Bu Blogda Ara

29 Nisan 2022 Cuma

Gurabahane-i Laklakan - Ahmet Haşim

Ahmet Haşim'in denemeleri ve kısa öykülerinden oluşan kitap. Kitaba adını veren, en çok da ilgimi çeken Bursa'ya giderken yol kenarında tabelasını gördüğüm öyküsü olan Gurabahane-i Laklakan. Yani garip Leylekler evi. 
Yazarın ziyaretine gittiği ve Bursa'da yaşayan Türk dostu ve sanat meraklısı Gregoire Baille tarafından bahçesinin bir köşesine yapılan bu yapı ile ilgili kitaptaki bölüm şöyle:
 
"O sırada yan yana birkaç odadan ibaret, harap, ufak bir binanın önüne gelmiştik. Mösyö Gregoire Baille:

- İşte gurebahane-i laklakan! dedi. Biliniz ki bahçemin bu köşesi hakikat şeklini almış kendi hayalimdir. Bu harap üç odayla onları çeviren bu bahçe köşesinde ömrümün bu son günleri sükunet ve hayaller içinde geçiyor. Fırsat buldukça buraya sığınırım. Eşim bile bana burada arkadaşlık etmez. Bu inziva köşesinde arkadaşlarım yalnız sakat ve ihtiyar bir iki leylektir. Bilmem Bursa'yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar çarşısının ortasında bir meydan var. Bu meydan sakat bazı hayvanların darülacezesidir. Kanadı veya bacağı kırık leyleklere, bunamış kargalara, kör veya sağır baykuşlara burada halkın sadakasıyla bakılır. Haffaf esnafının aylıkla tuttuğu, belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar elden ayaktan düşmüş bir ihtiyarı; toplanan sadaka parasıyla her gün işkembe alır, temizler; parçalar ve insan merhametine sığınan bu zavallı kuşlara dağıtır. Haffaflar çarşısındaki leyleklerin bir iki tanesini buraya aldım. Ben de artık bir ihtiyar kuştan farklı mıyım? Bu köşe onlar ve benim için gurebahanedir. Son günlerimizi burada birlikte yaşayıp bitireceğiz.
Onun için binaya "gurebahane-i laklakan" ismini verdim. Gerçekten kanatları kırık bir leylek, beyaz elbiseler giyinmiş bir hasta gibi uzakta, ağaçların arasında üzgün üzgün dolaşıyor ve ikide bir dallar veya yapraklar arasında görünen mavi ve özgür sema parçalarına kırmızı yuvarlak gözleriyle durup bakıyordu."

"Sonra bana bahçesindeki ağaçların ayrı ayrı seçilmesindeki hikmeti anlattı:
- Belki dikkat ettiniz, etrafınızdaki ağaçlar ekseriyetle söğüt ve servidir. Bahçemin ölüm ve ahiret kokusu dağıtabilmesi için bu tür ağaçları tercih ettim. Etraftan burnunuza gelen bu mezarlık kokusu işte bu yapraklardan dağılıyor. Mezarlığı hiçbir millet sizin anladığınız güzel tarzda anlayamamıştır. Frenk mezarlığı ölümün tatlı ve haşin güzelliğini bozar. Orada sanki taşları daha dik ve köşeli yapan buzlu bir hava dolaşır; sanılır ki her ölü süslü ve sağlam mezarının kapısı arkasında bencilce bir hırsla saklanırmış, rahatsızlık veren ziyaretçiye saldırmaya hazırlanmış bekliyor. Hristiyan mezarlığının ağır sükunetinde hissedilen adeta husumettir. Halbuki sizin mezarlıklarınızın havasında her türlü maddi endişenin gerginliğinden kurtulmuş bir tebessüm dolaşır. Müslüman mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister; o kadar her ölü uysal ve cana yakındır. Mezarlıklarınızı şehirlerin ortasında kurmakta da haklısınız. Bunlar öyle bahçelerdir ki ağaçlarının yetiştirdiği meyveler yaşayanların tatması gereken his ve fikir meyveleridir. Bahçeme mezarlık kokusunu yayacak ağaçlar dikmekle baharını güzle değiştirmek ve ona her  mevsim için fikrin acı lezzetini vermek istedim."

Şeytanla Konuşmalar - Hilmi Ziya Ülken

Aynı Goethe'nin Faust'u gibi şeytanın kahramanın yanına gelmesiyle başlar. Faust' taki gibi burada bir yoldan çıkarma değil de sohbet söz konusu. yazar ya da kitabın kahramanı felsefe, edebiyat, tiyatro, resim, şiir, tarih vs. hakkında düşüncelerini bu sohbet yoluyla anlatıyor. Bir çok tarihi olay ve kişilerden söz ediliyor. 

İlk sayfadan beni saran kitap sonrasında sıkılmaya sevk etti. Belki de Faust'un gölgesinde kaldığını düşünmem buna sebep oldu. Değerli sosyolog, felsefeci Hilmi Ziya Ülken'in "Şeytanla Konuşmalar" kitabı okunası kitaplar içinde bende yerini aldı diyebilirim.

"Şeytan diyor ki: Sözün kısası: ben şu insanlara üç şey hediye ettim: delilik, yalan ve fazilet."

" Şeytan yeis demektir. Ben yalnız fenalıkları görür ve gösteririm."

"Hâdiseler kötü gidince kusuru kendiniz de bulacak yerde; kadere, Allah'a, talihe yumruk sıkarsınız."

"İnsanlara şehveti ben öğrettim, aşkın, içkinin, kumarın, altının, debdebe ve tantananın, şöhretin, hiç bir şeyden doymamak ve her şeyi araştırmanın, ebedî olmak rüyasının sarhoşluğunu ben tattırdım."

"Neden fukara şeytanın da doğru sözlü, samimi olacağına bir türlü inanmazsınız?"

"Kitapları seviniz! Sarhoşun içkiden nefret ettiği gibi ondan kurtulmaya çalışmayın. Ben Aristo'yu, Ciceron'u, Eflâtun'u ve Lucrece'i okurum. Onların hepsini ayrı ayrı yaşarım; hiçbiri bana hükmedemez. Beni ne çileden çıkarır, ne sarhoş eder, ne de hiddetime sebep olurlar. Bir şarap degustateur'ü gibi hepsinin lezzetine bakarım; bana her biri ayrı zevk verir; ayrı bir dünyanın kapısını açarlar."

27 Nisan 2022 Çarşamba

Benden Selam Söyle Anadolu'ya - Dido Sotiriyu

 

“Ekimle kasım, incir aylarıydı; Zahari'nin ambarında biraz
para kazanmak böylece mümkün oldu. Usta eller isteyen bir işti bu; yalnız Rumlara emanet ediliyordu birinci kalite yemişler. Türkler, bizden ayrı, düşük evsaflı incirlerle uğraşıyorlardı. Memleketin en iyi incirini, Avrupa ve Amerika'ya ihraç edilmek üzere küçük sandıklara yerleştirmekle görevliydik. Lokum gibi, dört köşe bir incirdi bu ...

 Aydın' dan ilk incirleri getiren trenler, defne·ve mersin dallarıyla süslü olurdu hep. Tren, Funda istasyonuna girince askerler selama durur ve kuru sıkı ateş ederlerdi. Yeni incir şerefine yeni sikke keserdi hükümet. Yeni sekiz kuruşluklar ve gıcır gıcır mecidiyeler kaplardı piyasayı...”

Bu satırlar 1909 yılında Aydın’da doğmuş Rum yazar Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” özgün ismiyle “Kanlı Topraklar” adlı  1982 Abdi İpekçi Türk-Yunan dostluk ödülünü alan  kitabından.

Yüzyıllardır dostça, kol kola yaşadığımız Rumlarla nasıl kanlı bıçaklı olduğumuz, nasıl gözümüz dönmüşcesine birbirimize kıydığımız, romanın kahramanı Manoli Aksiyotis adlı çocuğun ağzından anlatılıyor. Köylünün binbir emekle yetiştirdiği ürünü ucuza kapatmaya çalışan tüccarları, büyük toprak sahiplerini, kaçakçıları, kabadayıları ile Aydın ve İzmir‘i tanıyoruz. Efes yöresinde şu anda ismi Şirince olan ve o yıllarda Aydın vilayetine bağlı Kırkıca'da yaşayan Manoli Aksiyatis bir Anadolu Rum köylüsüdür. Komşu Türk köyleriyle gayet kardeşçe yaşayıp giderken önce Balkan Savaşlarıyla sonra 1. Dünya Savaşı ve nihayetinde Kurtuluş Savaşı'yla biten dostluğun hikayesidir anlatılan.

"İki halk aynı toprak üzerinde bir arada doğup büyümüştük ve yüreğimize sorarsanız, ne onlar bizden nefret ediyordu, ne de biz onlardan!"  Peki ne oldu da kardeşçe yaşayan bu halklar birbirine kıymak zorunda kaldı? "Bütün bunların altında gizlenen şey nedir biliyor musun Aksiyatis? Petrol, kömür, demir, krom... Yani, Anadolu'nun el değmemiş servetleri üzerinde yabancıların kurmak istedikleri tekel!"  Kitaptaki kahramanlardan Nikita'dan duyduklarımız duruma gayet açıklık getiriyor. Dağılmak üzere olan Osmanlı'dan her güçlü devlet bir pay almak istiyor ve bunu da milliyetçilik duygularını kabartıp bağımsızlığını yeni kazanmış olan Yunanları maşa gibi kullanarak yapıyorlar. Anadolu'nun ticaretine daha hakim olan Rumlar ve Ermeniler üzerinden kanlı oyunlarına başlıyorlar.

Çağdaş Yunan edebiyatının önemli yazarlarından, özellikle ülkesinde kadın hakları mücadelesinde ön saflarda yer almış biri olan Sotiriyu, 1909 yılında Rum bir ailenin kızı olarak Aydın’ın Şirince kasabasında dünyaya geldi. (Şirince, cumhuriyet döneminde İzmir vilayetine bağlandı.) Çocukluk yıllarını Şirince, Aydın ve İzmir çevresinde geçirdi. 1922 yılında İzmir ve çevresinin Yunan ordusu tarafından işgal edilmesi nedeniyle, tüm Anadolu Rumları gibi, Sotiriyu Ailesi de, büyük zorluklarla karşılaştı. Nihayet mübadele ile aile Yunanistan'a göç etmek zorunda kaldı. Göçmek zorunda kalmanın verdiği acılar ve ailesinin kısıtlamaları yüzünden zorlu bir hayat geçirdi.  Ailesinin karşı çıkmasına karşın öğretim üyesi oldu. 1986‘da Livaneli ve Teodorakis‘in girişimiyle kurulan Türk-Yunan Dostluk Derneği kurucuları arasında yer aldı. 2004 yılında hayata veda etti.

Aydın’da geçen çocukluğunu Sotiriyu şöyle anlatıyor: “Babam sabun yapımcısıydı. Çocukluk yıllarımda ailemle birlikte doğduğum Aydın ilinde yaşadım. 1922 yılında Anadolu’dan ayrılarak Yunanistan’a amcamların yanına gelmek zorunda kaldım. Ailem daha sonra göçtü. İlk çocukluk yıllarımın anıları belleğimden silinmiyordu. Babamın arkadaşı Talat Beyler, sokakta oynadığım Rum ve Türk çocukları bugün bile aklımda. Yaşadığım günlerin, duyduğum gerçek olayların o kadar etkisi ve büyüsü altında kalmıştım ki, bu konuyu ele alan kitap yazma arzusu içimde çığ gibi büyüyordu.  1962 yılında “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabım yayımlandı. Kitapta geçenler tamamen tarafsız bir gözle yazıldı. Kitabımın Türkçeye çevrilmesinden sonra Türkiye’den birçok yazar ve okurumdan tebrik telgrafları aldım.”

Sotiriyu‘nun romanında asla kaba bir Yunan milliyetçiliği yok, Türkleri de düşman bellemiyor. Kendisiyle yapılan bir röportajda; “Bir tek düşman vardır: Düşman, ne Türklerdir, ne de Yunanlar! Düşman, savaştır. Savaş ve onu körükleyen çıkarlar“ diyor. Yazar, roman boyunca dönemin emperyalist güçlerinin Anadolu‘nun zenginliklerinden pay kapma savaşını anlatıyor bize. “Anadolu‘nun zenginliklerini ellerinde tutan Hıristiyan halkların ortadan kalkması gerekiyordu; Önce Almanların daha sonra da müttefik kapitalistlerin  yayılıp gelişmelerine engeldi çünkü bu halklar.

Kitapta bir başka dikkatimi ve ilgimi çeken ise o yıllardaki Aydın incirinin, zeytininin ve üzümünün kalitesinin, güzelliğinin anlatılışı. “…Bir tek kaygısı vardı babamın, eksik olmasın, arazisi durmadan genişlesin isterdi; ve gittikçe daha çok zeytin ağacı ve gittikçe daha çok meyve ağacı ve gittikçe daha çok incir ağacı bulunsun elinin altında..  Buğdayla arpa yetiştiği vakit, tarlalarımız altın yaldızlı bir denizden farksız olurdu. Bizimkiler gibi verimli, dalları ürün bolluğundan yerleri yalayan, özsuyu dolu, yusyuvarlak, simsiyah, pırıl pırıl zeytinli ağaca başka hiç bir yerde rastlayamazdınız. Yavaş ama sağlam bir gelir kaynağıydı zeytinyağı. Ama incir ... köylünün kemerini altında dolduran incir! Sadece Aydın ilinde değil, bütün Doğu'da, Avrupa ve Amerika'da bile ün salmıştı incirlerimiz. Derisi var mı, yok mu anlayamazdınız, öylesine inceydi; Anadolu'nun o canım güneşiyle ballanmıştılar.”

Bizim yeterince kıymetini bilemediğimiz cennet meyvelerimizin başkalarınca işlenmesi, birinci sınıf ürünleri Avrupa’ya gönderirken Türk halkının kalanla yetinmesi. Hala öyle değil mi? Zamanında adına sikkeler basılan üzümümüz, zeytinimiz, incirimiz şimdi ne haldeler? İtalya, İspanya, Yunanistan zeytincilikte bizi geçmiş durumdalar. Biz ise zeytin ağaçlarımızın üzerine beton dökmeye devam ediyoruz. Zeytin ağaçlarının arkasından ağlamak isteyen Aydın-Denizli otoyolu güzergahına bu hafta sonu bir gezinti yapsın,  Şahnalı’da, Yeniköy’de, Kozalaklı’da cenazeleri kaldırılan asırlık zeytin ağaçlarının ruhlarına dua etsinler. Daha acı olan şey ise, kesilen ağaçlarının parasını alan köylünün klavye başındaki bizler kadar bile bu ağaçlar için çok da üzülmediğini görmek. Sen paranı aldın helalleştin ama o ağaçlar insanlıkla helalleşmedi. Yazık. Cennet Aydın Ovası. Tarihte ne savaşlar gördü. En sonuncusuna yenildi. Paraya yenildi. Betona yenildi.

Şöyle bitiriyor kitabını yazar: “Kardeşler, dostlar, hemşeriler! Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendini! Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden Selam Söyle Anadolu’ya! Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin! Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!”

Ben de yazımı şöyle bitirmek istiyorum: Eyy! bu toprakların süsü, binlerce insanımızın gelir kaynağı, Aydın’ın kutsal meyvesini veren zeytin ağacı! Toprağına beton döktük diye bize garezlenebilirsin.

20 Nisan 2022 Çarşamba

Kürklü Kişi - May Sarton

Bu kitaptaki hikâye Amerikalı ünlü yazar, şair May Sarton’ın kendi kedisi Tom Jones’un başından geçen gerçek maceralardan oluşmaktadır.

Kitabın önsözünde yazar May Sarton, "Umarım ki bazı büyükanneler Kürklü Kişi'yi yüksek sesle okurlar, çünkü o, bu niyetle yazılmıştı."

Adsız sansız, bağımsızlığına şiddetle düşkün bir sokak kedisi süregeldiği derbeder hayattan yavaş yavaş sıkılır ve rahat bir yuva karşılığında özgürlüğünden feragat etmenin cazip olabileceği düşüncesi aklında yer etmeye başlar. Birtakım denemelerden sonra karşısına çıkan ev ile sakinlerinin sesi, bu fikrinin uygulanabilir olduğunu gösterir kendisine. Ve işte bu yeni yuvada bir sokak kedisi önce bir Beyefendi Kedi’ye, en sonunda da Kürklü Kişi’ye dönüşür...

“Judy ve ben, [...] 1950’lerin başında birkaç yıl [...] kiralık bir evde oturduk. Judy üniversiteden bir yıl süreyle izin aldığında, kiracısı olduğumuz evi Vladimir Nabokov ve güzel karısı Vera’ya kiraladık. Evde kaldıkları süre boyunca Tom Jones’u el üstünde tutulan bir pansiyoner olarak kabul etmeye memnuniyetle razı oldular. Beyefendi bir kedi için, iyi kalpli Vera ve kedisever Vladimir ile böylesine saygın bir aileye kabul edilmek ne talih! Ve de kedi lisanının Rusçaya tercüme edilmesini işitmek.”

"Bir Beyefendi Kedi, bir insan tarafından sahiden sevildiği zaman bir Kürklü Kişi olur."

"Uygun yoga hareketlerini yaparak kapının önünde yeterince uzun zaman oturulursa kapının açılacağı iyi bilinen bir gerçektir."

"..Üçüncü emre göre, bir Beyefendi Kedi, ne kadar aç olursa olsun, yemeğine hiç telaş etmeden, belli bir mesafeden usulca yaklaşmalı, onu uzaktan koklamalı ve asgari bir metreden, yargısının ne olacağına karar vermelidir. İyi, Orta, Geçer veya Değmez. Verdiği hüküm 'iyi' olursa, yemeğine usulca yaklaşacak, çömelmiş vaziyette oturacak ve bir lokma almadan önce kuyruğunu gövdesi etrafında kıvıracaktır. 'Orta ise', çömelecek fakat kuyruğunu yere  uzatmış halde arka tarafta bırakacaktır. Hüküm sadece 'Geçer' ise, ayakta  durarak yiyecek ve eğer 'Değmez' olursa, üstünde toprağı eşeleme ve onu gömme törenini icra edecektir."

Hoşgör Köftecisi - Orhan Veli

Güzel şiirleri ile öne çıkan Orhan Veli öyküleri ile öne çıkamadı bence. Çıkmaması da iyi olmuş. Şair Orhan Veli daha iyi. 
Orhan Veli'nin öykülerinden oluşan bir kitap Hoşgör Köftecisi. Merak ettiğim ve kısa bir kitap olduğu için okudum ama çok da keyif vermedi. Belki siz seversiniz.

Alıntılar ise şöyle. Evet biraz zorlama:

"İnsan bütün ömrünü bir hayal peşinde tüketebilir."
Sevme” sözü de geniş bir söz. İnsan bir yemeği seviyor, bir rengi seviyor, bir kadını seviyor."

"..Ah, biz küçük burjuvalar, ne sahte, ne yaldızdan ibaret insanlarız. Her şeyimiz yalan. En küçük yalanı, düpedüz yalan söylediğimiz zaman söyleriz. Ya söylemediklerimiz? Korkunç."

"..Kimi adamlar derler ki: "Aşk, insanı güzelleştirir"miş. Orasını bilmem; ama iş güzelleştiriyor."