Bu Blogda Ara

30 Kasım 2020 Pazartesi

Okuma Günlüğü - Alberto Manguel

Yazar, editör, çevirmen Alberto Manguel'in hayatında yer etmiş,
sevdiği edebiyat kitaplarını yorumladığı, günlükle karışık anlatımı olan, her ay ayrı bir kitabı anlattığı eseri Okuma Günlüğü. Kitap yorumlarını okurken, hiç bu açıdan bakmamıştım diyebileceğiniz gibi, kendinizi bir gezi yazısının içinde de bulabileceksiniz. Ayrıca okumadığınız başka kitapları da referans alabileceksiniz yazılarda.
Yazarın seçtiği ve incelemeye konu on iki kitaptan oluşan listede ise şunlar var: Morel'in Buluşu (Adolfo Bioy Caceres), Doktor Moreau'nun Adası (H.G.Wells), Kim (Rudyard Kipling), Mezar Ötesinden Hatıralar (Chateaubriand), Dörtlerin Simgesi (A.C.Doyle), Gönül Yakınlıkları (Goethe), Söğütlükte Rüzgar (Kenneth Grahame), Don Quijote (Cervantes), Tatar Çölü (Dino Buzzati), Yastıkname (Sci Şonagon), Yüzeye Çıkış (Margaret Atwood), Bras Cubas'ın Ölüm Sonrası Hatıraları (Maria Machado de Assis)
İncelemesi yapılan kitapları okumuşsanız daha zevkli oluyor yorumları okuması, eğer okumamışsanız da okuma isteği duyuyorsunuz.
Güzel alıntılarım ve referans alınabilecek kaynaklarım oldu kitaptan, işte onlardan bazıları:

"Eğer okuyabilecek zamanı da satın alabilseydi, kitap satın almak insan için iyi şey olurdu; fakat insanlar genellikle kitap satın almayı o kitapların içindeki şeyleri elde etmekle karıştırırlar. Bir insanın okuduğu her şeyi muhafaza etmesini istemek, yediği her şeyi midesinde muhafaza etmeyi istemekten farksızdır. Yediği şey onu bedenen, okuduğu şey de zihnen beslemiştir ve o bunlarla ne ise o olmuştur. nasıl ki beden kendisiyle türdeş olanı hazmederse, bir insan da kendisini ilgilendiren, dikkatini çeken şeyi muhafaza edecektir; bir başka deyişle onun düşünce sistemiyle örtüşen  yahut amaçlarına denk gelen şeyi bünyesinde alıkoyacaktır."

"Kitaplığımın kapısına, Rabelais'nin Theleme Manastırı'ndaki düsturunun değişik bir şeklini yazmıştım. "LYS CE QUE VOUDRA" (Canın ne istiyorsa onu oku.)

"Faciadan (11 Eylül'den bahsediliyor) birkaç gün sonra, o sabah, Dünya Ticaret Merkezi'ne yakın bir kitapçı dükkanının içinde kapana sıkışmış birinden söz edildiğini işittim. Havaya yayılmış tozların yere inmesini beklemekten başka yapacak bir şey olmadığı için, siren sesleri ve çığlıklar arasında, kitapları karıştırarak beklemiş durmuş. Chateaubriand, Fransız Devrimi'nin kaosu içinde, Paris'e henüz gelmiş bir Breton şairin, Versailles turuna çıkmak istediğini anlatıyor. 'İnsanlar vardır,' diyor Chateaubriand, 'imparatorluklar çökerken çeşmeleri ve bahçeleri ziyaret ederler.' "

"İngiliz hasta, Hana'ya 'Onu ağır ağır oku,' der. 'Kipling'i ağır ağır okuman gerekir. Doğal durakları bulmak istiyorsan virgüllerin konduğu yerlere dikkat et. O, tüy kalem ve mürekkep kullanan bir yazardır. Sık sık başını sayfadan kaldırır, uzun uzun çevresine bakardı."

"Gönülsüz bitirdim Dr Moreau'nun Adası'nı. O şahane dehşetinden hiç bir şey yitirmemiş olmasına karşın, ben yaşlandıkça yazınsal anıştırmalarla tıkabasa dolu, çok daha zor ve karmaşık bir kitaba dönüşmüş gibi geliyor bana. Blake'in Nobodaddy'sini anımsatan kaçık bilim adamı ve aksine, Kafka'nın değişime uğramış Gregor'unun varoluş sıkıntısını yankılayan hayvansı yaratıklar; bir zamanlar Prospero'nunki gibi uzakta görünen, şimdi Moreau'yu baş emperyalist olarak gören sömürgecilik sonrası kaşiflerin haritasını çizdiği ada; bütün bunlar, şimdi benim öyküyü okumamın, öykünün itaatle kabul ettiği ve anında dışına taştığı bir bölümüdür."

"Weels, Otobiyografi Denemesi' nin birinci cildinde, yedi yaşındayken, Chambers Journal'ın eski bir sayısında, bir tekerlek üzerinde parçalara ayrılan bir adam hakkında bir şeyler okuduğunu anımsar. O gece korkunç bir düş görür; tanrı, bir işkence aletini döndürmektedir. Tanrı, diye düşünür çocuk, dünyada her şeyden sorumlu olduğuna göre, dünyadaki bütün kötülüklerden de sorumlu olması gerekir. ertesi sabah, Wells, Kadri Mutlak'a artık inanmayacağı kararına varır. Mareau karakterini ona belki de bir karabasan vermişti; karşılığında Moreau da bana sağlıklı bir doktor korkusu ve yetke figürlerine karşı genel bir güvensizlik verdi.
    Borges, Tanrı'ya inanıp inanmadığı sorulduğunda şu yanıtı verir: 'Tanrı sözcüğü zamanın dışında bir varlık anlamına geliyorsa, ona inandığımı söyleyemem. ama içimizde, adaletin yanında bir şey anlamına geliyorsa, o zaman evet, bütün suçlara karşın, dünyanın ahlaki bir anlamı olduğuna inanıyorum.' "

"Bu sabah, kitaplığın raflarındaki kitaplarıma baktım ve onların benim varlığımdan hiç haberi olmadığını düşündüm. Ben onları açıp da sayfalarını çevirdiğimde yaşama dönüyorlar, ama yine de kendilerinin okuru olduğumu bilmiyorlar."

"Romanda en sevdiğim bölümü seçecek olsaydım, sanırım, Don Quijote ile Sancho'nun kendilerini büyücü Mambruno'ya havadan götürecek olan tahta ata, gözleri bağlı olarak, hileyle bindirildikleri 'Clavileno' bölümü olurdu bu. Sancho, gerçekten uçuyorlarda, yeryüzündekilerin seslerini nasıl hala açıklıkla duyabildiklerini sorar. Don Quijote, bu soruyu, büyünün akıl sır almaz bir başka garabeti diye niteleyerek geçiştirir. O zaman Sancho, en azından nerede olduklarını görmek için göz bağlarının altından gizlice bakmayı önerir. Bunun üzerine Don Quijote, sabuklamasının ne kadar çapraşık olduğunu gösterir, gözbağını çıkarmasını yasaklar Sancho'ya.
İnanç, aklın kanatlarına konu yapılmamalıdır. İnanç akılla savaşmaz; kendisi için boş bir yer yaratarak varlığını gösterir. Gizemcilerin inancına göre Tanrı işte bu boşluğun içine girer."

"1809 tarihli Philosophie der Kunst'ta (Sanat felsefesi) Schelling'in parlak bir gözlemi var: 'Don Quijote'deki ana düşünce, bir ülkünün, bütün kitaba çeşitli şekillerde egemen olan gerçekliğe karşı savaşımıdır. Önce, şövalye ve onun ideali yenilmiş gibi görünür, fakat bir dış görünümden başka bir şey değildir bu, çünkü roman ilerledikçe açık bir hale gelşen şey, bu idealin mutlak zaferidir."

" 'Nostalji' sözcüğü 22 Haziran 1688'de Johannes Hofer adlı Alsaceli bir tıp öğrencisi tarafından bulunmuş; dağlarından uzak kalan İsviçreli askerlerin hastalığını tanımlamak için, Dissertatio medica de nostalgia başlıklı tıp tezinde, nostos (dönmek) sözcüğünü algos (acı) sözcüğü ile birleştirmiş."

"Överken ender olarak cömert davranan Nietzche, Goethe'yi milliyetlerin ve milli edebiyatların üzerindeki tek isim olarak görürdü. Human, All Too Human (İnsanca, Pek İnsanca) adlı yapıtında, 'Goethe, yalnızca iyi ve büyük bir insan değildir, içinde bir uygarlık taşır o.' diye yazmıştı. Eğer böyle ise, o zaman, yaşamının son yıllarında yazmış olduğu Gönül Yakınlıkları, Goethe uygarlığının bir tür görgü kuralları el kitabı gibi okunmalıdır."

"Türkçede muhabbet sözcüğü hem 'sohbet' hem de 'sevgi' anlamına gelir. Her ikisi için de 'muhabbet etmek' diyebilirsiniz. Sohbet etmenin, bir insanın kalbine ya da aklına açılmış bir pencere olması düşüncesini seviyorum."

Göremediğimiz Tüm Işıklar - Anthony Doerr

Çeşitli basın organları tarafından yılının en iyi romanı ödülü almış bir roman. İkinci Dünya Savaşı, Fransa-Almanya cephesinde geçenler ve biri görme özürlü iki küçük çocuğun gözünden yaşananlar. Bölümler halindeki anlatımı okuma kolaylığı sağlıyor. ancak her bestseller romanda olduğu gibi gereksiz uzun tutulmuş bir roman. Hep derim bizim yazarlarımız bazıları dışında tabi ki yabancı yazarlardan bu konuda daha iyi.

Konusu ise şöyle: Marie-Laure, bir müzede kilit ustası olan babasıyla birlikte Paris'te yaşamaktadır. Gözleri gün geçtikçe daha az görmeye başlayan Marie-Laure, altı yaşına geldiğinde kör olur. Babası ona yaşadıkları mahallenin mükemmel bir minyatürünü yapar, böylece her yeri parmaklarıyla ezberler ve artık dışarı çıktığında evinin yolunu bulabilecektir. Fakat bir sabah savaşın kara bulutları şehrin üzerine çökünce, yanlarında müzeye ait içi sırlarla dolu bir taş ile, Saint-Malo'da deniz kenarında bir evde yaşayan, yirmi yıldır dışarı adım atmamış olan amcalarının yanına gitmek zorunda kalırlar.

Almanya'da bir maden kasabasında kız kardeşi ile birlikte bir yetimhanede büyüyen Werner'in önündeki tek seçenek, on beş yaşına geldiğinde babasının öldüğü madende çalışmaktır. Bir gün şans eseri eski bir radyo bulup onu çalışır hale getirince ve karşılaştığı her elektronik aleti dakikalar içinde tamir edince, bir subay tarafından keşfedilir ve sonradan bir katil ordusu olduğunu öğreneceği özel bir okula gitme fırsatı elde eder. Orada dâhi olmasının bedelini ödeyip, hayatın acı taraflarına tanıklık ederken, kendisini Marie-Laure ile kaderlerinin kesişeceği Saint-Malo'da bulur.

Güzel bir kurgu, okunmaya değer. Alıntılarım ise şöyle:

  "Körlük neydi? Bir duvarın olması gereken yerde, insanın parmaklarının hiçbir şey bulamaması veya hiçbir şeyin olmaması gereken yerde, bir masanın bacağının kaval kemiğini oyması..."

"Ama çaresizlik sonsuza dek sürmesi gereken bir şey değildi onlar için. Marie Laure çok küçüktü  ve babası da çok sabırlı. Lanet diye bir şey olmadığına onu inandırmıştı."

"Körlüğün ne demek olduğunu anlamak için gözlerinizi kapatmanız yeterli olmazdı. sizin gökyüzü, insan yüzleri ve binalarla dolu dünyanızın altında, yüzeylerin dağıldığı ve seslerin havada bir kurdele yumağı haline geldiği daha hassas ve daha eski bir dünya vardır."

"Taşı elinde bulunduran kişi sonsuza dek yaşayacaktır ama taş onda olduğu müddetçe sevdiği herkesin başına sürekli yağan yağmurlar gibi art arda talihsizlikler gelecektir."

"Werner'e göre ise zaman, insanın avuçlarında taşıdığı kor gibi yanan bir su birikintisiydi. İnsan tüm enerjisini onu korumak için harcamalıydı. Onun için savaşmalıydı. Tek bir damlanın bile akmasına izin vermemeliydi."

"Her saat, savaşla ilgili anıları olan bir kişi bu dünyadan ayrılıyor, diye düşündü. Otların arasından tekrar yükseleceğiz. Çiçeklerde, şarkılarda yaşayacağız."

28 Kasım 2020 Cumartesi

Boş Koltuk - J.K.Rowling

Harry Potter serisinin yazarı J.K.Rowling'in bir kitabı "Boş Koltuk" Tür, Harry Potter gibi değil yalnız. Ancak ondan daha büyük olaylar dönüyor. Kitapta geçen öyle bir kasaba ki ölen belediye meclis üyesinin yerine geçmek için ne dolaplar, ne alavereler, ne üçkağıtlar dönüyor. Koltuk sevdası uğruna çok da yabancı olmadığımız durumlar. Çok okumadığım bir türdü ama benim için güzel bir okuma oldu. Okumayı düşünenler için yalnızca başlarda kim kimin ailesi, kim kimin çocuğu türünde küçük notlar alırlarsa güzel olur. sonrası akıyor zaten.

Alıntılara gelince: 

"...ama Ruth'un uzun bir aradan sonra hemşireliğe geri dönmesi, insan vücudunda çıkabilecek milyon tane tersliğin yeniden bilincine varmasına neden olmuştu. Gençken daha gamsızdı; oysa şimdi hala hayatta olmanın ne büyük şans olduğunu fark ediyordu."

"Shirley geçmişin hiç bahsedilmezse silindiğine inanmayı yeğliyordu. hatırlamayı reddediyordu."

"Gavin'de hiç düşünmeden bir kolunu ona doladı. Kucaklanmak öyle güzeldi ki. İlişkileri basit, sözsüz, rahatlatıcı hareketlerden ibaret olsa ne güzel olurdu. İnsanlar neden konuşmayı öğrenmişlerdi ki?"

"Ama hangi yıldızların çoktan sönmüş olduğunu bilmeye kim katlanabilir ki? diye düşündü, gece göğüne gözlerini kırpıştırarak bakarken; hepsinin sönmüş olduğunu bilmeye katlanabilecek biri var mıdır?"

"İnsanın kalbinin kabullenmeyi reddettiği şeyleri beyninin bilebilmesi tuhaftı."

"Bir insan hayatınızdan çıkınca içinizde boşluk kalıyorsa, bu aşk mıydı?"

"İnsanların yüzde doksan dokuzunun düştüğü hata kendilerinden utanmaktı, kendilerini gizleyerek başkası olmaya çalışmaktı."  

"Seçim yapmak tehlikelidir seçim yapınca diğer bütün seçeneklerden vazgeçmek zorunda kalırsın."

Algernon'a Çiçekler - Daniel Keys

 Çok düşük bir  IQ ile doğan Charlie, bilim adamlarının, zeka seviyesini artıracak deneysel ameliyatı gerçekleştirmeleri için kusursuz bir adaydır. Bu deney Algernon adındaki laboratuvar faresinde test edilmiş ve büyük bir başarı elde edilmiştir.

Ameliyattan sonra, Charlie'nin durumu günlüğüne yazdığı raporlarla takip edilmeye başlanır. İlk yazdığı raporlara çocuksu bir dil ve imla hataları hakimdir. ve sonra ameliyat etkisini göstermeye başlar. Charlie artık, insanların kendisi ile dalga geçmeyeceği ve bir sürü arkadaş edineceğini, aşık olduğu kadına açılabileceğini düşünür. fakat zekası normalden çok üstüne fırladığından, çevresinde yadırganır, kıskanılır ve istemiş olduğu arkadaşları edinmekte yine başarısız olur ve yine yalnızdır. Bu deney, son derece başarılı bir deney olarak gösteriliyordu, ta ki Algernon'da ani bir gerileme başlayıncaya kadar. Acaba Charlie'de de aynı gerileme olacak mıydı. Okuyup görelim.

Beni derin derin düşündüren ve sorgulatan bir kitap oldu. Güzel alıntılar var:

"Bunun geriye dönüşü yok, Fanny. Ben yanlış bir şey yapmadım. Ben kör doğmuş ama ışığı görmesine izin verilmiş bir insanım. Bu bir günah olamaz. Yakında benim gibi milyonlarca insan olacak dünyada. Bilim bunu yapabiliyor, Fanny."

"Bu zeka, benimle tanıdığım ve sevdiğim tüm insanlar arasına bir çomak sokmuş, beni fırındaki işimden atmişti. Şimdi, eskisinden çok daha fazla yalnızdım. Algernon'u diğer farelerden bazılarıyla yeniden o büyük kafese koysalardı, acaba neler olurdu diye düşünmeye başladım. Onlar da Algernon'a sırtlarını çevirirler miydi?

"Bunu bana zeka testlerini veren ve Algernon'la çalışan Burt Seldon'a da sordum. O da bana bazı insanların bu yanıtların ikisinin de yanlış olduğunu söyleyeceklerini ve kendi okuduklarına göre I.Q'nun bir insanın o güne kadar öğrenmiş olduğu bazı şeyler de dahil olmak üzere pek çok farklı şeyi ölçtüğünü ama zekayı pek de o kadar iyi ölçmediğini söyledi. Yani ben hala I.Q' nun ne olduğunu bilmiyorum ve herkes farklı bir şey söylüyor. Benimki şimdi yüze yaklaşmış durumda  ve pek yakında yüz elliyi geçecekmiş ama bana yeni bilgiler yüklemeyi sürdüreceklermiş. Onlara bir şey demedim ama aklıma şu takılıyor: Eğer zekanın ne olduğunu veya nerede olduğunu bilmiyorlarsa bir insanda ondan ne kadar bulunduğunu nasıl anlayacaklar ki?"

"Politikadan, sanattan ve Tanrı'dan konuşmaya başladılar. daha önce birisinin Tanrı diye bir şeyin olmayabileceğini söylediğini hiç duymamıştım. Bu beni çok korkuttu, çünkü ben de ilk kez Tanrı'nın ne anlama geldiğini düşünmeye başladım. Şimdi anlıyorum ki, üniversiteye gitmenin ve bir eğitim almanın en önemli nedenlerinden biri tüm hayatınız boyunca doğru olduğuna inandığınız şeylerin doğru olmadığını ve hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığını öğrenmekmiş."

" 'Charlie, sakin ol' İnsanlar dönüp dönüp bize bakıyorlardı. alice koluma girdi ve sakinleştirmek için beni kendisine doğru çekti. 'Sabırlı ol. Unutma ki, başkalarının öğrenmek için bir ömür verdiği şeyleri sen birkaç haftada öğrenmeyi başardın. Sen bilgi emmekten sırılsıklam olmuş kocaman bir sünger gibisin. yakında olayların arasındaki bağlantıların ve birbirinden farklı öğrenme dünyalarının nasıl bir ilişki içinde olduğunu görmeye başlayacaksın."

"Şimdi herkes bana ne kadar farklı görünüyor. Meğer profesörlerin entelektüel birer dev olduklarını düşünmekle ne kadar aptalmışım. Onlar da birer insan, hem de dünyadaki diğer insanların bunu fark etmesinden korkan insanlar...Ve alice de bir insan -o bir kadın, tanrıça değil- ve ben yarın akşam onu konsere götürüyorum."

"Ve bu iş böylece devam etti. Çalışanların çoğu Joe, Frank ve Gimpy gibi hissediyordu. bana güldükleri ve benden daha akıllı göründükleri müddetçe bir sorun yoktu ama şimdi bir moronun karşısında kendilerini ikinci derecede görmeye başlamışlardı. Ben göstermiş olduğum hayret verici gelişmenin, onları ezdiğini ve yetersizliklerini açığa çıkardığını görmeye başlamıştım. Onlara ihanet etmiştim, benden o yüzden nefret ediyorlardı."

"Aslında Nemur'un devlerin arasında cambaz ayakları üzerinde yürüyen bir adam olduğunun  ortaya çıkmasından korkması anlaşılabilir bir durum. Bu aşamada başarısız olmak onun sonu olur. Her şeye yeniden başlaması için de artık vakit çok geç."

"Nasıl oluyor da kolsuz ve bacaksız doğan insanlardan faydalanmayı akıllarından bile geçirmeyen dürüst ve duyarlı kişiler, düşük bir zeka düzeyiyle doğanları istismar etmekte bir mahzur görmezler?"

"Ben onun oğlu değildim. O çocuk başka bir Charlie idi. Zeka ve bilgi sahibi olmak beni değiştirmişti ve benim bu şekilde gelişmem kendisini küçülttüğü için -fırındaki diğer insanlar gibi- o da benden nefret edecekti ve ben bunu istemiyordum."

16 Kasım 2020 Pazartesi

Hayat Apartmanı - Mustafa Ulusoy

 Hayat Apartmanında oturan emekli öğretmen Mualla Hanımın son saatlerinin anlatıldığı ve aynı zamanda Mualla hanımın hayatındaki kişiler, mahallesindeki ve apartmanındaki çevresiyle kalabalıklaştırılmış geçmiş zaman-şimdiki zaman git-gelli, ölüm, her şeyin hayırlısı, kader temalı süslemelerle sunulmuş, kapağına bakınca farklı, içeriğine gelince daha da farklı, bazen sıkan, bazen akıcı, bu türü sevenler için güzel denilebilecek bir roman. Ben çok sevmedim. 
Alıntılar şöyle:

"Bu eve iki şey pek uğramıyordu. Biri kocası diğeri saadet."    

"İnsanın insana uzanan eli ne kadar da kısaymış. Şu an ne yakınımda olanlardan biri Selma. Yaşadığı evin tam altında ne halde olduğum aklının ucundan bile geçmemiştir muhtemelen. Bu kadar yakınken bu kadar uzaksın işte. Hayatın garip bir tecellisi."

"Hiç öğrencilere bahsettiniz mi bundan, hayatın en önemli denkleminden? Kim olursanız olun, ölüm karşısında eşitsiniz dediniz mi hiç? Nerde? Büyük eşitleyici nedir pek sayın öğretmen? Ölüm. Ölümün önünde etkisiz eleman gibi kalakalacaksınız."

"Son nefeslerinin en sonuncusu, göğüs kafesindeki son kuş gibi kanatlanıp burun deliklerinden süzülüp gidecek. Artık adın 'rahmetli' olacak. Bana rahmetli demediler. Bunda senin payın büyük. Öldü, dediler. Rahmetli şöyleydi, rahmetli böyleydi, diye anılacaksın sen."

"İnsan karısını iki türlü güzel bulur. Birincisi görür görmez: Ya güzeldir ya değildir. Bir anda görülen güzelliktir bu. Gözünü gün ışığına açmak gibi. aniden gelişen bir his. Bir refleks gibi patlar hisler insanın içinde. Diğer güzellikse inşa edilir. İlk gördüğünde çirkin bulmazsın kadınını. Muhakemeyle, tetkik ede ede, güzelliklerini bula çıkara, tanıya ede karısını gözünde, muhayyilesinde, kalbinde, fikrinde güzel yapar erkek. Halepli Muhammed, Fatıma'yı her iki türlü de sevmişti. Önce görür görmez, sonra da gördükçe."

11 Kasım 2020 Çarşamba

Peri Gazozu - Ercan Kesal

Bir Zamanlar Anadolu'da filminden tanıdığım Ercan Kesal. Kitaplarıyla geç tanıştım. İlk okuduğum kitabı Peri Gazozu. Kitap bir biyografi gibi. Yazarın asıl mesleği olan doktorluk yaptığı sırada Anadolu'da yaşadıklarını yazmış. babası ile dedesi ile diyalogları, çocukluğu, gençliği. Bir Türkiye fotoğrafı aslında. Otuz bölümden oluşuyor kitap ve hepsi birbirinden bağımsız. Okuması kolay, akıcı. Genelde babasız kalan çocuklar dikkatimi çekti olayların genelinde. Zor yılları yaşamış yazar. Diğer kitaplarını da okuyacağım en kısa zamanda.

Kitaptan alıntılarım ise şöyle:

Dedemden öğrendiğim,'insan olmak' kendi mutlu olduğun şeyleri yanındakilere de iletmektir. İnsan, kendinde olmasını istediği herhangi bir şeyi bir başkası için de aynı şiddetle isteyebiliyorsa 'insanım' diyebiliyor."

"Derdini anlatmak için açlıkla terbiye olup ölüme yatmak günleri bitti zannetmiştim. Yanılmışım. Meğer bitmemiş. Öyle ya, zulüm ve düşmanlık bitmedi ki. Ne çabuk unutmuşum Habil ve Kabil'i. Mermer sunaklar yeni kurbanlarını bekliyor. Haydı, seyre duralım hep birlikte. Ne kadar da küçükmüş meğer. Sığamadık yeryüzü sofrasına. Kibir denizinde boğulmuşuz da haberimiz yok. Değirmenimiz susmuş, unumuz bitmiş. Fırınlarımız da kararmış, kalplerimiz gibi. Artık burnumuzda sıcak ekmek kokusu yerine kan kokusu var..."

 "Eskiden ölülerini gömmeyip, bir kulenin tepesine, açığa bırakan kavimler yaşardı bu kavimler yaşardı bu topraklarda. Topluluğun rahipleri kuleye gizlenip, yırtıcı kuşların ölüleri nerden yemeğe başladığını izlerdi.                                                                Akbabaların ölüleri yediği kulenin adı 'Sessizlik Kulesi.' Türkiye'yi koca bir sessizlik ülkesi yaptık en sonunda.. Ölülerimizi zalimler yesin diye inşa ettiğimiz bir kule artık ülkemiz.                      Saklanıp bir şeylerin arkasına, dilsiz rahipler gibi bakıyoruz ölülerimize."

"İçimde tuhaf bir kıpırtı. aşık olduğum kız geliyor aklıma. sonra annem, babam, abilerim...Aynadaki yüzüm ve giderek değişen gövdem. Hiç bilmediğim şeyler var sanki bu dünyada ve sanırım hayat, hiç de kolayca anlaşılabilir bir şey değil. bana ne oluyor böyle? Büyümek ne zor şeymiş..."

"..tüm misafirleri, küçücük gövdesinden sarkan o ceketle karşıladı, oturdu, sohbet etti. İstanbul'a döneceğim güne kadar da çıkarmadı sırtından. Son gün vedalaşmak için yanına gittiğimde, 'Oğlum bu ceket çok güzel de, bana biraz ağır geliyor. Taşıyamıyorum artık. al onu sırtımdan,' dedi.                                                                       Evet, doksan yıllık bir ömrü taşıyamıyordu artık babam. Aldım ceketini sırtından. Bir daha da giyinemedi."

" 'Karasevda demek, siyah bir mühür demektir. sevdaya düşenlerin kalbinde mutlaka o mühür vardır'. Onlarca otopsi yaptım. Bir o kadarına da katıldım. Neşter kalbe her uzandığında gözüm o mührü arardı. Zafer Hoca'nın dediği doğru muydu acaba? Siyah bir mühür mü vardı kalbimizde?"

Beni Onlara Verme - Tarık Tufan

Tarık Tufan, "Beni Onlara Verme" kitabında bir semti, o semtin mahallelerini 
ve o mahallelere sıkışmış karakterlerin birbirinden ilginç hikayelerini anlatıyor. Okurken sanki bir anı tadında okuyorsunuz masalsı öyküleri. Her zamanki gibi güzel, zengin ve akıcı. Okumayanlara şiddetle tavsiye ederim. Diğer kitapları da aynı tadı verecektir. Tarık Tufan kitaplarında geçen konular adeta hayattan alıntılar gibi. Aynısını yaşamıştım diyebiliyorsunuz. Yazar bizden biri gibi, ailemizden, mahallemizden gibi anlatıyor sanki. Sadece biraz karamsar ve sonları mutlu olmayan hikayeler. Ayrıca kadınlarla ilgili tespitlerine bayıldım. Zaten aşağıdaki alıntılarımın çoğunu onlar oluşturuyor.

"Yetmişlerin sonunda çekilmiş bir Yeşilçam filminin set fotoğrafından, hatta galeride sergilenen fotoğraflardan birinden az önce salona düşmüş gibi duruyordu. Bazı insanlar böyledir; bu dünyaya bir Orhan Kemal kitabından kayıp düşmüştür, Yılmaz Güney'in bir filminden sonra set toplanmış ve o adam orada unutulmuştur, semtin en eski kahvesi kapatılmış ama o adam eski tahta sandalyede oturup kalmıştır. Orhan Gencebay'ın şarkısı bitmiş ama o adam gözyaşı gibi şarkının içine akmıştır."

"İnsanın vücudundaki yaraya merhem bulabiliyorlar ama derdi yüreğinin içinde bir yerlerde olana ve ince ince kanayana kolay kolay merhem bulunmuyor."

"Velhasıl ölüyorlar. Kendi katilleriyle sevişiyorlar, kendi katillerine yemek pişiriyorlar, kendi katillerinin ellerini öpüyorlar bayramda, kendi katillerinin donlarını yıkıyorlar, kendi katillerinin çocuklarını doğuruyorlar, kendi katillerinin çocuklarını büyütüyorlar. İçinde ölüm geçen bir sözü değiştirmek ne kadar zor Allah'ım!"

"Bazı kadınların yüzü, birazdan buralara yağmurlar yağacak yüzüdür. bazı kadınların yüzü, bir kez olsun gerçekten gidenler, dönmek isteseler de bir daha dönemezler yüzüdür. Bazı kadınların yüzü, ben gitmek istesem de beni bırakma yüzüdür."

"Aşık için tek gerçeklik, sevdiği kadının gözlerine bakabilme süresidir. Onun parmaklarına dokunabilme süresidir. Saçlarını arasında ellerini dolaştırabilme süresidir. Bir yalan bu süreyi bir saniye daha uzatacaksa, o artık yalan değil, aşığın bu dünyada aklının erebildiği tek hakikattir."

"Bir aşkı, içlerinde bir yerlerde tutmak zorunda kaldığında ölürler. elini uzatması gereken anda uzatamadığında ölürler. Bir erkeğin ölümü, kadının kalbinin kırıklığıyla başlar."

"Sen hep biliyorsun bir erkeğin başlayıp da bitiremediği cümleleri, susup durmasını, sana bakıp ölmesini. Erkekler, kalbi durduğunda değil, çaresiz kaldıklarında ölürler."

"Her sabah aynanın karşısına geçip uzamış sakallarımı saran beyazlara bakıyorum. kimseler bilmiyor ama ellerin var yüzümde, bembeyaz parmakların, sakallarımın arasında dolanan parmakların, sakallarıma düşen aklar gibi ellerin. ellerin yüzümü yaşlandırıyor; ellerin cehennem, ellerin yasemin, ellerin gül kurusu, ellerin ateş. Kadın zarif elleriyle erkeğin yüzünde yazıyor o hiç bitmeyecek hikayeyi; erkeğin göz altlarına, sakallarına."

"Belki bütün bunlardan daha fazla, ancak Lale'nin yüzünün güzelliğinde takılıp kalmayanların fark edebileceği hüznünde kaldı Mehmet Ali. İnsanlar Lale'nin güzelliğinde kalakalıyorlardı ama babası yeni ölmüş kadınlara özgü, bir türlü geçmek bilmeyeni geçmek bir yana, bir nebze olsun azalmak bilmeyen hüznünü fark etmiyorlardı."

"Bir kadına duyduğun sevgi arttıkça yüzüne doğrudan bakabilme gücün azalır; gerçek aşıklar ölmemek için uzaktan bakarlar. zaten aşktan ölecek hale geldiklerinde, sevgilinin yüzüne bir kez doğrudan bakmaları yeterli olur."

"Güzel bir kadın, tırnaklarını geçirip kanatıncaya kadar bastırsa da güzel bir kadındır. Güzel bir kadın, hayatınızdan bir anı acıtarak koparsa da güzel bir kadındır. Sizi bir uçuruma sürüklese de, güzel bir kadın sadece güzel bir kadındır ve ötesinin bir anlamı yok."

2 Kasım 2020 Pazartesi

Onbinlerin Dönüşü - Samim Kocagöz

Sökeli ve yaşadığım toprakların yazarı Samim Kocagöz'ü geç keşfettim. Bu tamamen benim ayıbım olduğu gibi, okul kitaplarında, edebiyat derslerinde hiç bahsedilmemesi, bunun yanında hiç bir edebiyat öğretmenim tarafından da adının anılmamış olması bunda büyük bir etkendir. Bunun telafisi olarak önce Bütün Öyküleri" ni okudum, şimdi de "Onbinlerin Dönüşü"nü.
1930'ların Almanya'sında hızla yükselişe geçen Nazizm, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de yankı bularak, toplumun tüm kesimlerinde bir hareketlenmeye, kaynaşmaya neden olmuş, yoğunluk kazanan milliyetçilik hareketleri ve fikir ayrılıkları üniversite çevrelerine de yayılmıştır.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğrenim gören Recep ve Halit dünyaya bakış açılarıyla birbirlerine benzeseler de, duygusal açıdan farklı iki arkadaştır. Recep idealleri peşinde koşup, memleket uğruna mücadele verirken, Halit tutulduğu aşkın peşinden giderek toplumdan, yurt sorunlarından uzaklaşır. Ancak Halit zamanla yanıldığını, onca zenginliğin, paranın ve uyumsuz birlikteliğin mutluluk getirmediğini görecek, amaçsız bir yaşamın getirdiği umutsuzluğa ve vicdan azabına göğüs germeye çalışacaktır. İnsanın kim olduğunu yaptığı seçimlerin belirlediğini kavrayan Halit için geçen zamanı geri almak artık mümkün değildir. Ama yine de seçebileceği bir yol vardır.
Onbinlerin Dönüşü, Samim Kocagöz'ün İkinci Dünya Savaşı sürecinin Türkiye'deki yansımalarına ışık tuttuğu, sorumluluk bilincini, yurt ve millet sevgisini şoven duygulardan arındırarak ön plana çıkardığı sürükleyici bir roman.
Kitabın konusu böyle.
60'lı yılların romanlarına özgü kullanılan bazı kelimeler var. O dönemlerde ağızlara yerleşmiş kelimeler. Bunlardan biri de günümüzün "aynen" ine benzeyen "tastamam". Kitapta çokça kullanılmış. Günümüze gelememiş, 80'lerden sonra kullanılmayan sözcüklerden.

Bir de alıntılar var:
"..Fakat bir de bize Yunan uygarlığını armağan eden, yürüten Atinalı onbinleri aklıma getiriyorum. senin gibi Yürüyen onbinler var! İnsanlık uğruna, memleket yoluna yürüyen onbinlere katılmayı ne kadar isterdim. Ama geçti artık. Ben, yenilgiye uğramış, perişan olmuş, dönenlerdenim. Ne yapacağımı bilmiyorum!"


"Fakat iş işten geçti. On on beş yılın insanın ömründe bir önemi yoktur dedin. Bu sözüne inanıyor musun Recep? Ben, sakat bir adamım artık; bu sakatlık, basketbol maçında sakatlanmaya benzemez. Düşünüyorum, etrafıma bakıyorum, arkadaşlarımı gözümün önüne getiriyorum, hayat yolunda, ideal yolunda benim gibi onbinlerin dönüşünü görüyorum."

"Bir politikacı istediği kadar inanmış adam olsun, içinde yaşadığı toplum, onun inançlarına uygun olgunluk ve hazırlıkta değilse, hiçbir şey yapamaz."

"İnsanoğlunun en büyük sanat eserlerinden bir de, kendine göre yarattığı sevgisinin destanıdır. Her insan, yaratabildiği, hayal edebildiği kadar bir sanat eseri ortaya koyar. Bu da aşktır."

"Bildiğini iyi bilmesi, bilgisini çok iyi hazmetmesi,onu bağnazlıktan kurtarıyor, ham sofular gibi karşısındakini ölçüp biçmeden zorla fikirlerini kabul ettirmeye kalkışmıyordu."

"Ne olurdu, insanı tutan, insan eden şeyin fikir olduğunu sonra da bu fikrin namusu olduğunu öğrenmiş olsaydı!"

"Yalnız unutma, bazen şairler, sanatçılar, eserlerimden çok aşağıda, sönük kalırlar. Sanat eseri, ruhun bir uzun anda parlamasıdır. benden uzaklaştığını hissettiğim gün, eserimin sahibinin ben olduğumu aklından çıkarma...İnsanoğlunun en büyük sanat eserlerinden biri de, kendine göre yarattığı sevgisinin destanıdır. Her insan, yaratabildiği, hayal edebileceği kadar bir sanat eseri ortaya koyar. Bu da aşktır."
"Rüyalar bazen, uyandıktan sonra hatırlanabilirse güzeldir. Fakat kişi için, tek başına gözü açık rüya görmek güçtür. Gözü açık rüya görmek adamı çoğu zaman kahreder. Düşünceleri, hülyaları, gerçekleşiverecekmiş gibi gelen ümitleri bir boşluğa yuvarlanır. Kahraman, bu umutsuzluklardan kendisini kurtarmasını bilendir."