoruz." diye güvence verir.

Yıllarını verdiği Aydın'dan ayrılmak, ne onun için kolay olur ne de kendisini çok seven işçiler, yöneticiler ve çevredeki üreticiler için. Hepsi de ondan birçok şey öğrenmişti. Verimli ve titiz çalışmayı, yardımseverliği ve tevazuyu. Tabi yurtseverliği ve açık sözlülüğü de. Yaptıkları, davranışları, söyledikleri kasabadan kasabaya, köyden köye yayılmış, onu bir efsane durumuna getirmişti.

BU ÜLKEDE İLGİLİLER BİLGİSİZ, BİLGİLİLER İLGİSİZ

Yoksulluktan kırılan bir köy kahvesinde konuşurken:
"Bastonumu soksam yeşertecek kadar verimli bu Anadolu toprağından, üzerinde yaşayan insanların karnını doyuracak kadar ürün alamamayı başardığımız için ne kadar alkışlansak yeridir!" demiş ve bunun  sorumluluğunu aydınlara yüklemiştir.

"Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer ilgisizdir... Türkiye'de "aydın" geçinenler "Doğu'ya doğru seyreden bir geminin güvertesinde "batı" yönünde koşturarak batılılaştıklarını sanırlar!"


Bir keresinde de "Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur.." diye patlamıştır.


Hepsi de birer bilge sözü niteliğinde olan ve yaşayıp bu günlere kadar gelen bu sözlerin çoğunun, en faal çalışma ve yaratma dönemini geçirdiği Aydın yıllarında söylediğine inanılır.


Özene bezene ve adeta kendi elleriyle yaptığı iki odalı, küçük ama sevimli evindeki masa, sandalye, tabak, çanak türünden eşyayı işçiler arasında pay eder. Kitaplarını, anı değerinde olan eşyayı ise büyükçe bir makine sandığına yerleştirir. 


Belki bir gün dönerim, diyerek, neredeyse boşalmış evinin kapısına bir kilit vurarak  Ankara'ya hareket eder. Ne yazık ki mevcut kaynaklarda Aydın'daki yılları hakkında elimizdeki bilgiler bunlar. Keşke İncirliova'da çalıştığı işyerini, işyeri sahiplerinin çocuklarını bulabilsek, evinin nerede olduğunu ve onunla iletişim kuran hayatta olan kişilerin yakınları varsa birinci ağızdan konuşabilseydik.  


O'nun için "Türk felsefesinin mizah bölümüne geçmesi gereken sözleri vardı. Batıda olsa bu adamın her sözü bir fıkra olurdu. Ancak nerde o irfan tarlası ki onun  sözleri, fikirleri yeşerebilsin?" derdi Burhan Felek.


Haldun Taner ise:
"Sakallı Celal Bey' i ben hep sarp dağlar, gür ormanlar ve bozkırlar ortasında boşuna akıp giden bir pınara benzetmişimdir. Bence ziyan olmuş bir değerdir." der.
1962 yılında ömrünü tamamladığı ve gömülü olduğu Aşiyan Mezarlığındaki kabrinin baş ucunda:

"Celal YALINIZ 1886-1962" yazılıdır. YALNIZ değil YALINIZ nedense. Bir de şu Türkçe Farsça karışımı dize:

"Bağdan bir gül için bin hare hizmetkar olur" 
Bugünün Türkçesiyle; "Bahçıvan bir gül için bin dikene katlanır" manasında.

Tek isteği vardı Sakallı Celal Bey'in: Türkiye'nin, Atatürk'ün yolunda giderek aydınlık günlere ulaşması. Bu uğurda bir şeyler yapabilmek için bin dikene katlandı.


Kim bilir belki de yeterince yararlı olamamasının üzüntüsüyle göçtü gitti Sakallı Celal.
  
SAKALLI CELAL YALOVA TERMAL FEN LİSESİNDE YENİDEN Mİ DOĞDU?

Ancak ne büyük tesadüftür ki Sakallı Celal'in ölümünden yaklaşık bir on yıl geçtikten sonra Kütahya'da doğan ve 2015 yılında Yalova Termal Fen Lisesinde Matematik öğretmenliği yapmakta iken  okulu teftişe gelen dönemin Yalova Valisi tarafından dört beş gündür kesmediği sakalları fark edilen ve öğrencilerinin önünde "Bu saç sakal ne? Sen nasıl öğretmenlik yapıyorsun? Öğrencilere böyle mi örnek olacaksın? İnsanlar seni dışarıda görseler dilenci zannedip para verirler.." diye azarlanan  edebiyat aşığı ve öğrencilerinin çok sevdiği, öğretmen Halil Serkan ÖZ kılığında belki yeniden doğmuştu Sakallı Celal Bey. 

Halbuki Halil Serken Öz, bir röportajında "Tüm paramı kitaplara harcıyorum" diyen biriydi ve  edebiyatın önemli yazarlarına ait,  önermiş olduğu atmış adet kitap ismini, kendi el  yazısıyla  listeleyerek öğrencilerine dağıtmış, onları devamlı okumaya teşvik etmiş bir öğretmendi.

Kötü bir şekilde öğrencilerinin içinde azarlanan öğretmen Halil Serkan Öz için şehirdeki sendika mensubu öğretmenler ve öğrencileri tarafından bir "Öğretmene Saygı Yürüyüşü" tertip ediliyor. Tam bu yürüyüş sırasında kalp krizi geçirip aramızdan ayrılıyor Halil Hoca. 

Şimdi okullardaki sakallı, uzun saçlı öğretmenleri görünce hatırlarım önce Halil Serkan Öz Hocayı, sonra da Sakallı Celal Bey'i.

Sakallı Celal Bey'de, Halil Serkan Öz' de yapmak istediklerini tamamlayamadan göçüp gittiler bu dünyadan.

1928'in Aydın vilayetinden Sakallı Celal'in Aydın'ın köylüleri ve verimli toprakları hakkındaki, köylülerin ancak kendilerini doyurabilecek ürün yetiştirdikleri konusundaki gözlemlerinin hala geçerliğini koruduğuna mı yanalım, geçen zamanda hala ilgisizlerin bilgili, bilgililerin ilgisiz olduğuna mı, yoksa doğuya giden bir gemide batıya doğru koşuyor oluşumuza mı?

Medeniyetin, aklın, kültürün, zekanın, gelişmişliğin ya da cahilliğin kılık kıyafette, saçta başta olmadığını anlamak için kaç Sakallı Celal'i, kaç Halil Serkan Öz'ü kaybetmemiz gerekecek? 


17 Kasım 2018 Cumartesi

Kahvehane Hikayeleri İstanbul 1898 - Allan Ramsay, Cyrus Adler


İsminden hareketle, kahvehane "kahve evi" anlamına gelmektedir, ancak ilk ortaya çıktığı tarihten itibaren sosyal ilişkileri şekillendiren ve toplumun geçirdiği toplumsal dönüşümleri yansıtan bir kamusal mekan olagelmiştir.

Kahvehane tipi mekanların ilk örnekleri XVI. yüzyılın başlarında Mekke, Kahire ve Şam'da ortaya çıkmış, yüzyılın ortalarında ise İstanbul'a gelmiştir. Tarihçi Peçevi'ye göre, ilk kahvehaneleri Halepli Hakem adında bir tüccar ile Şamlı Şems adında bir efendi, İstanbul Tahtakale'de 1554 tarihinde açtılar. Kahve satılan/tüketilen bir yer olarak kurulan kahve hane kısa zaman içerisinde bir tüketim mekanından ziyade gündelik hayatın tecrübe edildiği bir mekan haline geldi.

Ancak Osmanlı geleneksel toplum kültürünü şekillendiren saray, medrese ve cami dışında, "sivil" bir anlayışla ortaya çıkan kahvehane, XVI. ve XVII. yüzyılların İstanbul'unda, pek sık rastlanmayan bir tepkiyle karşılaştı. "Miskinlerin buluşma mekanı ve fitne yuvası olarak görülen kahvehane, başta iktidar olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinin tepkisini çekti. 1567 yılında başta Suriçi olmak üzere İstanbul'daki bütün kahvehaneler kapatıldı.

Ancak kahvehanelerin sayısı günden güne artmaya devam etti. XVI. yüzyılın sonunda altı yüze, XIX. yüzyılın başlarında ise 2500' lere kadar çıktı.  Hem sayı hem de itibar olarak önemi artan kahvehaneler zaman içerisinde mevcut kültürel ve toplumsal hayata dahil olmayı başardı. Kültürün üretildiği ve tüketildiği bir mekan haline geldi. Birçok değişikliğe uğrayarak varlığını  devam ettirdi. Her ne kadar sadece erkek sosyalliğini barındırsa da Osmanlı şehrindeki kamusal yaşamın önemli bir kısmını oluşturdu. 

 Osmanlı toplumunun nabzı kahvehanelerde atardı" demek yanlış olmaz. Buralarda sohbet mahalle dedikodusuyla sınırlı kalmaz, 'devlet katına kadar' yükselirdi. Meddahlar, hikâye anlatıcılar, saz âşıkları ve şairler kahvehanelerin vazgeçilmez çehreleri arasındaydılar. Sokağa taşan mahalle kahvelerinde nargile de sohbetin ayrılmaz bir parçasıydı.Amerikalı dilbilimci ve teolog Cyrus Adler uzun yıllar İstanbul'da yaşamış arkadaşı Ramsay'den şöhretini duyduğu "kahvehane hikâyelerini" derlemek üzere İstanbul'a gelir. İki dost aylarca İstanbul kahvehanelerini dolaşıp oralarda anlatılan sohbetlere kulak vererek hikâyeleri derler ve İngilizceye çevirirler. İlk defa 1898'de New York'ta yayımlanan kitap daha sonra Londra'da da yayımlanır ama ardından unutulur gider...

Kahvehane Hikâyeleri: 19. yüzyıl İstanbul yaşamı, kültürü ve düşünme tarzları üzerine sosyolojik bir belge olmasının yanı sıra, birbirinden ilginç 28 hikayeyi keyifle okuyacağınız bir kitap olma özelliğini de taşımaktadır.

15 Kasım 2018 Perşembe

Afife Jale - Osman Balcıgil

Osman Balcıgil yine mükemmel bir biyografik romanla karşımızda. "Nefesi Tutku Olan Kadın Afife Jale"

Osmanlı'nın ilk kadın tiyatro oyuncusuydu Afife Jale. Küçüklüğünden beri tiyatro aşığı olan Afife Jale'nin tiyatro uğruna yaşadığı mücadeleler, babasından, şeyhülislama, Dahiliye Nazırından Şehreminine kadar kendisiyle uğraşanlara karşı yaptıkları roman tadında anlatılmış. 

Tiyatro aşkı teyzesinin oğluna olan aşkına galip gelmişti. Ayrıca ikinci aşkı da besteci Selahattin Pınar olmuştu. Fakat bir baş ağrısı belasına bulaştığı morfin belası onun hayatını alt üst etti. Zorda kalınca morfine sarıldı. İstemeden de olsa bir morfinman olup çıkmıştı.   

Son nefesini Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde verdi. Geride Türk tiyatrosu adına güzel bir isim bırakarak.

Biraz fazla uzun tutulması ve tekrarlara çok fazla kaçılması dışında klasik ve öğretici bir Osman Balcıgil kitabı. Sıkılmadan okunabilir.

"Bir ömür ve sonunda gökyüzünde kaybolup giden alkışlardan başka hiçbir şey!"

13 Kasım 2018 Salı

Fahrenheit 451 - Ray Bradbury


Fahrenheit 451, tıpkı 1984 gibi, Cesur Yeni Dünya gibi distopik bir kitap. Kitapların olmadığı, herkesin digital dünyaya kendini kaptırdığı, duvardan duvara tv'lerle ve elektronik bir yaşamla vakit geçirdiği, kitap okuyanların suçlu gözüyle bakıldığı ve cezalandırıldığı, kitapların ise itfaiyeciler tarafından yakıldığı bir dünyayı anlatan bir roman. 

Kitabın baş kahramanı Montag bir itfaiyeci, kitap yakma konusunda da başarılı bir itfaiyeci. Bir gün Clarisse isimli bir kızla tanışır ve Clarisse ona bazı gerçekleri anlatmaya çalışır. İtfaiyecilerin eskiden yakmak için değil çıkan yangınları söndürmek için görev yaptığını anlatır. Montag buna inanmaz. Ancak bir ihbarda gerçek bir kitapla karşılaşır. Onu saklar evine getirir. Okuduğu metinler ilgisini çekmeye başlar. O dünyanın idarecileri, insanların var olan kitapları okuyup bir şeyler öğrenmemesini, kendilerinin istediği gibi yaşamasını istedikleri için kitapların yakılmasını istedikleri fikri uyanmaya başlar Montag'da. 

Kitaplara karşı fikirleri de değişmeye başlar yavaş yavaş. Bu arada eski kitapları koruma derdine düşmüş ve Clarisse'in de aralarında bulunduğu bir grup dünya üzerindeki belli başlı kitapları ezberleyerek yol olmalarını önlemeye çalışmaktadırlar. Fahrenheit 451' in de kağıdın yanma derecesi olduğunu hatırlatalım bu arada. Konu güzel ancak romanın o derece ilgi çekici olduğunu, anlatılan ortamı tam da kafamızda canlandıramadığını belirtmek isterim. Kitabın filmini de izledim ama kitapla çok alakasız sahneler olduğunu gördüm. Açıkçası filmi de beğenmedim. Anlatılmak istenilen konu bakımından ilginç olmasına rağmen güzel işlenemediğini düşünüyorum.

Kitaptan alıntılara gelince:


"Bir kadın kitaplar uğruna yanabiliyorsa kitapların içinde bir şeyler olmalı..."


"Cildine bakarak bir kitap hakkında hüküm verme."

"Herkes ölünce ardında bir şeyler bırakmalı, derdi dedem. Bir çocuk, bir kitap, bir tablo, inşa edilmiş bir ev veya duvar, yapılmış bir çift ayakkabı. Veya ekilmiş bir bahçe. Elinin bir şekilde dokunduğu bir şey, öldüğünde ruhunun gideceği bir yer olsun diye; böylece insanlar ektiğin o ağaca veya çiçeğe baktığında, sen orada olursun. Ne olduğu önemli değil, dokununca onu değiştirdiğin ve ellerini çektiğinde sana benzeyeceği bir şeye dönüştürdüğün sürece, derdi. Sadece çim biçen adamla bahçıvan arasındaki fark dokunuştadır, derdi. Çimleri biçen adam orada hiç olmamış gibidir; bahçıvansa bir ömür boyu orada olacak.”


"Bir kültürü yok etmek için kitapları yakmak zorunda değilsiniz.Sadece insanların kitap okumasını durdurmanız yeterlidir."


"Ölmenin güzel tarafı bu kaybedecek bir şeyin olmayınca, istediğin riske girebiliyorsun."