Bu Blogda Ara

28 Eylül 2020 Pazartesi

Bütün Öyküler - Samim Kocagöz

1939 yılında yazdığı öykülerle edebiyat dünyasına giren Sökeli yazar Samim Kocagöz'ün Ege öykülerini yerel ağız ve adetlerle harmanladığı öykülerinden oluşan 1993 basımı kitabı "Bütün Öyküler"

Bu kitapta yazarın Tellikavak, Sığınak, Sam Amca, Cihan Şoförü, Ahmet'in Kuzuları, Yolun Üstündeki Kaya ve Yağmurdaki Kız adlı öykü kitapları bir araya getirilmiş.  Hepsi küçük küçük öykülerden oluşuyor. Öykü yazarlığı denince ilk akla gelen Samim Kocagöz'ün öyküleri yabancı dillere de çevrilmiştir.

Kitaptan akılda kalan alıntılarda şöyle:

"Buralarda adettir; büyük toprak sahipleri, köylüye topraktan başka tohum, bütün yıl yetecek ürün alıncaya dek dayanma _yiyecek, içecek, tarlaya bakım masrafı- verir; buna karşılık köylü de, bir çift öküzü ile tarlada çalışır, sürebildiği denli toprak sürer, ürün kalkınca kazanca ortak olurdu."

"İnsan bir gün olsun mesela, oh şu yaprak ne kadar yeşil, ne kadar güzel... diye düşünemez. Rahatça düşünmek fırsatını bulduğu an, çok uzun sürmez. Kendi içinin yeşilinin sarardığı hemen aklına gelir."

" 'Ne de olsa kötü ölüm bu..' diye mırıldandı, 'çamurlara yuvarlanıp batmak; çıkmayı denedikçe batmak çıkamamak...Düşmanlarına karşı kendini koruyamamak...En sonunda gözlerin baka baka düşmanına kendi yedirmek...Hem de kime? Çakal gibi ciğeri beş para etmez korkak bir düşmana! Tuh! Allah belasını versin...Bombok bir iş bunu...Kırk yıldır ben de böyle battım ya...Başkalarının tarlalarında çalışmaktan ben de bıktım, Koca Öküz de...Hayvancağız benden akıllı, benden cesur çıktı...Vazgeçti fukara dünyasından...' "

" 'Ben şiir yazacağım: öyle şiir ki, hep birlikte yaşamak mutluluğundan söz etsin!' diyordu."

"Dünya yüzünde dikili tek bir ağacın yok. Bir karış toprak sahibi değilsin...Neye yaşayacaksın sanki...At kendini Menderes'e!"

"Siz de eşeğe binmeden bacaklarınızı sallıyorsunuz' Ortalıkta toprak yok be!..."

27 Eylül 2020 Pazar

Çalınmış Hasat - Vandana Shiva

Dünyaca ünlü ekolojist, araştırmacı ve aktivist Vandana Shiva, DTÖ ve uluslararası tekellerin dünya tarımına egemen olmaya çalıştığı günümüzde, küresel nüfusun yüzde 70'ini teşkil eden küçük çiftçi ve yerel cemaatlerin yaşamsal sorunlarını, endüstriyel tarım uygulamalarını nedeniyle uğradıkları muazzam kayıpları kendi ülkesi Hindistan ve Asya tarımına ait örneklerle anlatıyor.

Genetiği değiştirilmiş organizmaları yaşam üzerindeki patentler, deli danalar ve endüstriyel su kültürleri üzerine çeşitli bölümler içeren bu kitap, gen mühendisliği ve ticari tarım hakkındaki tartışmalar için geniş bir perspektif sağlayan zengin ve özenle seçilmiş veriler sunuyor.

"Bu kitap, küresel şirketlerin gıda ve tarım sistemlerini yok edişinin olduğu kadar buna karşı direnen halk hareketlerinin de bir hikayesidir." diyor Çalınmış Hasat kitabının yazarı Hindistan'lı Vandana Shiva. 1987'de 'Dag Hammarskjöld Vakfı' nda düzenlenen 'Yaşamın Kanunları' adlı bir biyoteknoloji toplantısından sonra attığı ilk adımın Navdanya Hareketini başlatmak olduğunu söylüyor. Navdanya, tohumları saklamayı, biyoçeşitliliği korumayı, tohum ve tarımı tekellerin denetiminden kurtarmayı amaçlayan bir harekettir.

Soner Yalçın'ın Kara Kutu ve Saklı Seçilmişler adlı kitapalrında anlatılanlarla bu kitaptakiler genel anlamda paralellik gösteriyor.

"Çiftçi için tohum yalnızca gelecekteki bitkiler ve gıda için bir kaynak değildir; kültür ve tarih de tohum içinde saklıdır. Tohum gıda zincirinin ilk halkasıdır. Tohum gıda güvenliğinin nihai sembolüdür."

"Pamuk gibi ticari ürünlerin üretiminin artması, temel gıda üretiminin azalmasına, temel gıda fiyatlarının yükselmesine ve yoksulların gıda tüketiminin düşmesine neden olur."

"Sığırların çiftlik sistemlerindeki bu çok çeşitli fonksiyonları Hindistan'da kutsal inek metaforuyla korunmuştur. Hükümet kuruluşları pek çok Hintli için kabul edilemez olan inek kesimlerini 'bufalo eti' diyerek kurnazca saklamaktadır."

"Isho Upanishad ayrıca şunları da söyler:

'Kendi doymak bilmeyen ihtiyaçlarını karşılamak için doğanın kaynaklarını aşırı kullanan bencil bir insan, hırsızdan başka bir şey değildir; çünkü bir kişinin kendi ihtiyaçlarının ötesinde kaynak kullanması, başkalarının hakkı olan kaynakların kullanılmasına yol açacaktır.' " 

"Ekolojik dünya görüşüne göre ihtiyacımız olandan fazlasını tükettiğimiz veya doğayı açgözlü bir şekilde sömürdüğümüz zaman hırsızlık yapmış oluruz. Büyük tarım şirketlerinin yaşam karşıtı görüşlerine göreyse doğayı yenilemek ve korumak hırsızlıktır. Bu dünya görüşünde bolluğun yerine kıtlık, doğurganlığın yerine kısırlık hakimdir. Doğanın soyulmasını bir pazar mecburiyeti addeder ve bu soygunu verimlilik ve üretkenlik hesaplarının arkasına saklar."

"Tohum saklama ve biyoçeşitlilik hakkımızı yeniden kazanmalıyız. Beslenme ve gıda güvenliği hakkımızı yeniden kazanmalıyız. Büyük şirketlerin doğaya ve yoksul insanlara karşı yürüttüğü bu soygunu durdurmalıyız. Gıda demokrasisis, demokrasi ve insan haklarının yeni gündemidir. Ekolojik sürdürülebilirlik ve toplumsal adaletin yeni gündemi gıda demokrasisidir."

"Hindistan'da inek Lakshmi, yani zenginlik tanrıçasıdır. İnek dışkısına da Kalshmi gibi tapınılır; çünkü organik gübre olarak dünya veriminin yenilenmesinin kaynağıdır. İnek kutsaldır, çünkü tarımsal bir medeniyetin sürdürülebilirliğin tam kalbinde yer alır. Bir tanrıça ve kainat olarak inek ilgi, şefkat, sürdürülebilirlik ve adaleti sembolize eder."

"Fakat daha fazla hayvansal protein tüketiminin yaşam kalitesini ya da zeka seviyesini artıracağı doğru değildir. Aslına bakılacak olursa, yaşam kalitesini gerçekten artırmak isteyen insanların vejetaryenliği tercih etme eğiliminde oldukları görülür."

"Hayvancılık endüstrisi ineklerin et ve süt üretimini onları yoğun, protein değeri yüksel yem konsantreleriyle besleyerek yükselmiştir. bu uygun bir diyet değildir; çünkü ineklerin kaba yeme ihtiyaçları vardır. Hayvancılık endüstrisinin bu ihtiyacı karşılamak için geliştirdiği yöntemlerden biri ineklere plastik bulaşık süngeri yutturmaktır. Bunlar işkembede yaşam boyunca kalırlar."

"Bir kilogram kümes hayvanı eti üretmek için iki kilogram, bir kilogram domuz eti üretmek için dört kilogram, bir kilogram dana eti üretmek için sekiz kilogram tane tahıl gereklidir."

"Hindistan' da kaplumbağa kutsal kabul edilir. Yaradılış tanrısı ve koruyucu Vişnu'nun on tezahüründen biridir. Satapatha Brahmana şöyle söyler: 'Kaplumbağa kılığına giren doğum tanrısı döl verdi. Tüm yaradılışı meydana getirdi ve kaplumbağa Kurma adını aldı.' "

 "Üçüncü Dünya çiftçileri tohum ektiklerinde 'Bu tohum daim olsun' diye dua ederler. Monsanto ve USDA ise sanki bunun aksine 'tohum sonlansın ki bizim karlarımız ve tekelimiz daim olsun' demektedir."

24 Eylül 2020 Perşembe

Buruk Dünya - Orhon Murat Arıburnu

Bu kitapta Orhon Murat Arıburnu'nun 1936-1982 yılları arasında yazmış olduğu şiirlerden seçmeler yer alıyor. Şairin insan sevgisini, özgürlük tutkusunu, memleketine bağlılığını, sönmez umudunu sergileyen çarpıcı, şaşırtıcı şiirler.

Bunlar içerisinde aklınızda yer etmiş olabileceğini düşündüğüm şiirler de var.  Bir tanesi şöyle:

"Lalelim

Lalelide oturur

Laleli, lale olur lalelimden

Laleliden geçilir

Lalelimden geçilmez!"

Kitabın başında, "Kapıyı Açmak" adlı giriş yazısında da şöyle diyor şair:

"İnsanlar sevgisiz, insanlar onursuz, insanlar ezilmiş, buruk, çaresiz bırakılmasın. Çağ dışına kayılmasın. Güzel emek, kutsal emek sevilsin, sevdirilsin.. Eğriler eğitilsin..Doğruya gerçeğe saygı duyulsun.. Özgürlük horlanmasın. Toplum durdurulmasın. kokuşmasın. Aksın."

Sevdiğim birkaç şiirini de şöyle sıralayayım:


İstediği kadar
Su alsın kunduram
Gemi değilim
Batmayacağım

Tutsunlar cehenneme
atsınlar beni
İnadım inat
Yanmayacağım

Vursunlar belime
Kahrolsun vücudum
Yıllarca kahırdan beter olmuşum
Ölmeyeceğim

İstediği kadar
Dönsün bu dünya
Yaşadım
Yaşıyorum
Yaşayacağım

Salıncak
Salıncaklar kurulur şehrimize
Çocuklar için

Salıncaklar kurulur üçer ayaklı
Mahkumlar için

Birinde
Neşe sallanır bayram günleri
Birinde sessizlik,
Seher vakti!

Diyet
Bir üzerinde çürütürsün
Bir içerinde
Ne biçim dünyasın böyle
Bir yudum suyundan içtikse...

Gelmezsin ki...
Senin için neler yaparım neler
Kaşına gözüne ümitler
Dudaklarına ışıklar sürerim
Saçlarına çiçekler takarım
Seni gönlümce süsler, gözlerim

Kaf dağının ardındaki Hürriyetim
sevgilim, edepsizim, şirretim
Senin için nelerimden geçmem
Hele bir gelsen
Gelmezsin ki!..

23 Eylül 2020 Çarşamba

Ve Çeliğe Su Verildi - Ostrovski

Sadece büyük bir Sovyet yazarı değil, aynı zamanda kör, sakat ve felçli kalıncaya kadar kararlı bir devrim savaşçısı olan Nikolay Ostrovski, bütün dünya devrimcilerinin ellerinden düşürmediği  bu romanında, dört yıl bir iç savaşı ve bu savaş boyunca çekilen insanüstü acıları ve çağımızın en büyük devriminin kökleşmesine yol açan akıl almaz fedakarlıkları, kendi trajik macerasının aynasından duru bir destan havası içinde yansıtmaktadır. (Arka kapaktan)
1972 baskısını okuduğum kitapta yazar, Ekim devrimi sürecini ve sonrasını Pavel Korçagin etrafında gelişen olayları yalın bir dille anlatıyor. Aslına bakarsanız romanın başkahramanı Pavel yazarın ta kendisidir. Çeliğe su verildi ismi bile bir anlam taşır devrimin gelişimi bakımından. Çelik nasıl su verilerek sertleşmişse, işçi sınıfı da o şekilde devrimle sertleşmiş güç kazanmıştır. sosyalizm üzerine roman okumak isterseniz bu kitaptan başlayın. Bu kitapta inanç var, azim var, fedakarlık var.                      

 Alıntıladıklarım:

"Tonya, bir işçiyi sevme cüretini gösteren sen, aynı işçinin idealini de sevme cüretini neden gösteremeyecekmişsin?"

"Bir an gelir ki bile bile ve sabırla yürümek gerekir ölümün üzerine. Ama hakikatin, senin peşinde olduğunu bilmek şartıyla!.."

"Paha biçilmez bu insanlara. İşte görüyor musun, çeliğin nasıl ve nerede sertleştiğini."

"İşte, bizim mutlu bir hayat için umudumuz, kurtuluş çaresi, emekçinin emekçiye kardeş olmasıdır."

"En değerli şey hayattır insan için. Bir kere verilir insana hayat... Ve insan, hiçbir utanç ve teessüfe yer bırakmayacak, sinsilik ve pislik dolu bir geçmişten dolayı yüzü kızarmayacak ve ölürken de olanca gücünü dünyanın en asil amacına, insanlığın kurtuluş mücadelesine hasrettiğini söyleyebilecek şekilde yaşamak zorundadır."

"Daha dün hayatla ödenen "yoldaş" kelimesi şimdi adımda bir duyuluyordu. Anlatılmaz bir heyecan uyandıran kelime: "yoldaş" "

"Bir an gelir ki, bile bile ve sabırla yürümek gerekir ölümün üzerine.."

18 Eylül 2020 Cuma

Buzdan Kılıçlar - Latife Tekin

Beni sarmayan bir Latife Tekin kitabı. İnanın ki konusunu bile anlamakta zorluk çektim. Bir kitabın kolay kolay bitmesini beklemem ama bunun bir an önce bitmesini çok istedim. 
Edebiyathaber.net internet sitesinden kitapla ilgili şunları alıntıladım:
"Büyülü Gerçekçilik akımının Türk Edebiyatı’ndaki en önemli temsilcisi Latife Tekin, diğer romanlarında olduğu gibi Buzdan Kılıçlar’da da üç kardeş Halilhan, Hazmi ve Mesut Suntariler ile onların aileleri ve Halilhan’ın en yakın arkadaşı Gogi’nin yaşam hikâyeleri ile buluşturuyor okuyucuyu. Onlar, varoşların “pılık pırtık adamları”. Onlar, her gün karşılaştığımız, hem yaşamlarımızın kıyısında hem de hep uzak sandığımız “pılık pırtık adamlar”. Latife Tekin’in özgün dili, klasik roman dilinden farklı, alıştığımızın ötesindeki direnişin ve itirazın dili bu romanında da karşımıza yoksulluğun dili olarak çıkıyor, Tekin “pılık pırtık adamlar”ın dünyasını yine onların dili ile anlatıyor. O dünyayı ötekileştirmeyen, indirgemediği gibi yüceltmeyen, “olduğu gibi”liği ile okuyucuya ulaştıran bir dil ile.

“Yoksulların yüzyıllardır dünyaya karşı kalkan olarak kullandıkları serap, başkalarının hayatıdır.”

Bu yüzden Halilhan Sunteriler, yaşamı Volvo’su ile anlamlandırır. Volvo’su ile dertleşir, sıkıntılarını ondan gelen ilhamla çözmeye çalışır, kadınları onunla etkiler, içini ona döker.

“’Leri şarupdiende tisika cemi’ deriz bizler eşyalarımıza. Yani ‘yoksullar ülkesinin sınırlarını gösteren harita’.”

"Romanın ismi gibidir “pılık pırtık adamlar”ın yaşamı. Buzdan kılıçlarla yaşamaya çalışırlar, savaşırlar. Halilhan Sunteriler de buzdan kılıçları ile, yaşamın sunduğu hayal kırıklıklarına, dışlanmışlıklara, yüz çevirmelere, kent insanın küçük görmelerine, Volvo’sunun aldığı darbelere bile, hepsine karşı durabilir, ama en yakın dostu Gogi’nin de bir gün ona yüz çevireceği gerçeği ile yüzleşmek en zorudur. Özendiği zenginlerin dilinden devşirdiği kelimeler ile felsefe yapar kitap boyunca… Kimisine güleriz, kimisi düşündürür…"

“Şimdi, dostu tarafından harcanmamak için dua etmekten başka yapacak şey aklına gelmiyordu. İnsanlar, dünya üstünde defalarca beraberlikleri açısından böyle hassas noktalara gelmişler, ama dostluk denen kutsal yaşantının mahkemesi hala kurulmamıştı. Halilhan bu konuda hesap soracak bir merci tanımıyordu. Duymamıştı. Yaşayıp çekilenler, dostluğun muhasebesini, herhalde kesin kurallar saptayamadıklarından tamamen vicdana bırakmışlardı.

Bunda yazık olan yön şuydu: Arkadaşlığın şekline göre ruh bir akış yapıyor, dışardan bakan bir kimse bu akıştaki gizli unsurları göremiyordu. Bu ebedi körlüğün insanı ölümüne buruklaştırdığı, başkalarına katiyen anlatılmamaktaydı. Aynı zamanda herkesin ortaklaşa, tatsız kaderiydi bu.”

Latife Tekin 2002’de Varlık Dergisi’nde Buzdan Kılıçlar için şöyle demiş:

“Buzdan Kılıçlar’ı yoksulların, kendilerini küçümseyici bakışlarla süzen insanlara keşfedilmedik bir bilinçle numara yaptıkları düşüncesiyle yazdım. Yoksullardan yakınanların aklına nedense, yoksulluk içinde yaşayan insanların aklı fikri olabileceği düşüncesi gelmiyor. Bu çok kuşku uyandırıcı bir emin olma hali bence.”

Yoksullara uzaktan bakan insanların, emin olma hallerinin hangisi kuşku uyandırıcı değil ki… Yaşamın herhangi bir parçasına uzaksak, diğer parçalarına yakın olduğumuzu nasıl iddia edebiliriz ki…

Şule Tüzül – edebiyathaber.net (19 Ağustos 2015)
https://www.edebiyathaber.net/pilik-pirtik-adamlarin-buzdan-kiliclari-sule-tuzul/

17 Eylül 2020 Perşembe

Günce - Max Frisch

İsviçreli yazar Max Frisch'in Günce'si 1966-1969 yılları arasında aklındaki konuları not aldığı, birçok konudaki görüşlerini, ilerde yeniden ele alıp işlemek üzere not ettiği bir not defteri  niteliğindedir.

Kitaptaki notlarda yoruma yer verilmeyen, birçok noktanın açık bırakıldığı, kendi içlerinde bağımsız  yazılar bulunur. Bir de, sorgu, anket, elkitabı gibi yazın-dışı üç yeni biçim kullanır ve bu biçimler yardımıyla yaşlılık, evlilik, kadın-erkek eşitliği, zor kullanma gibi, kişiyi ve insanlar arası ilişkileri irdeleyen konular işlenir. Bu güncede yer alan tüm biçimlerin ortak yanı, sorunlara kesin yanıtlar getirmemeleri, kopuk kopuk olmaları, değindikleri konularda okuru düşünmeye yöneltmeleri, yani belirli konularda birer 'taslak' niteliği taşımalarıdır.

“Günlük biçimi benim yazarlığımın belirleyici özelliğidir. Zaten başka seçeneğim de yoktu!” diyor Frisch.

Kitap çok bana hitap etmedi. Yorumda yazdığım gibi ucu açık konular, sadece yazanın anlayacağı yorumlar.

Anketlerinden bir alıntı: Hoşuma giden bir soru oldu. Bu soruyu insan kendi kendine sorgulamalı.

"-Ölüler  aklınıza geldiğinde, ölmüş olan kişinin mi size bir şey söylemesini yoksa sizin mi ona bir şeyler daha söylemenizi tercih edersiniz?"

"Dünyadaki silah birikimini kalemimizle yok edemeyiz, ama iki tarafça da savaş yöntemi olarak kullanılan boş laf yığınlarını allak bullak edebiliriz."

Lüzumsuz Adam - Sait Faik Abasıyanık


Sait Faik'in "Abasıyanık" adlı kitabını değil ama "Lüzumsuz adam" kitabını okudum. (Anlamayanlar için  https://www.youtube.com/watch?v=uxyZwDMpREI) Olsun birşeylere ne şekilde olursa olsun başlamak lazım. Belki bu kızımızın safça yaptığı hata başkalarına örnek olur da edebiyat ve kitaplar konusunda daha ilgili oluruz. Aslına bakarsanız suç okullarımızda yazarlarımızı tanıtmayan, kitaplarına yer verilmeyen eğitim sistemimizde. Neyse bu ayrı bir konu.


Öykücü, öykü ustası mütevazı yazar Sait Faik'in adı da kendi gibi mütevazı olan "Lüzumsuz Adam" kitabı ondört öyküden oluşuyor. Hepsi birbirinden güzel ve etkileyici. Okunmalı.

Alıntılara gelince:  

"Ben bir işçinin suratından her düşündüğünü anlarım; bıyıklı adamın ama. Bıyıksızın adamın suratından maksadını anlayamıyorum." (Mürüvvet)

"Erkekler değil ama kadınlar muhakkak topraktan çıktı. Toprak ana! Toprak ana! Her mahlukun dişisinde bir topraklık var. Biz erkek kısmı güneşin, havanın, suyun çocuklarıyız belki, ama kadınlar muhakkak topraktan." (Papaz Efendi)

"Yarım ekmek aldı. Deniz kenarında martılara attı.Etrafına yalınayak çocuklar toplanmıştı. Ekmek parçalarını daha denize düşmeden yakalayan, acı acı bağrışan, kırmızı gözlü martılara dağıtacak ekmeği. Açlıktan ölse insanoğluna vermeyecek. Verirse adam olmaz. İnsanoğlu hak etmeli hak! Yoksa şehirde yaşamamalı, köylere gitmeli, merhametlere sığınmalı." (İp Meselesi)

"Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor." (Lüzumsuz Adam)

15 Eylül 2020 Salı

Kolera Günlerine Aşk - Gabriel Garcia Marquez

Yüz Yıllık Yalnızlık'tan sonra okuduğum ikinci Marquez kitabı. İlkinde çok sıkılmıştım. Çok karakter vardı. Uzun uzadıya süren konular, cümleler beni çok sıkmıştı. Hakikaten de kitap sanki yüz yıl sürmüştü. Kolera Günlerinde Aşk romanı ise sıkıcı değildi. Ben çok sevdim. İçinde tarih var, aşk var. Yazar o kadar güzel, o kadar ayrıntılı anlatıyor ki, uzun cümleler bile okuyana sıkıntı vermiyor. Gereksiz ayrıntıya giren yazarların kitapları sıkıcı olur ama Marquez öyle güzel anlatıyor ki mest oluyorsunuz. En önemsiz ayrıntı, bir elbise, bir eşya yazarın dilinde bir sanat eserine dönüşüyor. Tabi kitabın bu güzelliğinde çevirmenin de büyük payı var.
Kitapta sevdiği kadını 51 yıl 9 ay 4 gün bekleyen Florentino Ariza'nın sevdiği kadınla Fermina Daza ile olan mektuplaşmaları ve bu merkezde geçen hayat hikayeleri anlatılıyor. Avrupa'da koleranın yaygın olduğu zamanlara rast gelen bir aşk hikayesi.

Alıntılarım:

"Florentino Ariza, uzun mu uzun yaşamları boyunca onca karşılamaları sırasında , Fermina Daza'yı yalnız görme, onunla yalnız konuşma olanağı bulamadı hiç; tam elli bir yıl dokuz ay dört gün sonra dulluğunun ilk gecesinde, sonsuz bağlılık ve bitmeyen aşk andını yineleyinceye dek."

"Çılgın bir sevdalanma yılı oldu o yıl. İkisi de yalnız birbirlerini düşünerek, birbirlerini düşleyerek, kaygıyla birbirlerinin mektuplarını gözleyerek, aynı kaygıyla onları yanıtlayarak yaşadılar. O çılgınlık ilkbaharında, ne de ertesi yıl, birbirleriyle karşılıklı konuşma fırsatı bulamadılar. Dahası, birbirlerini ilk kez görüşlerinden yarım yüzyıl sonra Florentino Ariza'nın onu sonsuza değin seveceğini yinelediği ana değin, ne baş başa kalmak, ne de aşklarından söz etmek olanağını buldular."

Kusursuz keten giysisi, mesleğindeki titizliği, göz kamaştırıcı sevimliliği, biçimsel aşkıyla, geçmişte kalan bir başka gemiden, beyaz şapkasıyla bir veda işareti yaptı ona. 'Biz erkekler önyargıların zavallı tutsaklarıyız' demişti ona bir kez 'Oysa bir kadın, bir erkekle yatmayı aklına koymaya görsün, aşamayacağı duvar, yıkamayacağı kale, çiğneyip geçmeyeceği ahlaki düşünce yoktur artık.' "

"Her an, ancak onun yanıtlayabileceği, günlük yaşamla ilgili yığınla soru geliyordu aklına. Bir seferinde, bir türlü anlayamadığı bir şey söylemişti ona. bacağı kesilmiş kimseler, artık olmayan bacaklarının yerinde acıları, krampları, karıncalanmaları duyarlar. Onsuz kendisi de böyle duyumsuyordu kendini, artık olmadığı yerde duyuyordu kocasını."

"Salgın başladığı gibi ansızın bitti, hasarın niceliği de hiçbir zaman bilinemedi; saptanması olanaksız olduğundan değil, kendi felaketimizden duyduğumuz utancın bizim en olağan özelliklerimizden biri olduğundan."

"Bir günden bir güne içinde sürüklenircesine dolaştığı kocaman, bomboş kalan yabancı bir evde bir hortlak gibiydi, kimin daha ölü olduğunu soruyordu kendi kendine üzüntüyle, ölenin mi, yoksa geride kalanın mı?"

"Genç olmak için kötü bir dönemdi o dönem. Her yaşın kendine göre bir giyim tarzı vardı; ama yaşlılığın tarzı ergenlikten hemen sonra başlıyor, ta mezara dek sürüyordu. Yaşın da ötesinde, bir toplumsal saygınlıktı bu. Gençler tıpkı dedeleri gibi giyiniyorlar, vakitsiz taktıkları gözlüklerle kendilerini daha saygıdeğer kılıyorlardı; otuzundan sonra baston iyi gözle görülen bir şeydi. kadınlar içinse yalnızca iki yaş vardı; evlenme yaşı -ki bu yirmi ikiyi geçmiyordu- bir de sonsuza dek erden (bakire) kalma yaşı; evde kalmış kızlar. Ötekiler, evli olanlar, anneler, dullar, nineler, onlar ayrı bir türdü; yaşlarını, yaşadıkları yıllara göre değil, ölmek için geri kalan yıllara göre hesaplıyorlardı."

"Ancak Tanrının sonsuz lütfuyla var olabilen saçma bir icattı evlilik. Birbirini yeni tanıyan, aralarında hiçbir akrabalık olmayan, yapıları başka, kültürleri başka, hatta cinsleri bile başka iki insanın birdenbire kendilerini birlikte yaşamaya, aynı yatakta yatmaya, belki de her biri başka başka yönlere gitmek çizilmiş iki yazgıyı bölüşmeye mahkum bulmaları her türlü bilimsel düşünceye aykırıydı. 'Evliliğin sorunu şu' diyordu, 'her gece seviştikten sonra sona erer, her sabah kahvaltıdan önce yeniden kurulması gerekir.' "

"Bilimsel bir temele dayanmasa da, Doktor Juvenal Urbino, salt deneyleriyle, ölümcül hastalıkların çoğunun kendine özgü kokuları olduğunu biliyordu, ama hiçbiri yaşlılığınki gibi özel bir koku değildi. Teşrih masasında boylu boyunca uzanmış açık cesetlerde algılıyordu bu kokuyu; yaşlarını hiç göstermeyen hastalarda, giysilerine sinen terde, karısının uykusundaki güçsüz soluğunda tanıyordu onu. Öteden beri iyi bir hristiyan olmasaydı, yaşlılığın zamanında önlenmesi gereken, saygınlıktan yoksun bir durum olduğu konusunda Jeremiah de Saint Amour'a hak verirdi."

"jeremiah de Saint Amour, hiçbir anlamı olmayan bir tutkuyla seviyordu yaşamı; denizi ve aşkı seviyordu, köpeğini ve onu seviyordu ve gün yaklaştıkça, ölümü kendi kararlaştırdığı bir lşey değilmiş de, amansız bir yazgıymış gibi umarsızlığa yenik düşüyordu."

"... beratlı ilaçlara güvensizliği her seferinde biraz daha artıyor, cerrahinin yaygınlaştığını dehşetle görüyordu. 'Bisturi, tıbbın başarısızlığının en güçlü kanıtıdır,' diyordu. Dar bir ölçütle, tüm ilaçların zehir olduğuna, besinlerin yüzde yetmişinin ölümü çabuklaştırdığına inanıyordu."

"Kaptan Fermina Daza'ya baktı, kirpiklerinde bir kış kırağısının ilk pırıltılarını gördü. Sonra Florentino Ariza'yi onun yenilmez gücüne, gözü pek aşkına baktı; gecikmiş bir kuşku ürküttü onu; ölümden çok yaşamdı sınırsız olan.
Peki bu Allahın cezası gidiş gelişleri ne zamana dek sürdürebileceğimizi sanıyorsunuz?' diye sordu.
Florentino Ariza'nın yanıtı, gecelerle birlikte, tam elli üç yıl, yedi ay, on bir günden beri hazırdı:
'Bütün bir yaşam boyu', dedi."

Damların üstünden uğuldayarak geçen top atışlarıyla uyandı, gün ağarıncaya dek kocasının üstün niteliklerini saydı döktü; onsuz ölmekten başka bir sadakatsizlikle suçlamadı kocasını; onun hiçbir zaman, şimdi üç parmak boyunda bir düzine çiviyle çivilenmiş tabutunun içinde, toprak altında iki metre derinlikte olduğu kadar kendisinin olmadığını bildiği için kurtulmuş hissediyordu kendini.
'Mutluyum', dedi 'çünkü evde olmadığı zamanlarda onun nerede olduğunu ancak şimdi kesinlikle biliyorum.' "

"Felaketin olduğu öğle sonundan beri ilk kez ağladı, bir başına, kimse görmeden; tek ağlama biçimiydi bu onun. Kocasının ölümü, yalnızlığı, öfkesi için ağladı, boş yatak odasına girince de kendine ağladı; çünkü erdenliğini yitirdiği andan beri o yatakta yalnız başına çok seyrek yatmıştı. Kocasına ait her şey hıçkırıklara boğuyordu onu, ponponlu terlikleri, yastığının altındaki pijaması, yarımay biçimindeki tuvalet masasının onsuz boşluğu, onun, tenine sinen kokusu. Belli belirsiz bir düşünce ürpertti onu: 'İnsanın sevdikleri tüm eşyalarıyla birlikte ölmeli.' "


12 Eylül 2020 Cumartesi

Resmi Geçit - Şebnem İşigüzel

12 Eylül'ün yıldönümünü yaşadığımız bu günlerde daha önce okumuş olduğum Şebnem İşigüzel'in Resmi Geçit adlı kitabının incelemesini eklemek istiyorum.

12 Eylül askeri darbesinin baş aktörleri siyasetçiler ve askerleri canlandıran asıl isimleri dışında benzer isimli karakterlerle -bunu demek ne kadar doğru bilmiyorum çünkü birkaç tanesi dışında diğer isimleri tanımakta zorlanmıyorsunuz- anlatan bir belgesel-roman-az biraz mizah içeren güzel bir kitap. Zor geçirilen bir süreci yarı gerçekçi yarı esprili dile almış yazar. Beğeniyle okudum. 

"Ali Çoban dünyaya siyaset yapmak için gelmişti. nitekim yapıyordu da. Sorsanız kimin için? 'Halk için' derdi muhtemelen. Ama okuyup göreceksiniz, bu sözünü ettiğimiz memlekette siyaset hiçbir zaman halk için yapılmamıştı. Kişisel hırslar, ihtiraslar, çıkarlar, inatlaşmalar, daha ne kadar saçmalık varsa siz ekleyin, bunlar yönlendirmişti siyaseti."

"Bakın şu anda Cumhurbaşkanı ile Başbakan geleceğin Genelkurmay Başkanı üzerinde anlaşamıyorlar ama ben sizinle bir konuda anlaşmak isterim: Söz konusu ülkenin tarihini, bu tarihi yazanların şahsi meseleleri eşliğinde okuyacaksınız diyelim ve tekrar havayı koklayalım: Pudralı ayak kokusu!"

"Bayan Orlando gerçek bir tanık olabilir!
'Bu ülkenin en büyük hatası' dedi Bayan Orlando 'bir hatanın varlığından bile söz edilmesinin mümkün olmaması.' "

"Askerlerin, 'Süngünün hangi tarafının işe yaradığını bilmez salaklar ordusu' sözünü unutmayacağını aklından geçirdi. Bu ülkede siyaset yapmak, bir kez daha o frenk oyununun adını anarak tanımlayacaktı ama; iskambil kağıtlarından şato yapmak gibiydi. asker 'püf''diyor Süleyman Tel' in bütün emekleri boşa gidiyordu."

"Siz onu bırakın, devletin kurumlarında bir yer kapmaktan başka gayesi olmayan subay bile, altlarında, genç kız elinden çıkmış dantel gibi serilmiş Ege kıyılarını seyretmekte olan Cevdet Kara ile Ali Çoban'a bakarken aklından şunu geçirmişti: 'Aynı pencereyi paylaşıp aşağıdaki manzarayı seyredebiliyorlar. Neden beraberce ülkeyi yönetemediler?" Sorun buna indirgenemezdi. Ateşle su kadar birbirinden uzak bu iki siyasi şimdi aynı yatakta uyuyor gibiydiler."

En Güzel Dünya - Jean Baby

Ekonomi Politiğin Temel Prensipleri kitabıyla tanınan Jean Baby'nin "En Güzel Dünya" adlı 80' li yıllarda basılmış kitabını okudum.

"..Zorlamayı ve bir türlü sonu gelmeyen göz dağını durdurmak ve insan oğlunun kendisine diş geçiren kör kuvvetler elinde oyuncak olmayacakları kardeşçe bir toplum kurmak için bilginin ve tekniğin gelişmelerinden yararlanmak isteyen insanlığın normal iradesini dile getirir sosyalizm." diyor kitabın önsözünde yazar.

Kitap sosyalizmde devlet, halk, toplum ahlakı, para politikası, aile yapısı gibi olgulara açıklamalar getirerek sentez ve sonuç bölümü ile kitabı bitiriyor. Sosyalizmde olması gerekenler hakkında bilgilendiriyor. 

"En güzel dünyanın tohumları her yanda yeşermeye başlamıştır ve her gün daha da çoğalmaktadır. Bu tohumları besleyip yetiştirmek ve beklediğimiz çiçekleri vermesini sağlamak bizim kendi bilincimize ve çabamıza kalmış bir iştir." cümlesi ile sona eriyor kitap.

11 Eylül 2020 Cuma

Eski Defter'den Yeni Deftere - Zeyyat Selimoğlu

Okuduğum 1993 baskısı kitap "Eski Defterden Yeni Deftere" adıyla basılmış ancak 1999' da basılan kitap "Yeni Defterden Eski Deftere" isimli olarak basılmıştır İş Bankası Yayınları tarafından.

Kitap yazarın aldığı bir davetle başlar. Yazar Çağdaş Alman Edebiyatından Türkçe çeviriler adlı konferansa Hamburg' a çağrılmıştır. Burada gördükleri, dinledikleri ile Alman şehirlerinin o yıllardaki hali yazarın gözünden anlatılır. Günümüzde okuyunca o yıllarda ilginç ve teknolojik gelen şeylerin şimdiki zamanda sıradanlığı okuyana ilginç geliyor tabi ki. Kitapta dünle ilgili olanlar eski defter olarak nitelendiriliyor. 1936-1944 yılları arasındaki yazarın Alman Lisesinde okuduğu yıllardaki arkadaşları, öğretmenleri anlatılıyor. O zamanki yaşadıkları, olumlu ya da olumsuz yönleri, Nazizim hevesindeki arkadaşları ve öğretmenleri ile örnek aldığı öğretmenleri yazarın kendi uslubuyla anlatılıyor. Güzel bir dönem kitabı. Bu kitabın ışığında Zeyyat Selimoğlu okumalarımın devamı gelecek umuyorum.

Kitaptan altı çizgili cümlelerim ise şöyle:

"İyi yazılmış ince bir kitap, anlattığını kısa yoldan, yoğunlaştırarak, fazlalıklardan arıtarak, damıtarak anlatır. Bu türden kitapları dünyanın en şah iki içkisine, rakı ile viskiye benzetirim, o iki içki de damıtılmıştır."

".. sanırım insanın bağışlanabileceği tek bir vahşet hali vardır: Cinsel birleşme anındaki!"

"Böyle öğretmenler dostlar başına, bir dersi öğrenciye sevdiren ne kitaptır, ne kağıttır, ne kalem, işte Herr Scheuermann anlayışında öğretmenlerdir bize dersi sevdiren!"

"Herr Direktör Scheuermann' ın bir aralık şöyle bir soru sorduğunu anımsıyorum şimdi.
     -Çocuklar, Türkçenin heyecan veren bir dil olduğunu, buna karşılık, Almancanın böyle bir heyecanı tattırmaktan uzak olduğunu bilir miydiniz?
      Sesimiz soluğumuz çıkmadı bu soru karşısında, ne diyeceğimizi bilemedik, ne demek istiyordu Herr Scheuermann? Susup kaldığımızı gören okul müdürümüz:
     - Sizlere bir örnekle açıklayayım bunu, diyerek sözünü sürdürdü, Türkçede "Ben yarın okula gidiyorum" dersiniz örneğin, oysa Almancada "Ben gidiyorum yarın okula" denir. İşte gördüğünüz gibi, Türkçede yapılacak iş tümcenin ancak sonunda anlaşılır. Almancada ise daha tümcenin başında ortaya çıkar, bir merak uyandırmaz, Türkçede eylem tümcenin sonundadır, oysa Almancada tümcenin başında yer alır."

Iğrıp - Erol Toy

Kelime anlamı olarak ; genellikle uskumru, istavrit gibi balıklara avlamakta kullanılan, kayıkla denize atılan, çok büyük bir balık ağı tanımlaması yapılıyor.

Kitapta denizcilikle ilgili iç içe kurgulanmış olaylar dizisi. Klasik roman ya da öykü tekniğinin dışında yazılmış olduğunu sanıyorum. Ancak çok az kitapta yaşadığım bir durum ki ben bu kitapta anlatılandan hiç bir şey anlamadım. Büyük bir yazar tabi ki ama ne olayın nerede geçtiği belli, ne de karakterler. Kim kimin nesi, yaşanan ne ben anlamadım. İnternette şöyle bir bakındım, bu kitapla ilgili herhangi bir inceleme ve yoruma da rastgelemedim. O yüzden çok açıklama yapamayacağım için üzgünüm.

Evet ne yazık ki tek cümle alıntım da yok.
En iyisi ben size arka kapaktan bir tanıtım vereyim:

Yeni bir ışığın denetimi aydınlatıverdi içini. Kıvançla yalandı. Gözlerini sevinçle suya dikti. Mendirek ağzından ipince bir çizgi gibi gelişine baktı. Başını kaldırdı. Kamburlaştır birden. Kolları düştü. Sular giderek gümüşlendi. Uskumrular, her gümüşlenmeyle, biraz daha daldılar dibe... Denizin koyuluğu ilkin balık pulu gibi gri beyaza kesti. Sonra ay ışığını ağır ağır yudumlarcasına açıldı, mavilendi...