Bu Blogda Ara

29 Ekim 2018 Pazartesi

Son Yörük - Osman Şahin


MEZARIN İYİSİ ÇABUK KAYBOLANDIR



 Dağlarda doğup, dağlarda ölen, yiyip içtikleri doğa olan Yörükler... Rüzgar ve kar sularıyla yüzlerini yuyanlar. Öldüklerinde özgürlüğün kar doruğuna gömülenler. Ova sıcağında da doğmuş, büyümüş olsalar, her zaman Yörük ve göçebe olarak kalanlar. Yiyip içtikleri, eşyaları, her şeyleri açıkta olan, kilidi, anahtarı, sürgüyü, kapalılığı tanımayan, Bolkarların emzirdiği Yörükler...

Hiçbir şey kalıcı değildir onlarda. Yolcu hanlarından farksızdır yurt ve yayla yerleri. Gömütleri de yurt yerleri gibi gelip geçicidir. Baharda kar ve yağmur suları ile toprak gevşeyip çökünce, hece taşı devrilir. Bir yıla kalmadan, gömütün yeri, yurdu belirsiz olur. "Mezarın iyisi çabuk kaybolandır" sözünü anımsatırcasına.


Bir yayladan öteki yaylaya gide gele, kazandıkları deneyim ve birikimlerini dededen oğula anlatırlar. Ellerde, kafalarda, dillerde taşınan bu becerilerini anında yaşama geçirirler.


Göz kadar el de önemlidir göçebelikte. Göç yıkıp kaldırmada, çadır kurup ateş yakmada, Yörük insanlarının elleri gibi becerikli bir ele az rastlanır. Her Yörük, oğlunun, kızının kendisi gibi olmasını ister ki, Yörüklükleri onların gelecek yaşamlarında da sürsün.


YÖRÜK ÇADIRLARI


İnce çakıllı düz bir alan üstünde günlerce horon tepilerek elde ederler, yün ve kıl karışımı kalın keçeden çadırlarını. Yün keçeden çadırlar hem yumuşak olur, derlenip toparlanmaya, bükmeye kolay gelir, hem de karpuz kabuğu gibi sert ve dayanıklıdır. Kalın iplerle dikilerek bağlanırlar birbirlerine. Ve yağlı kamıştan çatmaların üstüne atarak, toprağa gelen uçlarına hava girmeyecek şekilde, çepeçevre taş ve toprakla bastırırlar. Sonra da, çadırın içine yeterince kuru çam pürü ile taze çam sakızı reçine dökerek ateşe verirler. Reçineli çam pürü, saman alevi gibi ağır ağır yanarken, reçine kokulu yoğun bir duman çıkarır çadırın içinde. Bu duman, yün keçenin gözle görülmeyecek incelikteki delikciklerinden süzüle süzüle dışarı çıkarken, reçineli, sakızlı dumanlar, delikcikleri ipince ziftleyip mumlar. Dışarıda cayır cayır yanan ağustos sıcağının altında yün keçeden çadır içleri, mis gibi serin yayla çamı ve reçine kokar.


 YÜRÜMEKLE YARADILIŞIN KAYNAĞINI ARARLAR


Yağmurun ne zaman, ne yönden yağacağını, keçilerin tıksırışıyla, toprağın kokusundan anlarlar. Türkülerini, elleri kulaklarında, kendi yalnızlıklarını besleyen doğanın sonsuz ıssızlığına karşı bağıra çağıra söylerler.. Alınları paralı analar, kızlar, gelinler öylesine yalın, içten gülerler ki, yüreklerindeki o saflık gülüşlerine aynen yansır.

Atları, eşekleri, develeri, sürüleriyle yola düştüklerinde, zamanın ve uzaklıkların hiç bir önemi yok gibidir. Onlar için önemli olan hareketli olmak, yürümek böylece göç, içgüdülerini doyurmaktır. Sanki hiç durmadan yürümekle, yaratılışın kaynaklarını arar, sorar gibidirler. Göç içgüdüsü günümüzün insanında da olanca gücüyle yaşayan bir duygu değil midir?...

Giyim kuşamları, develeriyle atlarının koşum takımlarına varıncaya değin ala kırmızı kiraz dalından farksız, başlı başına bir renk ve nakış yüküdür. Üç etekli renkli fistanlar giyer kadınlar. Erkekler ise dar paçalı, yün kıl karışımı kahverengi siyah şalvar giyerler. O şalvarlarla rahatlıkla koşabilir, önlerine çıkan taşı, çalıyı, hendeği aşabilir, ata, eşeğe, traktöre bir sıçrayışta binebilirler. Yüzlerce yıllık bir göç ve iklim deneyiminin ortaya çıkardığı bir giysi türüdür, kara şalvarlar.


Sermayelerinin tümü önlerindeki sürüdür. Her sürü yürüyen, soluk alan, yer değiştiren canlı birer et, süt, yağ, peynir, yün deposudur.


YENGİMİZ UTKU TAŞLARI KADAR SAĞLAM OLSUN


Göçer obaları arasında çıkan amansız kavgalarda, yenen oba, yenilen obaya inat onların görebilecekleri yüksekçe bir tepenin başına bütün gün çalışarak taş yığar giderler. Aradan zaman geçer. Yenilen göçer obası, öbür obadan bir şekilde öcünü alınca, bu kez de, onlar inadına giderler, öçlerini aldıkları göçer obasının görebileceği yüksekçe yerlere, kendi yengilerini simgeleyen utku taşlarını yığar giderler. "Size olan öcümüzü aldık. Yengimiz bu taşlar kadar sağlam, kalıcı olsun" diyerek..


Hiçbir göçer obası, o yengi anısı taş yığınlarına ellerini sürmez, yıkmazlar. El sürmemek yücelik kazandıracaktır. çünkü onlara. Onlara dokunmak ise mertliğin, yiğitliğin ölümü demektir.


Utku simgeleri o yığınlar, yıllardan beri o ıssız, çıplak kayalıkların, tepelerin başlarında birbirlerine bakar dururlar hâlâ. Zamanın dışına düşmüş, gerisinde kalmış eski mertlik anlayışlarının, duygularının kendilerine sindiğini duyumsatırcasına...



SULTAN ANA: BENİM MÜLKÜM ZAMANDIR.


Son Yörük Sultan Ana, hiçbir değişime uğramamış, çok saf, yalın, gerçek bir yörük anası olan Sultan Ana'yla konuşuyorum:


Toroslarda Aslanköy'e bağlı Tapır Yayla'sında keçilerinin ortasında buldum onu. Göçebeliğin son canlı kişisi. Göçebeliğin ve yörüklüğün, canlı tarihi, belgeseli sanki. Yaşını sorduğumda, "Ne yapacaksın yaşımı? Benim mülküm zamandır." diyor.


Televizyonun karşısına bir kez oturtmuşlar onu. TV'ye bakmış, bakmış "Bu insan kovanı ola neyin nesi?" deyip, çıkmış.

Şekerden çok balı seviyor, içmek için kaynattığı kekiklerle adaçayının içine şeker yerine bal koyuyor. Bal yoksa şeker yerine azıcık tuz katıp içiyor.
Yayık yaymasını, yayık derilerinin nasıl hazırlandığını iyi biliyor. Şöyle, iyi yayık dişi keçinin derisinden olur. yumuşak olduğu için, diyor. Bıçak ağzı değdirilmeden keçi postu, olduğu gibi tulum örneği soyulup çıkarılır. Kılları kırklık makasıyla kesilir. Deri üstünden kıllarını temizlemek için meşe külü ile mısır unu karıştırılarak bulamaç yapılır. Derinin kıllı yüzüne değil, iç kısımlarına sürülür. Bulamaç kıl diplerini iyice çözer, yumuşatır. Öyle ki, kıllar kolayca ele gelir, yolunur. Deri yıkanır. Sonra yavşan otu, kekik, sığırkuyruğu otu, nar kabuğu ve çam kabuğu tuzla karıştırılarak, derinin her yanına bolca sürülür. Taş altında bir hafta bekletilir. Yıkanıp temizlendikten sonra derinin ayakları bağlanır ve yayık olarak kullanılmaya başlanır.

Tuzlu meşe külü ile yaş sığır dışkısını iyice karıştırarak, su kabaklarının dışına sıva yapıyorlar. Bu şekilde su kabağının içine konulan tuzlu tereyağı yıllarca hiç bozulmadan kalabiliyor.


ETİN EN LEZZETLİSİ ELMA ODUNUNDA PİŞER


Etin en lezzetlisinin elma odununda pişirildiğini söylüyor. Sultan Ana "Elma odunu is yapmaz, eti yakmaz, ağır ağır içten yanar." diyor. "Romatizmalı hastaları bal arılarına soktururuz, sonra da ısırgan dikenlerinin içine yatırırız, romatizması kesinlikle geçer." diyor.  


Sultan Ana, "Yörük kısmı almaktan çok vermeyi sever. Eli vermeden yana uzundur Yörüklerin" diyor. "Komşudan gelen bir tas ayran, içildikten sonra yıkanan tasın içine buz gibi su doldurup öyle verilir." diyor. "Öyle vermesen vermenin hatırı kalır." diyor.


*****

YÖRÜK KADINLARI DA SÜSLENİR.

Çıra isiyle tereyağı karıştırılır, sonra da kartal tüyüyle gözlere sürme çekilir. Aynı sürmenin içine azıcık tuz katıldıktan sonra yeni doğan bebelerin gözlerine kara sürme çekilirmiş. Baharda budanan bağ uçları ağlayıp gözyaşları dökmeye başlayınca Yörük kadınları budanan bağ uçlarının altına kaplarını koyarlar. Damlayan suları toplayarak bu suyla saçlarını yuyarlar, bağ suyuyla yıkanan saçların asma dalları gibi uzun, gür olacağına inanırlar.


HASTALIKLARDA YÖRÜK KADINLARI


Hastalanan bir Yörük kadını ilkin tepeden tırnağa yıkanır. Sonra da yıkandığı sabun ve saç artıklarını alır, en eski ata mezarlarına ya da yüksekçe bir dağın üstüne bırakırlarmış. Hasta kadın, sırtındaki giysileri çıkarır, "Derdim orda  kaldı." diyerek dağ üstüne bırakır, yeni giysilerini giyermiş.

Açık yara, yanık ve çıban yerleri içinde yine doğal ilaçlar kullanıyorlar. Bir öküzü öldürebilecek denli güçlü, zehirli ufacık mantarları kuruduktan sonra topluyorlar.  Mantar içinin koyu kahverengi, çok ince tozunu böylesi yara yerlerinin üstüne ekiyorlar." Mantar tozunun  değdiği yer iki güne kalmaz iyileşir" diyor Sultan Ana. Soğuk algınlıkları için kekik yağı, bel ağrıları için çamsakızı ile sütü kaynatıp sarıyorlar.

Ağız içi iltihaplarında, hasta kendi saçını parmağına dolayıp bala batırıyor. Sonra da ağzının içini ballı parmağıyla ovuyor. Ballı saç telcikleri, iltihap uçlarını acıtmadan yırtıp patlatıyor, bal ise mikropsuz olduğu için yara içlerine nüfuz ederek yarayı iyi ediyor.


Doğum sonrası en iyi yiyeceğin tereyağında kaynatılmış pekmez olduğunu söylüyor. "Tereyağlı sıcak pekmez hem insanın içini sıcak tutar, hem de rahim içi yaralara iyi gelir." diyor. 

Soğuklarda, poyrazlarda kuruyup çatlayan el ve yüzlerine ise süt kaymağı sürerlermiş.

NİÇİN KÖYLERE KENTLERE YERLEŞMİYORLAR?


Yörükler niçin köylere kentlere gidip yerleşmiyorlar? Belirli bir kazançları, yerleşecek toprakları, yurtları mı yok?.. Binlerce insanı her yaz dağların başına çekip götüren sürülerin peşinden koşturan bu güç nereden geliyor? Sessiz, serin yaylalarda hâlâ saflıklarını koruyabileceklerine mi inanıyorlar?


Yörüklüğün devamını gençlerden çok yaşlılar istiyorlar. 


Karakoyunlu aşiretinden Fadime Nine'ye bunu sorduğumda, verdiği yanıt şöyle oldu.


"Göçerlik bir kere kanımıza işlemiş bizim. Ormandan geçerken, saçlarıma çam püskülü değmezse rahat edemem. Düğünlerde, halaylarda bile mendil yerine çam pürünü elimize alır, öyle oynarız. Gönlüm rahat olmaz. Sonra can taşıyan her insan hareketli olmalı. Hareketsiz su, akmayan su kokar bozulur. Hareketli su ise canlı ve oynak olur. İşte o suyun hesabı bizlerde durmadan yer değiştirmeliyiz, bir yayladan diğerine geçmeliyiz. Önümüze çıkan her pınardan su içmeliyiz. İçilmeyene pınar denmez. İçelim de, o  pınarların ağız hakkını verelim.



ESKİ GÖRKEMLİ GÖÇ YOLLARININ VAKTİ GEÇTİ


Yörük gençleri ise, artık herkesten başka türlü olmaktan, yıllardan beri yalnızca kendilerine benzemekten, bir kenarda kalmaktan bıkmış gibiler. "Eski görkemli göç yollarının vakti geçti artık" diyorlar. 


YAPRAĞIMIZ FARKLI OLSA DA AYNI ORMANIN AĞACIYIZ.


Aynı aşiretten Durmuş Ağa yörüklüğünü şöyle anlatıyor.


"Yörüklük yürümekten gelir. Yörüklüğün kuralı şudur. Birinden isteyebilmek için vereceksin. Veren el alan elden her zaman büyüktür. Zaten biz yörükler güneşi, açık havayı, geniş alanları biraz da bu yüzden severiz. Geniş alanlarda yaşayanların gönülleri, yürekleri de açık olur. Bizde insanı rengine, ırkına, şekline göre ayırmak yoktur. Yaradana karşı günah olur bu. Bizler, bir tek insanlık ırkı tanır biliriz. Hepimiz aynı kökten de sürmüş olsak, biraz değişik olabiliriz. Yaprağımız farklı da olsa, aynı orman ağacıyla aynı toprak ananın  çocukları sayılırız.


YÖRÜK KISMININ GERÇEK DİNİ DOĞRULUKTUR.


Yörüğün yobazı olmaz, dindarı olmaz. Hacı'ya gidenimiz azdır. Aslında Yörük kısmının dine falan da ihtiyacı yoktur. Gerçek din doğruluktur. Allah doğruluktur, tabiattır bizde. Şu görünen dağlarla, ormanlar, sudur, kayadır, topraktır, ottur, bitkidir. Ölüme de inanmayız pek. Yörüklükte ölüm yok, süreklilik vardır. Durmadan akan, yer değiştiren suya, ölmüş gözüyle bakılmazsa, yörüğe de öyle bakılması gerek.


YÖRÜK KISMINA OVA SICAĞI YARAMAZ


Peki Çukurova'ya niçin yerleşmiyor, iş tutup kalmıyorsunuz orada?

Durmuş Ağa:
"Ne yapacağız Çukurova' yı bire oğul? Yörük kısmına ova sıcağı yaramaz. Malcılıktır işimiz bizim. Mal dağın yüzünde iyi olur, iyi yaşar. Çocuklar için sokağa çıkmak, caddede oynamak, araba korkusu yok. Kadınlar için, aman kapıyı, pencereyi açık tutmayın, eli uzunun biri girer korkusu yok burada. Bizim gözümüz bu kıl çadırların altında açıldı. Bu zamana kadar süregelen Yörüklüğümüz atalarımızı aç susuz komamış ki, bizleri kosun. Nasıl ki çiftçinin oğlu çiftçi, demircinin oğlu demirci olursa, bizler de aslımıza çekeriz; dalından düşen kozalak misali." 

Anlatmaya devam ediyor Durmuş ağa;


"Daha zengin, daha varlıklıydık eskiden; sonra yoksullaştık. Şimdi Yörükler kendi yumruğunu yalar oldu.


"Niye öyle oldu? Niçin yoksullaştınız?"


DAĞLARIN AĞZINA GEM VE YULAR VURDULAR


"20 yıl kadar önce çoğumuzun nüfus ilmuhaberi-kimliği yoktu. Biz kendimizi kimseye ait görmezdik. Anamız babamız yıllar yılı nikah evraklarıyla değil, kalpten severek evlenmişlerdi. Doğan çocuklarımıza bile dürüst bir isim koyamadık. Kişi belli bir yaşa gelince kendi adını kendisi seçerdi. Ne zaman ki Cemal Gürsel Paşa, ihtilal yaptı, bizleri vergilendirmek için devlet nüfusuna geçirir oldu. Hepimiz evraklanıp numaralandık.


Orman  İdaresi, ormanları, dağları, bir uçtan bir uca dikenli tellerle çevirmeye başladı. Dağların ağzına gem ve yular vurdular. Kimse gönlünce ormana gidip odun alıp yakamaz oldu.


ÖLDÜKLERİNDE TOPRAK ANANIN KOYNUNA NE YÜZLE VARACAKLAR?


Maden bulacağız diye, tomruk kesip götüreceğiz, diye dozerlerle tepelerin karınlarını deştiler. Dağlarımızı yaraladılar. Otları, çalıları kökünden kazıyarak her yanı kel ve topal bıraktılar.


En eski aşiret yurtları dev şantiye binalarıyla dolu şimdi. Maden ocakları işletmeye açılmış, dozer bıçakları, keçilerin yüzyıllardır yayıldıkları otlu mera sırtlarını kökünden kazıyarak toprağı ile birlikte tıraş ediyorlar. 


Çukurova zaten gitti gider. Fabrika dumanından geçilmiyor. Çiçekler bile açmaz oldu. Yarın öldüklerinde bu kadar baştan çıkarıp oydukları toprak ananın koynuna ne yüzle varacaklar bakalım. Çiçekleri bari rahat bıraksınlar da, yarın ölülerimiz, çiçeksiz mezarlarına gitmeye..." 


YÖRÜKLER ŞEHİRLİYE TEREYAĞI VERİYOR, ONLARDAN UCUZ LİKİT YAĞ ALIYOR


İşlenip açılan her yol yalnızca Yörüklerin değil, yıllarca dünyaya kapalı duran Toros köylerinin yayla değerlerini de kentlere akıtan dibi delik birer çuvala döndürmüş. Peynir, süt, tereyağı, kereste, tomruk, maden, odun, mermer, deri, yün bir de iş bulabilmek umuduyla çalışmaya giden binlerce insan... Yaz kış kentlere taşıdıkları değerli malların karşılığında, sağlıksız, ucuz naylon kaplar, giysiler, ayakkabılar alarak geri dönüyorlar. Tereyağı veriyor, ucuz buldukları için tereyağı yerine likit yağ alıyorlar. Üstleri eski yazılarla süslü, antika değeri yüksek bakır kaplarını, kazanlarını yok pahasına ellerinden çıkararak ucuz naylon kaplarla değiştiriyorlar. 


YAYLADA  YÖRÜK GENÇLERİ ARABAYLA GEZİYOR


Sürülerin boşalttığı tavşankanı düzlüklerde Yörük gençleri direksiyon eğitimi yaparak sürücülük öğrenmeye çalışıyorlar.  Telsiz kullanıyorlar, kod numaralarını bildikleri komşu aşiretlerle konuşuyorlar. Aşiretin birinde ölümcül hastalık, doğal bir afet olsa, ya birbirlerine ya da yakın  sağlık ocağı ile karakollara durumu anında telsizle bildiriyorlar. Akü ile çalışan TV'leri bile var. Odun ülkesi Toros ormanlarının içinde tüpgaz yüklü eşekler, atlar dolaşıyor şimdi. kilim nakışlı keçeler, reçine kokulu kıl çadırlar, konuk önlerine serilen süslü sofra bezleri, hamur örtüleri de ucuz naylon örtülere bırakmış yerini.


DEVE SIRTINDAN İNİP MOTOR SIRTINA BİNDİLER


Yüzyıllardan beri atın, devenin,eşeğin sırtından inmeyen yörükler, son 15-20 yıldan beri motorize oldular. Süt ve yoğurt yurtlarının kokusuna mazot ve yağ kokuları karışmış şimdi. Motorize olmalarına karşın yüzyıllardan beri bağlı oldukları kıl, keçe, yün ve çan kültürü, orada da kendini gösteriyor. Örneğin, motorlarının alnına nazar boncukları, delik taşlar ve küçücük süslü tokalar, oğlak çanları asıp takanlar, sürücü yerlerini renkli kıl keçeden küçücük heybeler ve kilimler örtenler var.

  
***
Eskiden peynirlerini iyice pişirirler, suyunu koyverdikten sonra götürür satarlardı. Günümüzde artık bu kurala uymuyorlar. Tartıda ağır çeksin de, biraz fazla kazanalım diyerek, peyniri içinin suyuyla birlikte, pişirmeden götürüp satıyorlar pazarda. Bu konuda kimse onları dürüst olmamakla suçlayamaz. Toplumdaki köşe dönücü, kurnaz, hileci değer yargıları, dağın başındaki yörükleri de etkilemiş, bozmuş durumda. Nasıl, etkilenmesinler, bozulmasınlar ki? Toplumda karşı karşıya kaldıkları aldatmacaları yaşaya yaşaya, onlar da alışverişte, aunı kurnazlığı ve aldatmacayı kendi mallarını satarken karşılarındakine uygulamakta bir sakınca görmüyorlar.   

TOROS YÖRÜKLÜĞÜ ÖLMÜŞ


Toroslar, insanı, doğası ve göçer yörüklüğüyle ölmüş. Her şey kirlenmiş, bozulmuş. Parmağını  soksan saniye tutulamaz soğukluktaki pınar gözlerine soğutmak için meşrubat şişeleri kasalarıyla birlikte batırılarak konulmuş. Yıllardır yapılan ilaçlama, topraktaki milyonlarca arıyı, çiçeği, kelebeği zehirlemiş. 15-20 yıl önce, keklik seslerinden geçilmez olan otlu koyak içleri, bir tek keklik ve kuş sesine hasret şimdi.


ŞEHİRLİLER YÖRÜKLERDEN ALDIKLARI TEREYAĞINI, PEYNİRİ PAKETLEYİP ONLARA SATARLARSA ŞAŞIRMAM.


Şafak çağında sağılan sütler, daha meme sıcağında dururken özel kaplar içinde Çukurova kentlerine taşınıyor. Açılan yeni yollar sayesinde, yörük tavuklarının kıçlarıyla, inek, keçi ve koyun memeleri, bunca sütü, yumurtayı yiyip içecek olan kent soylu hanımlarla beylerin ağızlarını birbirlerine yaklaştırmış iyice.

Temiz yayla otları ve sularıyla beslenip semiren kuzu sürüleri, kesilerek kent buzhanelerine kaldırılıyor etleri. Benekli körpecik postları da tabaklanıp işlenerek, kumaş gibi kesip biçilerek, kent soylu genç kızların, hanımların giysilerini süslüyor. Renk yükü kilimler, heybeler, çullar, namazlıklar kimi yazıhane ve turizm bürolarının duvarlarını süslüyor; yenilmiş bir kültürden arta kalan "ganimet" gibi.

Buzdolabı üreten bir amerikan şirketi, Eskimolara buzdolabı satmakla övünürdü eskiden. Ülkemiz kapitalistlarinin de Toros yörüklerini Eskimolar yerine koydukları bir gerçek. Pek yakında yörüklerden çok ucuza satın aldıkları sütü, peyniri, ambalajlayıp kılıflayarak, tekrar geri onlara hem de fahiş fiyatla satarlarsa hiç şaşırmam.  

***

Bu satırlar araştırmacı yazar Osman ŞAHİN'in  Toros yörüklerini, yörük hayatını, kültürünü incelediği, yörüklerin arasında yaşayarak  meydana getirdiği "Son Yörük" adlı kitabından.

Yazar "Son Yörük" adlı öyküsü ile 1992 İsveç Stockholm Enternasyonel Hümanizma Derneği Yarışması İkinciliğini elde etmiştir. Kendisi de bir yörük çocuğu olan Osman Şahin, yörükleri, kaleleri ve Torosların bilinmeyen antik kentlerinin gizemli dünyasını, gerçek, yalın, şiirsel bir dille anlatıyor.


Osman Şahin'in "Son Yörük" olarak nitelendirdiği Sultan Ana'dır. Ama aslında Türk dilini ustaca kullanarak yarattığı öykülerde Osman Şahin, yörük yaşantısını, Anadolu insanının kültür ve deyişlerini edebiyatla ebedileştirmektedir. 


Meraklısı için yazarın bir de web sitesi var.


http://osmansahin.com/osman_şahin_öykülerinde_toroslar__yörükler

22 Ekim 2018 Pazartesi

Güzel Kaybettik - Caner YAMAN

Hayatta kötü giden bazı şeyler içinde iyilikleri bulup onları yazmış Caner Yaman. Birbirini takip eden hikayeler değil. Konu örgüsü yok. Olumsuzluklar var, dersler var. Okuyucu ile sohbet eder gibi yazmış. Kitabın başı ile sonu farklı yönlere gitmiş gibi. İnternetteki bazı yorumlar çok kötü, bazıları da çok güzel. Herkesin zevki farklı. Ben beğendim. Güzel cümleler de var. Altlarını çizdim:

"Hayat bazı kapılardan geçerek vardığın bir yerse, o kapıların çoğu geçmek istemediğin kapılardır. Ucu hep boktan yerlere çıkar. Bu hastane kapısı denen yer de onlardan biridir, ucunun iyi bir yere çıktığı kolay kolay görülmemiştir."

"Hayatın en azından çekilir olması, bu hayatta sahip olduğun güzelliklerle orantılıdır.

Güzel insanlar tanımak, güzel işler yapmak, güzel olan ne varsa eksilmesin, çoğalsın diye mücadele etmek..."

"Elinde iki bardak çay, yüzünde canı yanmış bir ifadeyle yanıma geldi Eylül.

O benim en eski, en derin hikayemdi.
Hep vardı ve bir o kadar da yoktu. Bir başkası vardı hayatımda, zaten hep başkaları oldu. İçimde en çok o vardı ama hayatımda ondan başka herkes vardı. Böyle garip bir durum."

"Ben şimdi sana bağıra bağıra susuyorum."


"Farklı hayatlar da yaşasa, ölümde aynılaşıyor insan. Bütün eşitsizlikler bir gün sona eriyor mutlaka, uzaklar yakın oluyor. Kavuşuruz elbet. Bir gün daha güzel bir yerde buluşuruz elbet."


"Ölen her masum insan bizim masumiyetimizden de koparıp götürüyor gittiği yere. Masumlar azalırken katlanarak çoğalıyor günahkar ruhlar. Masumiyetin azaldığı bir dünyada ölümü kanıksamaktan daha doğal ne olabilir? Kanıksamaktan ve her seferinde onaylamaktan. Susarak onaylamaktan.

Korkuyorum.
Sırtımdaki soğuk damlaların kurumasından korkuyorum. Artık hissedememekten, duyamamaktan, görememekten korkuyorum.
Ölüme karşı hissizleşen bir insan ölmüş demektir.
Ben ölmekten korkuyorum, yaşarken ölmekten..."

"Kalabalık sevmiyorum ben. Cenazeye gitmesen de olmaz. Bir an önce bitsin de kaçayım diye bakıyorum. Yaşarken yanında olamadıklarımızın cenazesini görev bilip akın ediyoruz oraya. Vefa yarışına giriyoruz. Kazanan yok o yarışta. Samimiyetsiz, densiz, yersiz bir kalabalık."


"Seviyormuş...Dünyayı bu cümle değiştirmeyecekse, zaten yaşıyoruz demesin kimse."









21 Ekim 2018 Pazar

Kedilerin, Martıların ve Delilerin Zamanı - Işıl Özgentürk



Işıl Özgentürk çok yönlü bir yazar. Film senaryoları, çocuk kitapları, oyunları, öykü ve anı kitapları, köşeyazıları ve gazeteciliği ile adını geniş kitlelere duyurdu. Bu kitaptaki öyküler son çalışmaları. İçtenlikli ve etkileyici diliyle, hayatın içinden alınma konularıyla, acıtan gerçekçiliğiyle, kâh şiirsel kâh masalsı anlatımıyla belleklerde iz bırakacak bu öyküler Işıl Özgentürk'ün açtığı farklı dünyaları tanımak isteyenler için.

Kitapta 19 farklı güzel öykü var. Akıcı güzel bir dil. İyi okumalar.

Ayasofya'nın Gizli Tarihi - Pelin Çift, Erhan Altınay

Bu kitapta, Ayasofya'nın neden tarih boyunca ezoterik örgütlerin hedefinde olduğunu, kimler tarafından ve neden arzulandığını, tarihimizin bilinmeyen karanlık noktalarını, tarihinde önemli rol oynayan şahsiyetlerini ve gizli kahramanlarını Pelin Çift ve Erhan Altunay sorguladılar.

Kitapta, Ayasofya'nın kurulduğu tepe hangi kutsiyeti barındırdığı, Ayasofya'nın ilahi bir ilhamla mı yapıldığı, Ayasofya'daki sembollerin hangi sırları taşıdığı, mabetin ilahi koruma altında mı olduğu, Hızır'ın Ayasofya'da görülüp görülmediği, Ayasofya'daki gizemli elin kime ait olduğu, Hz. Peygambere miraç'ta Ayasofya gösterildi mi, Ayasofya'nın dehlizleri, Ayasofya neden haçlıların hedefi altındaydı, Kutsal emanetler Ayasofya'da mı saklı, Faith şehir kuşattığında hangi işaretler görüldü, Ayasofya'da ilk ezan sesi ne zaman duyuldu, Ayasofya nasıl müze oldu gibi konular hakkında ayrıntılı ve ilginç bilgiler var. Tarihi sevenler kaçırmasınlar, İstanbul' a gidip de Ayasofyayı ziyaret etmeyen varsa da çok ayıp, bir an önce gitsinler.

İşte kitaptan bazı satır başları: 

"Ayasofya, Konstantin'in büyük oğlu Kanstantius tarafından 360 yılında inşa edilmiş ve "büyük kilise" anlamına gelen "Megale Ekklasia" ismini almıştır. İlginçtir ki yine aynı dönemde "Ayasofya" ismiyle de anılmaya başlamıştır."


"Ayasofya, Justinyanus döneminde daha görkemli bir yapı haline gelmiştir. Ayasofya'yı eşsiz kılan, devrin "ulu mimarları" Miletli yaşlı İsidoros ve Aydınlı Anthemios aslında Anadolulu mimarlardır. Bu açıdan bakarsak Ayasofya'nın bugünkü ihtişamlı mimarisinde, Anadolu kökenli değerli ellerin de dokunuşu vardır."


"Buraya dua etmek için gelenler bu eserin sanat ve insan gücüyle değil, tanrısal bir gücün etkisiyle yapıldığını anlar ve zihnini Tanrı'ya yönelterek gökte dolaşır. O'nun uzakta olamayacağını, seçtiği bu yerde oturmayı özellikle seçmesi gerektiğini hisseder. İnsanlar tapınaktayken gördüklerinden hoşlanırlar, dışarı çıktıkları zaman da onun hakkında konuşmaktan mutluluk duyarlar." (Prokopios-Yapılar)


"Hristiyanlık, Justinyanus döneminde Anadolu'nun içlerine kadar yayılmıştır. İmparator İstanbul'un imar faaliyetlerinde saray sanatçılarını değil, en iyileri oldukları için yerel sanatçıları çalıştırmıştır. Bu sanatçılar da ürettikleri her esere pagan semboller yerleştirmiştir. Büyük Saray Mozaikleri Müzesinde bulunan Green Man bu tarz pagan sembollere bir örnektir."

"Efsaneye göre, İmparator Justinyanus Ayasofya'yı yeniden yaptırmaya karar verdiğinde, kendisine sunulan mimari projelerden hiçbirini beğenmez. Bir gün, dini bir tören sırasında elinde tuttuğu kutsal ekmek, bir arı tarafından kapılır. Herkes arıyı ve ekmeği aramaya başlar. İmparator arının  saklandığı peteği bulup getirene ödüller vaat eder. Sonunda biri, peteği bulup getirir ve hayretle görürler ki petek, bir kilise maketine benzemektedir. Mihrap yerinde ise kutsal ekmek durmaktadır. İşte Ayasofya, bu ilahi plana göre inşa edilir. Bu efsaneyi pagan inancıyla ilişkilendirebiliriz çünkü paganizme göre arı, Tanrıça'nın kutsal hayvanlarından biridir." 

"Bizans'ta papazların ve dinin etkisini arttırmak için hilelere başvurulurmuş. Önce kentin altındakisarnıçalrın suyollarını keser, ardından susuzluktan kıvranan halkı Ayasofya'ya çağırırlarmış. Halk toplanıp kiliseye geldiğinde, ayinlerden sonra 'Papaz, Tanrı ile konuştu, yarın suyunuz gelecek' denilir ve ertesi gün kentin suyu verilirmiş."

"Ayasofya'nın altında yaptığımız çalışmalarda mabedin içinde dönen kutsal yağ yolları bulduk. Kutsal yağ, Hazreti İsa'nın insanları meshetmesi gibi, günahların ve hastalıkların arındırılmasında önemli bir ritüel olarak kullanılıyordu."

"Ayasofya'nın altındaki tünellerden imparatorun yaşadığı Büyük Saray' a geçit var. ..Roma'daki Colosseum'da yıkıntı halinde gördüğümüz gladyatör odaları, İstanbul'daki Hipodrom'da bugün Sultanahmet  Meydanı olarak bildiğimiz yerin altında tamamen korunmuş halde duruyor. Nasıl kıymetli bir hazinenin yerin altında yattığını düşünün."

"1500 yıldır ayakta kalan ve bu kadar iyi korunmuş bir yer daha yok. Ayasofya yapıldıktan sonra bile kubbesinin büyüklüğünü geçebilen olmamış. Dünyanın hayran kalacağı bir yapı olarak tasarlandı, hala da öyle. Ayrıca burası bir zamanlar dünyaya hükmedilen noktaydı ve Vatikan'dan çok daha güçlüydü. Bugün Ayasofya hala büyük bir güçtür. İnsanları bir şeylere inandırmak için sembollere ihtiyaç vardır ve Ayasofya çok kuvvetli bir semboldür."





20 Ekim 2018 Cumartesi

Sanma ki Yalnızsın - Elif Şafak

Elif Şafak bu kez denemelerle çıkıyor karşımıza. Diğer kitaplarına benzemiyor. Yaşanmışlıklardan anlatılar. Sık kitap çıkaran yazarları okumayı sevmiyorum aslında. Son zamanlarda edebi kişiliğinin ötesinde siyasi yanıyla öne çıkan Elif Şafak' ı önceden sevmeme rağmen ön yargıyla yaklaşmaya başlamıştım açıkçası. Ne derece doğrudur bilemiyorum açıkçası. Bu kitabı da okumayı düşünmüyordum. Ancak okuduğuma da pişman değilim. Sıkmayan, kısa denemeler var kitapta. Güzel kitaplara yönlendiren edebiyat yazıları var. Güzel kitaplara yapılan atıflar var. Sayesinde kütüphaneme bir kaç kitap daha katıldı. Güzel alıntılar da yaptım:

"Sana kelimelerden kaleler yaptım. Hendekli, balkonlu, eflatun bayraklı, girişi saklı kocaman kaleler. Bir odasında bıraktım yüreğimi. Merasimsiz, habersiz, tantanasız ve beklentisiz usulca düşürüverdim elimden, olur da bulursan belki sevinirsin diye, öylesine.
Sana harflerden sarmaşıklar ördüm; geceleri gözlerini kapadığında, uyku ile uyanıklık arası o tekinsiz aralıkta durduğunda, cinlerin meşveret alanında yapayalnız kaldığında koklarsın belki, hatırlarsın diye.
Sana alfabeden kaftan diktim; azametle giyesin ve hiç üşümeyesin diye, kalın kadifeden, sırma ipliklerle. İşledim üzerine isminin baş harflerini, sessiz ve derinden, kimse bilmeden, sadece Yaradan’ın duyduğu bir yemin gibi.
Sana noktalardan güller, virgüllerden bülbüller, ünlemlerden yaylalar, noktalı virgüllerden dağlar ve ovalar yaptım. Her bir imla işaretini özenle ekledim isminin büyüsüne. Çünkü sevmek, yeni bir dil inşa etmek demek. İki kişilik bir dil. Çünkü aşkın olduğu yerde muhakkak kelam vardır, sessizlik değil."

"Romancının işi empati kurmak. 'Biz' ve 'Onlar' arasındaki o çetin mesafeyi katbekat azaltmak. Kenarda duranlara ses, sesi çıkmayanlara soluk vermek. Unutulanları hatırlatmak."

"Velhasıl, herkesçe sevilmek isteyen, sevgiye muhtaç insanların yapacağı iş değil yazarlık. Akıl karı, hesap işi, mantık ürünü değil. Yazar olmak demek, sevilmemeyi, anlaşılmamayı, didiklenmeyi göze almak demek. Bunların hepsini  zaman içinde gördüm, kabullendim."

"Nietzsche, 'Aşkın eksikliği değil dostluğun eksikliğidir evliliklerin aksamasına sebep.' demişti bir zamanlar."

"Peki mutlu evlilik olmaz mı? diye soruyorum. "Olur elbette" diyor ve formülünü veriyor: "İyi evlilik, sağır bir koca ve kör bir kadın arasında mümkündür."

"Uzun evliliğin tek sırrı vardır evladım. İyiyi kötüye yama yapmak." Ellerimizde iğne iplikler, demek dikeceğiz bol bol. Gördüğümüz eksiklikleri, kusurları, delikleri, yırtıkları kapatacağız ipek kumaştan yamalarla."

"Camlı kütüphanelere alerjim var. Özgür olsun kitaplar. Hatta kimseye ait olmasınlar. Dolaşsınlar elden ele, dilden dile. Okuduğumuz eserleri otobüste, metroda, kafelerde, dişçi bekleme odalarında "unutalım" bilinçli olarak. Ki bir başkası bulsun, alsın okusun. Sonra o da unutsun bir yerlerde bir zaman. Mülkiyetten uzak dursun harfler. Göçebe olsunlar."

"Roman okurları genelde empati duygusu gelişmiş insanlar. Buna karşılık hayatlarında roman okumayanlarda empati gelişmiyor... Empati ki katillerde, zalimlerde, diktatörlerde, şiddete meyyal ve kendine meftun  insanlarda en az rastlanan özellik."

"Ünlü yazar eşlerinin hanımlarının bir kısmı, kocalarının katipliğini yapmışlar. Kocaları dikte etmiş, onlar kağıda geçirmişler, özenli el yazılarıyla.(savaş ve Barış'ı defalarca temize çeken Sofya Tolstay gibi) Bir kısmı, kocaları rahat yazsın diye evde mükemmel bir düzen oluşturmuş, çocukların  ses çıkarmadan uslu uslu büyümeleri için uğraşmış. Bir kısmı ise, kendi hayallerinden vazgeçip kocalarının çalışma ritimlerine göre sil baştan kurmuş gündelik hayatlarını. Öyle bir sene, iki sene boyunca değil, en az yirmi otuz sene. Ve kocaları ünlenirken, kitap üstüne kitap yayımlar, hayranlarıyla buluşurken, bu yükselişin kamusal kısmında hemen hemen hiç görünmemiş yazar eşleri."

Ben sevdim bu kitabı siz de okuyun.





Kadınsız Erkekler - Haruki Murakami


Japon edebiyatının önemli yazarlarından Haruki Murakami'nin daha önce İmkansızın Şarkısı adlı kitabını okumuştum.
 Bu defa, "Kadınsız Erkekler" kitabında, bir kadını yitirmenin tüm kadınları yitirmek olduğunu anlatan Haruki Murakami, kadın öldükten sonra artık erkeğin yalnızlığının boy gösterdiğini bununla savaşmanın ne denli zor olduğunu, bundan kurtulmanın mümkün görünmediğini anlattığı bu kitabında yedi kadına yazılmış aşk ve ağıtları bir arada toplamış.
Eşlerini kaybetmiş, ayrılmış ve ilişkileri bir şekilde son bulmuş ilişkileri erkek gözünden çok güzel, akılcı bir dilde yedi ayrı hikayede anlatmış yazar.
Kitapta,  Drive My Car, Testerday, Bağımsız Organ, Şehrazad, Kino, Aşık Samsa ve Kadınsız Erkekler adlı hikayeler var. Kitapta adını son hikayeden almış. Japon edebiyatı ve Japon kültürü, düşünce tarzı epey değişik. Bize farklı gelmesi normaldir. O yüzden bazı hikayelerdeki mantığı anlamakta zorlanmak olağan bir durum olabilir.

Bazı cümlelerin altını çizmişim:

"Kadınsız erkeklerden biri olmak çok kolaydır; önce bir kadına tüm kalbinizle âşık olun, sonra o bir yerlere gitsin, hepsi bu. "

"Yaşam tuhaf, değil mi? Bir zamanlar müthiş bir şekilde parlayan, son derece arzu ettiğin bir şey, onu elde etmek için her şeyi göze alabilecekken, bir zaman geçtikten sonra ya da ona biraz farklı açıdan bakınca, şaşırtıcı derecede önemini yitiriveriyor."

"-Başka biri olabilmek eğlenceli bir şey mi?
+Tekrar kendine dönebileceğini bilirsen, evet.
-Kendinize dönmeyi istemediğiniz zamanlar olmadı mı peki?

+İnsanın kendinden başka dönebileceği bir yer var mıdır ki?"

"Ama seninle benim ilişkimiz, en başından beri yanlış deliğe iliklenmiş düğme gibiydi."

"Ve bir zaman geliyor, bir kadını yitirmek tüm kadınları yitirmek anlamına geliyor."

"Bir kez kadınsız erkeklerden biri olunca, o yalnızlığın rengi tüm tenine derinden işler. Açık renk kilimin üzerine dökülen kırmızı şarap lekesi gibi. Sen ne kadar donanımlı, ev işleri bilgisine sahip olursan ol, o lekeyi çıkarmak çok zahmetli bir iştir.Kilimin rengi zamanla biraz atsa da leke, muhtemelen sen son nefesini verinceye değin orada olduğu gibi duracaktır. O bir leke olarak özellik kazanacak, bazen bir leke olarak toplumsal ifade hakkıma bile sahip olacaktır. Sen tenine işleyen rengin hafiften solmasıyla birlikte onun belirsiz sınırlarıyla yaşamaya devam edersin."

"Bir gün aniden sen de kadınsız erkeklerden olacaksın.o gün en ufak bir uyarı, küçücük bir ipucu vermeden; önsezi olarak hissettirmeden ya da içine doğmadan; kapını çalmadan, öksürerek haber vermeden; hiç beklemediğin bir anda seni bulacak. Bir köseyi döndüğünde, aslında çoktan oraya varmış olduğunu anlayacaksın. Ama geriye dönmek mümkün olmayacak. O köşeyi bir kez dönünce, orası artık senin için mümkün olan tek dünya olacak. O dünyada sen kadınsız erkeklerden biri olarak anılacaksın, hep bu soğuk çoğul eki ile."

"Ancak, çok iyi anlaşan eşlerin, birbirine büyük bir aşk besleyen eşlerin bile, birbirinin yüreğindekileri bütün çıplaklığıyla görmesi mümkün değildir bence. Böyle bir şeyin olması için çabalasanız bile kendinizi üzmekle kalırsınız, o kadar. Ama bu niyetinizde samimiyseniz, gayret ettiğiniz takdirde, gayret ettiğiniz ölçüde karşınızdakinin içini görebilirsiniz. Zaten nihayetinde hepimizin yapması gereken kendimizle açık yüreklilikle uzlaşmayı başarmak değil midir? Karşımızdakini sahiden görmenin, kendi içimize, taa dibimize kadar dosdoğruca bakmaktan başka bir yolu yoktur."

"Daha yaşarken de azar azar yitiriyordum onu, sonunda tümüyle kaybettim. Dalgaların azar azar aşındırdığı bir şeyin nihayet büyük bir dalga tarafından köklerinden sökülüp götürülmesi gibi.."

"Ölen insanlar için yapabileceğimiz ne var diye soracak olursanız bu, onları olabildiğince uzun süre hatırlamaktır, derim."

"Sen açık renkli Acem halısısın, yalnızlık ise çıkmayan Bordeaux şarabının lekesi. Yalnızlığın Fransa'dan taşınmış, yaranın acısı Ortadoğu'dan gelmiştir. Kadınsız erkekler için, dünya çok geniş, keskin ve ağır bir karışımdır, tıpkı ayın arka yüzü gibi."

"Kafaku'ya göre, alkolikler kabaca iki gruba ayrılırdı. İlki, kendisine bir şey katmak için içmek zorunda hissedenler, ikincisi ise, içkinin kendisinden bir şeyler götürmesini istedikleri için içenler."

"Bir ağacın büyüyüp güçlenmesi için zor bir kış geçirmesinin gerekli olması gibi. Hep ılık ve durgun bir iklim olursa, büyüme halkası da oluşmaz değil mi?"

"Yağmurlu bir akşamdı. Şiddetli değildi ama dinmek bilmeyen güz yağmurlarından biriydi. Tekrarı bol, sıkıcı itiraflar gibi, sonu gelmiyordu."