Bu Blogda Ara

21 Mart 2023 Salı

Türkiye Büyülü Hapishanem - Yalçın Küçük

Yalçın Küçük'ün hapishaneye dair notları, yazarların Onun hakkındaki düşünceleri ve dönemim Türkiyesine dair görüşlerini içeriyor.

 "Kendi halinde "insanlık" olur mu, diğer insanların görüp de teslim etmedikleri bir "insanlık" demek istiyorum ve olması gereklidir. Mutlak ve bağımsız bir "insanlık" dönüşülmelidir; atasözlerini, halk felsefesi cümleleri sayacak olursak, dilimizdeki insan kıymetini insan bilir.. sözüne baktığımızda bunun kolay olmadığını görebiliyoruz. İnsan bilmese de insan olmalıdır ve diğer insanlardan bağımsız bir insanlık olduğuna inanıyorum; bu, yaşama gücümüzdür."

Ben cezaevi sırrını Dostoyevski'de çözdüm; gardiyanlık insan iradesini kırma mesleğidir, diyordu. Tek kelimeyle dâhiyane;dâhi, çok hızlı görebilendir ve bu nedenle bazen görünmeyeni görendir. Hapsetmenin bir tek fonksiyonu var: bireyde istemeyi ortadan kaldırmak. Dün ve bugün, cezaevinin esansı budur ve bu da insanlık dışıdır. Şimdi o demir ranzaya bakıyorum, ne kadar çiçekli; her tarafını ve bu arada her tarafımı çiçekle donatmış olduğum anlaşılıyor. Bir tek burun deliklerimde çiçek yok; sanki duvar ve demirin cansızlığından, çiçekle intikam alıyordum. Hep çiçek istiyordum. Herkes çiçek istiyordu. Fakat, Dostoyevski, bir dâhidir ve hapishane, istemeye düşmandır...

"Cumhuriyet'in otuzlu yıllarda körüklediği balo merakı, 1940 ve 1950'li yıllarda dans öğrenmeyi üniversite eğitiminin bir parçası haline getirdi. İstanbul'da dans okulları açıldı. Bir Grek kökenli dans hocası vardı; iki öğrenci gelmiş, ücreti sormuşlar. Birisi az biliyormuş, saatine on lira koymuş: hiç bilmeyene de beş. Şaşırmışlar. Profesör açıklamış, az bilene dans öğretmek için daha çok emek harcaması gerektiğini anlatmış. Önce bildiği yanlışları unutturması gerekiyormuş. Yanlışları unutturmak, yanlışları silmek de emek işidir."

"Kimseyle görüştürülmüyorduk. İşte bu sırada İç Asyalı atalarımı hatırladım. Cansız bütün gereçlerim vardı, yaşıyordum; ancak mezarda yaşıyordum. Peki ben burada "yaşıyorsam" yakınlarının "öldü" dedikleri, İç Asyalı atalarımız, üstelik sevdiği kadınları ve en güzel atlarıyla birlikte gömüldükleri muhteşem mezar evlerde yaşamıyorlar mıydı? Atalarım en sevdikleri atlarla gömüldülerse benim de en sevdiğim kitaplarım var; dışardan gözlendiğinde atalarımız kadar mezardayız."

"Hapishanede çok insan deli taklidi yapar. Ben akıllı taklidi yapıyorum."

"Yıkım, insafsızlık karşısında çaresizliktir. Benim çarem var iki gün içimi yakarcasına bir kusurum var mı diye aradım. Mutluyum."

"Stefan Zweig'in intiharını artık anlıyorum. Ölüm, insanın kendini unutmasıdır. İntihar, bunu isteyerek yapması demek oluyor. Neden artık anlıyorum? Çünkü benim de içinde yaşadığım toplum, hızla darbeyle, onların yaşadıkları topluma benzetiliyor. İnsanlar, böyle toplumlarda yaşamaya layık değildirler; bu düzenler, insanları hamam böceğine dönüştürüyor. Zweig hamam böceği olmamak için kendisini unutmayı seçiyor."

"  'Tek başıma kendimi ne kadar geliştiririm?' değil, 'Kendi başıma başkasını nasıl geliştiririm?' İlke budur. Sevginin kaynağı ortaklıktır. Sevmek bir başkasını geliştirmektir."

"Kurtuluş hep umulmadık zamandadır"

Karartma Geceleri -Rıfat Ilgaz

Yıl 1944… İkinci Dünya Savaşı sınırlarımıza kadar dayanmıştır. Hitler faşizminin tüm Avrupa’yı ateşe attığı günler… Türkiye bu savaşa dâhil olmamak için dirense de etkileri tüm ülkede hissedilecektir. Ekmek, şeker, yakacak gibi temel ihtiyaç maddeleri karneye bağlanmış, dışarıdan gelebilecek ani baskınları önlemek amacıyla geceleri her yerde karartma uygulaması başlamıştır. Ülkenin aydınlarına da baskı uygulanan bir dönemdir bu aynı zamanda.
Rıfat Ilgaz, Karartma Geceleri’nde işte bu kapkaranlık günleri anlatır. Bir aydın, şair ve edebiyat öğretmeni olan Mustafa Ural, yazdığı ve toplatılan şiir kitabı nedeniyle aranmaktadır. Sağlık problemleri vardır, bu nedenle de hemen teslim olmak istemez. İstanbul’un soğuk ve karartılmış sokaklarına, eş dost evlerine sığınır. Tutuklandığı zaman savaş bitmiştir, ama savaş yıllarının Türkiye’de bıraktığı izler uzun süre silinemeyecektir.
Rıfat Ilgaz, Mustafa Ural’ın kaçış öyküsünü anlatırken, savaşın etkisindeki ülkemizin 1940’lı yıllarına da ışık tutuyor. Yurdumuzda ve uluslararası yarışmalarda birçok birincilik ödülü alan Karartma Geceleri’nin filmi de romanı kadar büyük bir ilgi görmüştür.
"İstiyorum ki halk, kendi çektiklerinin ayrımına varsın. Bir kez halk yoksulluğunun ayrımına varırsa... Daha doğrusu halk, kalk olarak kendi gücünün ayrımına varırsa... Kaderine öyle razı olmuş görünüyor ki."

Çok güzel alıntılar var kitaptan:

"Özgürlük içinde yaşayan bir ülkenin şairi olarak yazdıklarımdan kuşkulandılar mı, kendimi savunmak için aydınca bir hesaplaşma olurdu mahkemeye çıkışım. Toplum karşısında açık açık hesap verme olurdu. Gördüğüm tepki, bana öğretirdi yazdıklarımın anlamını, sanatçı olarak görürdüm şiirimin başarısını, ya da yerine oturmadığını. Bugün beni çağıranlar bana bu olanakları vermek için çağrıda bulunmuyorlar ki. Başımı ezmeye karar vermişler. ibret olsun diye. İşkencelere ne kadar geç katılırsam onların utkularını o kadar geciktirmiş olacağım. Şu halimle bile kendime güvenim artacak."

"Bilsem ki kimsenin parmağı yok
Bu sürüp giden işkencede,
Kılım bile kıpırdamadan bir sabah
Çekerdim daracına kendimi
Bilsem ki suç bende!"

"Bir gün gelecek suçlamalardan başka konularda da şiir aranacak. Ama henüz böyle toplumlar yok. Sorunlarını, bütün sorunlarını çözümlemiş toplumlar henüz yok. Sanatçı hangi toplumda olursa olsun bu sorunları bulup çıkarmakla görevli kişidir. Ben de her görevli gibi topluma hesap vermek zorundayım."

"Mustafa  babası kapıya çağırdığı bir akşam, masanın üstündeki bardağa yapışmış, dudaklarını değdirerek bir denemecik bile yapmıştı. Gerçekten insanın yüzünü buruşturacak kadar zehir zemberek bir şeydi bu. Bir zoru vardı ki içiyordu bu zıkkımı? Acırdı babasına. Erkek olmak bu kadar zordu demek! Bu rakıyı içip Fikret'in şiirlerini okumak demekti erkek olmak!"

"Alman ırkının üstünlüğüne inanan bizim yerli ırkçılarımız, kendi ırklarına bile güvenmedikleri halde nerden alıyorlardı bu coşup taşma hızını? Biz yeryüzünde üstün ırk tanımıyor, kendi ırkımızı değil de kendi ulusumuzu hiçbir ulustan üstün görmesek bile, hiçbir ulustan aşağı görmüyorduk. Eğer bir ulus bugün başka bir ulustan daha üstünse bunun nedeni de kafa çevresinde ne de kanındaki alyuvarlardaydı. Bu, bir ulusun egemen olma tutkusundan ileri gelmiyor muydu? Afrika'yı, Asya'yı, biraz da Avrupa'yı sömürü düzenine zorla sokmuş bir ulusun kölesi olmaya özenmek övünülecek bir şey miydi?"

  "   '-Bak abi şunu söyleyebilirim. Silme bir cahilin doğru yola girmesi çok daha kolay...Bunu biraz daha geliştirirsek, memleketin büyük bir gerçeği de çıkar ortaya. Halkımızdan gelişmeler istediğimiz zaman , onu alfabesiz bırakan yetkililer bile rahatça şöyle diyebiliyorlar: Ne yazık ki cahil...Ondan olgun davranışlar bekleyemeyiz' Sonra da bu halkı sözüm ona olgunlaştırmak için bir sürü uydurma kurslar, okullar, cemiyetler, değil mi? Onlara paradoks da olsa söyleyeceğimiz gerçek şu: Bereket versin ki halkımız cahil."

"Hocam! dedi. 'Benim öyle büyük laflara aklım ermez. Ben iktisatçı olmak için yola çıktım. Bak.'işletme'ye çalışıyorum. Şu var ki, sabah kimileri için çoktan oldu. Sen halkın uyanmasını bekliyorsun, oysa o namussuzlar, geceyi uzatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu yüzden derim ki geceler çok uzun olacak buralarda. Savaşın sonu görünür gibi oldu. Bizim aracılar, savaş sonrası ürünlerinin kendilerine gönderilmesini bekliyorlar, keselerini şişirmek için...Halkı, yalnız kendi adlarına soysalar canım yanmaz! Başkalarının hesabına yapıyorlar ki bu işi, daha çok!"

" '-Yani sen sanatçıdan bekliyorsun uyarma görevini!'                             'Bekliyorum ama, gerçek sanatçıdan. Fikret bize hiçbir şey vermiyor artık. O babamı yetiştirmiş o kadar. Bu mavi gök size bir gün acır, diyen sanatçıya inanmak biraz zor! Bu mavi gök, bu güne kadar kimseye acımadı. İsa'sına bile. Hem halkın acınacak nesi var ki, hele emeğiyle uygarlıklar kurmuş halka acınır mı hiç! Uyansın da kendi sırtından gökdelenler kuranlardan alsın hakkını."

"  'Eğer, iş şairlerimiz, romancılarımızla olacaksa, çook Nazım'lar gerekecek bize' dedi. Çok aydınlar çok sanatçılar, romancılar..'  " 

Deli Filozof - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Deli Filozof, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın dünya, yaşam, metafizik, aşk ve bağlılık konularında felsefi düşüncelerini sergilediği en önemli yapıtlarından biridir. Romanın baş kişisi Deli Filozof adıyla ünlü Hikmetullah Efendi bile, yaşamın gizlerine akıl erdirememektedir. Deli filozof, romanın sonunda şu sonuca varıyor: İnsanlığın başını döndüren, işte üç büyük cinayet faktörü: aşk, can hırsı, para... Bu gerçekten ibret almak için hayat acı örneklerle doludur, ama insanoğlu fırsat düşkünü bir kördür. Klasik bir yazarın, neşter gibi kullandığı kalemiyle eşsiz bir ibret dersi...
Alıntılarım ise şöyle:

"Hem şimdi dinle ahlak ayrılmıştır. Ne dindar ahlaksızlar vardır, ne ahlaklı dinsizler vardır."

"Her yaşın deliliği başkadır."

“Bu aşk dilencilerine acırım fakat hak vermem. Yüksek bir gönül, sevilmediğini hissedince arsızlanmaz, hemen incinip çekilir..”

"-Hayat ne acayip bir şeydir! Bazen haftalar, aylar âtıl geçer, bazen de böyle yarım saatin, birkaç dakikanın içinde neler olur? Şu geçirdiğimiz kısacık zamanın içine sığan vakaları düşünüyor musunuz? Hayli müddetten beri bizi üzen müşkül muamma kendi kendine halloluverdi. Her müşkülün bir zamanı vardır, onu beklemeli!"

"Halkın adı göklerde bayrak, lâkin kendisi sokaklarda yalın ayaktır."

"Madem kuyularında işleyen amelenin suratlarını görmediniz mi? Simsiyah. En kuvvetli bünyeleri üç günde yıprattıran bu yeraltı işçilerine: ölmeyecek kadar veririm. Üst tarafı öz canım içindir, diyen patronun kalbi, vicdanı da tıpkı o renktedir. Amelenin yüzü, kapkara..."


9 Mart 2023 Perşembe

Kopernik Sendromu - Henri Loevenbruck

Yıllardır kendisinin şizofren olduğunu zanneden Vigo Ravel kafasının içinde sürekli duyduğu seslerin aslında sanrılar değil, başka insanların düşünceleri olduğunu öğrenince tüm hayatı altüst olur. Artık neyin gerçek neyin hayal mahsulü olduğu konusunda ipin ucu tamamen kaçmıştır."Memento" filminde hatırlamak için fotoğrafların üzerine notlar alan Leonard gibi Victor Ravel de aklından geçen düşünceleri küçük Moleskine defterlerine yazmaktadır. İnsanlığın koşar adım kendini yok ettiğine dair karamsar dünya görüşü Cezayir asıllı güzel Agnès´le karşılaşınca değişmeye başlar…

Bu tür romanları pek okuduğum ya da tercih ettiğim söylenemezdi. Kitaplığımın rafında bu türdeki romanları, yani gerilim türünde hiç okumadığımı fark ettim. Vakit geçirmek için okumaya başladım. Sıkmayan konusu ve kolay okunması nedeniyle elimden bırakamadım. Altını çizdiğim satırlar da aşağıda: 

"Sık sık kütüphanelere kaçıyorum. Kitapların asla fikir değiştirmeme gibi özellikleri vardır. Bunu test edebilirsiniz. Onları tekrar tekrar okuyun aynı şeyi söylediklerini göreceksiniz. Değişen yalnızca bizim yorumlama şeklimizdir. Ama en azından onlardaki bu değişmezlik bana güven veriyor. En değişmez olanlarsa sözlükler. Şunu söyleyebilirim ki, sözlükler benim en iyi dostlarımdır."       

"Şimdiki an diye bir şey yok. Bunun açıklaması zaten çok basit: an var olmayı bırakmadıkça var olamaz. Anın esas işlevi geçmek, bunu yapmadığı (geçmediği) sürece o yok demektir., o halde an var olmuyor. Şimdiki an diye bir şey yok. Her şey geçmiş zaman."

"Kafası kitap sayfalarının arasında kaybolmuş, düşünen bir heykelim ben Dik durmalı, devrilmemeliyim."

"İnsanın hiç anısı olmayınca kendinden bahsetmesi zor. Ortak bir hikayeyi paylaşmayınca birisiyle aşk yaşaması da çok zor."

"Bu arada romanda sıkça bahsedilen "Moleskin Defteri" İki yüzyıldan beri üretilen siyah vinil kapaklı, sarı yapraklı, sade, küçük defter. Van Gogh, Ernest Hemingway gibi ünlüler kullandığı için çok tanınmış.ç.n"

"Buradan başkalarının ölmesinden mutlu oluyormuşuz anlamı çıkmasın, ama bilanço ağırlaştıkça, istisnai bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Sanırım, bize dokunmayan olayın sonuçları ne kadar ağırsa, kendimizi bir o kadar canlı hissetmemiz gerekiyor." 

"İnsanı hayvandan ayıran sadece eklemli dil yetisi değil, aynı zamanda kendisi hakkında düşünebilmesi ve böylece sonunun bilincine varabilmesidir. Biz aslında bir tek şeyiz; ölmekte olan varlıklar. Siz, ben. Yavaş yavaş ölüyoruz."

"Asla yaşayamayacağınız bir şeye nasıl hazırlanabilirsiniz ki? Ben kendi ölümümü, başkalarınınkiyle benzerlikler kurarak düşünemiyorum, çünkü benim ölümüm eşsiz, paylaşılamaz ve ben onunla karşılaşacak tek kişiyim."