Bu Blogda Ara

26 Aralık 2021 Pazar

Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar

Daha önce başlamıştım ama devam edememiştim nedense. Bu kez başladım ve bitirdi. Evet öncelikle bir başyapıt olduğunu kabul edeyim. Yazarının adı bile okunmaya değer olduğunu gösteren bir roman. Türk insanının doğu batı arasında kalmışlığının öyküsünün konu edildiği romanda, 
 romanın başkarakteri ve anlatıcısı olan Hayri İrdal’ın hayatını temel alarak Türk toplumunun değişimler karşısındaki tutumunu anlatmaktadır. Hayri İrdal ile birlikte ikinci önemli kişi Halit Ayarcı'dır. Karakteri çok olan romanları sevmediğim için bu kalabalık karakter ordusu beni romandan uzaklaştırdı gerçekçi olmam gerekirse. Dergah yayınlarından okuduğum roman belki de dil itibariyle de akıcı gelmedi bana nedense. Ama okunması gerekli Türk klasiklerindendir. Okumayı seviyorum diyenin mutlaka okudum demesi gereken kitaplardandır.

Alıntılarıma gelince onlar da şöyle:

"Öteden beri Cenab-ı Hakkın insanlara bu hayatı yazmak için değil, iyi kötü yaşamak için bahşettiğine inananlardanım. Zaten yazılmış şekli mevcuttur. Nezd-i İlahi'deki nüshasından, kaderimizden bahsediyorum."

"Diyebilirim ki bizzat iyilik dahi, ancak ceza görmesi ve ayıplanması icap eden bir kötülüğün bulunmasıyla kabildir."

"Bazen düşünürüm, ne kadar garip varlıklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?"

"Zaten saatle insanı birbirinden pek ayırmazdı. Sık sık ' Cenab-ı Hak insanı kendi sureti üzere yarattı; insan da saati  kendine benzer icat etti...' derdi"

"Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır...Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur!"

"Emine'nin ölümüyle son tutunduğum dal da kopmuş gibi büsbütün boşlukta kaldım. Kaybettiğim şey benim için o kadar büyüktü ki ilk önceleri bunu bir türlü anlayamadım. Ne de hayatımdaki neticesini ölçebildim. Sadece içimde simsiyah ve çok ağır bir şeyle dolaştım durdum. Sonra bu haraplığa daha başka bir duygu, bir çeşit kurtuluş duygusu karıştı. Bir baskıdan kurtulmuştum. Artık Emine bir daha ölemezdi, hatta hastalanamazdı da. Orada zihnimin bir köşesinde olduğu gibi kalacaktı. Hayatımda bir çok şeyler daha beni korkutabilir, başıma türlü felaketler gelebilirdi. Fakat en müthişi, onu kaybetmek ihtimali ve bunun korkusu artık yoktu. Her an onun hastalığının arasından etrafa bakmayacak, o azapla yaşamayacaktım. Korku içimden doğru kabarıp büyümeyecek, dört yanımı kaplamayacaktı."

"Kordonsuz saat, yularsız hayvan, nikahsız kadın gibidir. Saatini seven evvela bir kordonla kendisine bağlar." 

12 Aralık 2021 Pazar

Kendime Düşünceler - Marcus Aurelius

"Stoacı İmparator", "Filozof İmparator" gibi sıfatlarla anılan Marcus Aurelius'un 169 sonları 170 başlarında Tuna Nehri boylarındaki Germen ve Marcomanni kavimleri üzerine çıktığı seferde yazmaya başladığı ve içselleştirdiği, kendisine yöne veren düşünceleri dışa vurduğu bir eser olan "Kendime Düşünceler" Stoacı düşüncenin en tanınmış eserlerinden biridir. Özellikle Roma stoası açısından büyük öneme sahiptir. 
Eserde imparatorun, Stoacılara farz bilinen şeyleri yapmadığına yönelik özeleştirileriyle dolaylı yoldan karşılaşırız. Kimi zaman da dolaylı aktarımla tavsiyelerini ve kendi düşünce yapısını görürüz. Kendinden çok sonraki kuşaklara, kilise düşünürlerine ve Rönesans'a da temel olacak bu metin, Stoa felsefesinin anlaşılması açısından günümüzde de çok değerli bir kaynak sayılmaktadır. 
Marcus Aurelius eserinde bazen tek cümlelik ifadeler, bazen de uzun paragraflar kullanır; bir imparatorun ağzından yazmak yerine sıradan bir yurttaş gibi yazar. (Çevirmen Y.Emre Ceren'in sunuşundan)

Peki nedir Stoa ve stoacılık? Kısaca söylemek gerekirse, stoacılar için insanın temel amacı mutluluktur. Mutluluğa ulaşmak içinse doğaya uygun yaşamak gerekir.

Kitaptan alıntılarım ya da altını çizdiğim düşünceler ise şunlar:

"Ve aldığın nefesin de ne olduğuna bak: Her zaman aynı olmayan, fakat her fırsatta dışarı çıkarttığın ve yeniden içine çektiğin havadan ibaret."

"Hataları oldukça geniş bir şekilde mukayese etmiş Theophrastos (Peripetik okulda, Aristoteles'in ardılı ve öğrencisi olarak bilinen filozof) bilgelikle yaptığı değerlendirmesinde arzular yüzünden yapılan hataların, öfke yüzünden yapılanlardan daha ağır olduğunu söyler. Çünkü öfkelenen birisi üzüntüyle ve bilinçsiz bir vicdan azabıyla düşünceden sapmış görünür. Fakat arzular yüzünden yanlış yola sapan birisi, yaptığı hatalarda zevk ve tutkunun kölesi olmuş, daha iradesiz ve daha kadınsı biri gibi görünür."

"Yaşayacak on bin yılın varmış gibi davranma. Kaderin başının üzerine asılı. Yaşadığın sürece mümkün olduğunca iyi ol."

"Ey dünya, seninle uyumlu olan her şey benimle de uyumludur. Senin için zamanında olan şey, benim için erken veya geç değildir. Ey doğa, mevsimlerden gelen her şey meyvedir bana. Her şey senden gelir
 her şey sende var olur, her şey sana döner."

"Epiktetos'un dediği gibi, Bir cesedi sırtlanmış ufacık bir ruhsun sen" 

"Zamanın bir anını bile doğaya uygun geçir ve memnuniyetle ayrıl yaşamdan; tıpkı onu yaratan toprağa ve yetiştiren ağaca şükranlarını sunmak için olgunlaşınca yere düşen bir zeytin tanesi gibi."

"Sabahları kalkmayı canın istemedikçe şunu hatırla: 'İnsanlık görevi için kalkıyorum' Eğer bunun için doğduysam, bunun için dünyaya gönderildiysem neden huysuzlanıyorum? Çarşaflara örtülere sarılıp kendimi ısırayım diye mi yaratıldım?" 

"Çünkü ölmek de yaşamdaki bir eylemdir. Bu yüzden de 'şu andan en iyi şekilde yararlanmamız' yeterlidir."

"İntikam almanın en iyi yolu intikam alınacak kişiye benzememektir."

"Dünyada çok değerli olan tek bir şey vardır, gerçeğe ve adalete uygun yaşamak ve yalancılara, merhametsizlere bile böyle yaklaşmak."

"Fikirler kendileriyle uyumlu olan düşünceler yok edilmeden nasıl ölebilir? Fakat onları canlandırmak, yeniden harlamak senin elindedir."

"Şimdi gördüğün her şeyi, evreni yöneten doğa dönüştürecek; bir varlıktan diğer varlıkları ve onlardan da diğerlerini yaratacak, sırf dünya genç kalsın diye."

"Ölüm üstüne: Eğer atomlardan meydana gelmişsek, ayrışmadır ölüm; bir bütünü oluşturuyorsak yok olma veya göç."

"Ölmüş gibi, yaşamın şimdiye kadarmış gibi, kalan günlerini doğaya uygun yaşamalısın."

"İnsanlıktan uzak olanlara karşı, onların insanlara karşı hissettikleri duyguları asla hissetme."

"İnsana, insana özgü olan işler yapmak keyif verir. İnsana özgü işlerse kendi türünden olanlara iyi davranmak, duyguların esiri olmamak, iyiyi ayırt edebilmek, evrenin doğasına ve ona uygun gerçekleşenler üzerine düşünmektir."

"Eşinin karnındaki bebeğinin çıkmasını nasıl bekliyorsan, aciz ruhunun beden denen zardan kurtulacağı anı da öyle bekle."

30 Kasım 2021 Salı

Gör Beni - Azra Kohen

Şimdiye kadar okuduğum romanların içinde ilk ona girebilecek bir roman  oldu "Gör Beni." Cumhuriyet sonrası Türkiye'yi anlatan güzel kurgulanmış tarihi bir roman eşliğinde dinler tarihinin anlatıldığı güzel bir kitap. Sıkılmadan eğlenerek okuyacağınız, yer yer 'öyle miymiş gerçekten!" diyeceğiniz bilgiler var. Karakterler gerçek hayattan alınma. Ünlü Sümeroloğumuz Muazzez İlmiye Çığ hanımefendi kitapta Muazzez karakteriyle kendine yer bulmuş. Bu ülkenin kurucu değerlerine pek sempatisi olmayanların sevebileceği türde bir roman değil açıkçası. Çoğunun hoşuna gitmeyebilir. Ama tarihi bilgilerin doğruluğunu da araştırmakta fayda var. Gerçek hayatla kurgunun iç içe geçtiği bu tip romanlarda olayların bir kısmı gerçek midir, yazarın düşüncesi midir, kurgu mudur pek anlaşılmayabiliyor çünkü. Bir de Tanrı imgesini doğa ile birleştirmesi felsefi olarak hoşuma gitti diyebilirim.
Bir de bazı bölümlerde yazarın anlatılan konuya uygun olarak önerdiği müzikler eşliğinde kitabı okumak deneyimlenebilir.

Çok alıntım var. Bir kısmı şöyle: 

"Bir kadın için en zoru, arzulanmaktan sakınabilmek değil miydi? .. Arzulanmak kadınların hastalığı gibiydi, en çok arzulandıkları kişiye yönelmeleri acaba acizlikleri miydi? İstenmek...kadınların zaafıydı."

"Ancak dikkatten kaçabildiğin kadar ıssızdın ve istediğin zaman ıssız olabildiğin kadar da özgür. Issızlıktı insanı kendine getiren. Issızlığımızda hissettiğimiz konfor kadar gerçek değilmiydik kendimize?"

"İsa 33-35'lerde ortadan kaybolduktan 325 yıl sonra hıristiyanlık din olarak Saint Paul adı verilen bir keşişin çabasıyla ortaya çıkmıştır."

"Christos, yağ ile işaretlenmiş, meshedilmiş, seçilmiş demek, yani aynı Yahudilerin kullandığı Mashiach kelimesinin gelen Mesih anlamı aynı."

"Birini görmek, adını bilmek, selamını almak değildi ki tanışmak. Birbirimize bulaştırdığımız düşünceler, fikirler, duygular olmadan nasıl tanışıklık olsundu...Gerçek tanışma, fikrin hissini karşındakine bulaştırmak değil miydi?"

"...İnanamadı bu yaptığına ve kendine kızarcasına önüne döndü Ülkü, çünkü adamın varlığının fazlalığında kendi azlığını görmüştü. Görüntüsü değildi fazla olan, hissettirdikleriydi, üstelik sadece o taburenin üstünde oturarak!"

"Allah'ın canıydı hayvanlar, bedenlenmiş yaşamın en iyi niyetli varlıklarıydılar."

"...Musa Peygamber öldükten 1383 yıl sonra Tevrat'ın yazılmaya başlamış olması, yaklaşık 80 bin kelimenin belirli bir sıra ile binlerce yıl akılda tutulmaya çalışılması..."

"Sümerler ondalık sayılar kullanmak yerine 6'lık sayı sistemi kullanıyorlardı. 360 derece Sümerlerden geliyor. O yüzden de saatleri 60 tane dakikaya, dakikayı da 60 tane saniyeye, saniyeyi de 60 tane saliseye böldüler."

"Sümerlerin etnik dilinden  türeyen yegane dildir tüm Türk dilleri...Eme-sal, ince ayart, iyi dil demek. Sizin dilinizdeki emsal kelimesi ile aynı anlamda."

"Tren yolunun güzergahı (Berlin-Bağdat) buydu! Peki kim var bu güzergahta? Almanya,Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Balkanlar ve Osmanlı! Birinci Dünya Savaşı denen tiyatrodan nasibini alan, yenilen tüm milletler bunlar...Birinci Dünya Savaşının adı değişmeli..Birinci Dünya Yağması olmalı, dedi."

"İsa'nın Yahudi olduğunu öğrendik, peki İsa'nın siyahi olduğunu biliyor musunuz?"

"Düşündü Orhan: Yahudiler ve Hristiyanlar acaba kendi kitaplarını yazarken bu kil tabletlerden mi (Sümer tabletleri) esinlenmişlerdi? Yoksa dünyadaki tüm yaşantıyı etkileyecek seviyede bir şeyler yaşanmıştı geçmişte ve bu yüzden aralarında binlerce yıl zaman farkı olmasına rağmen hem tabletler hem de dini ahitler aynı şeyleri mi anlatıyorlardı? Ya da efsaneler dinleştirilmiş olabilir miydi?"

"  'Bugün tüm kiliselerde , hıristiyanlığın merkezi Vatikan'da ve Hıristiyanların evlerinde tuttuğu İsa'nın tüm tasvirlerinde bu resimde gördüğünüz kişi İsa olarak kullanılmaktadır ama bu aslında Nazharetli İsa değildir' dedi, elindeki resmi tahtaya yapıştırırken. Aslında bu kişi Cesare Borgia'dır. Kendisi 6. Papa Alexander Borgia'nın oğludur.' "  (1497'de öz erkek kardeşini öldüren Cesare Borgia, aynı zamanda öz kız kardeşiyle ve öz babası 6.Papa Alexander ile sevgili olmasıyla ünlüdür. Böylesine deforme birinin , İsa'nın görüntüsünü yansıtmak için seçilmiş ve tüm Katolik kiliselerinde tasvir edilmiş olması çok düşündürücü değil mi?"

"Ülkü taptaze, derin, hayat dolu bir nefesti ve Selim onu almazsa sanki ölecekti..."

"İnsanlık tarihi ile ilgili bilgi veren en eski yazılı eserlerden biri olmasına ve en önemlisi, kendisinden çok sonra yazılacak olan Tevrat ve İnciller'in bu kitaptan esinlendiği okuyan herkesin hemen fark edeceği yalınlıkta olmasına rağmen, 4. yy'da Hıristiyanlığı resmi din yapan Konstantin'in kurduğu bir komisyon, Enoch'un Kitabını yasaklamıştır."

"Rüzgar gibi geçecek, gecenin karanlığında, özgürlüğün tadında mahalleye, İstanbul'a, vatana, dünyaya...hayata 'Gör Beni!' diyecekti. 'Ben de buradayım. Varım!' "
 
"En büyük devrim her şeye rağmen yaşamaktı. Gülmek ise her karanlığa şafaktı!"

"  'Ruhumu almışken bedenimi de kabul eder misin?' dedi, cebinden kendi yaptığı bakır yüzüğü çıkardı, avucunun içinde bir sır gibi açarken ' Her sabah seninle uyanmak, seninle sorular sormak, cevapları birlikte bulmaya çalışmak, sana Sümerce notlar hazırlamak, seninle dünyayı gezmek, Fred'in anlattığı o yerlerin hepsine seninle gitmek...seni yaşamak istiyorum İlmiye.' dedi ve elinde tuttuğu  yüzüğü ona uzatırken 'Seni benimle paylaşır mısın?' diye sordu"

"  'Teşekkür ederim annem," dedi. Konuştuğu, onu doğuran annesi Semiha değildi, dünyaydı. Doğanın güzelliklerine her maruz kaldığında, dünyanın çekirdeğini düşünür, orada bir kalbin attığını, kendi kalbiyle bir olan o kalbin üzerinde yaşayan her cana hayat kattığını düşünür, Allah'ın zerresi olan bu yüce doğa anaya, dünyaya, teşekkür eder ve şükürlerini sunardı. Yaşadığımız gezegen bir candır."

17 Kasım 2021 Çarşamba

Şehvetiye Tarikatı - İsmail Saymaz

Günümüzde Türkiye’de otuz tarikat silsilesinin ve bunlara bağlı dört yüz civarında kolun, sekiz yüz civarında medresenin faaliyette olduğu tahmin ediliyor. Çoğu holdinge dönüşen tarikatlar büyük bir ekonomik sektör oluşturuyor. Hızla gelişen her sektörde olduğu gibi, bu alanda da kayıt dışı ve merdivenaltı ekonomi gelişiyor. Bireyin kurtuluşunun cemaat yoluyla gerçekleşeceğine dair güçlü bir inanç aşılanıyor. Merdivenaltı tarikat ve cemaatler, geleneksel tarikatların yöntem ve söylemlerini taklit ederken, bilgi kaynağı olarak ilham ve rüyaya, kanıt olarak hurafe, rivayet, keramet ve hikâyelere başvuruyorlar. Müritler, çeşitli yöntemlerle ikna edilerek, ağırlıklı olarak ekonomik ve cinsel istismara maruz kalıyorlar.

İsmail Saymaz, ilkokul mezunu, Arapça ve Kur’an bilmeyen, hatta namaz ve oruç gibi ibadetleri yerine getirmeyen, bazılarının yüzlerce müridi olan, haklarında dava açılmış altı sahte şeyh vakasını inceliyor. Bir kısmının Kur’an kursu da işlettiği, tekke sahibi olduğu bu şeyhler, şehvet ile servet edinme arzusunun iç içe geçtiği bir dünyada, yüzlerce kadın ve erkeğin iradesini teslim alıyorlar. Haklarında şikâyet veya ihbarda bulunulmadıkça, faaliyetlerini yıllarca sürdürebiliyorlar. Esas olarak, devlet tarafından “gerçek şeyhlere” tanınmış resmî hoşgörüden, koruma zırhından ve dokunulmazlıktan yararlanıyorlar. Şehvetiye Tarikatı, kısa yoldan servet edinme hırsının ve bastırılmış cinsel arzuların dinî inançlar temelinde kışkırtılıp, kullanıldığı bir dünyaya ışık tutuyor.

Müritler cemaat içinde dini mertebesinin yükseleceği ve cennete kavuşacakları söylemiyle razı edilerek, ya da Allah'ın gazabına uğrayacağı tehdidiyle ikna edilerek, istismara maruz kalıyor. Ağırlıklı cinsel ve ekonomik istismar yaşanıyor.

Bu kitabı okuyun ki o sahte din tüccarlarının dine nasıl zarar verdiğini öğrenin. Bazı bölümleri içiniz kaldırmayabilir, uyarayım.

Alıntılar şöyle:

"Sahte şeyhler, "keramet sahibi zat ve mübarek şahıs" kabul ediliyor. Müritler cemaat içinde dinî mertebesinin yükseleceği ve cennete kavuşacakları söylemiyle razı edilerek, ya da Allah'ın gazabına uğrayacağı tehdidiyle ikna edilerek, istismara maruz kalıyor. Ağırlıklı cinsel ve ekonomik istismar yaşanıyor."
 
"Örneğin, "sahte şeyh" Uğur Korunmaz, erkek ve kadın ayırt etmeden tüm müritleriyle cinsel ilişkiye girdi. Mustafa Çalışkan, üç şehirde 26 kadını istismar etti. Süleyman Işık, genç erkeklerle ilişki yaşadı. Recep Küçük, çocuk istismarına karıştı."
 
"Tarikattaki kadınlar, "Şeyh sarılıp öperse günahlarımız dökülür," diyordu."
 
"Mustafa hoca yemekten kalktığında, bıraktığı artıkları yemek için yarışırdık. Yemek artıklarının şifa olduğunu düşünüyorduk."
 
"Hoca, televizyon karşısında otururdu. Gerçekte televizyon izlemediğini, Filistin'de savaşta olduğunu söylüyordu. Saatlerce kendisini izlememizi istiyordu. Biz de izliyorduk. "Nafile namaz kılacağınıza yanımda durun." diyordu. "Benim yanıma gelmeniz, Umre'ye gitmenizden daha hayırlıdır." diyordu."
 
"Badelenme bize göre ilahi aşktır."
 
"Zikirler devam ettikçe kişi; mürid, yani rıza gösteren, şeyh­ten razı olan ve onu seven manasına gelen safhaya gelir. Zi­kirde mürit cezbelenir. Şeyhe olan aşkı, müridi cezbeder.
Cezbolan müridin badelenmesi gerekir. Aksi takdirde has­ta olur. Müridler badelenmeyi rüyasında görür ve şeyhe aş­kı artar. Mürid badelenmenin ne olduğunu sorduğu zaman anlatırım. Cezbelenen mürid sır odama gelir. Odanın ka­pısını kilitler. "Hazırım," derse elimi yalamaya ve emmeye başlar. Sonra pantolonumun fermuarını açar ve (...)"
 
"Cinselliğin bastırıldığı toplumlarda dişinin her samimi davranışı erkek tarafından şehvet olarak algılanır."
 
"Dul kadınların başkaları ile cinsel ilişkiye girdikleri zaman zina, ancak kendisiyle ilişkiye girerlerse sevap olacağını, hatta zikir hükmüne geçeceğini söyledi. Cinsel organın nur çeşmesi olduğunu, herkesin bu çeşmeden içmesi gerektiğini söyledi."

Akan Zaman Duran Zaman - Melih Cevdet Anday

 
"Şiirin bunca büyük bir işlevi de zamanın geçmesinden duyduğumuz korkuyu yatıştırmasıdır, daha kısası bu akışı durdurmasıdır. Böylece şiiri yazanla okuyan, bir tanıklıkta birleşirler, gösteren ile gösterilenin birliğinde ve ölüme karşı gelmekte. ..Düşünüyorum da, ölenlerin zamanı gerçekten durmuştur, onların hiçbir değişikliğe gereksemesi yoktur. Bizse akan zaman içinde onlarla karşılaşıyoruz ikide bir. Tuhaf bir şey bu, onlar biraz bizimle akıyor, biz biraz onlarla duralıyoruz. Ölüm bir söylencedir. Bu söylenceden birkaç söz bulalım." diyor kitabının arka kapağında Anday.

Edebiyat dünyasından ve biraz da siyasetten anılar içeren bu Melih Cevdet Anday kitabını zevkle okudum. Güzel notlar ve anekdotlar içeriyor bolca. Yalnız dikkatimi çeken şey şu oldu anlatımlarda, gereğinden fazla noktalama işareti kullanılması. Özellikle de virgül. Günümüzde bu kadar noktalama işareti kullanılmıyor. Sanırım 70' li yıllara özgü bazı yazım özellikleri bunlar.

Alıntılarım çok ama yalnızca bazıları aşağıda, gerisi kitapta:

"Rahmetli aktör Ulvi Uraz, Hasanoğlan' daki açık hava tiyatrosunda, çocuklara Gogol'ün Müfettiş komedyasını oynatmıştı. Hiç tiyatro görmemiş olan o çocuklar ne güzel oynamışlardı Müfettiş'i hiç unutmam! İsmet İnönü de seyre gelmişti oyunu."

"...Nurullah Ataç kaygısız duruyordu bu işe. Onun sorunu aydın-yarı aydın sorunu idi çünkü, bu çözülmedikçe eğitime tabandan başlamanın , yanlış olduğunu değilse de, yeterli olmadığını düşünüyordu. Halkı, köylüyü uyandırmak isteyenler, bakalım, bu yeteneğe ermiş kişiler miydi? Daha açığı, onlar kendileri gerçekten uyanmış mıydılar? Ne demektir aydın olmak? Kendilerinde ışık var mıydı ki, ışıksız olanlara salsınlar onu? Sonra onlar, köye, köylüye acıma duygusu ile mi gidiyorlardı? Buna kendini beğenmek, halka üstünlük taslamak denmez de ne denirdi? Dahası da vardı; yarı aydın yetiştirmekle hiç bir sorun çözülemezdi; üniversitelerimiz üniversite olamamıştı ki, toplumun eğitimi gerçekleştirilebilsin! İşte bunlardı onun kendine ve başkalarına sorduğu sorular."

"...Köylü hep köylü kalsın, biz de onu 'Efendimiz' diye sevelim... Ahmet Hamdi Tanpınar, bir yazısında 'Bizim büyük yükümüz köylülüktür' diye yazarken bu sorunu ortaya atıyordu: Köylülükten kurtulmamız gerekir, Sabahattin Eyüboğlu, böyle düşündüğünü bildiği için Tanpınar'a kızardı, ama pek belli etmezdi kızdığını. Konumuzun bence en ilginç yanlarından biri de, sanayileşme akımı içinde büyük kentlere göçen köylülerin 'Efendi' gibi karşılanmamalarıdır. Köylü köyde başka, kentte başkadır sanki. Köy kahvesinde tanıyıp güleryüzle hoşbeş ettiğimiz kişi, apartman kapıcısı olarak kentte karşımıza geldiğinde tanımayız onu. Bu tersliği Anadolu'daki gezilerimiz sırasında, kendimde de, arkadaşlarımda da denemişimdir."

"Okuma salonunu, kendi derslerine çalışan öğrenciler doldururdu. Bunların arasından roman okumak isteyenler de çıkardı. Bir gün müdür Hamdi Beyin yanında otururken bir öğrenci  geldi, istediği kitabın fişini Hamdi Beye uzattı. Meğer açık saçık bir kitapmış bu. Hamdi bey öyle kızdı ki, seni anana babana, okuluna  haber veririm, git dersine çalış' diyerek kovdu çocuğu. Ben dayanamadım 'Aman Hamdi bey' dedim. 'Bu kitap madem kitaplığınızda var, isteyen okuyabilir. Neden payladınız çocuğu?! Hamdi bey işaret parmağını dudaklarına götürerek 'susss!' işareti yaptı, sonra çekmecesini yarım açarak gösterdi o kitabı 'Ben okuyorum' dedi."

"Şiir, bilinen sözcüklerle bilinmedik sözler kurmaktır. demiştim bir yazımda. Bunu, bilinen sözlerle bilinmedik imgeler yaratmaktır biçiminde de yürütebiliriz."

"Yaşamımdan Şiir ve Hakikat adlı yapıtında Goethe, gençlik dostu Behrish'ten 'tecrübe'nin ne olduğunu açıklamasını istediğini anlatır. İlginç bir kişiliği olan Behrish şöyle demiş: 'Gerçek tecrübe, bir tecrübeden tecrübe görerek tecrübeli olunduğunu tecrübeyle öğrenmektir.' Böyle ise yaşam laboratuvarındaki deneylerin sonu gelmeyecek demektir. Yaşlıların 'Bu yaşıma geldim, böyle şey görmedim' sözüyle anlatmak istedikleri de budur belki."

15 Kasım 2021 Pazartesi

Ben Halikarnas Balıkçısı Doğdum Sevdim Öldüm - Şadan Gökovalı

Balıkçı'nın bana anlattıkları, bana verdiği yetkiyle yazdığım ve kendi araştırıp bulduklarım; türünde ve Türkiye'de ilk galiba..
Şimdiye kadar yazdığım 40'ı aşkın kitabın, beni en doyuranı oldu diyebilirim. Yazmam gerekirdi. Ben bu işlevi yerine getirmek için dünyaya getirilmiştim ! Hele rehberlikle ilgili bölümler... Sanırım rehberdeşlerimiz için yol gösterici olacak; ders alınacak deneyim ve bilgiler içeriyor.. 
Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) ki bu kitapta ben onu, yakınları gibi 'Balıkçı' diye anacağım, diyor bize Anadolu ufkunu açan kitabının önsözünde Şadan Gökovalı.

Bodrum'a sürgüne gönderilen Cevat Şakir'in İstanbul'dan Bodrum'a kadarki yolculuk serüveni, sürgün yılları bazen Şadan Gökovalı'nın  bazen De Halikarnas Balıkçısının ağzından anlatılıyor.
Bir de anekdot anlatıyor Gökovalı:
"Vaktiyle, Doğulu bir hükümdar, ülkesinin bilginlerini çağırıp, 'ben' demiş 'insanlık tarihini öğrenmek istiyorum! yazıp bana getirin.' 
Bilginler günlerce uğraşıp, üç cilt kitap getirmişler, Hünkar:
-Bunu okuyamam, daha kısa yazın!
Bilginler bu kez, haftalarca çalışıp, tek cilt kitapla gelmiş hünkarın karşısına, O:
-Bunu okumaya vaktim yok, bana bir tümceyle özetleyin insanlık tarihini!
Bilginler, aylarca uğraşıp çıkıp hakanın karşısına; demişler ki:
-İnsanlar doğdular, savaştılar, öldüler!..
-Sen dedik, sen nasıl özetlersin insanlık tarihini?
Hiç düşünmeksizin şöyle dedi:
-İnsanlar, doğdular, sevdiler, öldüler!..'
O an, Balıkçı'nın yaşamına dair yazacağım kitaba  bu adın uygun olacağını düşündüm..."

Kitapta hoşuma giden çok bölüm var. Bunlardan biri de "Mezar Taşı" başlıklı yazı:
"Sakın mermer, beton falan istemem. Bir taş bulun, uzunca bir taş Yazısız! Onu dikin mezarımın başına. Falanca oğlu filancaymışım da, şu tarihte doğup şu tarihte ölmüşüm. Kesinlikle yazı istemem, basit bir taş. Eh, bizim tekne su almaya başladı. Tepelere, deniz gören yere gömülmem şart değil! Nasıl olsa yattığım yerden denizi seyredemem. Deniz ruhumda yaşıyor., gönül gözüyle her zaman görüyorum. Mezarın ne önemi var?
Öldükten sonra ben kendime değil, toprağa doğaya lazımım. Galiba ruhun yaşaması da bu! Topraktan olduk toprağa dönüyoruz. Ben öldükten sonra yokum. Toprak bizi kendisine yararlı hale getirecek. Yoksa, cesedin ne değeri var?

Oğlum gibi sevdiğim Şadan'a anlattım. Dedim ki:
"Bodrum'a gömülmek isterim elbette. Orayı pek sevdim. Bodrum'un Mindos kapısı yakınlarında bir yere gömsünler beni. Yanımda Hatico'ya da bir yer ayırsınlar."

Ben kitabı çok sevdim. Bir başucu kitabı niteliğinde. Halikarnas Balıkçısı severlere.

30 Ekim 2021 Cumartesi

Sisifos Söyleni - Albert Camus

Yabancı ve Veba kitaplarını okumuştum daha önce. Denemelerinden oluşan "Sisifos Söylemi"nde Camus uyumsuz (absürd) kavramı ve intiharı sorguluyor.

Sisifos Söyleni denince akla, Yunan Mitolojisinde, Zeus'un sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm ettiği kral Sisifos geliyor. Sisifos kayayı tepeye her çıkardığında kaya aşağı yuvarlanır. İşte böyle "boş" ve "anlamsız", absürt bir işle lanetlenmiştir Sisifos. kitapta bolca hayatın anlamı, anlamsızlığı ve intihar duygusu sorgulanıyor.

Aklımızda kalan altı çizililer ise şöyle:

“Bir insan söylediği şeylerden çok söylemedikleriyle insandır.”

"Yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de."

"Uyumsuz insanın bütün yapabileceği her şeyi tüketmektir, kendi kendini de tüketmektir."

"Kişi ancak olanaksızı elde etmek için Tanrı’ya yönelir. Olabilene gelince, insanlar yeter onu bulmaya."

"Tanrılar, Sisyphos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi, Sisyphos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı."

"İnsan, evrenin de sevip acı çekebileceğini benimseseydi, uzlaşmış olurdu. Düşünce olguların değişken aynalarında hem bu olguları, hem de kendi kendilerini tek bir ilkede özetleyebilecek ölümsüz bağıntılar bulabilseydi, bir düşünce mutluluğundan söz edilebilirdi, mutlular söyleni de bunun gülünç bir benzeri olurdu ancak. Bu birlik özlemi, bu saltıklık isteği insan dramının temel devinimini ortaya koyar."

"Sessizliklerin en keskini susmak değil konuşmaktır' diye yazan adam, ilkin hiçbir gerçeğin saltık olmadığına, özünde olanaksız bir yaşamı doyurucu kılamayacağına kesinlikle inanır." (Kierkegaard'dan bahsediyor)

"Bilinç ve başkaldırı, bu yadsımalar vazgeçişin karşıtıdır. Tersine, insan yüreğinde indirgenmez ve tutkulu olan ne varsa hepsi bunları yaşamıyla canlandırır. Uzlaşmamış olarak ölmek söz konusudur. Gönüllü olarak değil, uzlaşmamış olarak ölmek söz konusudur. İntihar bir yanılmadır. Uyumsuz insanın tüm yapabileceği her şeyi tüketmektir, kendi kendini de tüketmektir. Uyumsuz onun son noktasına varmış gerilimi, bir yalnız çabayla sürekli olarak sürdürdüğü gerilimdir, çünkü bu bilinçte ve bu günü gününe başkaldırıda biricik gerçeğini ortaya koyduğunu bilir. Bu gerçek de meydan okumadır, ilk sonuçlardan biri bu."

27 Eylül 2021 Pazartesi

Boşluk - Jerzy Kosinski

Yeraltı edebiyatına olarak nitelendiren türe örnek olabilecek bir roman Jerzy Kosinski'nin "Boşluk" romanı. 

Roman, uzun ve zorlu bir görevden sonra verilen bir rapordur. Tarden olarak bilinen ajan, gizemli güvenlik şirketi ‘Servis’in eski bir elemanıdır. Şimdi bir kaçak olarak ülkeyi kimliksiz, macera peşinde bir ucundan diğer ucuna geçmektedir. Ancak Tarden’ın bir çok yüzü vardır. Yerine göre intikamcı ya da düzenbaz olabilmektedir. Boşluk’ta Kosinski, en ürkütücü şekliyle, güvenlik iddiaları düşünün altında yatanları ortaya çıkarmaya çalışıyor.

Çok sevdiğim bir tarz olmamasına rağmen sıcak sahnelerinin hatırına  sonuna kadar okudum. 

"Huzurumu kaçıran ölmek değil , arkamda hiçbir iz bırakmadan ölebileceğim düşüncesiydi."

"Her kişi peşinden gidilecek bir tekerlektir; çocukken tekerleğe yön verdiğim gibi, davranışlarım, konuştuğum dil ve varlığımla içlerinden birini, gitmesini istediğim yana yöneltebilirim."

"Belleğimde tek bir anıyı canlandırdığımda, ötekiler de kendiliğinden gözümün önünde beliriverir ve az sonra geçmişteki bir anı tümüyle karşımdadır."

"Güzel kadınları hayal gücünden yoksun erkeklere bırakın."

"Bir adam ne kadar yürekli olursa olsun hayatını kaybetmekten korkar."

"Proust derki, 'Güzel kadınları hayal gücünden yoksun erkeklere bırakın."

Üç Tarz-ı Siyaset - Yusuf Akçura

"Üç Tarz-ı Siyaset" tez karakteri taşıyan büyük bir makaledir. Rusya'da yazılmış, Mısır'da Abdülhamit istibdadına (baskı) karşı savaşan Türk Gazetesinde yayımlanmıştır.

Üç Tarz-ı Siyasette Yusuf Akçura'nın üzerinde durmuş olduğu ana konular şöyledir:
1-Bir Osmanlı ulusu meydana getirmek,
2-İslamcılığa dayanan bir devlet yapısı kurmak,
3-Irka dayalı bir Türk siyasal ulusçuluğu meydana getirmek.
Yazar bu üç fikir akımına Osmanlılık, İslamcılık ve Türkçülük adını vermiştir.

Kitaptan birkaç alıntım ise şöyle:

"Osmanlı ülkelerinde, garpten feyz alarak, kuvvet kazanmak ve terakki arzuları uyanalı, belli başlı üç siyasi yol tasavvur ve takip edildi sanıyorum: Birincisi, Osmanlı Hükümetine tabi muhtelif milletleri temsil ederek ve birleştirerek bir Osmanlı milleti vücuda getirmek. İkincisi, hilafet hakkının Osmanlı Devleti hükümdarlarında olmasından faydalanarak, bütün islamları söz konusu hükümetin idaresinde siyaseten birleştirmek (Frenklerin 'Panislamisme' dedikleri), üçüncüsü, ırka dayanan siyasi bir Türk milleti teşkil etmek.
Bu yollardan ilk ikisinin, bir zamanların Osmanlı Devleti umumi siyasetine mühim tesiri oldu. Sonraki ise, ancak bazı muharrirlerin yazılarında görüldü.
Osmanlı milleti vücuda getirmek arzusu, pek yüksek bir hayali gayeye, pek yüksek bir ümide doğru yücelmiyordu, asıl maksat, Osmanlı memleketindeki Müslim ve gayri-müslim ahaliye ayni siyasi hakları tanımak ve vazifeleri yüklemek; böylece aralarında tam müsavat (denklik) getirmek; fikirlerce ve dince tam serbesti vermek; bu müsavat ve serbestiden faydalanarak, söz konusu ahaliyi aralarındaki din ve soy ihtilaflarına rağmen, yekdiğerine karıştırarak ve temsil ederek, Amerika Birleşik Hükümetlerindeki Amerikan milleti gibi müşterek vatanla birleşmiş yeni bir milliyet, Osmanlı milleti meydana çıkarmak ve bütün bu zor ameliyatın neticesi olarak da, 'Devlet-i Aliyye-i Osmaniye'yi asli şekliyle yani eski hudutlarıyla muhafaza eylemekti."

"Osmanlı milleti yaratmak siyaseti, ciddi olarak İkinci Mahmut zamanında doğdu. Bu padişahın: 'Ben tebaamdaki din farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim.' dediği meşhurdur."

Zorba - Nikos Kazancakis

Yunan edebiyatının önemli ismi Nikos Kazancakis'in bana göre hem klasik hem de kült romanı Zorba. Yunan edebiyatının bence en önemli yazarlarından Kazancakis. Başka kitabını okudum mu hatırlamıyorum ama bundan sonra okuyacağım kesin. Aleksi zorba karakteri çok farklı bir karakter. İsimsiz kahramanın ağzından anlatılıyor. Bu isimsiz kahramanlar hep bana kitabın yazarıymış gibi gelir ve öyle okurum. Kim bilir belki de öyledir.
Kitap, Girit'te bir maden işletmek isteyen anlatıcı ile özgür bir kişilik olan Zorba'nın hikayesini anlatıyor. Ben kitabı çok sevdim. Okumanızı ve ayrıca filmini de izlemenizi tavsiye ederim.

"Deniz, sonbaharın tadı, ışıkla yıkanan adalar, Yunanistan'ın ölümsüz  çıplaklığını örten, ince yağmurdan oluşmuş, saydam bir tül. 'Ölmeden Ege Denizini gezen insana ne mutlu.'
Bu dünyanın birçok zevkleri vardır: kadınlar, meyveler ve düşünceler. Ama, tatlı bir sonbahar vakti, her adanın adını mırıldanarak bu denizi yarmak...Sanırım ki, cennette bile insanın yüreğine daha fazla girebilecek başka bir zevk yoktur."

" 'Sanırım Girit'e ilk kez gelmiyorsun Zorba' dedim. Ona eski dostunmuş gibi bakıyorsun."

"Dünyaya özgürlüğün gelmesi için bu kadar cinayetler ve alçaklıklar mı gerekli yani? Çünkü, oturup sana işlediğimiz cinayetlerde yaptığımız alçaklıkları saysam tüylerin ürperir. Fakat sonuç ne oldu? Özgürlük! Tanrı yıldırımını atıp bizi yakacağına özgürlüğü veriyor? Hiçbir şey anlamıyorum!.."

"Yıldızlar titriyordu. Deniz dingince iç çekiyor ve çakılları yalıyordu. Bir ateşböceği, karnının altındaki sevdalı, altın sarısı, yeşil renkli fenerciğini yaktı. Gecenin saçlarından çiy damlıyordu."

"Mutluluğun, basit ve açık bir şey olup bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangalcık ve denizin uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız, bütün bunların, mutluluk olduğunu insanın anlayabilmesi için basit ve açık bir kalbe sahip olması gerekiyordu."

"Ama, ne anlatayım? Bunlar söylenir mi patron? Namuslu çiftleşmeler tatsızdır; bibersiz yemeğe benzer. Ne söyleyeyim? azizlerin seni, çerçevenin içinden seyrederek hayır duası ettikleri sırada öpüşmen, öpüşmek midir? Biz köyümüzde şöyle deriz: 'Yalnızca çalınmış etin tadı vardır.' İnsanın kendi karısı, çalınmış et değildir. Namussuzca çiftleşmeler ise, nereden hatırlayacaksın? Horoz defter tutar mı?"

"Kış aylarında , güneşin hep daha erken battığını gören ataların ilkel korkusu yeniden başlıyordu. Atalar umutsuzca, 'Yarın tümüyle batacak!' diye düşünür, bütün gecelerini tepelerde, 'Doğacak mı?' sıkıntısı içinde geçirerek titrerlerdi."

"  'Gülme patron' dedi. 'Eğer bir kadın, yalnız yatıyorsa, bunun suçu bizde, bütün erkeklerdedir. Yarın, Tanrı'nın huzurunda hepimiz hesabını vereceğiz. "

"Sinirli bir halde ayağa kalktım. 'Yeter artık, Zorba' dedim. 'Herkes kendi yolunu izler. İnsan bir ağaç gibidir. Neden kiraz vermiyor diye incir ağacını hiç azarladığın oldu mu? Öyleyse sus! Gece yarısı yaklaşıyor. Biz de kiliseye gidip İsa'nın doğuşunu görelim.' "

"Sana başka zaman da söyledim patron, her insanın bir cenneti vardır; senin cennetin kitaplar ve büyük mürekkep damacanalarıyla dolu olacak, bir başkasınınki konyak, uzo ve şarap varilleriyle dolu olsa gerek, birininki de yığınla İngiliz lirası. Benim cennetim ise şu; alacalı entarileri, kokulu sabunları, iki kişilik sustalı karyolası olan, kokulu, küçük bir oda ve yanımda dişilik."

"Zavallı, ölümün ayak bastığı bir bölgeyi geçmekten korkuyordu... Azrail görüp de hatırlamasın diye... Bütün ihtiyarlar gibi, bizim zavallı dilberimiz de topraktaki otun içinde saklanmaya, yeşil olmaya çalışıyordu; toprağa gizlensin, koyu kahverengi olsun da, ölüm onu fark etmesin diye..."

1 Eylül 2021 Çarşamba

Sis - Miguel De Unamuno

Unamuno, 20. yüzyıl İspanyol yazınına damgasını vurmuş en önemli modern-klasiklerden biridir. I. Dünya Savaşı'nın başladığı yıl yayımlanan ve yazarın en çarpıcı romanlarından biri sayılan Sis (1914) ise, Unamuno'nun ölümünden 70 yıl sonra nihayet İspanyolca aslından yapılan bir çeviriyle okurla buluşmaktadır. Unomuno romanını bir nivola olarak nitelendirir. Unamuno’nun kendi deyimiyle bu bir novela değil, nivoladır. Unamuno kendi icat ettiği bu kavramla, belirli kalıplar altına sıkıştırılan ve kategorize edilerek yorumlanan bir eserin ötesine geçmek ister ve düşüncelerinin sınıflandırılmasına karşı direnerek, kuralarını kendisinin koyduğu bir oyun oynamakta olduğu mesajını verir. Nivola teriminin novella ile İspanyolca sis anlamına gelen eserin orijinal ismi olan Niebla sözcüğünün birleştirilmesiyle oluşturulduğu görülmektedir. 

Romanın ana karakteri Augusto Pérez hali vakti yerinde, yaşama dair felsefi görüşleri olan biridir. Ne var ki bir gün sokakta gördüğü Eugenia'ya aşık olmasıyla tüm dünyası altüst olur. Zaten dünyayı bir sis olarak kabul eden Augusto için her şey gittikçe daha muğlak ve anlaşılmaz hale gelir.

Kitaptan altını çizdiğim cümleler:

" 'İnsanın eşyalarından birini kullanmak zorunda kalması bir mutsuzluk' diye düşündü Augusto, 'onları kullanmak zorunda kalmak. Kullanma bozuyor, hatta bütün güzelliğini yok ediyor. Nesnelerin en soylu görevi seyredilmektir. Bir portakal yenmeden önce ne güzeldir! Cennette bütün işimiz azaldığı, daha doğrusu Tanrı'yı ve ondaki her şeyi seyretmeye indirgendiği zaman bu değişecek. Burada, bu zavallı yaşamda Tanrıyı sömürmekten başka bir şey yaptığımız yok; tüm kötülüklerden bizi koruması için bir şemsiye açar gibi açmaya kalkıyoruz onu' " 

"Bu benim uysal, gelenekçi, alçakgönüllü yaşamım, küçük binlerce gündelik ufak tefek nesneyle örülmüş Pindaros şarkısıdır. Gündelik yaşam! Günlük ekmeğimizi bize ver bugün! Ver bana Tanrım, günlük binlerce ufak tefek şeyi. Biz inanlar ne büyük acılara, ne büyük mutluluklara dayanıyoruz, çünkü bu acılar ve mutluluklar küçük olaylardan oluşmuş büyük bir sis tabakasına bürünerek geliyorlar. Yaşam bu işte, sis. "

"Odasına yöneldi ve yatağına uzanınca: 'Yalnız, yalnız uyumalı! Yalnızca düş görmeli' dedi. 'İnsan yanında birisiyle uyuyunca düş de ortak olmalı. Gizemli varlıkların iki beyni birleştirmesi gerekir. Yürekler ne denli çok birbirlerine bağlanırsa, düşünceler o denli birbirinden ayrılır mı acaba? Belki. Belki sürekli olarak karşıt durumdadırlar. İki sevgili aynı şeyi düşünseler de birisi ötekinden farklı biçimde duyumsar; aynı aşk duygusuyla birleşirlerse, biri ötekinden farklı düşünür, belki de tersini düşünür. Kadın erkeğini ancak kendisi gibi düşünmediği sürece, yani düşündüğü sürece sever."

"Ve ölüm gelip çattı, parmaklarının ucuna basa basa, göçmen bir kuş gibi gürültü yapmadan ağır ağır, ciddi ve acısız, tatlı ölüm geldi, bir sonbahar akşamı ağır ağır uçarak aldı götürdü kadını. Eli oğlunun elleri arasında, gözleri gözlerinde öldü. Augusto elinin soğumaya başladığını, gözlerinin sabitleştiklerini duyumsadı. Soğuk bedenine sıcacık bir öpücük kondurduktan sonra, elini bıraktı ve gözlerini kapadı. Yatağın yanına diz çöktü o birbirinin aynı yılların öyküsü gözlerinin önünden geçti."

"Ve şimdi yalnızlığım gökyüzünde Eugenia'nın iki gözü bana parıldıyor. Annemin gözyaşlarının ışıltısıyla bana parıldıyorlar. Ve var olduğuma inandırıyorlar beni, tatlı düş! Amo, ergo sum! (Seviyorum, öyleyse varım)Bu aşk, Orfeo, içinde var olma sisinin eridiği ve somutlaştığı yardımsever bir yağmur gibidir. Aşk sayesinde ruhumun bir cismi olduğu bilincini duyumsuyorum ve ona dokunuyorum. Aşk sayesinde Orfeo, ruhda derinliklerine kadar bana acı vermeye başlıyor. Ruhun kendisi, aşktan ve ete kemiğe bürünmüş acıdan başka nedir?"

"-Pekala,sus, yeter -ve gözlerini kapadı.- Hiçbir şey söyleme, tek başıma konuşayım, bırak, kendi kendime konuşayım. Annem öldüğünden beri, hep kendi kendime, yalnızca kendi kendime konuştum; yani uyudum. Ve birlikte, yan yana uyumanın, iki kişinin aynı uykuyu uyumasının ne demek olduğunu hiç bilmedim. Birlikte uyumak! İki kişinin kendi uykusunu ayrı ayrı uyuması, birlikte uyumak değildir, ama aynı uykuyu uyumak, birlikte uyumaktır. Sen ve ben Rosario, aynı uykuyu uyuyabilsek."

" -Evet Augusto, evet. - diye sürdürdü konuşmasını Don Avito, - yaşamın tek öğretmeni yalnızca yaşamdır; bunun yanında pedagoji hiç kalır. Yaşamak yalnızca yaşayarak öğreniliyor ve her insan yaşamın çıraklığına yeniden başlamak zorunda."

"-Rol yapmak hepimizin hoşuna gider, Küçük Bey, hiç kimse kendisi değildir, başkalarının yaratılarıdır."

"Bu yazar, Latince olarak her erkeğin nasıl tek bir ruhu varsa, bütün kadınların yalnızca tek bir ruhu, birbirinin aynı ruhu, kollektif ruhu olduğunu yazıyor....'Kadınlar' diyor bu yazar, erkeklerden daha çok birbirlerine benzerler, çünkü hepsi tektir ve aynı kadındır."

" Gerçekten de bilim karşılaştırmadır; ama kadınlar söz konusu oldu mu, karşılaştırmaya değmez. Bir insan bir kadını, yalnızca bir kadını iyi tanıyorsa, hepsini tanıyor, Kadın'ı tanıyor demektir."

"- Kadınla ilgili psikolojik tek deney evlenmektir. Evlenmeyen insan, psikolojik açıdan kadın ruhunu asla deneyemez. Kadın psikolojisinin ya da ginepsikolojinin tek laboratuvarı evliliktir."

"- Evet, 'Sanatın en iyi kurtarıcılığı, insana var olduğunu unutturmasıdır' diye bir söz duymuştum. Kendi kendine eğlenmek, acılarını unutmak için kendini roman okumaya veren insanlar vardır."

Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerine - Olga Tokarzcuk

 

Sıkıcı Nobel ödüllü yazarlar gibi değil Polonyalı OIga Tokarzcuk. Hayvan insan ilişkilerini, insanlık hallerini ve doğanın insanla, insanların doğayla savaşını gözler önüne sermiş değişik bir kurguyla. Çok güzel alıntılar ve altı çizilesi cümleler var. İnsancıl, sevgi dolu bir yazar. Hayvanlara dair empatik düşünceler. Okudukça insanın içine sevgi doluyor. 

Janina, uzak bir Polonya köyünde, karanlık kış günlerini astroloji çalışarak, yıldız haritalarını inceleyerek, William Blake’in şiirlerini tercüme ederek ve varlıklı Varşova sakinlerinin yazlık evlerine göz kulak olarak geçirir. İnsanlar yerine hayvanlarla vakit geçirmeyi tercih eder, fazlasıyla tuhaf ve münzevi tavırları kimilerine göre *kaçık*lıktır. Bir gün komşusu Koca Ayak gizemli bir şekilde ölü bulunur. Gelecek günler daha da tuhaf ölümleri beraberinde getirir. Şüpheler ve soru işaretleri yükselirken Janina, tuhaf teorileriyle kendini soruşturmanın göbeğine yerleştirir. 

Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde tuhaf bir gerilim masalı, bir kara komedi, her şeyiyle kendine özgü bir hikâye. Akıl sağlığı ve çılgınlık, suç ve adalet, doğa ve insan arasındaki karanlık sınırların kışkırtıcı bir keşfi. Çağdaş Polonya edebiyatının en güçlü sesi, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Olga Tokarczuk’tan baş döndürücü bir roman.

"Koca ayak artık gittiğinde ona acımak veya kırgınlık duymak zordu. Geriye kalan gövdesiydi, cansız ve takım elbiseli. Şimdi, sanki ruhu sonunda maddeden ve madde de sonunda ruhtan kurtulduğu için sakin ve memnun görünüyordu. Bu kısa zaman uzayında bir metafizik boşanma meydana gelmişti. Son."

"İnanıyorum ki her birimiz diğer kişiyi kendimizce gördüğümüzden onlara uygun olarak düşündüğümüz ismi vermeliyiz. Böylece çok isimli oluruz. İlişkide bulunduğumuz insan sayısı kadar çok ismimiz olur. Swierszcynski için uygun gördüğüm isim Garip ve bunun, onun niteliklerini çok iyi yansıttığını düşünüyorum."

"..Çünkü en iyi sohbetler kendimizle yaptığınızdır. en azından bir yanlış anlaşılma olmaz."

"Bazen sanki birçok insan için geniş ve ferah olan bir mezarın içinde yaşıyormuşuz gibi hissederim. Gri karanlıkla kaplanmış, soğuk ve nahoş dünyaya baktım. Hapishane dışarıda değildi, her birimizin içindeydi. Belki de onsuz nasıl yaşanacağını bilmiyorduk."

 "Gece Venüs'ü gözlemler, bu güzel genç kızın dönüşümlerini yakından izlerim. Sanki aniden bir sihirle ortaya çıkmış gibi güneşin arkasına geçtiğinde, onu akşam yıldızı olarak yeğlerim. Ebedi bir ışık kıvılcımı. En ilginç şeyler, basit farklılıkların kaybolduğu alacakaranlık zamanı olur. Günbatımında yaşayabilirdim."

"Ben çok güzel bir çağda yetişmiştim, şimdi geçmişte kaldı ne yazık ki. O çağda, değişime hazır olmak ve devrimci önseziler yaratmak için bir yetenek vardı. Şimdilerde kimsenin yeni bir şeyler düşünmeye cesareti yok. Durmadan var olan düşünceler konuşuluyor, eski düşünceler yuvarlanıp duruyor. Gerçek yaşlandı ve bunadı; ne de olsa, her canlı organizma gibi kesinlikle aynı yasalara tabi -yaşlanıyor. Onun küçük parçaları olan duyular da apoptoza uğrar. Apoptoz, maddenin yorgunluğu ve tükenmesiyle gelen doğal ölümdür. Yunancada bu sözcük, "taç yapraklarının dökülmesi anlamına gelir. İşte dünya da taç yapraklarını döktü."

"  'Tanrı insanı mutlu ve zengin yarattı, ancak kurnazlık masumu fakirleştirdi.' diyerek Blake'den alıntı yapmıştım. Neyse zaten, ben de böyle düşünüyorum."

"  'Hayvanlar, yaşadıkları ülke hakkındaki gerçekleri gösterir,' dedim. 'Hayvanlara olan yaklaşım yani. İnsanlar hayvanlara vahşice davrandıklarında, hiçbir demokrasi biçimi onlara  yardımcı olmaz, aslında hiçbir şey yardımcı olmaz.'  "

"  'Hayvan alfabesini bilmeyi isterdim' diye sürdürdüm sözlerimi, 'onlar için uyarılar yazabileceğim işaretler: 'Oraya gitmeyin', 'O yitecek ölümcül'. ...ruhlarınız olmadığını iddia edip zavallı ruhlarınıza merhamet etmezler. Siz yakınları olarak görmezler, size destek vermezler. En kötü suçlunun bile ruhu vardır, ama senin yoktur."

27 Ağustos 2021 Cuma

Godot'u Beklerken - Samuel Becket

Samuel Becket'in klasik olmuş oyunu Godot'yu Beklerken. Estergon ve Vladimir bekler Godot'yu. Ama Godot kimdir, gelir mi gelmez mi belli değildir. Estragon ve Vladimir, bilinmezliğin ortasında beklemektedirler Godot'yu. Bu bekleyiş içinde Pozzo ve Lucky ile tanışırlar. Herkesin kendine göre bir Godot'su var.
Alıntılar ise şöyle:


Estragon: (hikmet yumurtlarcasına) Hepimiz deli doğarız. Bazılarımız öyle kalır.
......
Pozzo: Ağlamayı kesti. (Estragona) Onun yerini alır aldınız, bir bakıma. Dünyadaki gözyaşı miktarı sabittir. Ağlamaya başlayan biri için, bir yerlerde bir başkası keser ağlamayı. Aynı şey gülmek için de geçerlidir. 
......
Vladimir: ben seni hiç terk ettim mi?
Estragon: gitmeme izin verdin.

......
“Dünyadasın, işte bunun tedavisi yok.”

......
"Bir anda her şey bitecek, biz yeniden başbaşa kalacağız, kocaman bir hiçliğin içinde..."

.....
"Herkes sırtında kendi çarmıhıyla dolaşır. Kısa ya da uzun."

......
VLADIMIR:Gidemeyiz.
ESTRAGON:Neden? 
VLADIMIR: Godot'yu bekliyoruz.
ESTRAGON:Ha! Burası olduğundan emin misin?
VLADIMIR: Neyin?
ESTRAGON:Beklememiz gereken yerin.

Sesleri Görmek - Oliver Sacks

Daha önce Karısını Şapka Sanan Adam kitabını okuduğum Oliver Sacks'tan farklı konulu bir kitap. Bir araştırma kitabı kimliğinde olan kitapta sağırların dünyasına bir yolculuk yapıyoruz. Sağırlık ve işaret dili hakkında bilinenler, yanlış bilinenler ve bilinmeyenler tüm yönleriyle inceleniyor.

Sesleri Görmek, çoğu kez acımasız önyargılarla karşı karşıya kalan sağırların, 'işitenlerin' dünyasında kabul görmek için verdikleri savaşımı gözler önüne seriyor."

Alıntılarım ise şöyle:

"Sağırların işaret dili, farklı bir duyu ortamına adaptasyonun özgün bir örneğidir; ama aynı zamanda, ve eşit ölçüde, sağırların kişisel ve kültürel kimliklerinin temsilidir."

"Bazı sağır çocuklar, ağır sağır olsalar da, ötekilerden çok daha iyi bir eğitim alabiliyorlarsa, o zaman sorunun kökenleri sağırlıklarında değil, sağırlığın neden olduğu zorluklarda, özellikle yaşamlarının başlangıcından itibaren karşılaştıkları iletişim kurma zorluğunda ( ya da bozukluğunda ) aranmalıdır."

"İşaret dilinin kelimeleri ve deyimleri küçük yaşlarda öğrenilse de, bu dilin grameri, konuşma gramerinin öğrenildiği yaşlarda gelişir. Dilsel gelişme sağır ve işiten çocuklarda aynı hızı takip eder. İşaretle anlaşma konuşmadan daha önce ortaya çıkıyorsa, bunun nedeni kolaylığıdır; kasların basit ve ağır hareketleri bu dil için yeterlidir, oysa konuşmada yüzlerce farklı yapının yıldırım hızıyla koordine edilmesi gerekir, bu yüzden de çocuklar ancak iki yaşında konuşmaya başlarlar. Yine de sağır bir çocuk dört aylıkken 'süt' işaretini yapabildiği halde, işiten çocuğun etrafına bakıp ağlamakla yetinmesi ilginçtir. Belki de bir nebze işaret dili öğretilmesi bebeklerin yararına olacaktır."

"İşaret dilinin evrensel ve tek bir dil olduğu, bütün dünyadaki sağırların bu dil sayesinde derhal birbirleriyle iletişime geçebilecekleri görüşü hala yaygın bir kanıdır. Ve tümüyle yanlıştır. Yeterli sayıda sağır insanın birbirleriyle temas halinde olduğu ortamlarda yüzlerce farklı işaret dili vardır."

"Körlüğümün ilk yıllarında, tanıdığım insanlar hakkında düşünürken onları iki gruba ayırıyordum. Yüzü olanlar ve olmayanlar... Kör olmadan önce tanıştığım insanların yüzleri vardı, ama kör olduktan sonra tanıdıklarımın yok­tu... Zaman geçtikçe, yüzü olmayanların oranı artmaya başladı."

Beş Sevim Apartmanı - Mine Söğüt

Çok sevdiğim bir kitap olmadı. Açıkçası sıkıldım. Daha önce "Gergedan" isimli kitabını okumuş ve zor bitirmiştim. İçime fenalıklar gelmişti. Bu kitabını da pek sevemedim. Aslına bakarsanız isimlerine ve kapağa bakınca ilginç gibi gelmişti ama bana pek hitap etmedi konusu ve kurgusu. Yine de tabi ki sevenler için iyi bir yazar Mine Söğüt.

"Gerçek, onun ulaşamayacağı kadar derine gömülmüştü. O da bildiği tek şeye, hayale sığınmaya karar verdi."

"Olduğuna inanmadığınız bir şeyi yok edemezsiniz. Ama bir şeyin varlığını zedelemek istiyorsanız ona olan inancı yok ederek işe başlayabilirsiniz."

"Korkunun gölgesinde akıl fakir kalır."

"Pencereler, kimi zaman bakmasını bilene ya da aklını çeldiği gözlere inanılmaz şeyler gösterir."

"Hiçbir tıp kitabı doktorun suskunluğunun hastaya iyi gelebileceğini söylemez. Ama zaten tüm doğrular da kitaplarda yazmaz."

"Belki mucizelere inanmak hasta ruhların en iyi ilacıdır; ama mucizelere kanmak kimi zaman ölümcül bir hastalıktır."

"Sanki yanlışlıkla doğmuştu ve bu yanlışlığın bedelini de, varlığının ağırlığını taşıyarak ödemek zorundaydı."

"Marifet tadı alarak yaşamakta. Bazen akıllı, bazen deli..."

Unutma Dersleri - Nermin Yıldırım

Nermin Yıldırım'dan güzel kurgusu ile dikkat çeken fantastik bir roman. "Unutma Dersleri"
Aşk acısıyla boğuşan Feribe, acı veren tatlı hatıralarından kurtulmak için soluğu Mazi İmha Merkezi'nde alır. Ne var ki burada verilen unutma dersleri ve her hafta yapmak zorunda kaldığı ödevler, hayatını büsbütün allak bullak edecek, kahramanımız bir yandan sabık sevgilisini unutma yolunda ilerlerken bir yandan da aklının köşesinden bile geçmeyecek maceralara sürüklenecektir.

Ben beğendim. Bu tarzdan hoşlananlar için güzel bir roman diyebilirim. 

 "O gün, saatlerle değil, ancak senelerle ölçülebilecek kadar uzun sürdü. Kalbin zamanı ile dünyanın zamanının denk düşmediği günlerden biriydi. Hoş, kalbin neyiyle dünyanın neyi denk düşüyor ki. Asıl imkansız aşk, hayatla aramızdaki."

"Yetimlik ebeveynden değil, insanın ruhunun üflendiği yerden geliyordu."

"Nedense yetimhanelerle huzurevlerinin birbirine benzediğini düşünürüm hep. Birinde çocuklar, öbüründe yaşlılar. Yetişkinlerin hayatına henüz alınmamışlar ve işleri bitti diye ıskartaya çıkarılmışlar. Yaşlılar hep birilerinin gelmesini bekler dururdu. Çocuklar da öyle olmalı. Ama bir beklediğiniz varsa genellikle gelmez. Beklemek çünkü, bir olmazı oldurmayı umanların safdilliğidir. Gelecekler zaten kalbinizi yormadan gelir. Bekletmek, gelmeyeceklerin işidir. Bu yüzden en çok gelmeyecek olanlar beklenir."

"Belki benden gönlü geçmişti. Belki hayatın gerçekleri kafasına dank etmişti."

"İncecik bir meltem, hainlik edip boynunun ıtırını taşımıştı bana. Bugün bile nereden bulduğumu bilemediğim bir cesaretle eğilip koklayıvermiştim. O da hep bu anı beklermiş gibi, şak diye öpmüştü dudağımla çenemin arasındaki saklı kalmış yeri. Hayat öpücüğü diye bir şey vardı hayatta. Tek bir öpücük, insanı öldürebilir yahut yaşatabilirdi. Yüzümdeki o saklı yer dudaklarıyla yıkanınca donup kalmıştım. Kızamamıştım. Sevinememiştim. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmıştı sadece. Ne yapacağımı bilememiştim. Sanırım bunun adına, ilk öpüşte aşk diyebilirim. "

"Şimdi sabah serinliğini içime çekip, gökyüzünün yeni bir hikaye gibi ağır ağır aralanan tayfını seyrederken, nihayet hayallerimle buluştuğum için memnunum. Yarın ne getirecek bilmiyorum, ama her şeyi doğru yapmış değil, 'yaşadım' diyebilecek biri olarak ölmek istiyorum. Hayat hata yapmak için çok kısa. Korkmuyorum."

30 Haziran 2021 Çarşamba

Refet - Fatma Aliye

 Refet, Türk edebiyatında yer alan ilk kadın öğretmen başkarakteridir. Türkçenin ilk kadın romancısı Fatma Aliye'nin kaleminden çocukluktan genç kadınlığa, elindeki tek sermayesi aklı olan, yoksul bir kızın öğretmen okulundan mezun olarak tek başına ayakları üzerinde durma hikayesini okuruz. Konusu bağlamında, Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu romanına ilham olduğu söylenir. 

Refet, farklı kadınlıkları, sınıflar arası kadın dayanışması ve kadınların gündelik yaşamlarını oldukça yalın bir biçimde anlatan, kurgusu ve diliyle bir klasiktir.

Türkçenin ilk kadın romancısı Fatma Aliye'nin kaleminden çocukluktan genç kadınlığa, elindeki tek sermayesi akıl olan yoksul bir kızın öğretmen okulundan mezun olarak tek başına ayakları üzerinde durma hikayesini okuyoruz. Refet farklı kadınlıkları, sınıflar arası kadın dayanışması ve kadınların gündelik yaşamlarını oldukça yalın bir biçimde anlatır.

"Hem de ancak bizim gibi fakirler öğretmen olurlar. Zenginler öğretmen olmak için okumazlar. Bilgi edinmek için oraya gelirler."

"Herkese kendini sevdirmenin, herkes tarafından hürmet görmenin yalnız güzellikle olmayıp, çalışmakla, kazanmakla, öğrenmekle, ilim bilmekle de olacağını göstermek istiyorum. Bu sevilmenin, bu rağbet görmenin öyle kaybedilebilecek, çalınabilecek bir servete, gençlik alemine özgü geçici güzelliğe benzemediğini anlatmak istiyorum. Onlar sahiplerini alınlarını buruşturdukça, saçları ağardıkça, vücut pörsüdükçe terk eden vefasızlardır. Onlar bana rağbet etmemişlerse ben de onlara tenezzül etmiyorum! Benim kazanmaya ve ele geçirmeye çalıştığım huylar ve erdemler ise en büyük ve en güzel süsleri derin düşüncelerle buruşmuş alın ile ilim  uğrunda ağarmış saçlardır."

"-Bilmelisin elbette! Yalnız ölümünü hayal edip duruyorsun! Halbuki sen, o yok olmasını arzu ettiğin vücuda tamamıyla sahip olmadığını anlamalısın. Seni okul bunun için eğitti. Sana devlet bu kadar para serf etti. Öyle hocaları nerede bulup da ders alabilirdin. Onların içinde öyle öğretmenler var ki onlardan parayla ders alsan ayda binlerce kuruş sarf etmek lazım gelir. Şimdi devlet senden istifade edecek. Binlerce vatan evladının eğitim ve öğrenimi senin görevin oldu. Sen daha sana verilen emeğin hakkını ödemedin! Senin yetiştiğin gibi çoklarını daha yetiştirmeden kendine sahip oldun mu zannediyorsun? Bari bir kaç tanesinin eğitim ve öğrenimini tamamla da ondan sonra vücudunun lüzumsuzluğundan bahset."

26 Haziran 2021 Cumartesi

Al Beyaz Mavi Beyaz - Andreas Politakis

Andreas Politakis. Türkiye ve Yunanistan halkları artasında dostluk, yakınlaşma ve barış çabaları ile tanınan Yunan gazeteci, yazar, mühendis. Bu kitabında Türk-Yunan ilişkilerinin dostluk ve barış içinde sürmesini amaçlayan Yunanistan'daki çeşitli gazetelerde çıkan yazılar, söyleşi metinleri ve kendi düşüncelerinden oluşan yazılar derlenmiş. Konuya hem Yunan hem de Türk tarafından tarafsız bir gözle bakan yazar Halkların arasında bir sorun olmadığını ve sorunu siyasilerin yarattığı düşüncesinde. Ona göre siyasiler Venizelos ve Atatürk'ün ilk temellerini attıkları dostluğu devam ettirebilselerdi her şey daha güzel olabilirdi. Büyük bir Mustafa Kemal ve Venizelos hayranı olduğunu da belirmeliyim.

Çeşitli yazılardan derlenen yazıların altını çizdiğim bölümleri:

"Mustafa  Kemal, Anadolu'da bizi yendi ve bu gerçekten de oradaki Rumların felaketi oldu. Ama unutmayalım ki, oraya çıkan bizdik. Oynadık ve yitirdik."

"Yeni Türkiye'nin mimarı, Küçük Asya galibi Mustafa Kemal'dir. Bizim için Venizelos Neyse, Türkler için de belki daha fazlasıyla Atatürk odur. Türkiye toplumunda, 'Kemalist Devrimler' daha derin ve daha yaygın bir etki bırakmıştır. O halde, Türk halkıyla dostça ilişkiler kurmak istiyorsak, kahramanlarının anısına saygı göstermeliyiz."


"Bölgemizde barışa yönelik tehlikeler, Türk politikacıların Mustafa Kemal'i Yunanlılarınsa Venizelos'u unutmaları dolayısıyla ortaya çıkmaktadır."

...Konuya daha derinlemesine ve uzun erimli olarak bakılırsa, Türkiye'nin kalkınmasının Yunanistan'ın yararına olduğu görülecektir. Türkiye, bugün karşı karşıya bulunduğu ekonomik zorlukları aşmalı ve belini doğrultmalıdır. Bunu başarabilmesi için göreceği desteğe bağlıdır. Bizlerin konuya ilişkin düşüncesi, bu başarıyı gönülden arzulamak olmalıdır. Yoksulluk ve ekonomik çıkmaz iki kötü kılavuz olup ülkeleri ümitsizce çıkışlara iterler. bölgemizde barışın korunması ve iyi komşuluk ilişkilerinin gerçekleşmesi, çevre halkların gönencine bağlıdır. Dolayısıyla, Türkiye'nin mutluluğunu ve kalkınmasını istemek, barışı ve kendi haklımızın esenliğini istemekle eş anlamlıdır. Her türlü karşıt düşünce, Yunanistan'ın ve Yunan halkının doğru hesaplanmış çıkarlarına bağlıdır."

"Konsoloshanenin mühründeki 'Konstantinopolis' yerine 'İstanbul' yazılmasını Venizelos'a dayatmak, Selanikli Mustafa'nın aklına nasıl da gelmedi acaba? Tarihten, eskiden kalma isimleri silmeye çalışmakla hiçbir şeyin kazınamayacağını, yaşanıp bitmiş her şeyin yanıbaşımızda olduğunu bu 'işgüzar' görevlilere' anlatmak için Mustafa Kemal olmalı ve çelik mavisi gözleri ile şöyle bir bakıvermeliydi..."

"Mantıksız nedenlerle yaratılan gerginlikler...Ne yazık ki, neyin ne olduğunu bilmeyen kendi halinde yurttaşları etkilemeyi başarabiliyorlar."





24 Haziran 2021 Perşembe

Kara Kitap - Suat Derviş

Gotik edebiyat denilince Türk edebiyatının akla gelen ismidir Suat Derviş. Gotik tür, edebiyatta kendisini korku arka fonu ile gösterir. Bu korku, fantastik hikayeler ile ve kimi zaman da doğa üstü olaylar ile ortaya çıkmaktadır. Gotik türde hakim olan kavram karanlık ve derin kişilik çatışmalarıdır.
Bu kitapta gotik edebiyat kapsamında ele alınabilecek dört eseri Kara Kitap, Ne Bir ses...Ne Bir Nefes, Buhran Gecesi ve Fatma'nın Günahı bir kitapta birleştirilmiş. Dört kadının hikayesinin anlatıldığı dört eser.

Hasta bir genç kız olan Şadan, güzelliğinden dolayı acı çeken Fatma, bir babayla oğlu arasında kalan Zeliha ve kocasına çok aşık olan Zehra... 
Kitapta epeyce Osmanlıca sözcük olduğundan kitabın sonunda da bu kelimelerle ilgili geniş bir sözlük de var.

Kitaptan bazı alıntılar.

"Hele bu gece yüzünde tuhaf bir hal var. Gözkapakların pembe ve hummalı. Sonra yüzün her zamandan daha solgun. Bu kırmızı elbiseler mi sana çok yakışıyor, yoksa şömineden çıkan ışık mı, bilmiyorum."

"Bu dünya... bu endişeler, bu korkular, bu kederler, bu tebessümler bana yabancı mı? Bunların hepsini tanıyor muyum? Ben bunların hepsini yaşamadım mı? Hayat, benim için sonu pek iyi bilinen bir kitabın kıraatine benziyor. Onda bilmediğim, anlamadığım, evvelce hissetmiş olduğum bir şeycik yok."

"Kocamın ıslak elleri ellerimi tutmaya uğraşıyor. Ne bende ne de bütün bu gecede dehşetimi haykıracak, imdat dileyecek bir ses yok! Bir nefes yok! Ne bir ses...ne bir nefes..."

"Asabım ne kadar hasta. Şimdi bu resim kımıldanacak, canlanacak zannediyorum ve eğer şimdi canlanıp odanın loşluğu arasında bana doğru ilerlese, ocaktan dökülen bu kızıl ziyayla gözleri daha fazla yansa korkmayacağımı zannediyorum."

"Hastayım, ölüyorum. Bana gideceğim karanlık yoldaki doğruyu öğretiniz, diye yalvarmak istiyorum. Asırlardan beri kendilerini yoran, hırpalayan bu alimlerin, bu yüz binlerce değişik içtihada malik olan insanların hangisi daha fazla hakikate yaklaşmış? acaba hangisi benim aradığım ve korktuğum hakikati bulmuş? Acaba hangisi kavi bir emniyet ve itimatla yaşamak budur, ölüm budur demiş? Koca ciltleri kucaklayarak yere koyuyor, sehpanın üzerinden şamdanı alarak ciltlerin yanına yerleştiriyorum. Halının  üstüne uzanıyorum. Sayfaları titrek ellerle karıştırıyorum.
Bu acayip harflerin, bu yabancı yazıların manasını anlamamaktan mütevellit bir hiddet beni bunaltıyor."

"Hiçbir şeyden şüphe etmedi. İşte, bu gece...bu gece Celal inanılmayacak şeyler söylüyor, bu gece Celal ona...
-Seni sevmedim. Seni hakkıyla sevmemiştim, diyordu.
İşte, hala ikisi de yaşıyorlar, zelzeleler olmuyor, dünya yanmıyor. Bu mavi, sarı, beyaz şehir yıkılmıyor. Kendisi çıldırmıyordu. Her şey...her şey eskisi gibiydi. Hiçbir şey değişmemişti.
Fatma istiyordu ki yıldızlar birbirine çarpsın, gökler parçalansın, küreler kırılsın, dünya, feza, kainat, hercümerç içinde kalsın, güneşler sönsün, kıyamet, kan,ölüm ve ıstırap kıyameti kopsun. Halbuki her şey sükun içindeydi."