Okuduğum kitaplar hakkında yorumlar, düşünceler,alıntılar içeren kişisel blogum. Mehmet Tekinbaş
Bu Blogda Ara
25 Mayıs 2024 Cumartesi
Kitab-ül Hiyel - İhsan Oktay Anar
19 Mayıs 2024 Pazar
Suskunlar - İhsan Oktay Anar
Bütün romanları gibi Suskunlar da bir başyapıt. Hayran olduğum yazarlardan İhsan Oktay Anar. Romanın geçtiği dönemi birebir nasıl bu kadar yansıtabilir bir insan. O döneme ilişkin dile nasıl bu kadar hakim olabilir. Hayranlıkla okuyorum kitaplarını. Suskunlar için mistik bir roman diyebiliriz. Tarihin dinin mistisizmin içiçe geçtiği bir olaylar halkası.
Çeşitli öykülerin bir arada, birbirini destekleyecek şekilde verildiği roman geniş bir şahıs kadrosuna sahiptir. Roman Yegâh, Dügâh ve Segâh adlı üç bölümden oluşmaktadır. Roman, ihtiyar bir bekçinin Yenikapı Mevlevihanesi etrafında mavi ışık saçan bir hayalet görmesiyle başlar. Bu hayalet Âsım adlı bir adamın hayaletidir. Romanda olaylar kronolojik bir sırayla gelişmez. Yazar geriye dönüş tekniği ile bize Kalın Musa’nın torunlarından Davut ile Eflatun’dan bahseder. Olayların karışık bir şekilde ilerlediği romanda sözü edilen Asım kendisine on ki parmaklı, büyük elleri olan Venedikli cüce bir köle alır. Bu köle büyük ve on iki parmaklı elleri sayesinde musikide çok başarılıdır. Kölelikten kurtulmak isteyen cüce beselerini sahibi Asım’a vermektedir, böylece Asım çok meşhur olmuştur. Asım annesinden başka kimsesi olmayan Neva adlı çok güzel bir kıza âşıktır. Ve olaylar sürer gider. Alıntı: (https://daragacisanat.com/2022/07/04/tarih-icinde-bir-roman-suskunlar/)
"Belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu."
"Kin şeytanın kahkahasıdır."
"Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı."
"Ne var ki, her şeyi bilmek için, belki hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, âdemoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatlarını adadı. Çünkü onlara göre, ancak hiçbir şey bilmeyen bir mâsum, gördüğü anda O'nu tanıyabilirdi. Bunun için belki de, ölmeden önce ölmek gerekiyordu."
"Gözün vazifesi sadece “görmek” değil, Hakikat’i görmektir. Hakikat’i gören bir göz, artık başka bir şey göremez. Çünkü o artık, başka bir vazifeyle mükellef değildir ve başka bir gayesi de yoktur."
17 Kasım 2021 Çarşamba
Şehvetiye Tarikatı - İsmail Saymaz
Günümüzde Türkiye’de otuz tarikat silsilesinin ve bunlara bağlı dört yüz civarında kolun, sekiz yüz civarında medresenin faaliyette olduğu tahmin ediliyor. Çoğu holdinge dönüşen tarikatlar büyük bir ekonomik sektör oluşturuyor. Hızla gelişen her sektörde olduğu gibi, bu alanda da kayıt dışı ve merdivenaltı ekonomi gelişiyor. Bireyin kurtuluşunun cemaat yoluyla gerçekleşeceğine dair güçlü bir inanç aşılanıyor. Merdivenaltı tarikat ve cemaatler, geleneksel tarikatların yöntem ve söylemlerini taklit ederken, bilgi kaynağı olarak ilham ve rüyaya, kanıt olarak hurafe, rivayet, keramet ve hikâyelere başvuruyorlar. Müritler, çeşitli yöntemlerle ikna edilerek, ağırlıklı olarak ekonomik ve cinsel istismara maruz kalıyorlar.
İsmail Saymaz, ilkokul mezunu, Arapça ve Kur’an bilmeyen, hatta namaz ve oruç gibi ibadetleri yerine getirmeyen, bazılarının yüzlerce müridi olan, haklarında dava açılmış altı sahte şeyh vakasını inceliyor. Bir kısmının Kur’an kursu da işlettiği, tekke sahibi olduğu bu şeyhler, şehvet ile servet edinme arzusunun iç içe geçtiği bir dünyada, yüzlerce kadın ve erkeğin iradesini teslim alıyorlar. Haklarında şikâyet veya ihbarda bulunulmadıkça, faaliyetlerini yıllarca sürdürebiliyorlar. Esas olarak, devlet tarafından “gerçek şeyhlere” tanınmış resmî hoşgörüden, koruma zırhından ve dokunulmazlıktan yararlanıyorlar. Şehvetiye Tarikatı, kısa yoldan servet edinme hırsının ve bastırılmış cinsel arzuların dinî inançlar temelinde kışkırtılıp, kullanıldığı bir dünyaya ışık tutuyor.
Müritler cemaat içinde dini mertebesinin yükseleceği ve cennete kavuşacakları söylemiyle razı edilerek, ya da Allah'ın gazabına uğrayacağı tehdidiyle ikna edilerek, istismara maruz kalıyor. Ağırlıklı cinsel ve ekonomik istismar yaşanıyor.
Bu kitabı okuyun ki o sahte din tüccarlarının dine nasıl zarar verdiğini öğrenin. Bazı bölümleri içiniz kaldırmayabilir, uyarayım.
Alıntılar şöyle:
Cezbolan müridin badelenmesi gerekir. Aksi takdirde hasta olur. Müridler badelenmeyi rüyasında görür ve şeyhe aşkı artar. Mürid badelenmenin ne olduğunu sorduğu zaman anlatırım. Cezbelenen mürid sır odama gelir. Odanın kapısını kilitler. "Hazırım," derse elimi yalamaya ve emmeye başlar. Sonra pantolonumun fermuarını açar ve (...)"
22 Haziran 2021 Salı
Jurnal Cilt 1 - Cemil Meriç
16 Mart 2021 Salı
Kambur - Şule Gürbüz
11 Kasım 2020 Çarşamba
Peri Gazozu - Ercan Kesal
Bir Zamanlar Anadolu'da filminden tanıdığım Ercan Kesal. Kitaplarıyla geç tanıştım. İlk okuduğum kitabı Peri Gazozu. Kitap bir biyografi gibi. Yazarın asıl mesleği olan doktorluk yaptığı sırada Anadolu'da yaşadıklarını yazmış. babası ile dedesi ile diyalogları, çocukluğu, gençliği. Bir Türkiye fotoğrafı aslında. Otuz bölümden oluşuyor kitap ve hepsi birbirinden bağımsız. Okuması kolay, akıcı. Genelde babasız kalan çocuklar dikkatimi çekti olayların genelinde. Zor yılları yaşamış yazar. Diğer kitaplarını da okuyacağım en kısa zamanda.
Kitaptan alıntılarım ise şöyle:
Dedemden öğrendiğim,'insan olmak' kendi mutlu olduğun şeyleri yanındakilere de iletmektir. İnsan, kendinde olmasını istediği herhangi bir şeyi bir başkası için de aynı şiddetle isteyebiliyorsa 'insanım' diyebiliyor."
"Derdini anlatmak için açlıkla terbiye olup ölüme yatmak günleri bitti zannetmiştim. Yanılmışım. Meğer bitmemiş. Öyle ya, zulüm ve düşmanlık bitmedi ki. Ne çabuk unutmuşum Habil ve Kabil'i. Mermer sunaklar yeni kurbanlarını bekliyor. Haydı, seyre duralım hep birlikte. Ne kadar da küçükmüş meğer. Sığamadık yeryüzü sofrasına. Kibir denizinde boğulmuşuz da haberimiz yok. Değirmenimiz susmuş, unumuz bitmiş. Fırınlarımız da kararmış, kalplerimiz gibi. Artık burnumuzda sıcak ekmek kokusu yerine kan kokusu var..."
"Eskiden ölülerini gömmeyip, bir kulenin tepesine, açığa bırakan kavimler yaşardı bu kavimler yaşardı bu topraklarda. Topluluğun rahipleri kuleye gizlenip, yırtıcı kuşların ölüleri nerden yemeğe başladığını izlerdi. Akbabaların ölüleri yediği kulenin adı 'Sessizlik Kulesi.' Türkiye'yi koca bir sessizlik ülkesi yaptık en sonunda.. Ölülerimizi zalimler yesin diye inşa ettiğimiz bir kule artık ülkemiz. Saklanıp bir şeylerin arkasına, dilsiz rahipler gibi bakıyoruz ölülerimize."
"İçimde tuhaf bir kıpırtı. aşık olduğum kız geliyor aklıma. sonra annem, babam, abilerim...Aynadaki yüzüm ve giderek değişen gövdem. Hiç bilmediğim şeyler var sanki bu dünyada ve sanırım hayat, hiç de kolayca anlaşılabilir bir şey değil. bana ne oluyor böyle? Büyümek ne zor şeymiş..."
"..tüm misafirleri, küçücük gövdesinden sarkan o ceketle karşıladı, oturdu, sohbet etti. İstanbul'a döneceğim güne kadar da çıkarmadı sırtından. Son gün vedalaşmak için yanına gittiğimde, 'Oğlum bu ceket çok güzel de, bana biraz ağır geliyor. Taşıyamıyorum artık. al onu sırtımdan,' dedi. Evet, doksan yıllık bir ömrü taşıyamıyordu artık babam. Aldım ceketini sırtından. Bir daha da giyinemedi."
" 'Karasevda demek, siyah bir mühür demektir. sevdaya düşenlerin kalbinde mutlaka o mühür vardır'. Onlarca otopsi yaptım. Bir o kadarına da katıldım. Neşter kalbe her uzandığında gözüm o mührü arardı. Zafer Hoca'nın dediği doğru muydu acaba? Siyah bir mühür mü vardı kalbimizde?"
1 Ekim 2020 Perşembe
Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde - Mahir Ünsal Eriş
Ondört kısa öyküden oluşan bir Mahir Ünsal Eriş kitabı.
Bu adamın kitaplarını seviyorum. Konuşuyor gibi yazıyor, akıcı ve kendinizden bir şeyler bulacağınız konuların içine dalıveriyorsunuz. Okuru anlattığı öykünün içine çekiyor. Sanki kendi hayatını anlatıyor. Hikayeler genelde duygusal. Aşk var, utanmak var. Sizi zaman makinesine bindiriyor yazar, seksenlere götürüyor. Belki de öykünün kahramanlarından biri olmanızı istiyor.
Alıntılara gelince:
" 'Ölmüş dediler Serkan için' diyor bakkal. 'Ateşlenmiş gece, apar topar götürmüşler. Hastanede ölmüş.' Ne kolay söylüyor.
Merdivenlerinden iniyorum bakkalın. Aynı patikadan evin yoluna düşüyorum. Karnımın içinde bir şeyler kaynıyor sanki, asitli bir şeyler. Arasında koşuştuğumuz ekinler gibi yarılıyor içim. Ölmek ne bilmiyorum. Merak da etmedim hiç. Yani iyi kötü bir fikrim var aslında, tam olarak ayrıntısını bilmiyorum. Tatil gibi bir şey sanıyorum onu, taşınmak gibi, kesin bir şey. Onu bir daha göremeyeceğimi biliyorum. yine de fakat. Bu kadar ani olmasına, böyle habersizce kaçar gibi olmasına üzülüyorum sonra, bozuluyorum biraz.. Çağırsaydı ben de giderdim belki."
"Hiç olmasa ölmeseydi, gitmeseydi, babalık etseydi. Dursaydı, baba denecek biri olsaydı evin içinde. Ama gitti işte, ölüverdi adam, adına bile dillerini döndüremedikleri bir Bulgar kasabası girişinde. Gitmesinde sorun yok, asıl sorun bir daha gelmeyecek olmasında."
"Daha küllüğe yeni bastım sigaramı. zıvanası kokuyor acı acı. Nerden aklıma geldiğini buldum Bilye Hikmet'in de. Sahi, gerçekten de, cennette de aşık olacak mıyız? Orada da kıskanacak mıyız sevdiğimizi ölesiye, öldüresiye. Cennette olabilecek miyiz sevdiğimizle, aramıza ayrılık girmeden? İstememek olmasın orda bari, bırakıp gitmek olmasın hiç olmazsa. Gönül kapıları açık olsun, çalmadan girilsin içeri."
"Her şeyin biteceği hakikatini aklına getirmeyebilecek kadar çocuk olmak ne büyük mutlulukmuş meğer."
“Ama seviyordum onu. Yani galiba seviyordum, sanırım sevmek böyle bir şeydi. Hiç yanımdan gitmesin istemekti..”
”Maalesef, diye başladı söze. Maalesef, beyaz bir kağıdın tam ortasına damlayan kocaman bir mürekkep lekesi gibi düştü içime. Sanki iki göğsümün ortasında bir yer, içine sıcak su dökülmüş çay bardağı gibi patladı, kırıkları ciğerlerime battı sanki..”
"İnsanların kederli olmayı çok sevdiği yıllar. Her şeye sinmiş bir Maltepe sigarası kokusu, bir ucuzluk, bir pazardan alınmışlık, bir muşambalık.."
"Kimi sevsem, hep beklemekle geçiyor vaktimin büyük çoğunluğu..."
"Ben annesine üzülüyor sanmıştım baştan, değilmiş, o hep öyleymiş, üzgünmüş hep. İnsan üzülmekten yorulmaz mı?"
"Her şeyin biteceği hakikatini aklına getirmeyecek kadar çocuk olmak ne büyük mutlulukmuş meğer."