Bu Blogda Ara

23 Aralık 2016 Cuma

Aklımla Dalga Geçme-Fatih Portakal



Aklımla Dalga Geçme kitabını alırken de aslında beklentim farklıydı.Son iki yılın iç siyasi özeti şeklinde bir kitap. Yakın tarih okumayı pek sevmiyorum.Çünkü son iki yılı zaten gün be gün tv'den, gazetelerden ve internet haber sitelerinden ve köşe yazılarından takip ediyorum.Onun  ötesinde canlı yaşamışlığımız da var.Çok yakın tarih anlatımı beni biraz sıkıyor. Her akşam Fox haber de takip ettiğim hemşerim Fatih Portakal'ın okuduğum ilk kitabı.Bir 5 yıl yada 10 yıl sonra okusam belki daha ilginç gelebilirdi.Anlatımı güzel, konulara yaklaşımı ilginç, bazıları sevmeyebilir ama bana dokunmuyor.Tarafsız kalınmış mı, yada tarafsız kalınmaya çalışılmış mı, pek değil ama gayret edilmiş.Kitabı alın ama hemen okumasanız da olur.Biraz zaman geçip gündem unutulduktan sonra daha ilginç gelebilir.

Casus-Paulo Coelho

Arka kapak:Yanlış devirde doğmuş bir kadınım ben, hiçbir şey düzeltemez bunu. Gelecekte hatırlanacak mıyım, bilmiyorum ama şayet hatırlanırsam mağdur bir kadın olarak değil, cesur adımlar atmış ve ödemesi gereken bedeli korkmadan ödemiş biri olarak görülmek istiyorum.
Mata Hari'nin tek suçu özgür bir kadın olmaktı: Sınırlar ve sınırlamalarla dolu bir dünyada kaderine boyun eğmeyen bir kadın...
Paulo Coelho, 20. yüzyıl başında casuslukla suçlanarak idama mahkûm edilen Mata Hari ile avukatı arasındaki yazışmalardan yola çıkarak kurguladığı Casus'ta bu olağanüstü kişiliği bir roman kahramanına dönüştürerek hayatın ve aşkın gizemlerini sorguluyor.

Casus, gerçek bir yaşam hikayesinden yola çıkılarak yazılmış bir roman. Tarihe Casusluk yaptığı için suçlanıp ve idam edilen bir kadının yaşamını konu alıyor. 

Asıl adı Margaretha Geertruida Zelle olan, özgür olmak için Paris'e kaçınca Mata Hari adıyla ünlenen bir dansçı kadının hayatını biraz kendi dilinden biraz yazardan öğreniyorsunuz. Kitap üç bölümden oluşuyor. 
Birincisi; Margaretha'nin gençliği, evliliği, evliliğinde yaşadığı sıkıntılar  ve kızının dünyaya gelişi. 
İkincisi; evinden ve yaşadığı şehirden Paris'e kaçışı, Mata Hari'ye dönüşmesi, dansları, meşhur olma süreci, ünlenip, yükselmesi ve beraber olduğu erkekleri...
Üçüncü ve bence en önemli bölüm, casuslukla suçlanması ve avukatıyla yaptığı yazışmalar ve konuşmalar...
Roman, bir hayatın anlatımı için kısa bir kitap olmuş.
Yaşananlar, duygular ve olaylar bazen çok yüzeysel anlatılmış. O derin duygulara çok da yer verilmemiş. 
Sanırım Paulo Coelho daha çok kitabınıda adını verdiği gibi casusluk kısmına odaklanmış.
Aslında en net detaylar Mata Hari'nin suçsuz yere casuslukla suçlandığını  anlatılan bölümler. 
Sonlara doğru Mata Hari'yi savunan avukatın düşüncelerinin de bulunduğu kısımları ben okurken Mata Hari gerçekten suçsuz yere idama mahkum edilmiş diye düşündüm.  
Mata Hari'nin  deliller yerine varsayımlara dayanılarak idam edildiğini okuduğumda gerçekten üzüldüm. 
Gerçekte Mata Hari, suçlu mu suçsuz mu pek bilmiyorum. Kitap sonrası hakkında bir kaç yazı okuyunca aklım suçsuz olduğuna inanmaya başladı. 
"Dünyanın kaderini değiştirecek biriydim ben, bir taraftan Almanlar adına casusluk yapıyormuş gibi görünüp öteki taraftan Fransa'nın savaşı kazanmasını sağlayabilirdim." İdamına bile giderken gururlu duruşuyla adından söz ettiren bir kadının yaşam hikayesini okumak öğrenmek isteyenler Casus'su okuyabilirler.
Kitaptan alıntılar ise şöyle:
-"Savaşların ilk kurbanı insanlık onurudur. Hapse atilisiniz, önceden de söylediğim gibi , Fransız Askeri Teşkilatı nin gücünü vurgulayacak, dikkatleri savaş meydanlarında canlarını kaybeden binlerce gençten başka tarafa çekmeye yarayacaktı. Barış zamanında kimse böyle saçmalıkları kanıt olarak kabul etmezdi. Savaş zamanindaysa aynı iddialar, mahkemenin sizi ertesi gün hapse atması için yetiyor."
-"Kafesteki kuş özgürlük şarkıları söylese de tutsaktir."
-"Aşk bir zehirdir. İnsan aşık olduğu anda hayatının dizginlerini kaptırır , varlığı tehdit altındadır artık ; çünkü gönlü ve aklı bir başkasının olur."

Müptezeller-Emrah Serbes



Deliduman'ı ilk çıktığında okumamıştım.Ama Müptezeller'i çıkar çıkmaz aldım.Akıcı güzel bir kitap.Hayattan alıntılar ve Emrah Serbes'in diğer romanlarında olduğu gibi hayatla içiçe.Gerçekle roman birbiri içine geçmiş gibi.Yakın zamanda Deliduman'ı da okudum. Bir ara ikisi birbiri içine girdi.Tarz aynı Emrah Serbes romanlarında ve hepsi de çok güzel.Ancak yine küfür çok bolca kullanılmış.Aslına bakarsan hayatın içinde küfürün yeri daha da fazla değil mi. 

Romanda anlatılan sanki bir anda yazarın gerçek hayatıyla çakışıyor gibi.Belki de kendini anlatıyor.Sevmediğim kısım ise uyuşturucu konusunun çok fazla üzerinde durulması.İstemeden özendirir gibi.  
Hürriyet Gazetesindeki röportajında Emrah Serbes bu kitapla ilgili şunları söylemiş:
İlk olarak ‘Müptezeller"i senden dinleyelim...
- “Haydi kitabı anlat bakalım” dendiğinde anlatmak zor. Şöyle söyleyeyim: Bildiğim insanlardan yola çıkarak yazdım. Yani en çok bildiğim çevrelerde dolaşarak yazdım. Yaşar Kemal’in bir sözü vardır, “Her yazarın bir Çukurova’sı olmalı” diye... Yani her yazarın en iyi bildiği bir yeri ve anlatabileceği insanları olmalıdır. Benim de bildiğim insanlar bunlar. Şimdi desen ki, “Şu okumuş yazmış adamları anlat”, o yok bende... Bizde kıyıda-köşede kalmış, hayata karşı tutunamamış, biraz horlanmış, hayata katlanabilmek için gerektiğinde madde kullanan ve gerektiğinde içen adamlar var. Bu adamları, okumuş yazmışlardan daha çok bildiğimi söyleyebilirim. 
Önceki kitaplardan farkını nasıl tanımlarsın? Ya da mesela 'Erken Kaybedenler'in devamı gibi mi?- Evet, aslında bir yönüyle ‘Erken Kaybedenler'e yakın bir kitap. 
Peki ana karakterin ne kadarı sen, ne kadarı ben, o, ötekiler diyeyim?- Böyle bir şeyin tam ölçüsünü bilemem de aslında derdim biraz kendimden yola çıkıp başkasını anlatmak ya da anlatabilmek. Benim açımdan bakıldığında bu adamda benden bir sürü şey var. Benden olmayan şeyler de var. Ama ne kadarı ben dersek, bunu bilemem. Kitabın otobiyografik unsurları yüksek. Esas mesele şu; geri dönüp baktığımda burada ne anlatmaya çalıştığım. Edebiyat dünyası denilen bu dünyaya girdik, aradan geçti 10 sene. Biraz şans da yüzümüze güldü. Örneğin başka yazarların yüzüne o kadar gülmüyor. Benim kitabımı aldılar, dizileştirdiler. Ondan sonra şöhret oldu vs. Kitaplar tanıtıldı, daha çok bilinir olduk, daha çok okundu... Ama bunlar gelip geçici. Sonra elimizde ne kalacak? Geri dönüp baktığımda “Bu adam ne yapmış” dendiğinde ne kalacak? Mesele biraz da bu; ben ne yazmışım? Kıyıda köşede kalanları, kaybedenleri falan anlatmış desinler isterim. Çünkü bunu yapmaya çabaladım. Bir de arkadaşlığın güzel bir şey olduğunu da anlatmaya çalıştım. Dikkat edin mesela, ailesi yoktur bu kitaptaki çocuğun. Hep arkadaşları vardır. Arkadaşlığın da öğretici ve hırpalayıcı tarafları vardır. Sen hayata katlanamıyorsan ve bir arkadaşın varsa, “Gel beraber katlanamayalım” gibi duygusu da vardır bu işlerin.
Kitaptan alıntılara gelince;
Babam gülümsemeye çalışırken birden durdu, yine ağlamaya başladı. Elimi omzuna attım, azgın dalgaların kayalıklara attığı iki sandaldık o anda, “Üzülme baba,” dedim. “alt tarafı bir ev, alt tarafı beton parçası ya.Çalışır ederiz, yine alırız. Ben de çalışırım bundan sonra, söz, alırız bir ev daha. “Ona üzülmüyorum ki ben,” dedi babam. “Her ay evin taksitini ödedik de ne oldu. Bak, uçup gitti elimizden balon gibi. Keşke seni ağlatmasaydık çocukken. Keşke sana o akülü arabayı alsaydık.”
Yüreğin hafızası var, farklı işliyor. Bir zamanlar kaldığı evleri, en boktan zamanlar da olsa unutamıyor insan...
“Bir hayal, gerçeğin kıyısından geçtiğinde, iki göz bir mahremde buluştuğunda, iki el birbirini bulduğunda, iki kalp birbirine dokunduğunda, bu dünyada bitmemiş ümitler adına bir çiçek açar ve umutsuzluk bir adım geri atar, bu coşkun yüreğin zaferidir ve insanın karanlıkta atabileceği yegâne adımdır. Hala içim sızlıyordu. Her şeyi acıyla öğrendiyseniz mutluluktan da içiniz sızlar.” 

23 Ekim 2016 Pazar

Elveda Güzel Vatanım-Ahmet Ümit


Ahmet Ümit, Elveda Güzel Vatanım kitabında İttihak ve Terakki Cemiyeti’nin 1906 ile 1926 yılları arasındaki 20 yıllık süreci ele alıyor.
Yazarın önceki romanları polisiye türünde olsa da bir çoğunda tarihten kesitlere yer verilmişti. Bu defa ise Elveda Güzel Vatanım ile tamamen geçmişe, 1900’lerin ilk 20 yılına gidiyoruz.
Kitapta, İttihak ve Terakki’nin 1889’daki kuruluşundan başlayarak 1906’da orduyla birleşip büyük bir güce kavuşmasının ardından 1926’da İzmir Suikasti ile sona ermesine kadar olan tarihi sürecine tanık oluyoruz.
Tarihsel bir roman niteliği taşıyan kitap, tarihin bu karışık ve zor dönemlerinde yaşanan bir aşkı da ele alıyor ve II. Meşrutiyet’in, Şehsuvar Sami ile sevgilisi Ester’in hayatlarının üzerinde nasıl bir etki yarattığına tanıklık etmemizi sağlıyor.Sevgilisi Ester'e yazdığı mektuplarda hem aralarındaki duygusal ilişki hem de dönemin tarihi olayları akıcı bir dille anlatılıyor.Tahminimce tarih kitabı yazmak zor olsa gerek. Ayrıntılı bir araştırma gerekiyor.Yazar bunu da hakkını vererek yapmış, gerçek diyaloglardan, yorum katılmadan, gerçek bir hikaye polisiye ile süslenerek anlatılmış.Çok uzun olmakla birlikte benim hoşuma giden bir kitap oldu.

Kitabın Özetine gelince;
Şehsuvar Sami, Galatasaray Lisesi’nde eğitim görmüş Selanikli genç bir adamdır. Hayali ise yazar olmaktır. Yahudi bir kız olan şair Ester’e aşıktır. Birlikte Fransa’ya gitmeye karar verirler. Ancak Sami, kendisini devrime kaptırır ve hayatları bir anda tamamen değişir.
O sıralar Osmanlı İmparatorluğu çöküş dönemindedir. İmparatorluğun başında Abdülhamit bulunmaktadır. İttihat ve Terakki üyesi olan Şehsuvar Sami, özgürlüğe kavuşma arzusuyla gün geçtikçe sivrilir, hatta bir tetikçiye dönüşür. Bir entrikanın ortasında kalan Şehsuvar Sami büyük bir ikileme düşer. Bir tarafta aşık olduğu kadın, diğer tarafta ise vatanı vardır. Sami, Ester’e 45 tane mektup yazar ve bu mektuplarda o dönem içine düştüğü çıkmazı, kararsızlıklarını ve korkularını anlatır.
Kitaptan bazı alıntılar ise şöyle;
"Ülken ateşler içinde kalmışken, kendi gönül yaranı söndürmenin peşinde koşamazsın"
"Vatan için dökülen kan asla ziyan değildir"
"Zalimin en büyük başarısı , zulüm ettiklerini kendine benzetmesidir"
"Şimdi farkına varıyorum ki, benim için bir tek vatan varmış, o da sensin... Seni kaybettiğim anda vatanımı da yitirmeye başlamışım. Evet, ağır ağır ödüyorum"
"Ormanda kurt ölünce, çakallar birbirini parçalarmış"
"Burası Fransa değil, bakma coğrafi olarak Avrupa'da olduğumuza, burası Doğu medeniyeti Şehsuvar. Bizde hayat daha serttir, daha acımasız... Başka ihtimal yok, ya zalim olacaksın ya mazlum, ya katil ya da kurban. Evet, vaziyet bu kadar mühim... Yarın daha da beter olacak, çünkü eninde sonunda kaybedeceksin, o zaman mazlum olacaksın, senin kıydıkların sana kıyacaklar"
"Kaldırımlara taşmış kahvehane masalarında domino oynayan ihtiyarlar vardı. Yunanca küfrediyordu biri, İspanyolca şarkı söylüyordu öteki, Türkçe pazarlık yapıyordu bir başkası.
''Paris'te bunları göremeyiz.''diyordum. ''Burası bir imparatorluk. Burası dillerin, dinlerin, ırkların bahçesi"
"Victor Hugo'nun söylediği gibi: ''Zamanı gelmiş fikirden daha güçlü hiçbir şey yoktur"
"Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden daha karanlıktır
"

20 Ekim 2016 Perşembe

Tutsak Güneş-Ayşe Kulin

Ayşe Kulin'in okuduğum kitapları içerisinde en ilginç konuya sahip, belki de daha önce hiç denemediği bir tarzdaki kitabı.Elimde fazla kalmadı,okudum bitti, Gelecekte geçen akıcı bir konu, hayal gücünü çok zorlamayan, günümüzden bazı esinlenmelerle, fantastik, bilim kurgumsu, çok da aklınızı zorlamayacak bir kitap. Günümüz siyasi ve sosyal olayları ile geleceği yoğurmuş mesaj kaygılı bir kurgu roman. Bu kitabı okurken aynı zamanda e-kitap olarak Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya adlı kitabını okuyordum. Onunla bazı benzerlikler olduğunu düşündüm.

Kitabın özetine gelince; bir gök cismi yüzünden hiçbir şekilde güneş alamayan karanlık bir ülkede geçiyor. Bu ülke Uluhan tarafından yönetilen polis-devlet tarzında yönetilen bir ülkedir. Sınıfsal bir toplum yapısına sahip olan bu ülkede insanlar boyunlarına toplum içindeki yerlerini belli edecek türden atkılar takmaktadırlar. Erkekler daima kadınlardan üstün tutulmaktadır. En az 3 çocuk doğuramayan bir kadın kusurlu ilan edilir ve bu, aynı zamanda boşanma sebebidir. 


Merkez’de yaşayan insanların hayatları diğerlerine göre oldukça kolaydır. Robotlar, hava araçları, görüntülü iletişim sistemleri, toz haline getirilmiş organik yiyecekler gibi hayatlarını kolaylaştıran bir çok araç-gerece sahiptirler. 

Tüm bu konforun yanında aynı zamanda toplumun uyması gereken kurallar ve yasaklar bulunmaktadır. Merkez’in izin vermediği bilgilere erişmeye çalışmak, belirlenmiş kitapların dışında kitap okumak gibi yasakların yanı sıra, başlıklı ve kapalı kıyafetler giymek, aile reisinin erkek olması, kızların iyi okullara gönderilmemesi gibi kurallar da bulunuyor.

Bu distopik ülkede yaşayan Yuna Otis, üst düzey bir profesördür. Uyku problemi çektiği için uyku seanslarına gitmektedir. Babasını ve babasının ölümünü hatırlamayan profesör bunun izini sürmektedir. Sadece bir tane çocuk doğurabildiği için kocasından boşanmak zorunda kalmıştır. Profesörün bu tek oğlunun adı Regan’dır. Regan İstihbarat bölümünde çalışan yetkili bir kişidir. 

Daha önce içinde yaşadıkları toplumun kötü yönlerini hiç yadırgamamış ve sorgulamamış olan Yuna, geçmişini araştırdığı bir yolculuk sırasında Tamur adlı biriyle tanışır. Tamur’un Yuna’ya anlattığı şeyler yüzünden Yuna ilk defa Merkez’e karşı şüpheyle bakmaya başlar.


Kitaptan alıntılara gelince.Çok fazla alıntı yok belki şunlar var biraz;
Benim tek tesellim,bunca tahribata karşın,sevginin hala var olmasıydı.
Düşünce saksıda büyüyen bitki gibidir,kökleri hiçbir zaman saksınınelverdiğinde fazla gelişmez. -Simon Bolivar
"... İktidar böyle bir şeydir kızım! Fazla güç insanı ahlakından da eder, aklından da."

7 Eylül 2016 Çarşamba

Bülbülü Öldürmek-Harper Lee

Son zamanlarda adını çokca duyduğum ama bir türlü okumaya fırsatım olmayan bir romandı.Nihayet okudum. Beklentim her zamanki gibi yine üst düzeyde imiş ki, bu ünü hak edecek bölümlere ne zaman geleceğim derken roman bittiç Hele son bölümlerde iyice sıkıldım.Gereksiz uzamıştı. Bir de şöyle bir durum var ki yabancı romanlarda kahramanların isimleri bilindik isimler değil de kız yada erkek olduğunu anlayamıyorsam konuyu anlamakta çok zorlanıyorum.Yani haklı değil miyim ben Finch'i yani Scout'u kitabın neredeyse kırklı sayfalarına kadar erkek sanıyordum.Kız olduğunu belirten herhengi birşey de yoktu.Siz ce de normal değil mi.Bir romanda da bu şey başıma gelmişti.Demek ki ben de de bir tuhaflık olabilir.Neyse kitabın konusuna geçelim.
Kitap, avukat bir baba, yüksek insani erdemlerle yetiştirilen çocukları, iftiraya uğrayan bir zenci ve iftira atan insan çevresinde gelişir. Konular çocuk gözüyle anlatılır. Tecavüz iftirasıyla suçlanan zenci bir adamın avukatlığını üstlenen Atticus ve ona tepki gösteren kasaba halkı ile zencinin suçsuz olduğuna inanan Atticus’un çocukları okuyucuya bir çok unutulan değeri hatırlatıyor. Kitabın en çok hoşlandığım bölümü mahkeme sahnesinin olduğu bölümlerdi.Güzel bir konu işlenmiş.Ancak bu kitap Türk yazarlarına hayranlığımı arttıran bir kitap oldu.Bu tür yazarların isim yapmış romanlarını okuyunca hayranlığım daha da artıyor.Ama Türk yazarlarında olan hayranlığım. Bizim yazarlarımız ve bizdeki ünlü romanları, romanlarda geçen konu ve kurgu bu kiralayın çok çok üzerinde.Bu kitapta işlenen bir konuyu bir Türk yazar çok daha mükemmel işlerdi.Aynı şekilde Rus yazarlar içinde aynı şeyi düşünüyorum.
Kitaptan alıntılara gelince;
"Atticus bana sıfatları kaldırırsan gerçekler kalır " demişti. 
"Vali devlet teknesine yapışmış bazı deniz kabuklularını temizlemek istiyordu"
"Ama bazen bir adamın elindeki incil babanın elindeki viski şişesinden daha tehlikeli olabilir"
"Bayan Gates tahtaya büyük harflerle "DEMOKRASİ" yazdı.tanımını bilen varmı diye sordu.Elimi kaldırdım: "Eşit haklara evet, özel ayrıcalıklara hayır" dedim."
"Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır"

13 Haziran 2016 Pazartesi

Titanic Kemancıları-Bekir Coşkun

Bekir Coşkun'un Cumhuriyet, Habertürk ve Sözcü Gazetelerinde çıkan yazılarından derlenme bir kitap.İktidar partisi eleştirileri yoğunluklu kendi uslubunca yazılmış kitabı çok kafa yormadan yakın geçmişteki olayları hatırlamamızı sağlıyor.

Beni Susturabilecek Tek Şey-Emine Ülker Tarhan


Emine Ülker Tarhan'ın Beni Susturabilecek Tek Şey kitabını almadan önce içeriğini araştırmamıştım. İktidar karşıtı söylemlerinin yer alacağı bir kitap bekliyordum ama daha kapsamlı bir kitap bekliyordum.Karşılıklı konuşma ve ropörtaj şeklinde bir kitapla karşılaştım.Kötü mü hayır.Meclis konuşmaları var.Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmalar.Hepsi de çok değerli sözler. Gezi olaylarına bakışı, iktidar hakkındaki kendi üslubunca söylenmiş konuşmalar, sözler.Emine Ülker Tarhan değerli bir insan. Sol düşüncenin uçlarında olmayan demokratik, bir hukuk insanı görüntüsünde.Ama siyaset insanı değil. Gençlerin okuması gereken fikirleri var.Yanlış bir zamanda siyasi parti girişimi oldu ancak kafasında oluşturduğu çoğunluğu sağlayamadı.Ülkemizin böyle değerli insanlara gerçekten ihtiyacı var. Ama siyaset ona uygun mu.Bilemiyorum. Kitabında "Beni Susturabilecek Tek Şey"... BİLGİDİR. diyor Tarhan.

Merhume-Murat Uyurkulak


Aydın'lı hemşerim ve yaşıtım Murat Uyurkulak'ın kitabını bir dergide duymuştum.Listeme aldım.Uzun süredir alayım okuyayım derken nasip bu güne imiş. Kitabı sevdim. Hele kapağını açar açmaz "Manitu" Şükriye Uyurkulak'ın hatırasına,"Suzi" Suzan Akap'a.. yazısını okuyunca daha da bir sarıldım kitaba.Komşumuzun oğlu yazmış gibi.Neden mi? Çünkü o Suzan Akap'ı tanıyorum ben.Suzan Teyze. Makarnacı Suzan Teyze.Makarna keserdi.Erişte.Ne bileyim biz öyle diyorduk.Arkadaşım'ın annesi Uğur Akap'ın.Neyse kitabı bir solukta okudum.Güzel kitap. sosyal, felsefik,tarihsel herşey var. Konu bütünlüğü içinde anlatılan konular sıkmadan anlatılmış zeka ürünü.Sizi kitabın içine çekiyor.Dünyanın en güzel öfkesine,nefretine ve kinine sahip adamın son romanı.Bir kitaptaki ilk cümlenin önemini Tol ve Har'da görmüştük.Merhume de "Bir gün,öyle bir an geldi ki kötü biri olmaya karar verdim" ilk cümlesiyle okuru kitaba hapsediyor.Açıkçası bu kitabı yazarını bilmeden okusaydım Murat Menteş derdim.Karakterler,mekan tasvirleri ve isimler özellikle Menteş'i anımsattı.Kitap bir cinayet romanı ama merhumenin katilinin bütün dünya olduğu bir cinayet romanı.Murat Uyurkulak kitapta sosyolojik ve toplumsal tespitleri son derece yerinde yaparken, Hitler'e, medyaya, edebiyat ve sanat dünyasına, Gezi eylemlerine, İran devrimine, Dersim harekatına, Ermeni soykırımına, Ulu Önder Atatürk'e ve Uzun Önder'e lafını "koyuyor"

Çİ-Akilah Azra Kohen




Fi' yi okuduktan sonra ikinci kitabı okumam herhalde yada okumayı düşünmüyorum diye yazmıştım. Bir arkadaşım hediye edince yine dayanamadım okudum.İlk kitabın kopyası gibi ama sanki biraz daha akıcıydı sanki.Yine bazı bölümleri okumadım. Sağolsun yazar isimlerle bölümlere ayırmış kitabı ne yaptığını çok merak etmediğim isimlerin bölümlerini okumadım.Hakkını yemeyeyim beğendim sayılır.İlk kitabı okuyan arkadaşlara devamını getirmelerini tavsiye ediyorum.Üçüncü kitabı okumam herhalde.Şaka şaka kesin konuşmayayım.Belli olmaz.Sonunu merak ediyorum.
Çi, hikayesinde hayatında her şeye sahip olan bir adamın, tek bir şeyin varlığıyla sonuna kadar mutlu olmasını, kaybetmesiyle çöküşünü anlatıyor, aynı zamanda belki de özellikle kadın için aşkın gerçek anlamda ne olduğunu, bir insanın sizin hakkınızda gerçekten düşünüp düşünmediğinin kriterlerini sorguluyor, çi ilk ve son kitap arasındaki köprü olma görevini başarıyla yerine getirmiş, ana karakterler dışındaki 4'ünün birbirleriyle yollarının nasıl kesişeceğini pi'de göreceğiz. Kitabı okurken hiç altını çizmemişim.Demek ki çok önemli sözler geçmemiş kitapta.

19 Mayıs 2016 Perşembe

Klişe Hayatlar Matbaası-Can Yılmaz


Son zamanlarda buna benzer kitaplar çıktı.Devamı gelir mi bilmiyorum.İnşallah benim de kitabım olsun, ben de esen bu rüzgardan serinleyeyim mantığıyla başlanmamıştır. Ünlü yazarlarımızın ağır dille rus romancısı olma heveslerine nazaran sade dilli akıcı bir kitap. Değişik hikayeler, herkesin kendinden birşeyler bulacağı şeyler barındıran hikayeler.Hikayeler diyorum çünkü önceleri kendi hayat hikayesinden kesitler sanmıştım, sonra öyle olmayabileceğini, o hava verildiğini düşündüm.O olasılık biraz havada bıraktı konuları.Kitabın başındaki anlatılanlar güzel akıcı gidiyorken sonra ortalara doğru sıkmaya başladı hikayeler.Ama en son anlatılan en güzeliydi bence.Orada yazan dileklerin tamamının gerçekleşmesi dileklerimle.

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Hep Lunapark-Bahadır Cüneyt Yalçın



        İrfan Yunus ve ailesinin Balkara şehrinde işlettiği naif lunapark. "Hangi lunapark bir uydu fotoğrafına doluyken yakalanmışsa oralıyım ben" cümlesinin müellifi İrfan. "Burada çocukluk değil manyaklık ortaya çıkar" sözünün sahibi Zafer. "Lunaparktaki sese ve ışığa savunma geliştirmeye çalışan sinir sistemi dert çekmeye vakit bulamaz" diyen, pembe ojeli parmaklarıyla hayal perdelerini parçalayan Ayşegül. Dönmeli, hoplamalı, ışıklı bir eğlence köyü. Ölmüş meşhur şarkıcılara mektuplar yazan safiyet ehli Mustafa, bir varoluş biçimi olarak bayılan Narine, kumarbaz Savaş, fettan Alev, dövüş ustası bir dondurmacı. Deniz kaplumbağası, peruklu balerin, şaşı ahtapot ve belgesel kameraları…Ne demişler: Roket yükselmeye inanır. Rüzgâr hep kazanır, tül hep kaybeder. İşte huzurlarınızda; yükseliş, alçalış, merkezkaç ve Newton. Acı, avantür, komedi ve sürpriz. Bahadır Cüneyt Yalçın, Mütevazı Bir İntikam'ın ardından Hep Lunapark ile yeni edebiyata bir kez daha kahkaha ve sevgiyle selam çakıyor. "Biz ancak kimsenin kaybetmediği bir ringte kazanabiliriz."



              Kitabı bir haftada okudum, güzel başladı, ağır devam etti, zor bitti. Dergi yazılarını göz önüne aldığımda  Bahadır Cüneyt Yalçın'dan daha farklı konu ve konunun arasına daha sıkça serpiştirilen incelemeler, ayrıntılar tespitler olmasını bekliyordum.Biraz o konuda zayıf kaldı.Kitap iyi, hoş ama bir Selçuk Aydemir hikayesi değil.

Kitaptan alıntılara gelince: "İnsan ancak kültürüyle medeniyete mal olabilir, ya da sadece çürüyerek."Oscar Wilde
-"Kavga veya tamir çıplak elle olduğunda paha biçilmezdi ama çağımızda bu görenekler unutulmuştu." 
-"Hayatımda sadece bir kere sarhoş oldum.Yirmi üç yıl sürdü."W.C.Fields
-Atlıkarıncalar lunaparkın sembolüdür, öyle değil mi?. dedi.Çocukları baş dönmelerine alıştırıyor.Büyük dayım bunları pek sevmez.Atlıkarıncadaki atlar gibi aptal olmamak lazım, aynı yerde dönmek ancak harman sığırına yakışır" diyor.
-Garson gelince ilk konuşan kişi ya en çok susayandır ya da liderdir.
-Trambolin ticareti yapanlar nasıl dua eder.?Allahım sen yer çekimini koru, diye.
-"Trene bakanlar bir tek lunaparkta kendini kötü hissetmiyor."dedim
-Bütün istediğim paranın mutluluk getirmeyeceğini anlamam için bana bir şans verilmesi.
-Bir gün Sophia Loren'e soruyorlar:"Kocanız Avrupalı, onda Amerikan erkeklerinde olmayan şey nedir?. "Ben" diyor Sophia.Özgüvene bakar mısınız.
-"Veterinerlerin bildiğimiz Tıp doktorlarından farkı şudur; kimseye hayvan hakaret etmezler."demişti televizyonda bir doktor.
-Babalar her zaman haklı değildi, fakat her zaman babaydı.
-Düşüncesizlikten daha büyük düşünce suçu olur mu?

6 Mayıs 2016 Cuma

Küllenen Her şey-Feridun Andaç

           Feridun Andaç'ın Küllenen Her şey adlı Can yayınlarından çıkan ve deneme yazılarından oluşan kitabından okurken altını çizdiğim notları sizlerle paylaşıcam.

           Okuma Eyleminin Labirentlerinde
"Ancak bilgi, yazara sorumluluk yükler ve yazma işini daha da güçleştirir.Kalıcı değeri olan bir şeyler yazmaya çalışmak, yazma eyleminin kendisi, günde yalnızca birkaç saat sürse bile insanın tüm gününü alan bir uğraştır.Yazar bir kuyuya benzetilebilir.Dünyada ne kadar çok yazar varsabir o kadar da kuyu vardır.Önemli olan kuyuda iyi su bulunmasıdır ve kuyudan düzenli miktarlarda su almak, suyun tümünü kullanıp kuyuyu kuruttuktan sonra yeniden dolmasını beklemekden daha iyidir.
          "Sadi Şirazinin  Ay Yüzlü Güzel meselini her okuduğumda, sanatın bin bir yolunu ışıtan görme bilincinin sağanağına tutulduğumu söylemeliyim, sevgili okurum.
           Sadi, bir güzele tutkuyla bağlanmanın seyrindeki kişiyi anlatan o meselini şöyle bitirir:
           "Elinde bir bardak kar suyu vardı.İçine şeker dökmüş, gülsuyu katmıştı.Ama bilmiyorum, bilmiyorum bunu gülsuyu ile mi kokulandırmış, yoksa oraya yüzünün gülünden bir kaç damla mı düşürmüştü.?"
             Velhasıl kınalı elinden şerbeti kaptım ve içtim, geçmiş ömrümü yeniden kazandım.
        Gönlümde öylesine bir suszluk varki,suları sormak şöyle dursun, denizleri içsem gidecek değil.Gözü her sabah böyle bir yüze değen bahtiyara ne mutlu...Şarabın sarhoşu gece yarısı uyanır, Saki'nin sarhoşu ta kıyamet gününün sabahında ayılır"
              Fikret Kızılok'un şu sözlerini anımsıyorum şu an:
         "Meşhurluğumun bir hastalık olduğunu bilerek ortalıkta fazla görünmedim, sadece işimi yaptım, şarkılarımı söyledim.Aşk mektuplarımı başkasına yazdırmadım.Soldan doğdum soldan uyandım, solda oturdum.İnsan olmanın haysiyetini solda buldum, hep solcu oldum, hep solcu kalacağım.Sebebi gayet basit: insanın soyutlarının ve somutlarının bir bütün olduğudur.Güzelliklerin, kültürün ve sanatın satın alınamayacağıdır."
            Bu ve buna benzer yazarın okuduğu kitaplara ilişkin yazarlardan ve kitaplardan alıntılar.Güzel bir kitap. kitabın sonunda da Leyla Aktay' la yapılmış bir söyleşi var. 


Mücella-Nazan Bekiroğlu

          Mücellâ'da bizleri 1920-1970'li yılların Türkiye'sinden nostaljik bir hikâyeyle buluşturuyor. Mücellâ, genç Cumhuriyet'le yaşıt bir kızın, unutulmuş kumaşların, kokuların, alışkanlıkların, iğne oyalarının, kimi yarım kalmış kimi tamamlanmış aşkların, hayatı seyretmekle yaşamak arasında gelip giden kadınların romanı.
         Nazan Bekiroğlu'nun ilk defa Nar Ağacı romanını okumuştum. Çok beğenmiştim. Mücella'da beklentim kapak resmi gördükten sonra özellikle çocukluğumun geçtiği 80 li yılları daha çok yaşayacağımı düşünmüştüm.Ama sanki o beklentim eksik kaldı gibi. Konu biraz hafif kaldı sanki, başta ben mi karıştırdım bilmiyorum ama karakterleri karıştırdım. Sonra oturdu ama çok beynimi yormadan bitirdiğim bir kitap oldu.


Kitapta özetleTevfik Efendi ve Neyyire Hanım’ın Mücella ve Fahir adında iki çocukları vardır. Fahir, Mücella’dan on dört yaş büyüktür. Neyyire Hanım’ın Mücella’ya hamile olduğu yıl, kocası Tevfik efendi şeker hastalığı yüzünden hayatını kaybeder. Fahir, Keriman adında bir kızla evlenir ve Fahir’in annesiyle yaşamaya başlarlar. Ancak bir süre sonra Keriman ve Neyyire Hanım’ın arasında anlaşmazlıklar başlar. Durum böyle olunca Fahir ve Keriman İstanbul’a gitmeye karar vererek oradan ayrılırlar. 
Oğluyla gelini gittikten sonra tek başına kalan Neyyire Hanım, tek başına çocuk büyütmenin zorluklarıyla karşı karşıya kalır. Kızı Mücella’yı çok sever ve üzerine titrer. Mücella da annesini çok sever ve hiç sözünden çıkmaz. Mücella ilk okulu bitirdikten sonra Neyyire Hanım başına bir şey gelmesinden korktuğu için onu ortaokula göndermemeye karar verir. Mücella’nın kuzeni Filiz ise akşam sanat okuluna başlar.


          Filiz ve Mücella gençlik yıllarına geldiklerinde, Filiz birine aşık olur ve mektuplaşmaya başlar. Mücella ise annesinin baskısı yüzünden bakkala gitmek haricinde dışarıya bile çıkamamakta ve zamanını evde geçirmektedir. Evde olduğu süre içinde annesinden dikiş nakış öğrenen Mücella, tüm mahalleye yetecek kadar çeyiz hazırlar. Bu sırada evlenme yaşı da gelir. 

           Filiz, İş Bankası’nda işe başlar. Mücella ise hala evde vakit geçirmekte, ev işleri, yemek yapmak, çeyiz hazırlamak gibi işlerle uğraşmaktadır. Filiz’in Refik Bey adında mühendis bir talibi çıkar. Filiz evlenmeyi kabul eder. Çeyiz hazırlamaya vakti olmadığı için Mücella’nın hazırladığı çeyizlerden alır. Filiz ve Refik Bey’in iki kızları olur. Filiz bankada çalıştığı için çocuklarıyla yeterince ilgilenemez, bu nedenle onları Mücella büyütür.

           Mücella 30 yaşına geldiği halde hala bekardır. Bu süre içinde abisinin torunları bile olmuştur. Artık evlenemeyeceğini anlayan Mücella, annesinin sözünü eskisi kadar dinlememeye, tek başına evden çıkıp gezmeye başlar. Bir gün yine dışarı çıkarken annesi arkasından “geç kalma” diye seslenir. Mücella içinden annesine sinirlenir. Eve döndüğünde sokakta bir kalabalık görür ve panikler. Annesinin vefat ettiğini öğrenerek yıkılır. Yalnız yaşamaya başlayan Mücella’ya komşuları destek olur. O da tıpkı annesinin bir zamanlar olduğu gibi mahallenin dert ortağı olur.

           Mücella, gençliğinde yaptığı çeyizleri, ihtiyacı olan fakir ailelerin genç kızlarına dağıtır. Bir gün o da tıpkı annesi gibi yalnız başına bordo halının üstünde son nefesini verir. Kendisinden geriye, dantel işlemeli bir sandık örtüsü ile abonoz kaplı bir ayna kalır. 

5 Mayıs 2016 Perşembe

Sıddhartha-Herman Hesse

          Tek solukta okuduğum ve kesinlikle okunması gereken kitaplar listesinde olması gereken bir kitap! Siddhartha’nın kendi benliğini bulmak için çıktığı uzun yol. Dünyada ki her türlü deneyimi yaşaması ve sırf kendi benliğini bulamayışından ötürü birçok insanı geride bırakabilecek cesareti olması ile beni etkilemiştir. Bilgelik hakkında ki yorumlamalar da oldukça etkileyici. Eserden aklımda kalan ve beni etkileyen bir cümle de paylaşmak istiyorum; “Bilgelik keşfedilebilir, bilgelik yaşanabilir ama bilgelik başkasına anlatılamaz ve öğretilemez.”
          En iyi yaptığı şey düşünmek, beklemek ve oruç tutmaktı. Ama bunlarla sınırlı kalmadı becerileri, başka şeyler de öğrendi hatta bir ara başka bir insan bile oldu. İnsanları yıldızlar ve yapraklar diye iki gruba ayırıyordu. Bir yıldızdı önce, kendi yolunu çiziyordu, sonra bir an geldi yaprak oldu, rüzgarın estiği tarafa savruldu. Ama özünde yıldızdı o, sonsuza kadar savrulmayacaktı, elbet yolunu yeniden bulacaktı.
Bilinmesi gereken şeyleri insanın kendisinin tatması gerektiğine inanıyor, bilgeliğin öğretilemeyeceğini savunuyordu Siddhartha. Öncelikle kitabın çok şık bir dili var. Belki de Doğu felsefesinin naifliğinin, sadeliğinin getirisidir bu; akıp gidiyor. 
        Tamamen farklı bir kültüre ait bu kitabı okurken yeni bir sürü şey öğreniyorsunuz. Kitap insanı araştırmaya itiyor. Hint kültürü ve Budizm inanışına ait birçok şey öğreniyorsunuz. Bu yanıyla öğreticiliği ikiye katlanıyor. Çünkü ayrıca size kattığı çok önemli şeyler de var. Öncelikle üç yüce edimi tanıyoruz: Oruç tutmak, yürümek ve düşünmek. Özellikle oruç tutma konusu öyle bir işlenmiş ki farklı bir bakış açısı kazandırıyor insana. Kitabı okurken Budizm inancından kopuyorsunuz zaten, kendi kültürünüzle arasında bir fark göremiyorsunuz. Yazar o evrensel dili yakalamayı çok iyi bilmiş. 

           Ayrıca kitabın sayfalar boyu söylemeye çalıştığı önemli bir şey daha vardı: Bu da aydınlanmanın yol göstericilerin öğretilerini dinleyerek gerçekleşemeyeceğiydi. Aydınlanma ancak kişinin kendi yolunu, kendi çıkarımlarıyla bulmaya çalışmasıyla gerçekleşebilirdi. 
Son olarak da şunları söyleyebilirim. Zaman ve sabırla ilgili kısımlar kesinlikle ufuk açan cinstendi ama benim dikkatimi daha çok çeken bir şey vardı: Güler yüz. Nasıl da etkileyici ve önemli bir şey olduğunu insan sürekli unutuyor. Sadece bunu hatırlatması için bile defalarca okuyabilirim.
          İbadette yıkanarak arınmak yararlı idi, ama arıtan şey suydu, günahları arıtamazdı, akıl-ruhun açlığına şifa bulamazdı, kalpte yerleşmiş kaygıyı dağıtmazdı...
          ...tüm günahlar bağışlanmayı, tüm küçük çocuklar yaşlıyı, tüm bebekler ölümü, tüm ölenler sonsuz yaşamı kendi içinde taşır.
          ...yumuşak sertten güçlüdür, su kayadan güçlü, sevgi zorbalıktan güçlüdür.

“Yazmak iyidir, ama düşünmek daha iyi; akıllılık iyidir, ama sabretmek daha iyi.”

Kırmızı Saçlı Kadın-Orhan Pamuk


     Gençliginde kuyucu ustasının yanında çıraklığını yapan bir gencin bir kaza sonrası ustasını kuyunun dibinde bırakıp kaçmasıyla başlıyor olay. İlerleyen yıllarda şehri parsel parsel satın alan inşaat şirketlerinden birinin sahibi oluyor ve kuyunun bulunduğu yere geliyor. Elbette ilk aşkı  ve bu aşkın beraberinde getirdiği olaylar yumağıyla dolu bir kitap. 
         Ben bu kitabı okurken, herhangi bir cümlenin yada paragrafın altını çizmemişim, not almamışım.Elime aldığım gibi bitirmişim. Orhan Pamuk'un dili sadeleşmeye  başladı, hikayeleri daha anlaşılır, karakterler daha belirgin. Anlatılan hikayede uzmanlık gerektiren bilgiler var.Bunların çalışması gözlemlemesi güzel yapılmış.Kitabı zevkle okudum. Konu zaten ortalarda kendini belli etse de yine de güzel bir konuydu.Ben beğendim.


          Kurgu içinde Sigmund Freud'un Oidipus Kompleksi  var, hikayeyi güçlendirmek için Sophokles'in "Kral Oidipus" ve Firdevsi'nin "Rüstem ile Sührab" efsaneleriyle, doğu-batı kültürünün karşılaştırılması şeklinde örnekler ve anlatımlar var.
       Baba-oğul ilişkisi, İstanbul'un hızla büyümesi, kuyuculuk mesleğinin zamanla yok olması, uzak-yakın tarihten örnekler gibi konularla nostalji kokan bir kitap olmuş keyifle okudum.