Bu Blogda Ara

30 Aralık 2020 Çarşamba

Ağaçların Özel Hayatı - Alejandro Jambra

Şili'li yazar Alejandro Zambra, İspanyolca yazan en iyi yazarlar arasında gösteriliyor. İkinci romanı Ağaçların Özel Hayatı'nda geçmiş ve geçmişin belkileri ile gelecek ve geleceğin getirebilecekleri üzerine bir hikâyeler zincirini takip ediyoruz. Ağaçların Özel Hayatı, Verónica'nın resim kursundan dönmeyişiyle başlıyor. Öğretmen ve pazar günü yazarı Julián'ın önce küçük Daniela'yı uyutmak için anlattığı doğaçlama hikâyeler olarak. Bekleyiş uzadıkça Julián hikâyeleri istemsizce kendi hayatlarına döndürüyor. Anımsayışlarla, çağrışımlarla, gözlemlerle ve bunlardan yaratılmış bir gelecekle, Daniela'nın geleceğiyle dolu özel hayatlar Verónica'nın yokluğuyla şekilleniyor, her sözcüğünde onun dönüşünü bekliyor. "Kitap o dönene ya da Julián onun dönmeyeceğine emin olana dek sürüyor." 
Adı farklı içeriği farklı kitaplardan biri daha. Beklenti ve hikaye birbirini karşılamıyor. Okumasanız da olur.

Kitaptan alıntılarım.
"...Dönünce roman bitiyor. Ama dönmediği sürece kitap devam ediyor. Kitap o dönene ya da Julian onun dönmeyeceğine emin olana dek sürüyor. Veronica, Julian'ın, küçük kızı ağaçların özel hayatına dair bir hikaye anlatarak oyaladığı mavi odada değil henüz."

"Tam şu anda, parkın yalnızlığına sığınmış ağaçlar, iki kişinin dostluk işareti olarak kabuğuna isimlerini kazıdıkları bir meşe ağacının talihsizliğinden bahsediyor. Kavak, kimse senin rızan olmadan üzerine bir dövme yapma hakkına sahip değildir, diye atılıyor, baobapsa daha kızgın: Meşe içler acısı bir vandalizmin kurbanı oldu. O insanlar bir cezayı hak ediyor. Onlar hak ettikleri cezayı bulana kadar mücadele etmekten geri durmayacağım. Yakalarından düşmeyecek, yeri, göğü, denizi arşınlayacağım."

"Uyuyan Daniela'ya bakıyor ve kendisini düşünüyor, sekiz yaşında, uyurken. Bu içgüdüsel bir şey; bir kör görünce kendisini kör olarak hayal ediyor, iyi bir şiir okuyunca da kendini o şiirir yazarken ya da kelimelerdeki karanlık seslerin üzerine basa basa, yüksek sesle boşluğa okurken hayal ediyor. Julian sadece görüntülerle ilgileniyor, onları kaydediyor, sonra da unutuyor. Belki de öteden beri kendini görüntüleri takip etmekle sınırladı: karar almadı, ne kaybetti ne de kazandı, sadece belli görüntülerin benliğini sürüklemesine izin verdi ve onları takip etti, korkmadan ya da cesurca davranmadan, ta ki onlara yaklaşana ya da onları söndürene dek."

27 Aralık 2020 Pazar

Kesik Esintiler - Oruç Aruoba

 Değişik bir tarzı var şairin. Daha önce felsefeci kimliği ile tanımıştım eserlerinden Oruç Aruoba' yı. Bu yıl içinde de kaybettik sanıyorum. Şiirleri dediğim gibi değişik bir tarz. Emir kipleri kullanılmış genelde. Çok şiir okuyan bir okur değilim ama şiirleri dinginlikte okunması ve anlaşılması lazım. derin anlamlar yüklü olduğunu düşünüyorum. Beğendiğim bir kaç örnek ise şöyle :
Hic Et Nunc
Şimdi buraya
yağmur yağsaydı,
dışarıda pus
usul usul girseydi içeriye,
yeniden temizlenerek
ekinler gibi
bitiverseydi yaşamım-
yağmazdı ki-
Er-Geç 
Erkendi gittiğimde;
geldiğinde geç.
Kavrulduk birbirimizin içinde,
pınara ulaşamadan.
Savrulduk biribirimizin dışına,
ışığa kavuşmadan.
Derken ay bile battı- geçti;
ama erken güneş gelecekti.
&&&&&&
Geceleri ise, acımasız ve katı
Gözlerini dikince yüksek yıldızlar döşeğime,
Üşüyerek büzülürüm ve görürüm dehşetle, 
Kendi yüreğim kendime nasıl yabancı.
Niye ki-   (yine başladı)
Gürültü.
Burada -olabilir mi?-
bülbül!
Sus.
&&&&
"Bu gece
biraz önce
yarım bir ay gördüm, bülbül ötünce-
öyle; yarın, ışır mı, biz gidince
bülbül susunca, gül çürüyünce
kapanır, batar, gider mi-
ölür mü; olur mu
bu tümce
biz gidince
bu gece
bitince?"
&&&
"dalgaların yanında yürürken ben
gülümsemenle gelseydin sen
hiçbir şey söylemeden
kendiliğinden —"

21 Aralık 2020 Pazartesi

Katilin Şeyi - Algan Sezgintüredi

 
Katilin Şeyi, bir serinin ilk kitabı. Biraz polisiye, biraz mizah. Selçuk Aydemir okur gibiydim sanki. Özel dedektiflik niyetiyle işe başlayan gençlerimiz Tefo ve Vedat'ın maceraları. Çok mantık aramadan okumak lazım. Ciddi bir polisiye gibi okursanız hayal kırıklığı yaratabilir. Mizahın içine ciddiyet, ciddiyetin içine mizah giriyor. Haddinden biraz uzun bir roman. Algan Sezgintüredi'nin tarzı bu. Diğer polisiye yazarlarla karıştırmamak ve karşılaştırmamak lazım.

Alıntılardan bazıları:
"Cevap olarak ne yaptı dersiniz?
Yere tükürdü! 'Ulan' dedim içimden, 'Kovboy filmi mi bu?' "

"Otuz beşime ; yani şairin dediği gibi, yolun yarısına gelmiştim; hayatta onlardan ve zırt pırt değiştirdiğim işlerde açıla kapana kendini şaşırmış sosyal sigortamdan baska hiçbir güvencem yoktu..."

"Böyle anlatması uzun sürüyor ama olan biten birkaç saniyelik şeydi aslında."

"...dolunay konusunda en ilgimi çeken şey, tam da bana yakışacak şekilde, kurtadam hikâyeleriyle Heybeli'de her gece mehtaba çıkılmasını anlatan şarkıdır, o kadar."

Amcanın Düşü - Dostoyevski

 Okuma grubunda okuduğumuz bir kitaptı Amcanın Düşü ya da Rüyası. Okuma planımda yoktu ama iyi ki de okumuşum. Eserde yaşlı ve zengin bir prens ve kızını ona vermeye çalışan para peşindeki bir anne ekseninde onun çevresindeki taşralı Rus sosyetesi anlatılıyor. Bol diyaloglu sizi sıkmayacak bir kitap. Dikkatimi çeken bolca Sheakspeare eleştirisi ve dönemin insanlarının Fransız özentisinde olması.

Alıntılara gelince:

"Öylesine güzelsin ki, insan güzelliğine bir krallık feda eder!"

Her şey ölür, her şey, hatta anılar bile!.."

"İçinden gelirse başkasını sev, ölenle ölünmez. Yalnız seyrek de olsa hatırla beni..."

"Evet! Gücü, ünü, nüfusu, her şey bir gecede gitmiş, yok olmuştu. Marya Aleksandrovna, bir daha belini doğrultamayacağını anlıyordu. Çevresinde kurduğu, yıllardır süren baskı düzeni bir daha canlanmamak üzere yıkılıyordu. Ne kalıyordu ona -felsefe yapmak mı? Hayır, felsefe yapmadı o, bütün gece kudurup durdu. Zina'nın  şerefi beş paralık olmuştu; bitmez tükenmez dedikodular başlayacaktı...Korkunçtu, korkunç!.."

"Zaten felaket hiçbir zaman tek başına gelmez..."

19 Aralık 2020 Cumartesi

Beyaz Geceler - Dostoyevski

 İş Bankası Kültür Yayınlarının baskısı olan Beyaz Geceler kitabı içerisinde toplam 5 öyküyü barındırıyor. Bunlar Beyaz Geceler, Başkasının Karısı, Noel ağacı ve Nikah, haysiyetli, Hırsız ve Yufka Yürekli adlı öyküleri. Beyaz Geceler öyküsünde hayalperest bir adamın hayatından 4 gün anlatılıyor. Kitap yazarın doğduğu şehir olan St. Petersburg’da geçmektedir. Başkahramanımız yirmili yaşlarda asosyal yalnız ve hüzünlü biridir. Hayattan kendini soyutlayarak bilime adamıştır kendini. Başkahramanımızın Petersburg'un güneş batmayan 4 beyaz gecesinde tanışıp zaman geçirdiği Nastenka’ya aşık olur ve olaylar ilerler. Dostoyevski denince akla gelen ilk öykülerden. Okunası bir kitap.
Alıntılarım Beyaz Geceler'den:

"Nasıl oluyor da böyle bir göğün altında türlü türlü suratsız, kaprisli insan yaşayabiliyor?"

"Bak dostum, diyorsun kendine, bak artık toprak soğumaya başladı. Bir kaç yıl daha geçecek ve sonra koltuk değneklerine dayanmış titreyen ihtiyarlık, ondan sonraysa sefalet ve terk edilmişlik gelecek. O düşler dünyası  beyazla örtülecek, donacak, hayallerin solacak ve sararmış yapraklar gibi düşüp gidecek..."

"Nastyenkam, ne tavsiyesi istiyorsunuz? Çekinmeden söyleyin; şimdi öyle neşeli, mutlu, yürekli ve duyarlıyım ki, cebimden sözcük çıkarmakta hiç mi hiç zorlanmam."

"Kasvetli, yağmurlu, karanlık bir gündü, tıpkı yaklaşan yaşlılığım gibi."

"Fakat mutluluk ve neşe insanı nasıl güzelleştiriyor! Yürek sevgiyle nasıl da kaynıyor? Sanki kendi yüreğini alıp bir başkasının yüreğine dökmek istiyorsun, herkesin neşelenmesini, herkesin gülmesini istiyorsun. Mutluluk nasıl da bulaşıcı!"

18 Aralık 2020 Cuma

Eylül Defterleri - Yılmaz Odabaşı


12 Eylül 1980 darbesi, öncesi ve sonrasında Yılmaz Odabaşı'nın Diyarbakır ve diğer cezaevlerinde, karakolda ve sivil hayatta yaşadıkları kendi ağzından anlatılmış. Yaşananlar o kadar korkunç ki okurken gerilmemeniz mümkün değil. Zor dönemlermiş.

"Çünkü yıllar geçtikçe yaşadıklarımın bir bölümünü unutturdum kendime. Unutmasam yaratacağı yıkımla bazı dengeleri güç kurardım....
Yaşadıklarımın ve tanıklıklarımın bende yaratacağı yıkımları savuşturabilmek için kendimle yıllarca didiştim."

"Bana yaşatılanlar oğluma yaşatılırsa, ona bunların yaşatıldığı yerde canlı bomba olurum!"

"İnsan olmak nasıl bir şeydi Cevdet? "Yaşamak güzel şey be kardeşim!" nasıl bir şeydi? Nasıl "bir orman gibi kardeşçesine?"

"Işkenceyle istiklal marşı okutabilen ideoloji, taraf değil, öfkesini boyutlandırdığı bireyi düşman olarak kazanıyordu..."

"/Tomurcuğu yere düşmüş dal gibi;
Adımızı sevda sevda resmedin şimdi.../"

" 'Yitik kuşak' diyorlar bize. Yitik miyiz? Belki yitirilmiştik çoğumuz; aynı takvimlere düşüp aynı günün elinde, ama yitirilmemiştik de! Bu yüzden itiraz ediyoruz, tekzip ediyoruz, el kaldırıyoruz: Yitik miyiz? Nasıl olur, burdayız işte!
Yitirilenler, o tufan sonrası anılarıyla yüreklerimizdeki kıpırtılar kadar sıcak... Şimdi biraz yalnızız ve sis var; dağılsa görünür belki kalabalıklar."

15 Aralık 2020 Salı

İnsanın Anlam Anlayışı - Viktor E. Frankl

Bir psikiyatr gözünden toplama kampındaki gözlemlerini anlatmış yazar. Viktor E. Frankl otuzun üzerinde yabancı dile çevrilmiş ve bütün dünyada çok satan İnsanın Anlam Anlayışı adlı kitabında kurucusu olduğu  logoterapinin ilkelerini İkinci Dünya Savaşı sırasında bir toplama kampındaki deneyimleri eşliğinde anlatmaktadır. Aynı zamanda bu toplama kampı hayatın kendisidir ve dünyayı büyük bir hapishane olarak düşünmemizi sağlar. Hem hatırat hem bilimsel bir kitap. Sıkılmadan okuyacaksınız.

Uzun uzun alıntılarım var:

"Sanırım bir keresinde Lessing şöyle demişti. 'Aklınızı kaybetmenize neden olacak şeyler vardır ya da kaybedecek aklımız yoktur' Anormal bir duruma gösterilen anormal bir tepki normal bir davranıştır. "

"Tutuklunun ruhsal tepkilerinin ikinci evresinde ortaya çıkan semptomlar, duygu yitimi (apati), yani kişinin hissetmeyi göze alamadığı coşku ve duygularını köreltmesiydi; bu da sonunda tutukluyu, her gün ve her saat karşı karşıya olduğu dayağa karşı duyarsızlaştırıyordu. Bu duyarsızlık yoluyla tutuklu, kendini kısa zamanda çok gerekli ve koruyucu bir kabukla kaplıyordu."

"İkinci evrenin temel semptomu olan duygu yitimi, gerekli bir kendini savunma mekanizmasıydı. Gerçeklik belirsizleşmiş ve bütün çabalar, bütün duygular bir konu üzerinde toplanmıştı. Kendi yaşamını ve yoldaşlarının yaşamını korumak. Akşam olunca işyerlerinden kampa dönen tutukluların, iç geçirerek 'Bir gün daha geçti' dediklerini duymak, tipik bir olaydı. "

"Kafama bir düşünce saplandı. Yaşamımda ilk kez, onca şair tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından nihai bilgelik olarak ortaya konan gerçeği gördüm. Gerçek; insanın özleyebileceği  nihai ve en yüksek hedef, sevgidir. O anda, insan şiirinin ve insan düşünce ve inancının vermesi gereken gizin anlamını kavradım: İnsanın sevgiyle ve sevgi içinde kurtuluşu. Dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an içinde olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anladım. Tam bri yalnızlık konumunda, insan kendini olumlu eylemle dile getiremediği, çektiği acılara doğru bir tavırla -onurlu bir tavırla- katlanmaktan başka hiçbir şeyi olmadığı zaman, sevdiği insana ilişkin içinde taşıdığı imgeye sevgiyle yoğunlaşarak doyuma ulaşabiliyordu. "

"Mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahi bir ışık altında görme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hiledir. Ama her an her yerde acı bulunmasına karşın, bir toplama kampında bile yaşama sanatını uygulamak olasıdır. Bir benzetme yapacak olursak, bir insanın acı çekmesi, boş bir odadaki gazın davranışına benzer. Boş bir odaya belli bir miktarda gaz verildiği zaman, oda ne kadar büyük olursa olsun, gaz odanın tamamına yayılır. Ne kadar küçük ya da büyük olursa olsun, acı da insanın ruhuna ve bilincine tamamen yayılır. Dolayısıyla insanın çektiği acının 'büyüklüğü' kesinlikle görecelidir."

"Toplama kampındaki bir insan, özsaygısını kurtarmak için bütün bunlarla da sonuna kadar mücadele etmediği takdirde, bir birey, kendine ait bir aklı, iç özgürlüğü ve kişisel değerleri olan bir varlık olma duygusunu yitiriyordu. Bu durumda kendini dev bir insan kitlesinin sadece bir parçası olarak; varoluşunu da hayvan yaşamının düzeyine inmiş birisi olarak hissediyordu. İnsanlar, kendine ait bir düşüncesi ya da iradesi olmayan bir koyun sürüsü gibi, bir yerden diğerine, bazen birlikte, bazen ayrı ayrı güdülüyordu. İşkence ve sadizm yöntemlerinde ustalaşmış, küçük ama tehlikeli bir birlik, her yanımızı kuşatmıştı. Bu birlik, sürüsünü, bir an ara vermeksizin komutlarla, tekme ve dipçikle bir ileri bir geri güdüyordu, biz koyunlarsa sadece iki şey düşünüyorduk: Kötü köpeklerden nasıl kaçınacağımızı ve bir parça yiyeceği nasıl bulacağımızı."

"İnsan, onurunu bir toplama kampında bile koruyabilir. Dostoyevski bir keresinde şöyle demişti: 'Beni korkutan tek bir şey var. Acılarıma değmemek'  Kamptaki davranışları, acıları ve ölümleri, son içsel özgürlüğün kaybedilemeyeceği gerçeğine tanıklık eden şahitlerle tanıştıktan sonra, bu sözler sık sık aklıma geliyordu. Bu insanların çektikleri acıya değdikleri söylenebilir, acıya katlanma yolları, gerçek bir içsel başarıydı. Yaşamı anlamlı ve amaçlı kılan şey de, insanın elinden alınamayan işte bu ruhsal özgürlüktür."

"Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan  yaşamı tamamlanmış olmaz."

"Bizim kuşağımız gerçekçi bir kuşak, çünkü insanı gerçekte olduğu şekliyle tanımaya başladık. Her şey bir yana, insan, Auschwitz'in gaz odalarını icat eden varlıktır; ama dudaklarında duayla ya da Shema Yisrael ile gaz odalarına dimdik yürüyen varlık da insandır."

"Kampta, küçük bir zaman birimi, örneğin her saati işkenceyle ve yorgunlukla dolu olan bir gün, sonsuz gibi görünüyordu. Daha büyük bir zaman birimi, örneğin bir hafta, daha hızlı geçiyor gibiydi. kampta bir günün bir haftadan daha uzun olduğunu söylediğimde yoldaşlarım bana katılmıştı. Zaman deneyimimiz ne kadar çelişikti! Bu bağlamda Thomas Mann'ın, son derece doğru psikolojik notlar içeren Büyülü Dağ adlı eserini anımsarız. Mann, benzer bir ruhsal konumda olan, yani senatoryumda yatan ve taburcu tarihlerini bilmeyen veremli hastaların tinsel gelişmelerini incelemiştir. Bu hastalar, benzer bir varoluş -geleceksiz ve hedefsiz- yaşamışlardır."

"Doğaldır ki ancak az sayıda insan büyük tinsel yüceliklere ulaşabilecek durumdaydı. Ama bazıları da görünürdeki dünyasal başarısızlıkları ve ölümleri vasıtasıyla insanca bir büyüklüğe ulaşma fırsatı yakalamıştır; bu, sıradan şartlarda asla ulaşamayacakları bir başarıdır. Gönülsüz ve sıradan olanlarımız için ise Bismarck'ın şu sözleri geçerli olabilir: 'Yaşam, bir dişçiye gitmeye benzer. Her an, daha kötüsünün henüz yaşanmadığına inanırsınız, oysa zaten yaşanmış bitmiştir.' Bunu değiştirecek olursak, toplama kampındakilerin çoğunun, yaşamının gerçek fırsatlarını geçmişte kaldığına inandığını söyleyebiliriz."

"Bütün bunlardan, bu dünyada iki insan ırkı olduğunu, ama sadece iki ırk olduğunu -soylu insan 'ırkı' ve soysuz insan ırkı 'ırkı- öğrenebiliriz. Her ikisi de her yerde bulunur, toplumun her kesimine sızar. Hiçbir grup sadece soylu ya da sadece soysuz insanlardan oluşmaz. Bu anlamda hiçbir grup 'arı ırk' değildir ve bu nedenledir ki bazen kamp gardiyanları arasında da soylu birisine rastlanabiliyordu."

 "Ortak suç kavramı konusunda kişisel olarak, bir insanı başka bir insanın ya da bir grubun davranışlarından sorumlu tutmanın hiçbir haklı temeli olmadığını düşünüyorum. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, ortak suç kavramına karşı kamuoyunda tartışmaktan usandım. Ne var ki bazen insanları batıl inançlarından kurtarmak için birçok öğretici hile gerekmektedir. Amerikalı bir kadın, 'Nasıl oluyor da hala kitaplarınızdan bazılarını, Adolf Hitler'in  dili olan Almanca'da yazabiliyorsunuz?' diyerek bana sitem etti. Karşılık olarak, mutfağında bıçağı olup olmadığını sordum, 'Evet' yanıtını alınca , ürkmüş, şok olmuş gibi yapıp bağırdım: 'Onca katil, kurbanlarının karnını deşip öldürmek için kullandıktan sonra nasıl hala bıçak kullanabiliyorsunuz?' Sonuç olarak Almanca kitap yazmama itiraz etmeyi bıraktı."

"Logoterapi daha çok gelecek üzerinde, yani hasta tarafından gelecekte yerine getirilecek anlamlar üzerine odaklaşır.(Gerçekten de logoterapi anlam merkezli bir psikoterapidir)...Kuşkusuz, böyle bir ifade konuyu çok fazla basitleştirmektedir, ancak logoterapideki hasta, yaşamının anlamıyla karşı karşıya getirilir ve bu anlama yönlendirilir. Ve hastanın bu anlamın farkına varmasını sağlamak, nevrozunu yenebilme yetisine oldukça katkıda bulunabilmektir."

"Bir insanın, yaşamın yaşamaya değer oluşuna ilişkin kaygısı, hatta umutsuzluğu, varoluşsal bir bunaltıdır. ama kesinlikle bir ruh hastalığı değildir. Böyle bir şeyi ruh hastalığı terimiyle yorumlayan bir doktor, hastasının varoluşsal umutsuzluğunu, uyuşturucu ilaçlar yığınının altına gömebilir. Bunun yerine onun görevi, varoluşsal gelişim ve gelişme krizi boyunca hastaya yol göstermektir.
Logoterapi, hastaya kendi yaşamında anlam bulması için yardım etmeyi bir görev saymaktadır. Logoterapi, hastanın, kendi, varoluşunun gizli logos (anlamının) farkına varmasını sağlaması ölçüsünde analitik bir süreçtir. Bu kadarıyla logoterapi psikanalize benzer. Ne var ki, bireyin bilinç altındakileri bilince çıkarma çabasında, logoterapi kendini bilinç altındaki içgüdüsel olgularla kısıtlamak yerine,anlam istemi kadar bireyim kendi varoluşunun potansiyel anlamı gibi varoluşsal gerçeklikleri de dikkate alır. Logoterapi insanı, temel ilgisi sadece itkilerinin ve içgüdülerinin doyumu ve giderilmesinden ya da id'in, egonun veya süperegonun çatışan istekleri arasında sadece uzlaşma sağlamaktan ya da sadece topluma ve çevreye uyum sağlamaktan ve uyarlamaktan değil, bir anlam bulma çabasından oluşan bir varlık olarak görmesi ölçüsünde psikanalizden ayrılmaktadır."

"Logoterapiye göre bu yaşam anlamını üç farklı yoldan keşfedebiliriz: 1-Bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak 2-Bir şey yaşayarak ya da insanla etkileşerek 3-Kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek. Bunlardan ilki, yani başarı yolu, oldukça açıktır.
İkinci ve üçüncü ise, biraz daha ayrıntı gerektirmektedir.
Yaşamda anlam bulmanın ikinci yolu, bir şey -iyilik, doğruluk, güzellik gibi- yaşamak, doğayı ve kültürü yaşamak, son ve bir o kadar önemlisi de olanca eşsizliğiyle bir insanı yaşamaktır. Yani onu sevmektir."

"...Artık bir durumu değiştiremeyecek bir noktaya geldiğimiz -örneğin tedavisi olanaksız bir kanser gibi iyileşme şansı olmayan bir hastalığı düşünün- zaman kendinizi değiştirme yoluna gideriz.
Açık bir örnek vermeme izin verin. Bir keresinde, pratisyen hekim olarak çalışan yaşlı birisi yaşadığı ağır depresyon nedeniyle bana geldi. İki yıl önce ölen ve her şeyden çok sevdiği karısını kaybetmeye alışamamıştı. Ona nasıl yardım edebilirdi? Ona ne söyleyebilirdim? Bir şey söylemekten kaçındım, ancak onu şu soruyla karşı karşıya getirdim: 'Sen ondan önce ölseydin ve karın seni yaşatmak zorunda olsaydı ne olurdu Doktor? 'Ah' diye karşılık verdi, 'Bu onun için korkunç olurdu; ne kadar acı çekerdi! Bunun üzerine, 'Görüyorsun ya Doktor, onu bu acıdan kurtaran sizsiniz; elbette bunun bedeli de şimdi sizin onu yaşatmak ve yasını tutmak zorunda olmanız.' dedim. Tek kelime etmeksizin elimi sıktı ve büromdan ayrıldı. Her nasılsa acı, bir özverinin anlamı gibi, bir anlam bulduğu anda acı olmaktan çıkıyor.
Elbette kesin anlamı içinde bu bir terapi değildir, çünkü her şeyden önce doktorun umutsuzluğu bir hastalık değildi ve ikincisi, kaderini değiştiremez, karısını diriltemezdim. Ama değişmez kaderine yönelik tutumunu değiştirmeyi başardığım andan sonra, çektiği acıda en azından bir anlam bulabilmiştir."

14 Aralık 2020 Pazartesi

Ötekinin Rüyası - Julio Cortazar

Adını duyduğum, kitaplarını, öykülerini merak ettiğim bir yazardı Julio Cortazar. Büyük bir hevesle Ötekinin Rüyası adlı kitabını aldım. Hacimli de bir kitap. Elimden düşmek bilmeyen bir kitap oldu. Elimden düşmedi derken bitmek bilmedi yani. Kitap sıktıkça ben direndim. Belki bundan sonraki öykü iyidir, bu değilse öbü
rü iyidir derken zorla kitabın sonuna geldim. Kısacası öyküleri bana hitap etmedi. Yani ne kişileri anlayabildim, ne olayları kavrayabildim. Bir anda birileri öyküye giriyor, birden bir mekandan bir mekana geçiliyor ne olduğunu anlamak mümkün değil. Yalnızca ben mi böyle hissettim bilmiyorum, başkalarının yorumlarına da bakmak lazım. Yalnızca ben anlayamamışsam gerçekten üzülürüm. Hele uzun öyküleri çok sıktı. Kitapta Öteki Yaka, Hayvan Hikayeleri, Gizli Silahlar ve Oyunun Sonu adlı değişik yıllarda yayınlanmış öykü kitapları birleştirilmiş. Seveni çok. İyi okumalar.

Var biraz alıntı:
"İnsan uyuyakalır; hepsi bu. Uykunun kapısından tam olarak ne zaman geçildiğini kimse söyleyemez."

"Yartım daire şeklinde dizilmişler, genç kızlıktaki görünümlerini hiçbir zaman kaybetmemiş olan küçücük omuzlarına haddinden ağır gelen bir yükten nihayet kurtulmuşçasına bitkin bir halde yatan Paula'ya bakıyorlar. Upuzun kirpiklerinin gölgesi gri elmacıkkemiklerinin üzerine belli belirsiz bir şekilde düşürüyor. Doktorlar ölümünün yavaş ama bir meyvenin olgunlaşıp düşmesi gibi acımasız olduğunu söylediler. Ve beş arkadaşın aklından sırasıyla aynı şefkatli ve bildik düşünce geçiyor: 'Sanki uyuyormuş gibi' " 

 " 'Yorgunum' diyor kendi kendine. 'O kadar çok düşünmek, o kadar çok arzulanmak zorunda kaldım ki...' Sözcüklere gerek kalmadan Tanrı'nın yorgunluğunu anlıyor. Tamamen mutlu olmak için  onun da yedinci güne ihtiyacı var."

"Tam o sırada Dedee Nescafe hazırlayacağını söyledi. En azından bir kutu Nescafe'leri olduğunu bilmek beni sevindirdi. Ne zaman bir kişinin bir kutu nescafe'sinin olduğunu öğrensem, onun sefaletin dibinde olmadığını anlarım; bu hala biraz daha dayanabileceğinin göstergesidir."

5 Aralık 2020 Cumartesi

Medarı Maişet Motoru - Sait Faik Abasıyanık

Sait Faik Abasıyanık'ın 1940'da yazdığı bir roman.
Medarı Maişet Motoru,Yolculukta, Berber Dükkânının Açılma Merasimi ve Birtakım İnsanlar olmak üzere dört bölümden oluşan roman yazıldığı dönemin hükümeti tarafından "tehlikeli" olarak görülmüş ve toplatılmıştır. Ancak daha sonra roman "Birtakım İnsanlar" adıyla tekrar basılacaktır.

Medarı Maişet Motoru'nda ("Medarı maişet" "geçim aracı" anlamına gelmektedir.) yazar merkezi Burgazada olan mekanda ve İkinci Dünya Savaşı yıllarının hakim olduğu zaman diliminde sıradan hayatların zorluk ve yoksullukla dolu dünyasını hikaye etmiştir.

Güzel alıntılarım var:

"Yalnız olgun berberlerde düşünmekle makas şıkırdaması arasında bir muvazene vardır. Kötü berber düşünürken ya makas elinde donakalır yahut da makas ahenksiz şıkırdar.Çok iyi berberse hem kafasına, hem eline hakim olandır. Düşüncenin süratiyle, haletiruhiyeyle makasın ahengi bozulmamalıdır. Diyebiliriz ki, aynı ahenkten anlayan bir başka berber bu makas şıkırtısıyla Mors alfabesiyle çıkarılan manalar çıkarılabilir."

" 'Para insanı ahlaksız ediyor. karnı doyunca insanın kötü huyları da meydana çıkıyor' der bakkal Karamanlı. Bunu tecrübeyle öğrenmiştir. Bunda bir hakikat vardır ama bu hakikati herkes kendine göre tefsir eder."

"Bazen düşünür ki, insanlar anasından ne Yahudi, ne müslüman ne hristiyan doğarlar. Buna Dimitro hayret eder. "Nasıl olur?" der. Fakat münakaşa açıldığı zaman, nasıl olur demez, der ki:
-Beni anam, doğduğum zaman Balat'taki havraya bıraksaydı, ben şimdi mis gibi bir yahudi olurdum. Seni Mişon, anan doğduğun zaman Süleymaniye Camii'ne bıraksaydı, sen de şimdiye kadar müezzin olmuştun."

"Kıştan yaza her çocuk başka türlü çıkardı. Çoğu  şişmanlamış, rngi ağarmış, harikulade bir surette büyümüş olarak. Bana öyle gelirdi ki çocuklar yalnız kışın büyürler."

"İşte niyetim o vergili, kırağılı, tohumu çürüklü topraktan çok denizle uğraşmak. Ne tohumu var ne kırağısı. Ne harman için rüzgar beklemek. Ne döven için öküz kiralamak, ne de tohum için borç para almak. Ne de sınır, 'Benim malım' demek kaygısı... Deniz Allah'la devletindir. Devlete verirsin vereceğini, bugün dersin Kınalı açığı, yarın Hayırsız, ertesi gün Bozcaada. Daha ertesi gün de İmralı..."

"Sonraları Fahri kendi teşebbüsleriyle onu birçok defalar gördü. Kızın her şeyi ağır ağır içine işliyordu. Onda bir şey sevgilileşiyor, bu kızda her şey ağır ağır kusursuzlaşıyordu. Bir gün  artık o hale geldi ki onsuz her şey, yalnız her şey, yalnız her şeydir. Artık ne masallar masaldır. Ne hikayeler hikaye. Öyle bir dünya düşünelim ki hiçbir şairi yoktur. Öyle bir memleket düşünelim ki, mülk yasak edilmiştir. Meyhanelerin şarabı sirkeleşmiştir.
Düşünelim ki, bütün evlerin kapıları sokağa kapanmış, herkes evinin içinde perdeleri sımsıkı kapanmış eğlenir.

Fahri o kızla olmadığı zaman işte dünya bütün çıplaklığı, acılığıyla beraberdir. Bu kızla beraber olunca ancak eski rüyalarına, hulyalarına dönebilir. Ancak o zaman, müzik sesleri kahvelerden, kadeh sesleri meyhanelerden, çizme sesleri sokaklardan, şarkı sesleri pencereleri açık evlerden, öpüşme sesleriyse evlerin kapılarından çıkar gelir."

"Yabancı bir yere ilk defa inip hiç lüzumsuz, manasız, bir his duymadan, toprağa -varsa bir battaniye atıp yıldız seyretmeden, memleket, sevgili, ıvır, zıvır düşünmeden uyumak...
      Belki böyle bir şey, iyi insanlara nasip oluyor. Belki biz zayıf, karışık, kötü insanlar, yabancı bir yerde ağlamaklı oluyoruz.
      İnsanların oturduğu, tarlanın yeşerdiği, çocukların oynadığı toprak, neden insanoğluna yabancı olsun? Yalnız anamızın babamızın, sevgilimizin, arkadaşlarımızın zincirlerine  bağlıyız da ondan bir türlü karışık hislerden kurtulamıyor, bir türlü rahat edemiyoruz.
      Bu zincirleri kırmalıyız. Doğduğumuz yerden beş kilometre uzak da bir, beş yüz, beş bin kilometre uzak da bir olmalıdır. Orada da bulursak battaniyemizi, bulmazsak Allah'ın kuru otlarını toplayıp uzanmalıyız."

"Fahri sabahleyin uyandığı zaman, duyduğu şeyin bir iştahsızlıktan başka bir şey olmadığı zehabındaydı. Gece yatakta, her zamanki gibi iyi şeyler düşünmüştü: Sabahleyin güzel bir deniz banyosu
yapacak. Onbir kırk beş vapuruna dara dar yetişecek. Yelkovanm kuşlarının bir deniz kırlangıcı haliyle sürü sürü geçtiklerini seyredecek.."

"Hikmet artık ayılmıştı. İçinde yalnız hafif bir korku, açlığa benzeyen bir eziklik vardı. Yarı kopmuş bir ekmekten kopardı, bir testiden su içti, tükürdü.
Babası yağlı bir direkten boyuna kayıyordu. Kendisinin Medarı maişet motoru batmıştı.

1 Aralık 2020 Salı

Pembe Fili Düşünme - Zeynep Selvili Çarmıklı

Birbirine benzeyen kişisel gelişim ve ticari psikoloji kitaplarından biri. Diğerleri gibi sorunu ortaya koyan ama çözüm göstermeyen kitaplardan. Zaten mantıklı olarak psikolojik sorunların bu şekilde, kitap okuyarak falan çözülmesini düşünmek normal olmasa gerek. Bu galiba bir nevi falcıdan duyulanlara inanmak gibi. "Aaa benim de böyle bir sorunum var bak. Yalnız değilmişim" diye düşünmek insanı rahatlatıyor olabilir. Amerika'da eğitim görmüş bir psikoloğun eğitim ve çalışma hayatını anlatan, kendini tanıtma amaçlı yazılmış, bir dönem raflarda, bir şekilde üstlerde yer almış bir kitap. Kitabın, okumanın kötüsü olmaz. Siz bilirsiniz.

E var biraz alıntı:

"Meğer zaman değil, zamanla ne yaptığımızmış bizi iyileştiren."

"Eğer izin verirseniz insanlar da bir günbatımı gibi kadar harika olabilir. Ben güneşin batışını izlerken kendi kendime 'şu sağ köşedeki turunculuğu azaltalım' demiyorum. Gözlerimin önüne serilişini hayranlıkla izlemekle yetiniyorum."

"Dış dünyadaki kuralı şu şekilde özetleyebiliriz: "Bir şeyi istemiyorsan onu çözmenin bir yolunu bul. Bulamıyorsan da ondan kurtul. "

"Tüm hayatınız boyunca siz, sizdiniz. Bedeniniz değişti, rolleriniz değişti, inandıklarınız, düşünceleriniz, önceliklerini değişti fakat siz her zaman sizdiniz."

"..Çekinerek, 'Sanırım ben bu meslek için iyi bir aday değilim.' dedim. Beni sözüme devam etmeye yüreklendiren bir tebessüm etti. 'Çok etkileniyorum. Uykularım kaçacak kadar! Hiç bir şey yapamıyorum. Çok çabalıyorum ama hiç bir şey yapamıyorum! Hiç bir sonuç alamıyorum...'
   Oturduğu koltuktan bana doğru eğildi, önce derin bir nefes aldı ve sonra o sakin ses tonuyla, 'İlk zamanlar hep böyledir. Mücadele gibi gelir. Biraz zaman ver kendine, kurtarıcı kimliğini bir yana bırakmayı zamanla öğreneceksin. Acının ne kadar önemli bir öğretmen olduğunu o zaman göreceksin.' dedi 'İnsan değer verdiği yerlerden kanar."

Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine - Arthur Schopenhauer

Arthur Schopenhauer'in okumak, yazmak ve yazarlık üzerine mükemmel tespitlerini  ve tavsiyelerini içeren bir kitap. Olayın felsefi boyutu da var tabi ister istemez. Anlaşılması başlarda zor iken alıntılarla ve örneklerle akıcı oldu sonraki bölümlerde. Kitap 4 bölümden oluşuyor: İnsan mutluluğunun iki temel düşmanı: Istırap ve Can sıkıntısı, Okumak ve Kitaplar üzerine,Yazarlık ve Üslup üzerine ve düşünmek üzerine. Okumayı sevenlerin okuması gereken bir kitap.

Alıntılar var tabi:

"Okumaksızın geçen boş zaman bir tür ölüm, insanın canlı canlı gömülmesidir."

"... Ama şunu hatırdan çıkarmayın, ahmaklar için yazanlar her zaman karşılarında geniş bir dinleyici kitlesi bulurlar; okuma zamanınızı sınırlamaya dikkat edin ve okumak için ayırdığınız zamanı da münhasıran bütün zamanların ve ülkelerin büyük kafalarının eserlerine tahsis edin, onlar insanlığın geri kalanını yukarıdan seyrederler. şöhretleri onları zaten bu hüviyetiyle tanıtır. Okunması halinde sadece bunlar gerçekten bir şeyler öğretir ve insanı eğitir ..."

"Şimdi ruhsal melekelerimiz yahut zihinsel güçlerimiz duyarlık biçimleridir; dolayısıyla zihinsel haz denilen ve zihne bağlı olan bu zevk türüne bizi muktedir kılan bunların ağır basan miktarıdır. ve duyarlık ne kadar baskınsa, zevk de o kadar büyük olacaktır."

"İradenin hizmetinden azat olmuş ve zihnin hizmetine tahsis edilmiş gerçek bir güç fazlalığı gereklidir; çünkü Seneca'nın söylediği gibi, okumaksızın geçen boş zaman bir tür ölüm, canlı bir mezardır. fazlalığın miktarına bağlı olarak bu ikinci hayatta, zihnin hayatında sayısız gelişmeler olacaktır; bu böceklerin, kuşların, madenlerin, sikkelerin toplanması ve etiketlenmesi de olabilir, en yüksek şiir ve felsefe kazanımları da."

"Eğer okuyabilecek zamanı da satın alabilseydi, kitap satın almak insan için iyi şey olurdu; fakat insanlar genellikle kitap satın almayı o kitapların içindeki şeyleri elde etmekle karıştırırlar. Bir insanın okuduğu her şeyi muhafaza etmesini istemek, yediği her şeyi midesinde muhafaza etmesini istemekten farksızdır. Yediği şey onu bedenen, okuduğu şey de zihnen beslemiştir ve o bunlarla ne ise o olmuştur. Nasıl ki beden kendisiyle türdeş olanı hazmederse, bir insan da kendisini ilgilendiren—dikkatini çeken şeyi muhafaza edecektir; bir başka deyişle onun düşünce sistemiyle örtüşen yahut amaçlarına denk gelen şeyi bünyesinde alıkoyacaktır. Herkesin hedefleri vardır, fakat azdan azı bir düşünce sistemine benzer bir şeye yaklaşır. Bu sebepten ötürüdür ki bu insanlar hiçbir şeye nesnel bir alâka göstermez, okuduklarından hiçbir şey öğrenmez ve okuduklarından hiçbir şey hatırlamazlar."

"Okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. nasıl ki yazmayı öğrenirken talebe öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip eder; okurken de tıpkı bunun gibidir; düşünme işinin büyük bölümü  zaten bizim için bitirilmiştir. Bunun içindir ki kendi düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap almak her zaman bizi bir parça rahatlatır. Fakat okurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir. Ve dolayısıyla öyle olur ki çok fazla -yani neredeyse bütün gün- okuyan ve arada düşünmeksizin geçirilen eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder, tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi. Bir çok eğitimli insanın  durumu bundan farklı değildir. Okumak kendilerini ahmaklaştırır. Çünkü her boş vakitte okumak ve sürekli olarak sadece okumak zihni, mütemadiyen elle çalışmaktan daha fazla felç edici bir etkiye sahiptir, zira bu ikinci durumda uğraş kişiye kendi düşüncelerini takip edebilme imkanı sunar... Sürekli yiyerek bir kimse midesini bozar ve böylelikle bütün bedenine zarar verirse, zihin de lüzumundan fazla beslenerek boğulabilir. Çünkü bir kimse ne kadar fazla okursa, okuduklarından kalan izler de kaçınılmaz  olarak o kadar az olacaktır; zihin üzerine tekrar tekrar yazı yazılan bir tablete benzer. Derin derin düşünmeye zaman yoktur ve okunan şeyler ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir, eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle kaybolur." 

 Sürekli yiyerek bir kimse midesini bozar ve böylelikle bütün bedenine zarar verirse, zihin de düşünce malzemesiyle lüzumundan fazla beslenerek boğulabilir. Çünkü bir kimse ne kadar fazla okursa, okuduklarından kalan izler de kaçınılmaz olarak o kadar az olacaktır; zihin üzerine tekrar tekrar yazı yazılan bir tablete benzer. Derin derin düşünmeye zaman yoktur ve okunan şeyler ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir...

30 Kasım 2020 Pazartesi

Okuma Günlüğü - Alberto Manguel

Yazar, editör, çevirmen Alberto Manguel'in hayatında yer etmiş,
sevdiği edebiyat kitaplarını yorumladığı, günlükle karışık anlatımı olan, her ay ayrı bir kitabı anlattığı eseri Okuma Günlüğü. Kitap yorumlarını okurken, hiç bu açıdan bakmamıştım diyebileceğiniz gibi, kendinizi bir gezi yazısının içinde de bulabileceksiniz. Ayrıca okumadığınız başka kitapları da referans alabileceksiniz yazılarda.
Yazarın seçtiği ve incelemeye konu on iki kitaptan oluşan listede ise şunlar var: Morel'in Buluşu (Adolfo Bioy Caceres), Doktor Moreau'nun Adası (H.G.Wells), Kim (Rudyard Kipling), Mezar Ötesinden Hatıralar (Chateaubriand), Dörtlerin Simgesi (A.C.Doyle), Gönül Yakınlıkları (Goethe), Söğütlükte Rüzgar (Kenneth Grahame), Don Quijote (Cervantes), Tatar Çölü (Dino Buzzati), Yastıkname (Sci Şonagon), Yüzeye Çıkış (Margaret Atwood), Bras Cubas'ın Ölüm Sonrası Hatıraları (Maria Machado de Assis)
İncelemesi yapılan kitapları okumuşsanız daha zevkli oluyor yorumları okuması, eğer okumamışsanız da okuma isteği duyuyorsunuz.
Güzel alıntılarım ve referans alınabilecek kaynaklarım oldu kitaptan, işte onlardan bazıları:

"Eğer okuyabilecek zamanı da satın alabilseydi, kitap satın almak insan için iyi şey olurdu; fakat insanlar genellikle kitap satın almayı o kitapların içindeki şeyleri elde etmekle karıştırırlar. Bir insanın okuduğu her şeyi muhafaza etmesini istemek, yediği her şeyi midesinde muhafaza etmeyi istemekten farksızdır. Yediği şey onu bedenen, okuduğu şey de zihnen beslemiştir ve o bunlarla ne ise o olmuştur. nasıl ki beden kendisiyle türdeş olanı hazmederse, bir insan da kendisini ilgilendiren, dikkatini çeken şeyi muhafaza edecektir; bir başka deyişle onun düşünce sistemiyle örtüşen  yahut amaçlarına denk gelen şeyi bünyesinde alıkoyacaktır."

"Kitaplığımın kapısına, Rabelais'nin Theleme Manastırı'ndaki düsturunun değişik bir şeklini yazmıştım. "LYS CE QUE VOUDRA" (Canın ne istiyorsa onu oku.)

"Faciadan (11 Eylül'den bahsediliyor) birkaç gün sonra, o sabah, Dünya Ticaret Merkezi'ne yakın bir kitapçı dükkanının içinde kapana sıkışmış birinden söz edildiğini işittim. Havaya yayılmış tozların yere inmesini beklemekten başka yapacak bir şey olmadığı için, siren sesleri ve çığlıklar arasında, kitapları karıştırarak beklemiş durmuş. Chateaubriand, Fransız Devrimi'nin kaosu içinde, Paris'e henüz gelmiş bir Breton şairin, Versailles turuna çıkmak istediğini anlatıyor. 'İnsanlar vardır,' diyor Chateaubriand, 'imparatorluklar çökerken çeşmeleri ve bahçeleri ziyaret ederler.' "

"İngiliz hasta, Hana'ya 'Onu ağır ağır oku,' der. 'Kipling'i ağır ağır okuman gerekir. Doğal durakları bulmak istiyorsan virgüllerin konduğu yerlere dikkat et. O, tüy kalem ve mürekkep kullanan bir yazardır. Sık sık başını sayfadan kaldırır, uzun uzun çevresine bakardı."

"Gönülsüz bitirdim Dr Moreau'nun Adası'nı. O şahane dehşetinden hiç bir şey yitirmemiş olmasına karşın, ben yaşlandıkça yazınsal anıştırmalarla tıkabasa dolu, çok daha zor ve karmaşık bir kitaba dönüşmüş gibi geliyor bana. Blake'in Nobodaddy'sini anımsatan kaçık bilim adamı ve aksine, Kafka'nın değişime uğramış Gregor'unun varoluş sıkıntısını yankılayan hayvansı yaratıklar; bir zamanlar Prospero'nunki gibi uzakta görünen, şimdi Moreau'yu baş emperyalist olarak gören sömürgecilik sonrası kaşiflerin haritasını çizdiği ada; bütün bunlar, şimdi benim öyküyü okumamın, öykünün itaatle kabul ettiği ve anında dışına taştığı bir bölümüdür."

"Weels, Otobiyografi Denemesi' nin birinci cildinde, yedi yaşındayken, Chambers Journal'ın eski bir sayısında, bir tekerlek üzerinde parçalara ayrılan bir adam hakkında bir şeyler okuduğunu anımsar. O gece korkunç bir düş görür; tanrı, bir işkence aletini döndürmektedir. Tanrı, diye düşünür çocuk, dünyada her şeyden sorumlu olduğuna göre, dünyadaki bütün kötülüklerden de sorumlu olması gerekir. ertesi sabah, Wells, Kadri Mutlak'a artık inanmayacağı kararına varır. Mareau karakterini ona belki de bir karabasan vermişti; karşılığında Moreau da bana sağlıklı bir doktor korkusu ve yetke figürlerine karşı genel bir güvensizlik verdi.
    Borges, Tanrı'ya inanıp inanmadığı sorulduğunda şu yanıtı verir: 'Tanrı sözcüğü zamanın dışında bir varlık anlamına geliyorsa, ona inandığımı söyleyemem. ama içimizde, adaletin yanında bir şey anlamına geliyorsa, o zaman evet, bütün suçlara karşın, dünyanın ahlaki bir anlamı olduğuna inanıyorum.' "

"Bu sabah, kitaplığın raflarındaki kitaplarıma baktım ve onların benim varlığımdan hiç haberi olmadığını düşündüm. Ben onları açıp da sayfalarını çevirdiğimde yaşama dönüyorlar, ama yine de kendilerinin okuru olduğumu bilmiyorlar."

"Romanda en sevdiğim bölümü seçecek olsaydım, sanırım, Don Quijote ile Sancho'nun kendilerini büyücü Mambruno'ya havadan götürecek olan tahta ata, gözleri bağlı olarak, hileyle bindirildikleri 'Clavileno' bölümü olurdu bu. Sancho, gerçekten uçuyorlarda, yeryüzündekilerin seslerini nasıl hala açıklıkla duyabildiklerini sorar. Don Quijote, bu soruyu, büyünün akıl sır almaz bir başka garabeti diye niteleyerek geçiştirir. O zaman Sancho, en azından nerede olduklarını görmek için göz bağlarının altından gizlice bakmayı önerir. Bunun üzerine Don Quijote, sabuklamasının ne kadar çapraşık olduğunu gösterir, gözbağını çıkarmasını yasaklar Sancho'ya.
İnanç, aklın kanatlarına konu yapılmamalıdır. İnanç akılla savaşmaz; kendisi için boş bir yer yaratarak varlığını gösterir. Gizemcilerin inancına göre Tanrı işte bu boşluğun içine girer."

"1809 tarihli Philosophie der Kunst'ta (Sanat felsefesi) Schelling'in parlak bir gözlemi var: 'Don Quijote'deki ana düşünce, bir ülkünün, bütün kitaba çeşitli şekillerde egemen olan gerçekliğe karşı savaşımıdır. Önce, şövalye ve onun ideali yenilmiş gibi görünür, fakat bir dış görünümden başka bir şey değildir bu, çünkü roman ilerledikçe açık bir hale gelşen şey, bu idealin mutlak zaferidir."

" 'Nostalji' sözcüğü 22 Haziran 1688'de Johannes Hofer adlı Alsaceli bir tıp öğrencisi tarafından bulunmuş; dağlarından uzak kalan İsviçreli askerlerin hastalığını tanımlamak için, Dissertatio medica de nostalgia başlıklı tıp tezinde, nostos (dönmek) sözcüğünü algos (acı) sözcüğü ile birleştirmiş."

"Överken ender olarak cömert davranan Nietzche, Goethe'yi milliyetlerin ve milli edebiyatların üzerindeki tek isim olarak görürdü. Human, All Too Human (İnsanca, Pek İnsanca) adlı yapıtında, 'Goethe, yalnızca iyi ve büyük bir insan değildir, içinde bir uygarlık taşır o.' diye yazmıştı. Eğer böyle ise, o zaman, yaşamının son yıllarında yazmış olduğu Gönül Yakınlıkları, Goethe uygarlığının bir tür görgü kuralları el kitabı gibi okunmalıdır."

"Türkçede muhabbet sözcüğü hem 'sohbet' hem de 'sevgi' anlamına gelir. Her ikisi için de 'muhabbet etmek' diyebilirsiniz. Sohbet etmenin, bir insanın kalbine ya da aklına açılmış bir pencere olması düşüncesini seviyorum."

Göremediğimiz Tüm Işıklar - Anthony Doerr

Çeşitli basın organları tarafından yılının en iyi romanı ödülü almış bir roman. İkinci Dünya Savaşı, Fransa-Almanya cephesinde geçenler ve biri görme özürlü iki küçük çocuğun gözünden yaşananlar. Bölümler halindeki anlatımı okuma kolaylığı sağlıyor. ancak her bestseller romanda olduğu gibi gereksiz uzun tutulmuş bir roman. Hep derim bizim yazarlarımız bazıları dışında tabi ki yabancı yazarlardan bu konuda daha iyi.

Konusu ise şöyle: Marie-Laure, bir müzede kilit ustası olan babasıyla birlikte Paris'te yaşamaktadır. Gözleri gün geçtikçe daha az görmeye başlayan Marie-Laure, altı yaşına geldiğinde kör olur. Babası ona yaşadıkları mahallenin mükemmel bir minyatürünü yapar, böylece her yeri parmaklarıyla ezberler ve artık dışarı çıktığında evinin yolunu bulabilecektir. Fakat bir sabah savaşın kara bulutları şehrin üzerine çökünce, yanlarında müzeye ait içi sırlarla dolu bir taş ile, Saint-Malo'da deniz kenarında bir evde yaşayan, yirmi yıldır dışarı adım atmamış olan amcalarının yanına gitmek zorunda kalırlar.

Almanya'da bir maden kasabasında kız kardeşi ile birlikte bir yetimhanede büyüyen Werner'in önündeki tek seçenek, on beş yaşına geldiğinde babasının öldüğü madende çalışmaktır. Bir gün şans eseri eski bir radyo bulup onu çalışır hale getirince ve karşılaştığı her elektronik aleti dakikalar içinde tamir edince, bir subay tarafından keşfedilir ve sonradan bir katil ordusu olduğunu öğreneceği özel bir okula gitme fırsatı elde eder. Orada dâhi olmasının bedelini ödeyip, hayatın acı taraflarına tanıklık ederken, kendisini Marie-Laure ile kaderlerinin kesişeceği Saint-Malo'da bulur.

Güzel bir kurgu, okunmaya değer. Alıntılarım ise şöyle:

  "Körlük neydi? Bir duvarın olması gereken yerde, insanın parmaklarının hiçbir şey bulamaması veya hiçbir şeyin olmaması gereken yerde, bir masanın bacağının kaval kemiğini oyması..."

"Ama çaresizlik sonsuza dek sürmesi gereken bir şey değildi onlar için. Marie Laure çok küçüktü  ve babası da çok sabırlı. Lanet diye bir şey olmadığına onu inandırmıştı."

"Körlüğün ne demek olduğunu anlamak için gözlerinizi kapatmanız yeterli olmazdı. sizin gökyüzü, insan yüzleri ve binalarla dolu dünyanızın altında, yüzeylerin dağıldığı ve seslerin havada bir kurdele yumağı haline geldiği daha hassas ve daha eski bir dünya vardır."

"Taşı elinde bulunduran kişi sonsuza dek yaşayacaktır ama taş onda olduğu müddetçe sevdiği herkesin başına sürekli yağan yağmurlar gibi art arda talihsizlikler gelecektir."

"Werner'e göre ise zaman, insanın avuçlarında taşıdığı kor gibi yanan bir su birikintisiydi. İnsan tüm enerjisini onu korumak için harcamalıydı. Onun için savaşmalıydı. Tek bir damlanın bile akmasına izin vermemeliydi."

"Her saat, savaşla ilgili anıları olan bir kişi bu dünyadan ayrılıyor, diye düşündü. Otların arasından tekrar yükseleceğiz. Çiçeklerde, şarkılarda yaşayacağız."

28 Kasım 2020 Cumartesi

Boş Koltuk - J.K.Rowling

Harry Potter serisinin yazarı J.K.Rowling'in bir kitabı "Boş Koltuk" Tür, Harry Potter gibi değil yalnız. Ancak ondan daha büyük olaylar dönüyor. Kitapta geçen öyle bir kasaba ki ölen belediye meclis üyesinin yerine geçmek için ne dolaplar, ne alavereler, ne üçkağıtlar dönüyor. Koltuk sevdası uğruna çok da yabancı olmadığımız durumlar. Çok okumadığım bir türdü ama benim için güzel bir okuma oldu. Okumayı düşünenler için yalnızca başlarda kim kimin ailesi, kim kimin çocuğu türünde küçük notlar alırlarsa güzel olur. sonrası akıyor zaten.

Alıntılara gelince: 

"...ama Ruth'un uzun bir aradan sonra hemşireliğe geri dönmesi, insan vücudunda çıkabilecek milyon tane tersliğin yeniden bilincine varmasına neden olmuştu. Gençken daha gamsızdı; oysa şimdi hala hayatta olmanın ne büyük şans olduğunu fark ediyordu."

"Shirley geçmişin hiç bahsedilmezse silindiğine inanmayı yeğliyordu. hatırlamayı reddediyordu."

"Gavin'de hiç düşünmeden bir kolunu ona doladı. Kucaklanmak öyle güzeldi ki. İlişkileri basit, sözsüz, rahatlatıcı hareketlerden ibaret olsa ne güzel olurdu. İnsanlar neden konuşmayı öğrenmişlerdi ki?"

"Ama hangi yıldızların çoktan sönmüş olduğunu bilmeye kim katlanabilir ki? diye düşündü, gece göğüne gözlerini kırpıştırarak bakarken; hepsinin sönmüş olduğunu bilmeye katlanabilecek biri var mıdır?"

"İnsanın kalbinin kabullenmeyi reddettiği şeyleri beyninin bilebilmesi tuhaftı."

"Bir insan hayatınızdan çıkınca içinizde boşluk kalıyorsa, bu aşk mıydı?"

"İnsanların yüzde doksan dokuzunun düştüğü hata kendilerinden utanmaktı, kendilerini gizleyerek başkası olmaya çalışmaktı."  

"Seçim yapmak tehlikelidir seçim yapınca diğer bütün seçeneklerden vazgeçmek zorunda kalırsın."

Algernon'a Çiçekler - Daniel Keys

 Çok düşük bir  IQ ile doğan Charlie, bilim adamlarının, zeka seviyesini artıracak deneysel ameliyatı gerçekleştirmeleri için kusursuz bir adaydır. Bu deney Algernon adındaki laboratuvar faresinde test edilmiş ve büyük bir başarı elde edilmiştir.

Ameliyattan sonra, Charlie'nin durumu günlüğüne yazdığı raporlarla takip edilmeye başlanır. İlk yazdığı raporlara çocuksu bir dil ve imla hataları hakimdir. ve sonra ameliyat etkisini göstermeye başlar. Charlie artık, insanların kendisi ile dalga geçmeyeceği ve bir sürü arkadaş edineceğini, aşık olduğu kadına açılabileceğini düşünür. fakat zekası normalden çok üstüne fırladığından, çevresinde yadırganır, kıskanılır ve istemiş olduğu arkadaşları edinmekte yine başarısız olur ve yine yalnızdır. Bu deney, son derece başarılı bir deney olarak gösteriliyordu, ta ki Algernon'da ani bir gerileme başlayıncaya kadar. Acaba Charlie'de de aynı gerileme olacak mıydı. Okuyup görelim.

Beni derin derin düşündüren ve sorgulatan bir kitap oldu. Güzel alıntılar var:

"Bunun geriye dönüşü yok, Fanny. Ben yanlış bir şey yapmadım. Ben kör doğmuş ama ışığı görmesine izin verilmiş bir insanım. Bu bir günah olamaz. Yakında benim gibi milyonlarca insan olacak dünyada. Bilim bunu yapabiliyor, Fanny."

"Bu zeka, benimle tanıdığım ve sevdiğim tüm insanlar arasına bir çomak sokmuş, beni fırındaki işimden atmişti. Şimdi, eskisinden çok daha fazla yalnızdım. Algernon'u diğer farelerden bazılarıyla yeniden o büyük kafese koysalardı, acaba neler olurdu diye düşünmeye başladım. Onlar da Algernon'a sırtlarını çevirirler miydi?

"Bunu bana zeka testlerini veren ve Algernon'la çalışan Burt Seldon'a da sordum. O da bana bazı insanların bu yanıtların ikisinin de yanlış olduğunu söyleyeceklerini ve kendi okuduklarına göre I.Q'nun bir insanın o güne kadar öğrenmiş olduğu bazı şeyler de dahil olmak üzere pek çok farklı şeyi ölçtüğünü ama zekayı pek de o kadar iyi ölçmediğini söyledi. Yani ben hala I.Q' nun ne olduğunu bilmiyorum ve herkes farklı bir şey söylüyor. Benimki şimdi yüze yaklaşmış durumda  ve pek yakında yüz elliyi geçecekmiş ama bana yeni bilgiler yüklemeyi sürdüreceklermiş. Onlara bir şey demedim ama aklıma şu takılıyor: Eğer zekanın ne olduğunu veya nerede olduğunu bilmiyorlarsa bir insanda ondan ne kadar bulunduğunu nasıl anlayacaklar ki?"

"Politikadan, sanattan ve Tanrı'dan konuşmaya başladılar. daha önce birisinin Tanrı diye bir şeyin olmayabileceğini söylediğini hiç duymamıştım. Bu beni çok korkuttu, çünkü ben de ilk kez Tanrı'nın ne anlama geldiğini düşünmeye başladım. Şimdi anlıyorum ki, üniversiteye gitmenin ve bir eğitim almanın en önemli nedenlerinden biri tüm hayatınız boyunca doğru olduğuna inandığınız şeylerin doğru olmadığını ve hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığını öğrenmekmiş."

" 'Charlie, sakin ol' İnsanlar dönüp dönüp bize bakıyorlardı. alice koluma girdi ve sakinleştirmek için beni kendisine doğru çekti. 'Sabırlı ol. Unutma ki, başkalarının öğrenmek için bir ömür verdiği şeyleri sen birkaç haftada öğrenmeyi başardın. Sen bilgi emmekten sırılsıklam olmuş kocaman bir sünger gibisin. yakında olayların arasındaki bağlantıların ve birbirinden farklı öğrenme dünyalarının nasıl bir ilişki içinde olduğunu görmeye başlayacaksın."

"Şimdi herkes bana ne kadar farklı görünüyor. Meğer profesörlerin entelektüel birer dev olduklarını düşünmekle ne kadar aptalmışım. Onlar da birer insan, hem de dünyadaki diğer insanların bunu fark etmesinden korkan insanlar...Ve alice de bir insan -o bir kadın, tanrıça değil- ve ben yarın akşam onu konsere götürüyorum."

"Ve bu iş böylece devam etti. Çalışanların çoğu Joe, Frank ve Gimpy gibi hissediyordu. bana güldükleri ve benden daha akıllı göründükleri müddetçe bir sorun yoktu ama şimdi bir moronun karşısında kendilerini ikinci derecede görmeye başlamışlardı. Ben göstermiş olduğum hayret verici gelişmenin, onları ezdiğini ve yetersizliklerini açığa çıkardığını görmeye başlamıştım. Onlara ihanet etmiştim, benden o yüzden nefret ediyorlardı."

"Aslında Nemur'un devlerin arasında cambaz ayakları üzerinde yürüyen bir adam olduğunun  ortaya çıkmasından korkması anlaşılabilir bir durum. Bu aşamada başarısız olmak onun sonu olur. Her şeye yeniden başlaması için de artık vakit çok geç."

"Nasıl oluyor da kolsuz ve bacaksız doğan insanlardan faydalanmayı akıllarından bile geçirmeyen dürüst ve duyarlı kişiler, düşük bir zeka düzeyiyle doğanları istismar etmekte bir mahzur görmezler?"

"Ben onun oğlu değildim. O çocuk başka bir Charlie idi. Zeka ve bilgi sahibi olmak beni değiştirmişti ve benim bu şekilde gelişmem kendisini küçülttüğü için -fırındaki diğer insanlar gibi- o da benden nefret edecekti ve ben bunu istemiyordum."

16 Kasım 2020 Pazartesi

Hayat Apartmanı - Mustafa Ulusoy

 Hayat Apartmanında oturan emekli öğretmen Mualla Hanımın son saatlerinin anlatıldığı ve aynı zamanda Mualla hanımın hayatındaki kişiler, mahallesindeki ve apartmanındaki çevresiyle kalabalıklaştırılmış geçmiş zaman-şimdiki zaman git-gelli, ölüm, her şeyin hayırlısı, kader temalı süslemelerle sunulmuş, kapağına bakınca farklı, içeriğine gelince daha da farklı, bazen sıkan, bazen akıcı, bu türü sevenler için güzel denilebilecek bir roman. Ben çok sevmedim. 
Alıntılar şöyle:

"Bu eve iki şey pek uğramıyordu. Biri kocası diğeri saadet."    

"İnsanın insana uzanan eli ne kadar da kısaymış. Şu an ne yakınımda olanlardan biri Selma. Yaşadığı evin tam altında ne halde olduğum aklının ucundan bile geçmemiştir muhtemelen. Bu kadar yakınken bu kadar uzaksın işte. Hayatın garip bir tecellisi."

"Hiç öğrencilere bahsettiniz mi bundan, hayatın en önemli denkleminden? Kim olursanız olun, ölüm karşısında eşitsiniz dediniz mi hiç? Nerde? Büyük eşitleyici nedir pek sayın öğretmen? Ölüm. Ölümün önünde etkisiz eleman gibi kalakalacaksınız."

"Son nefeslerinin en sonuncusu, göğüs kafesindeki son kuş gibi kanatlanıp burun deliklerinden süzülüp gidecek. Artık adın 'rahmetli' olacak. Bana rahmetli demediler. Bunda senin payın büyük. Öldü, dediler. Rahmetli şöyleydi, rahmetli böyleydi, diye anılacaksın sen."

"İnsan karısını iki türlü güzel bulur. Birincisi görür görmez: Ya güzeldir ya değildir. Bir anda görülen güzelliktir bu. Gözünü gün ışığına açmak gibi. aniden gelişen bir his. Bir refleks gibi patlar hisler insanın içinde. Diğer güzellikse inşa edilir. İlk gördüğünde çirkin bulmazsın kadınını. Muhakemeyle, tetkik ede ede, güzelliklerini bula çıkara, tanıya ede karısını gözünde, muhayyilesinde, kalbinde, fikrinde güzel yapar erkek. Halepli Muhammed, Fatıma'yı her iki türlü de sevmişti. Önce görür görmez, sonra da gördükçe."

11 Kasım 2020 Çarşamba

Peri Gazozu - Ercan Kesal

Bir Zamanlar Anadolu'da filminden tanıdığım Ercan Kesal. Kitaplarıyla geç tanıştım. İlk okuduğum kitabı Peri Gazozu. Kitap bir biyografi gibi. Yazarın asıl mesleği olan doktorluk yaptığı sırada Anadolu'da yaşadıklarını yazmış. babası ile dedesi ile diyalogları, çocukluğu, gençliği. Bir Türkiye fotoğrafı aslında. Otuz bölümden oluşuyor kitap ve hepsi birbirinden bağımsız. Okuması kolay, akıcı. Genelde babasız kalan çocuklar dikkatimi çekti olayların genelinde. Zor yılları yaşamış yazar. Diğer kitaplarını da okuyacağım en kısa zamanda.

Kitaptan alıntılarım ise şöyle:

Dedemden öğrendiğim,'insan olmak' kendi mutlu olduğun şeyleri yanındakilere de iletmektir. İnsan, kendinde olmasını istediği herhangi bir şeyi bir başkası için de aynı şiddetle isteyebiliyorsa 'insanım' diyebiliyor."

"Derdini anlatmak için açlıkla terbiye olup ölüme yatmak günleri bitti zannetmiştim. Yanılmışım. Meğer bitmemiş. Öyle ya, zulüm ve düşmanlık bitmedi ki. Ne çabuk unutmuşum Habil ve Kabil'i. Mermer sunaklar yeni kurbanlarını bekliyor. Haydı, seyre duralım hep birlikte. Ne kadar da küçükmüş meğer. Sığamadık yeryüzü sofrasına. Kibir denizinde boğulmuşuz da haberimiz yok. Değirmenimiz susmuş, unumuz bitmiş. Fırınlarımız da kararmış, kalplerimiz gibi. Artık burnumuzda sıcak ekmek kokusu yerine kan kokusu var..."

 "Eskiden ölülerini gömmeyip, bir kulenin tepesine, açığa bırakan kavimler yaşardı bu kavimler yaşardı bu topraklarda. Topluluğun rahipleri kuleye gizlenip, yırtıcı kuşların ölüleri nerden yemeğe başladığını izlerdi.                                                                Akbabaların ölüleri yediği kulenin adı 'Sessizlik Kulesi.' Türkiye'yi koca bir sessizlik ülkesi yaptık en sonunda.. Ölülerimizi zalimler yesin diye inşa ettiğimiz bir kule artık ülkemiz.                      Saklanıp bir şeylerin arkasına, dilsiz rahipler gibi bakıyoruz ölülerimize."

"İçimde tuhaf bir kıpırtı. aşık olduğum kız geliyor aklıma. sonra annem, babam, abilerim...Aynadaki yüzüm ve giderek değişen gövdem. Hiç bilmediğim şeyler var sanki bu dünyada ve sanırım hayat, hiç de kolayca anlaşılabilir bir şey değil. bana ne oluyor böyle? Büyümek ne zor şeymiş..."

"..tüm misafirleri, küçücük gövdesinden sarkan o ceketle karşıladı, oturdu, sohbet etti. İstanbul'a döneceğim güne kadar da çıkarmadı sırtından. Son gün vedalaşmak için yanına gittiğimde, 'Oğlum bu ceket çok güzel de, bana biraz ağır geliyor. Taşıyamıyorum artık. al onu sırtımdan,' dedi.                                                                       Evet, doksan yıllık bir ömrü taşıyamıyordu artık babam. Aldım ceketini sırtından. Bir daha da giyinemedi."

" 'Karasevda demek, siyah bir mühür demektir. sevdaya düşenlerin kalbinde mutlaka o mühür vardır'. Onlarca otopsi yaptım. Bir o kadarına da katıldım. Neşter kalbe her uzandığında gözüm o mührü arardı. Zafer Hoca'nın dediği doğru muydu acaba? Siyah bir mühür mü vardı kalbimizde?"

Beni Onlara Verme - Tarık Tufan

Tarık Tufan, "Beni Onlara Verme" kitabında bir semti, o semtin mahallelerini 
ve o mahallelere sıkışmış karakterlerin birbirinden ilginç hikayelerini anlatıyor. Okurken sanki bir anı tadında okuyorsunuz masalsı öyküleri. Her zamanki gibi güzel, zengin ve akıcı. Okumayanlara şiddetle tavsiye ederim. Diğer kitapları da aynı tadı verecektir. Tarık Tufan kitaplarında geçen konular adeta hayattan alıntılar gibi. Aynısını yaşamıştım diyebiliyorsunuz. Yazar bizden biri gibi, ailemizden, mahallemizden gibi anlatıyor sanki. Sadece biraz karamsar ve sonları mutlu olmayan hikayeler. Ayrıca kadınlarla ilgili tespitlerine bayıldım. Zaten aşağıdaki alıntılarımın çoğunu onlar oluşturuyor.

"Yetmişlerin sonunda çekilmiş bir Yeşilçam filminin set fotoğrafından, hatta galeride sergilenen fotoğraflardan birinden az önce salona düşmüş gibi duruyordu. Bazı insanlar böyledir; bu dünyaya bir Orhan Kemal kitabından kayıp düşmüştür, Yılmaz Güney'in bir filminden sonra set toplanmış ve o adam orada unutulmuştur, semtin en eski kahvesi kapatılmış ama o adam eski tahta sandalyede oturup kalmıştır. Orhan Gencebay'ın şarkısı bitmiş ama o adam gözyaşı gibi şarkının içine akmıştır."

"İnsanın vücudundaki yaraya merhem bulabiliyorlar ama derdi yüreğinin içinde bir yerlerde olana ve ince ince kanayana kolay kolay merhem bulunmuyor."

"Velhasıl ölüyorlar. Kendi katilleriyle sevişiyorlar, kendi katillerine yemek pişiriyorlar, kendi katillerinin ellerini öpüyorlar bayramda, kendi katillerinin donlarını yıkıyorlar, kendi katillerinin çocuklarını doğuruyorlar, kendi katillerinin çocuklarını büyütüyorlar. İçinde ölüm geçen bir sözü değiştirmek ne kadar zor Allah'ım!"

"Bazı kadınların yüzü, birazdan buralara yağmurlar yağacak yüzüdür. bazı kadınların yüzü, bir kez olsun gerçekten gidenler, dönmek isteseler de bir daha dönemezler yüzüdür. Bazı kadınların yüzü, ben gitmek istesem de beni bırakma yüzüdür."

"Aşık için tek gerçeklik, sevdiği kadının gözlerine bakabilme süresidir. Onun parmaklarına dokunabilme süresidir. Saçlarını arasında ellerini dolaştırabilme süresidir. Bir yalan bu süreyi bir saniye daha uzatacaksa, o artık yalan değil, aşığın bu dünyada aklının erebildiği tek hakikattir."

"Bir aşkı, içlerinde bir yerlerde tutmak zorunda kaldığında ölürler. elini uzatması gereken anda uzatamadığında ölürler. Bir erkeğin ölümü, kadının kalbinin kırıklığıyla başlar."

"Sen hep biliyorsun bir erkeğin başlayıp da bitiremediği cümleleri, susup durmasını, sana bakıp ölmesini. Erkekler, kalbi durduğunda değil, çaresiz kaldıklarında ölürler."

"Her sabah aynanın karşısına geçip uzamış sakallarımı saran beyazlara bakıyorum. kimseler bilmiyor ama ellerin var yüzümde, bembeyaz parmakların, sakallarımın arasında dolanan parmakların, sakallarıma düşen aklar gibi ellerin. ellerin yüzümü yaşlandırıyor; ellerin cehennem, ellerin yasemin, ellerin gül kurusu, ellerin ateş. Kadın zarif elleriyle erkeğin yüzünde yazıyor o hiç bitmeyecek hikayeyi; erkeğin göz altlarına, sakallarına."

"Belki bütün bunlardan daha fazla, ancak Lale'nin yüzünün güzelliğinde takılıp kalmayanların fark edebileceği hüznünde kaldı Mehmet Ali. İnsanlar Lale'nin güzelliğinde kalakalıyorlardı ama babası yeni ölmüş kadınlara özgü, bir türlü geçmek bilmeyeni geçmek bir yana, bir nebze olsun azalmak bilmeyen hüznünü fark etmiyorlardı."

"Bir kadına duyduğun sevgi arttıkça yüzüne doğrudan bakabilme gücün azalır; gerçek aşıklar ölmemek için uzaktan bakarlar. zaten aşktan ölecek hale geldiklerinde, sevgilinin yüzüne bir kez doğrudan bakmaları yeterli olur."

"Güzel bir kadın, tırnaklarını geçirip kanatıncaya kadar bastırsa da güzel bir kadındır. Güzel bir kadın, hayatınızdan bir anı acıtarak koparsa da güzel bir kadındır. Sizi bir uçuruma sürüklese de, güzel bir kadın sadece güzel bir kadındır ve ötesinin bir anlamı yok."

2 Kasım 2020 Pazartesi

Onbinlerin Dönüşü - Samim Kocagöz

Sökeli ve yaşadığım toprakların yazarı Samim Kocagöz'ü geç keşfettim. Bu tamamen benim ayıbım olduğu gibi, okul kitaplarında, edebiyat derslerinde hiç bahsedilmemesi, bunun yanında hiç bir edebiyat öğretmenim tarafından da adının anılmamış olması bunda büyük bir etkendir. Bunun telafisi olarak önce Bütün Öyküleri" ni okudum, şimdi de "Onbinlerin Dönüşü"nü.
1930'ların Almanya'sında hızla yükselişe geçen Nazizm, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de yankı bularak, toplumun tüm kesimlerinde bir hareketlenmeye, kaynaşmaya neden olmuş, yoğunluk kazanan milliyetçilik hareketleri ve fikir ayrılıkları üniversite çevrelerine de yayılmıştır.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğrenim gören Recep ve Halit dünyaya bakış açılarıyla birbirlerine benzeseler de, duygusal açıdan farklı iki arkadaştır. Recep idealleri peşinde koşup, memleket uğruna mücadele verirken, Halit tutulduğu aşkın peşinden giderek toplumdan, yurt sorunlarından uzaklaşır. Ancak Halit zamanla yanıldığını, onca zenginliğin, paranın ve uyumsuz birlikteliğin mutluluk getirmediğini görecek, amaçsız bir yaşamın getirdiği umutsuzluğa ve vicdan azabına göğüs germeye çalışacaktır. İnsanın kim olduğunu yaptığı seçimlerin belirlediğini kavrayan Halit için geçen zamanı geri almak artık mümkün değildir. Ama yine de seçebileceği bir yol vardır.
Onbinlerin Dönüşü, Samim Kocagöz'ün İkinci Dünya Savaşı sürecinin Türkiye'deki yansımalarına ışık tuttuğu, sorumluluk bilincini, yurt ve millet sevgisini şoven duygulardan arındırarak ön plana çıkardığı sürükleyici bir roman.
Kitabın konusu böyle.
60'lı yılların romanlarına özgü kullanılan bazı kelimeler var. O dönemlerde ağızlara yerleşmiş kelimeler. Bunlardan biri de günümüzün "aynen" ine benzeyen "tastamam". Kitapta çokça kullanılmış. Günümüze gelememiş, 80'lerden sonra kullanılmayan sözcüklerden.

Bir de alıntılar var:
"..Fakat bir de bize Yunan uygarlığını armağan eden, yürüten Atinalı onbinleri aklıma getiriyorum. senin gibi Yürüyen onbinler var! İnsanlık uğruna, memleket yoluna yürüyen onbinlere katılmayı ne kadar isterdim. Ama geçti artık. Ben, yenilgiye uğramış, perişan olmuş, dönenlerdenim. Ne yapacağımı bilmiyorum!"


"Fakat iş işten geçti. On on beş yılın insanın ömründe bir önemi yoktur dedin. Bu sözüne inanıyor musun Recep? Ben, sakat bir adamım artık; bu sakatlık, basketbol maçında sakatlanmaya benzemez. Düşünüyorum, etrafıma bakıyorum, arkadaşlarımı gözümün önüne getiriyorum, hayat yolunda, ideal yolunda benim gibi onbinlerin dönüşünü görüyorum."

"Bir politikacı istediği kadar inanmış adam olsun, içinde yaşadığı toplum, onun inançlarına uygun olgunluk ve hazırlıkta değilse, hiçbir şey yapamaz."

"İnsanoğlunun en büyük sanat eserlerinden bir de, kendine göre yarattığı sevgisinin destanıdır. Her insan, yaratabildiği, hayal edebildiği kadar bir sanat eseri ortaya koyar. Bu da aşktır."

"Bildiğini iyi bilmesi, bilgisini çok iyi hazmetmesi,onu bağnazlıktan kurtarıyor, ham sofular gibi karşısındakini ölçüp biçmeden zorla fikirlerini kabul ettirmeye kalkışmıyordu."

"Ne olurdu, insanı tutan, insan eden şeyin fikir olduğunu sonra da bu fikrin namusu olduğunu öğrenmiş olsaydı!"

"Yalnız unutma, bazen şairler, sanatçılar, eserlerimden çok aşağıda, sönük kalırlar. Sanat eseri, ruhun bir uzun anda parlamasıdır. benden uzaklaştığını hissettiğim gün, eserimin sahibinin ben olduğumu aklından çıkarma...İnsanoğlunun en büyük sanat eserlerinden biri de, kendine göre yarattığı sevgisinin destanıdır. Her insan, yaratabildiği, hayal edebileceği kadar bir sanat eseri ortaya koyar. Bu da aşktır."
"Rüyalar bazen, uyandıktan sonra hatırlanabilirse güzeldir. Fakat kişi için, tek başına gözü açık rüya görmek güçtür. Gözü açık rüya görmek adamı çoğu zaman kahreder. Düşünceleri, hülyaları, gerçekleşiverecekmiş gibi gelen ümitleri bir boşluğa yuvarlanır. Kahraman, bu umutsuzluklardan kendisini kurtarmasını bilendir."