Bu Blogda Ara

31 Temmuz 2018 Salı

Ötekiler - Tuncay ÖZKAN

Terör örgütü üyesi ve terör örgütü başının yakınında bulunan Rızgar isimli bir teröristin, terör örgütünün çirkinliği içinde dağda yaşadığı olaylar,  daha sonra itirafçı oluşu, askerlik hayatı, cezaevinde geçirdiği olaylar, cezaevinden kaçışı, terör örgütüne bakışı bu kitapta anlatılmış. Tuncay Özkan, itirafçı da olsa dağda teröristlik yapmış, askerimize silah sıkmış birinin  ağzından yaşanmış olayları anlatırken, objektif olmaya çalışmış ama belki istemeden de olsa bahsi geçen kişi hakkında sempati oluşturmuş gibi geldi bana. Anlatılanlar tabi ki gerçek olaylar, 
Teröristin devlete, askerin teröriste bakışı da olsa, gerçekte yaşanan olaylar, öldürülen masumlar aklıma geldiğinde kitabı okuduktan sonra dahi objektif olamayacağımı anladım. 

Kitaptan alıntıladığım  bazı satırlar tabi ki var:


"Köyde Sünniler, Aleviler ve Ermeniler ortak bir yaşam sürdürüyorduk. Fakirlikte eşitlenmiştik. Fakirlikte eşitlenince kavga olmuyor zaten. Sonradan anladım ki sorun zenginliği paylaşabilmekte."


"Devrimci devrim için izin almaz. Devrim bir halk isteğidir. Munzur'un seli gibidir, ortaya çıkınca gelir ve önüne ne çıkarsa alır götürür. Onlara rağmen devrim olur. Devrimci kötülüğü devirir. Onun için devrimcidir."


"Ancak insan, hayvanlara bile üzülüp acırken, vicdanını çalıştırırken, başka insanlara karşı zalim ve vicdansız olabilir. Göstergeleri cezaevleridir. Bence cezaevleri ile tımarhanelerinde vicdan olan uluslar büyüktür. Gerisi laf." 


27 Temmuz 2018 Cuma

Yol Arkadaşım - Gündüz Vassaf

Gündüz Vassaf bu defa bizi dünyanın değişik havaalanlarına götürüyor. Yıllardan beri gezdiği, gördüğü havaalanlarındaki insan manzaraları, değişik milletlerin kültürleri, uçak bekleme salonlarında yaşadıkları, havaalanlarının mimarisi hakkında gözlemleri gibi bir çok şeyi bize anlatıyor. Dünyanın farklı yerlerinden toplam 40 havaalanında geçen gerçek hayat öyküleri.  

Havaalanlarında geçirilen boş zamanlara acıyor ve bu vaktin değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor yazar: "Havaalanlarının  yeniden tasarlanması gerek, Artık hepsi birbirine benziyor. Uçağın kalkışından üç saat önce gelin diyorlar, geliyoruz ve zaman öldürmekten başka bir şey yapmıyoruz." diyor "Hangi havaalanına gitsem aklıma aynı şey takılıyor. Neden buraları kültürel faaliyetlerle zenginleştirmiyoruz?" Neden Atatürk havalimanı'nın bir köşesinde küçük bir İstanbul müzesi olmasın? Bir başka köşede neden belgesel filmler seyretmeyelim? .. Kütüphane ve sineme salonları da olsa. Özellikle bulunduğumuz ya da gideceğimiz ülke hakkında bizi bilgilendirecek bir mekan. Kitaplar, broşürler, tanıtım filmleri; hatta o ülke hakkında sohbet edebileceğimiz kaynak kişiler. Yüzme havuzu, sauna, aletli jimnastik salonu, içimizi dökebileceğimiz, problemlerimizi paylaşabileceğimiz psikologlar."

Havaalanlarının bir tanışma mekanı da olabileceğini düşünerek espri ile karışık "Tek başına seyahat eden erkek ve kadınlar için bir tanışma köşesi ya da bir tür "singles/bekarlar" barı olabilir oysa. Böyle bir yerin bir adım ötesi de havaalanlarında saatle kiralanacak küçük yatak odaları." olması gerektiğini yazıyor.

Havaalanı görevlilerinin kıyafetlerini de değerlendiriyor; "Gelişmiş ülkeler arasında devletin en az devlet olduğu ülkelerden biri İtalya olmalı. Asker, polis farketmiyor. İtalyanlara üniforma yakışmıyor. Havaalanındaki polisler, üzerlerindeki üniformaları evde ayaklarına terlik giymişcesine taşıyorlar."

"İnsanlar yine boş boş oturuyor etrafımda. Kitap, gazete okuyan yok denecek kadar az. Yan yana oturdukları, beklemekten çoktan sıkıldıkları halde birbirleriyle konuşanlar da yok her havaalanında olduğu gibi. Belki de tatil köylerindeki gibi animatörler lazım havaalanlarındaki insanları sıkıntıdan kurtarmak için. Üstelik bir düşünün, burada birbirimizden öğrenebileceğimiz o kadar çok şey var ki. Farklı kültür, ülke ve dinlerden insanlar bir arada ama birbirlerine kazayla ayakları değecek olsa, 'Excuse me'diye özür dilemekten başka bir şey yapmıyorlar etkileşmek adına. Oysa hayatımda ilk kez gideceğim diyelim, şu karşımda oturan Amerikalı bana ülkesi hakkında bir şeyler anlatsa fena mı olur?" Bence de güzel olur. Ama insanlar ellerindeki cep telefonu ya da tablet ekranından kafalarını kaldırıp biraz etrafa bakarlarsa tabi ki.

"Uçak korkusunu hiç yaşamadım. Neden korkarız? Uçak düşecek diye mi? Peki, daha çok otomobil kazalarında ölmemize rağmen neden uçak korkusu bu kadar konuşulur da otomobil korkusundan hiç bahsedilmez?.. Acaba uçakta olma düşüncesi aklına olası bir kazayla birlikte o an gökyüzünde olduğu için Tanrı'yı ve dolayısıyla ölümü mü getiriyor? Yani uçak korkusu kaza olasılığı ve Tanrı'ya yakınlık birleşince mi ortaya çıkıyor?"

Havaalanları belki bu şekilde daha sıcak bir yapıya kavuşabilir belki de; "Kulağım, ruhum müzik arıyor havaalanında. Neden arka fonda hafiften bir Vivaldi kompozisyonu ya da bir Napoliten şarkısı dinletmezler ki bize? Ya da en azından bir sigara içme mekanı olduğu gibi, neden hoş bir müzik dinleme ortamı düzenlemezler?" 

"İki saat sonra sivil halkı bombalamakla övünen Sabiha Gökçen'in adını taşıyan havaalanına doğru yolculuk başlayacak. Bir gün bu adın değişeceğini umuyorum."

"Almanların sandaletlerini çorapla, Amerikalıların çorapsız giymeleri gibi küçük istisnalar dışında başka milletlerden insanları giydiklerine bakarak ayırt etmem yıllardan beri pek mümkün olmuyor." 

25 Temmuz 2018 Çarşamba

Bazı Yollar Yalnız Yürünür - Özgür BACAKSIZ

     
Özgür Bacaksız'ın daha önce Mutsuz Çocuklar Ülkesi kitabını okumuş, beğenmiştim. Bu kitabını içeriğini bilmeden aldım fakat ne amaçla yazıldığını evirdim çevirdim anlamadım. Açıkça şöyle diyeyim; Filozofların ve büyük edebiyatçıların sözlerinin açıklanmasına girişilmiş, bunlar üç dört satırla geçiştirilmiş, biraz da esprilendirmeye çalışılırken sulandırılmış sanki. Yoksa bu sözler üç satırla açıklanacak sözler değil. Dahası bu aforizmalar belki bu şekilde değil daha anlatıcı, örnek hikayelerle süslenmiş şekilde verilmiş olsaydı daha çok ilgimi çekerdi diye düşünüyorum. Zorlama bir kitap olmuş diye düşünüyorum. Tabi ki bu benim düşüncem. Kitapta büyük emek var ama sadece görüntüsünde. Kitabın nerdeyse yarısını oluşturan illistrasyonları kimin çizdiğini ya ben anlayamadım ya da ismi verilmemiş. Kitap aforizmalardan oluşmuş ama tam bir laforizma olmuş. Sözlerin yorumlanmasında tartışmaya açık yorumlar da var, örneğin: Edmund Burke'nin "Kötülüğün galip gelmesi için biricik şart, iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır" sözünün yorumunda yazar: "İyiler, kötüleri zamanında öldürmedi de ondan hep bunlar..." yorumu açıkça benim hoşuma gitmedi.

       Kitapta geçen Baltazar Gracian'ın sözü: "Düşüncelerinizi çok açık seçik dile getirmeyin. Çoğu insan anladığı şeyleri küçümser, anlamadıklarına saygı duyar." cümlesine aykırı davranarak düşüncelerimi açık seçik dile getirdim. Sevdiğim yazarlardan daha güzel işler bekliyor olmamdan eleştirilerim. Yoksa her kitaba verilen bir emek var. Özgür Bacaksız'ın kendi kanatlarıyla uçtuğu kitapları bekliyorum.

       Kitaptan alıntılar yapmama gerek yok. zaten yazar yeteri kadar alıntı yapmış. Yine de okuyun, yorumları beğenmeseniz bile filozofların sözleri güzel.

Okuma Günleri - Marcel PROUST

"Çocukluğumuzda, yaşamadan geride bıraktığımıza inandığımız, yani çok sevdiğimiz bir kitabı okuyarak geçirdiğimiz zamanlar kadar dolu dolu yaşadığımız gün yoktur herhalde." diyerek kitaba başlayan Marcel Proust için okuma eylemi, bilgiye ulaşma arzusundan çok daha fazlasıdır. Proust'a göre büyük yazarların okunması, tek başına onların derin düşüncelerinin kavranmasına yol açmaz. Aynı zamanda okurun, bu ilham kaynağı zekâlarla kendi dünya görüşünü zenginleştirmesine de hizmet eder. Vaktiyle okuduğumuz bir kitabın sayfalarını karıştırmak, mazide kalan günlere dönmektir diyen Proust, çocukluğunda yaptığı okumaları, okumak için yarattığı zamanları, evde kimse yokken kitaplara sarılışını anlatırken, yemek vakitlerinin okumalarını böldüğünü bu zamanları hiç sevmediğini de belirtiyor.

Kitabın Fransızca aslından çeviren Murat Erşen'in mükemmel çevirisi ile kitap benliğini bulmuş diyebilirim. 

Altı çizili satırlardan bazıları:

""Tüm iyi kitapların okunması, geçmiş yüzyıllarda bunları yazmış olan en saygın ve ilginç kişilerle yapılan bir sohbet gibidir."

"Okuma zihinsel yaşamın eşiğindedir; bizi bu yaşama sokabilir ama onu teşkil etmez."

"..olur da bugün, vaktiyle okuduğumuz bu kitapların sayfalarını yine karıştırırsak, bunu artık mazide kalmış günlerden muhafaza ettiğimiz takvim yapraklarını karıştırır gibi ve artık var olmayan evlerin ve göllerin bu sayfalarda yansıdığını görme umuduyla yaparız. 
       Tatil zamanlarında yapılan bu okumaları kim benim gibi hatırlamaz ki, insan bu okumaları, onlara sığınak sağlayacak kadar huzur dolu ve dokunulmaz olan günün her saatine birbiri ardınca saklar."

"Okuma bizim için, sihirli anahtarları bize kendi derinliklerimizde, içlerine giremeyeceğimiz konutların kapısını açan bir kışkırtıcı olduğu sürece, hayatımızdaki rolü de esenlik getiricidir."

"..Zira çoğu kez tarihçi için, hatta alim içini bir kitabın içinde uzaklarda aradıkları bu hakikat, doğrusunu  söylemek gerekirse, bizzat hakikatin kendisi olmaktan ziyade onun göstergesi ya da kanıtıdır, dolayısıyla bu hakikat, haber verdiği ya da teyit ettiği (ve en azından tarihçi ya da alimin zihninin bireysel bir yaratımı olan) başka bir hakikate yol açar. Edebiyatçı içinse durum  böyle değildir. O, okumak için okur, okuduğunu aklında tutmak için okur. Ona göre kitap, o göksel bahçenin kapılarını açar açmaz kanatlanıp uçan bir melek değil, kendisi için tapındığı, uyandırdığı düşüncelerden gerçek bir saygınlık kazanmak yerine onu çevreleyen her şeye sahte bir saygınlık bulaştıran hareketsiz bit puttur."

"Kuşkusuz, dostluk, bireyleri ilgilendiren dostluk boş bir şeydir ve okuma da bir dostluktur. Ama en azından samimi bir dostluktur ve bir ölüye, olmayan birine hitap etmesi, ona yansız,neredeyse dokunaklı bir hava verir. Dahası bu, tüm diğer dostlukları çirkinleştiren her şeyden azade bir dostluktur."

"Zira başkaları içim konuşur kendimiz için susarız. Bu yüzden sessizlik, sözden farklı olarak, kusurlarımızın, riyakarlığımızın izini taşımaz."

24 Temmuz 2018 Salı

Portakal Ağacı - Candaş Tolga IŞIK

Aylık edebiyat dergilerinden tanıdım Candaş Tolga Işık'ı. İtiraf etmeliyim ben de adını zor söylüyorum ya da karıştırıyorum bazen. Çağdaş Tolga, Tolga Çandar gibi. Yazar da isim karışıklığı konusuna kitaptaki bir yazısında değinmiş. Kitap ondört adet hayat hikayesinden oluşuyor. Hikaye diyorum ama bazıları yaşanmış olaylar. Hatta yazarın başından geçenleri anlattığı bölümler de var. Kitap Ernest Hemingway'in "Hayat hakkında yazabilmen için önce onu yaşaman gerek. Çünkü, hikaye gerçekse hiçbir yazı kötü değildir." sözüyle başlıyor. Güzel bir kitap, eğlenceli, sevimli."Okuyun" derim.

Kitaptan, güzel bulduğum altı çizili cümlelerimden  bazıları:

"Çok istemek önemliydi çünkü...Her istediğini değil, ama çok istediğini mutlaka yapacaksın bu hayatta..."

"Öyle ya, dövme dediğinin bir karşılığı olacak ruhunda...Ve o karşılık seni sıkacaksa bir gün, hiç mıhlatmayacaksın vücuduna..."

"Bir keresinde bilge bir adama, 'Yalnız ve mutsuz yaşamanın sırrı nedir?'diye sormuşlar.
'Yaşamayı bilmem, ama yalnız ve mutsuz bir insan olarak ölmenin  sırrını verebilirim,' demiş: 'Her sıkıldığında, her sıkıldığından vazgeçmek!' "

"Bir kere şöyle düşünün, adamda nasıl bir dert varmış ki gitmiş rakıyı bulmuş! Zaman makinesi yapacaklar bin yıldır... Rakıdır o. Bir kadehe tutunarak, geçmişe de dönebilirsin geleceğe de gidebilirsin. Yalan makinesidir aynı zamanda rakı..Ne kadar acı verirse versin yüzüne çarpar gerçeği.."

"Oysa bilmiyorlar ki rakı masasında sarhoş sıfatıyla memleket kurtarmak, mecliste milletvekili sıfatıyla memleketi batırmaktan daha masum ve zararsız bir eylemdir."

"İnsan yaptıklarından değil, sonunda hep ve en çok yapamadıklarından , yaşayamadıklarından, eksik bıraktıklarından pişman olur."
   

23 Temmuz 2018 Pazartesi

Elia İle Yolculuk - Zülfü LİVANELİ

Dünyaca ünlü sinema ustası ve yazar Elia Kazan,  yine büyük yazar, müzik adamı, siyasetçi Zülfü Livaneli'nin anlatımı ile hayat bulmuş bir eser. Livaneli yalnızca Elia Kazan'ı anlatmakla kalmamış, Kazan'la birlikteyken ve ondan bağımsız yaşadığı bir dizi hayatından kesitler de vermiş.Çok akıcı, zevkle okunacak bir kitap. Zülfü Livaneli'nin anlatımı  mükemmel. 

 Alıntıladığım cümlelerden bazıları:

  "..Kapısını çaldığım yaşlı adam için de öyle mi olmuştu? O da burada doğmamıştı. İstanbul doğumluydu, Amerika'ya  dört yaşında gelmiş-getirilmiş demek daha doğru- olduğu için, hele o yılların koşullarında, yani 20. Yüzyıl başlarında Amerika'yı filmlerden tanıma olasılığı hiç yoktu. Amerika'nın filmlerini gören değil, yaratan ve dünyaya gösteren biriydi o. Kendini Amerikalı sayan bir Anadolulu, Rum sayan bir Türk, Türk sayan bir Rum, Anadolulu sayan bir Amerikalı, New York'lu sayan bir göçmen, göçmen sayan bir New York'lu. Belki de hiç biri. Hem hepsi, hem  hiç biri. Üst üste binmiş kimliklerin çoğaltırken azalttığı, güçlendirirken zayıflattığı bir adam. Adı Elia, adı İlya, İlyas, Aliya; soyadları Kazancıoğlu, Kazan; annesinin kızlık soyadı ise Şişmanoğlu. Evinde sehpanın üstüne gelişigüzel atılmış üç Oscar heykelciğine rağmen hala Amerikalı mıyım diye düşünen, bir an  tam bir Amerikalı olduğuna karar veren ama sonra Amerika'nın çok kötü davrandığı ve her zaman da öyle davranacağı bir göçmen olduğunu düşünen, doksan yaşındaki ağaçlara benzeyen, doksan yaşında bir adam."

"Çünkü bu yaşlı adam, üzüntü-acıma-yazıklanma-pişman olma gibi kavramlara çok yabancı. Bir savaşçı o. Ne olursa olsun, düşman orduları ne kadar büyük bir güçle gelirse gelsin, son nefesine kadar direnmek azminde olan bir savaşçı. Bunu hayat ilkesi haline getirmiş. Bana verdiği öğüt de buydu zaten: Üzülmememi söylüyor, üzüntü duygusunu yasaklıyor, üzüntü çürütür insanı diye uyarıyor, ama kızmak iyi gelir, ferahlarsın diyordu: 'Sakın ola hiçbir şey için üzülme ama bol bol kız, öfkelen, dövüş, savaş, küfret ama üzülme. İnsanı üzüntü çürütür.' "

"Kendisini onun kadar hırpalayan, zayıflıklarını, ruhundaki gölgeli noktaları acımasızca gözleyen, neredeyse kendi kendinin yargıcı ve celladı olan bir başka kişi tanımadım şimdiye kadar. Adorno'nun sözleriyle: 'Normal insanların ahlaki bir yükümlülük saydığı şey onda bir takıntıydı; sürekli olarak kendi hatalarını yakalamaya uğraşıyordu."

"Zülfü Livaneli, Arthur Miller'a şöyle diyordu 'Gençliğimden beri aynı insanım, hiç değişmedim ama insana göre değil, cebinden çıkan kağıtlara değer veren sistemler, pasaportlarımın renklerinden dolayı bana farklı muameleler uyguladılar, kiminde bir suçlu, kiminde bir diplomat, kiminde bütün kapıları açan sihirli bir belgeye sahip bir adam."

"Elia, ailesinden devraldığı bir kültürel mirasla, Türklerden hep korkmuştu. Onun gözünde Türk, kaba saba, sert, vahşi ve ilkel demekti ki bu tanım Osmanlı sarayının Türk tanımına da son derece uymaktaydı...Bu mirasla, yani Türk korkusuyla büyümüş olan Elia, bana bir gün bir itirafta bulundu. 'Çok garip' dedi, 'Yaşlılık yıllarımda sizlerle yakınlaştıktan sonra, Türkleri sevmeye başladım ben. Öyle ki Yunanistan bana daha yabancı artık'..'Sebebini biliyorum' dedim. 'Çünkü ben ve sana tanıştırdığım hiç kimse, o dediğin Türklere benzemiyoruz.' "

"O anda kadını toplumdan çıkararak dışlayan İslam dünyasıyla, uygarlığı kadınla birlikte kuran Hristiyan kültürü arasındaki fark somut olarak belirdi gözümün önünde. İşte en temel sorun, en temel farklılık buydu. sadece erkeklerin rol aldığı, kadınların eve kapatıldığı ya da örtüler altında gizlendiği bir toplumda uygarlık kurulamıyordu."

"Ah Tanrım diyorum, keşke çöl dinlerinin tarif ettiği gibi koruyucu ve esirgeyici bir Tanrı olsan. Keşke insanlar toprağa karışmasa da, ölümle birlikte yeni bir hayata doğsa. Keşke ruhlar, ölü bedenlerden çıkıp dünyada dolaşmaya devam etse. Kötüler cezalandırılıp, iyiler ödüllendirilse. Ne güzel olurdu her şey."

19 Temmuz 2018 Perşembe

Çadırın Işığı - Bekir AYGÜL

Orta Asya'dan Anadolu'ya esen Yörük Rüzgarı alt başlığı ile yayınlanan kıymetli arkadaşım, meslektaşım, on parmağında on marifet olan Bekir Aygül'ün Çadırın Işığı adlı kitabını hediye ettiği eşimden ödünç alarak okudum, aklımda kalanları yazdım.


Kitap, yörük kültürünü güzel bir roman eşliğinde dramatize ediyor. Dramatize demekle doğru kelimeyi mi kullandım bilemiyorum ama güzel bir roman içeriğinde yörüklerin yaşam tarzı, doğumları, kız isteme, evlilik ve düğün törenleri, cenaze adetleri, sofra adapları, yeme içme alışkanlıkları, yörük mutfağı,bilmeceleri, oyunları, tekerlemeleri, tarla işleri, hayvan bakımları, kahramanlıkları, cenkleri, kısaca hayatlarının her anı, Selçuklu döneminin tarihi olayları ışığında çok güzel anlatılmış. Yörük obasında geçen olaylar ve yöreye ait betimlemeler Yaşar Kemal romanları tadında tasvir edilmiş. Yörük çadırlarının özellikleri, yörük delikanlılarının ve kızlarının kıyafetleri en ince ayrıntısına kadar çok güzel anlatılmış. Yerel dillerden de konu içinde gerekli yerlerde kullanılarak örnekler verilerek, kitabın sonuna da kitapta kullanılan sözcükler ve anlamlarının yazılması çok yerinde olmuş. Bazı unuttuğumuz kelimeleri yazarın sayesinde hatırlamış olduk böylece.     

Kaynakçada da belirtildiği gibi çok detaylı ve etraflıca, yerel kaynaklardan, ilk ağızdan yapılan araştırmalar sonucu meydana getirilen bu eser için Sayın Bekir Aygül'e çok teşekkür ediyorum. Yüreğine, emeğine sağlık.

Kitaptan bazı alıntılarım ise şöyle:

"Yörük çadırları keçeden veya kıl çadırdan yapılır ve çok özelliklidir. Rastgele elde edilmez. Karakeçilerin kılının kırkılması, taranması, eğrilmesi, dokunması ve yine kıldan yapılan iplerle dikilmesi sonucunda elde edilir."

"Çadırların direk sayısı sahibinin zenginliğine göre artar."

"Yörük erkekleri, giydiği elbiselerinde rahat etmeyi sever. Hem yakışmalı hem de güven vermelidir. Ata, eşeğe rahat binmelidir. Sevmediği giysiyi giydiremezsiniz ona. İçindeki yiğitlik ve kahramanlık duygularına hitap etmiyorsa, o giysiyi giymez bir daha. Desenlerle süslenmiş giysisi içinde düşmanlarına korkular saçmalı, heybetiyle görenleri dehşete düşürmelidir. Yiğitlik ve mertlik dış görünüşte değil, insanın özünde olması gerekirse de yine ona yardım etmeli giysileri. Dostları sevindirmeli, sevdiceğini gururlandırmalıdır giysileri.

"Kavurmanın Yörüklerde ayrı  bir yeri vardır. Yörük kavurmasının tadı başka olur. Kavurmayı kocaman sacda pişirip, üzerine yoğurdu serğiştirip, ortasına üzüm pekmezini döktün mü insanı kudurtur. Karşısında ne cavır dayanır ne canavar.

"Varacağın oğlanın önce anasına babasına, dedesine daha sonra da amcalarına ve dayılarına bakacaksın. At olacak tay yürüyüşünden belli olur."




Babayani - Nebil ÖZGENTÜRK

Tevazu sahibi, görmüş geçirmiş, derviş insanlara eski dilde "Babayani" derlermiş. Nebil Özgentürk de bu kitapta, çok sevdiği "babayani"leri anlatıyor. Ayrıca ilk defa bu kitapta kendi öyküsüne, ilk gençlik yıllarından ilginç anekdotlara, dikkate değer aile öykülerine, şaşırtıcı tanıklıklarına ve yaşarken ayakta kalmaya dair ipuçlarına yer veriyor. 

Zülfü Livaneli ve Sunay Akın'ın yazdığı önsöz ise apayrı bir güzellikte olmuş. Cem Karaca, İsmet Ay, Meral Onat, Neyzen Tevfik, Ali Ekber Çiçek, Ataol Behramoğlu, Can Yücel, Duygu Asena, Macide Tanır, Muazzez İlmiye Çığ, Serra Yılmaz, Tuncel Kurtiz, Türker İnanoğlu, Yaşar Kemal ve diğer adını yazamadığım baba gibi adamlardan kadınlardan hayat alıntıları, anılar, anekdotlar. Hepsi çok güzel, tarihi notlar. Okuyun hepsi güzel. Sunay Akın'ın da dediği gibi "Bizim Nebil Özgentürk' ümüz var."

Kitaptan bazı alıntılara gelince:

Meral Onat'ın babasının Kore anılarından;
"Amerikalılar, Fransızlar, bütün diğer milletler maaş olarak tonlarca para alıyordu. Bizim gibi fakir milletin askerine ayda 5 dolar veriliyordu. Hem de 'kırmızı dolar', kimse bilmez kırmızı doları, bu dolar sadece Kore'de geçerliydi, başka bir yerde geçmezdi."

"Neyzen Tevfik'in bir şiirinden:
'Türkü yine türkü, sazlarda tel değişti.
Yumruk, yine o yumruk, bir varsa el değişti.!

Ali Ekber Çiçek'e ayrılmış bölümden;
"Haydar Haydar ki müzik otoritelerinin şaşkınlıkla karşıladığı bir eser olarak tarihe geçecekti. Şaşkınlıkları şundandı: 100'ü aşkın ses ve ton saptanan eserin icrası için onlarca saz gerekmesine rağmen, Ali Ekber bu icrayı tek bağlamayla gerçekleştirmişti, konçerto misali. İmkansızı başarmıştı yani!"

Naim Süleymanoğlu'nun Türkiye'ye ilticasının ayrıntılarını, başta Avustralya Türk Konsolosluğunun kendisini kabul etmeyişini, sonrasında dönemin Başbakanı Turgut Özal'ın girişimleri ile yurda kabul edildiğini öğrenmiş olduk. Öğrenmiş olduk diyorum, çünkü ben o zamanlarda Naim Süleymanoğlu'nu kaçması/kaçırılması olayının Türk ajanlarınca yapıldığını sanıyordum. Gerçeği kitaptaki yazıdan öğrendim. Meğer Süleymanoğlu kendi ayaklarıyla gelmiş ve neredeyse zorla kabul ettirmiş. Amerika'ya gitmenin eşiğinden dönmüş. 



Yazmak Güzel Şey Be Kardeşim - Enver AYSEVER

Enver Aysever'in deneme yazılarından oluşan kitabı. Kitapta güncel olaylardan, edebiyat dünyasındaki anekdotlar ve yaşanan olayların bir şekilde edebiyat yazarlarına ve bunların kitaplarına bağlandığı anlatımlar. Çok hoş akıcı bir kitap olmuş. Okumadığım bazı kitaplar hakkında tavsiyeler aldım, okuduğum kitaplardan alıntılar görünce de mutlu oldum. Sevdiğim türden yazılar olmuş. İçinden bir şeyler öğrenebileceğim yazılar. Güzel mesajlar. Güzel tespitler. Okumasını bilene. Ömür kısa okuyacak çok kitap var.

"İnsanın aydınlığa, ileriye doğru yönünü tuttuğu efsanesine gönüllü inanıyoruz. Öte türlü düşünmek, derin bir umutsuzluk doğuruyor, hatta gariptir, iyiden ölümü düşünür oluyor kişi. Yazı adamı ölümle hep garip bir raks halinde değil mi?"


"Bugün Hamlet'i izledim. Kukla olan insanı gördüm karşımda. İpleri başkasının elinde olan, onurundan haysiyetinden vazgeçmiş zavallı mahluk: insan..." 


" 'Hamlet' kabus içinde kıvranıyor. Her yanda pusu kurmuş cellatlar var. Şiire sığınmaktan öte çare var mı? Gözümüz açık, önümüzden akıp giden yaşama tutkuyla, istek ve merakla baktığımız her an  ellerimiz kana bulanıyor oysa! Tuhaf şey yaşamak... Güzel şey...Övgüye değer...Ve çileli..."


"Kaptanı yorgun bir tekne değil midir insan?

Dilimde eksik bir şiir..."

"Russel bir öğretmenin günde sadece birkaç saat çalışmasından yana. Tüm gün çalışan birinin çocuk üstünde olumlu etkisi olamayacağını, dikkatini toplamasının imkansızlığını söylüyor ve ekliyor: Bir öğretmenin bol zamanı olmalı, tembellik için, düşünmek, yaratmak için... Belki böylece çocuğun ruhunu yeniden kavrama olanağı bulur öğretmenler. Demek çalışmak yerine tembelliğe gereksinim var."


" 'Doğum günlerinden nefret etmeye başlayalı yıllar olmuştu. Yılların üzerine yapışan sayılar yüzündendi bu. Yine de doğum günlerini önemsememezlik yapamıyordu, zira onun için kutlamanın mutluluğu yaşlanmanın utancına ağır basıyordu.' Satırlarının altını çizmişim Kundera'nın"


"Bir tutkulu okur, tüm kitapları okuyamayacağını bilir ama bu olasılığın varlığı karşısında heyecanlanır, soluk alır.  Nihayetinde sınırlı yaşamımız var. ve seçici olmalıyız elbet." (Burada beni anlatmış. Ben de hepsini okuyayım istiyorum kitapların)


"Her okuma bir direnme eylemidir. Neye karşı direnme? Bütün sıradanlıklara.."


"Peki, ya okumayla hiç ilişkisi olmayan kimse için ne demeli? Bana kalırsa sürülmemiş bir yaşamdır bu. Hatta o geleneksel soruyu da yanıtlayayım: 'Çok gezen değil, çok okuyan bilir.' Avarece gezen bir kimsenin yaşamın herhangi bir ayrıntısını görmesi söz konusu değildir."


" 'Amatör okur' dönemi fevkalade sıkıcı ve aptalca bir süreçtir. Sürekli bir savrulma, dünyayı ilk kez keşfetmenin şaşkınlığıyla geçer... Yalvaran gözlerle kitap tavsiyesi istemesi, başlı başına acıklı bir haldir..Yazık ki pek çok heveskarın, yolunu bulamadan, tüm ömür çer-çöp okuduğunu biliyoruz."


"...kimsenin uzun/soluklu metin okumaya zamanı/tahammülü yok ama herkes yazmak peşinde...Niye? Çoklu yanıtı var bu sorunun; hayatta iz bırakmak ya da yaşadığına dair bir kanıt gereksinimi sayılıyor kitap. Oysa edebi etkinlik bu değil; belki bu kaygıları da içine alan çok daha ileri bir susamışlık 'yazmak'" (Ben de herhalde biraz kendimden sonra bir iz bırakmak umuduyla yazmak istiyorum. Tam de emin değilim ama tek amacım da bu değil tabi ki. Beynin kıvrımlarında dolaşan düşüncelerin yazıyla kağıtla buluşması güzel bir şey)


"Bir kitap, bazen sadece tek bir satıra denk gelmek için okunur."


"Bir zaman yazmıştım: 'Bizim memleketin bütün uzlaşısı, cehalettir' diye!"


"Altan (Öymen) Ağabey konuştu: 'Yazarlık yaşamı engebelidir. Doruk ve zemin arası kısadır. Önemli olan varlığı sürdürmek, not düşmek, bayrak sallamaktır.' dedi. Aklıma kazıdım bu sözleri"


"Nazım' düşündüm Antakya sokaklarında . Bu yere düşen çocukları nasıl yazardı kim bilir? Evlatları toprağa düşmüş acılı anaların ağıtlarını, kırık dökük Türkçeyle birleşen Arapçanın o güzel ezgisini duyururdu şiirinde. Elden ne gelir, diye düşünür insan bazen...Şiire sığınmak şiire, Nazım'ın ellerine tutunmak."


"Leyla (Erbil) ne güzel bir isim, ışıklı bir imge ve şimdi uzaktan işitilen bir ezgi, tüyleri ürperten rüzgar....Veda yüreğimi yakar....Merhaba Leyla, inadına merhaba!"


"Altını çizdiğim en önemli saptaması şu Tahsin Yücel'in:'...Türkçe belirli düşün ve bilim alanlarının sözcük ve terimlerinden yoksunsa, yetersiz bir dil olduğu için değil, Türk toplumu söz konusu alanlarda etkinlik göstermediği için yoksundu.'diyor."


"Sanırım Goethe'nin bir sözüdür: 'İnsanın iki ömrü olmalı, biri okumak, diğeri yaşamak için' der."

"Biri ustama: ' Ya çocuk bu eleştiriye dayanamaz yazmaktan vazgeçerse' demişti. Feridun, 'İyi ya, baştan kurtulur beladan. Bu eleştiriye, ağır sözlere dayanan ancak yazabilir' demişti." 

"Ölü çocuk fotoğrafına bakmayı ve içki içip sohbet etme arzumu düşündüm. Çelişik değildi elbet. Yas falan tutulmaz bu çağda. Bakılır geçilir."

"Melih Cevdet, 'Homeros bizim klasiğimizdir' diyor. Toprağımızda yaratılan her sanat yapıtı bizim geçmişimiz, geleneğimizdir. Ben de tam böyle düşünüyorum."

"Yaş ilerleyince nedense pek çok kişi, yaşadığını hissetmek/hissettirmek için bir kitap yazma gereksinimi duyar. Çoğunlukla ölümle bir hesaplaşma halidir bu ve yersizdir."

"Bir ömrün dökümünü yapıp, sağlıklı bir muhasebe yapmak için bir başka yaşama daha gereksinim var sanırım. Keşke öldükten sonra, 'Nasıl bir yaşam sürdüm?' sorusuna yanıt verecek bir vakit olsa da, insan o filmi izledikten sonra hiçliğin kollarına uzansa. Şiir bu işi görür çoğu zaman. İsrailli Şair Yehuda Emihay'ın hemen tüm dizelerinde gördüğüm yumuşak ama esaslı hesaplaşma etkiledi beni doğrusu. Hoş, iyi bir şiirin bundan öte gayesi olur mu ki!

1924'de doğdum.
Benim yaşımda bir keman olsaydım en iyilerinden biri olamazdım.
Şarap olsaydım ya birinci kalite ya sirke olurdum.
Köpek olsaydım çoktan ölmüştüm.
Kitap olsaydım şimdiye kadar ya çok pahalanmış ya da fırlatıp atılmıştım.
Orman olsaydım genç; makine olsaydım gülünç olurdum.
İnsan olarak ise, yorgunum, ölesiye." Tanrı Belki Esirger Aşkı

"Yakında,
ikimizden geriye kimse kalmayacak
unutmak için ötekini"

"Boşa vakit harcayanları değil, boş vakti olanları anlamıyorum ben. Yaşamak dediğin, tembelliğin tadına varmak için bilgelik gerektirir."

"Nazım, Babayev'e 'Kadın çorabı nasıl bacağın güzelliğini gösterip, kendini gizlemeliyse, şiir de böyledir. Bacak yerine çorabı görürsen, orada eksiklik vardır' der."

"Düşle gerçek arası bir göz açıp kapamak değil mi yaşamak dediğimiz!"

"Usta bir denemeci Joseph Addison Roma İmparatoru Augustus'tan söz ediyor. Ölümünden birkaç dakika önce başucunda bekleyenlere, 'Rolümü iyi oynadım mı?' diye soruyor imparator. Bunun üzerine çevresindekiler olağanüstü övgülerde bulunuyor. Augustus. 'Öyleyese alkışlayın da gideyim' diyor"

"Daniel Pennac Roman Gibi adlı kitabında Kafka'dan örnek verir: 'Akşam vakti, büyüleyici bir masalın tam ortasındaki bir çocuğa, kerameti kendinden menkul bir gerekçe göstererek okumayı kesip yatması gerektiğini hiçbir zaman anlatamazsınız.' " 

18 Temmuz 2018 Çarşamba

Eski Bahçe - Eski Sevgi - Tezer Özlü

Tezer Özlü' yü geç keşfettim. Keşfeder keşfetmez de "Çocukluğun Soğuk Geceleri" kitabından sonra bir kitabını daha aldım. Bu da muhteşem bir kitap. Eski Bahçe ve Eski Sevgi adlı kitapları birleştirilmiş tek kitap olmuş. Okuduğum kitapların çoğunun yazarı şu an hayatta olmayabilir ancak yıllar önce ölen Tezer Özlü'yü okurken daha değişik duygular sarıyor beni. Kitabı, bir hafta sonu Marmaris tekne gezisi sırasında otobüs yolculuğunda okuyup bitirdim. Yine karamsarlık, yine melankoli. Yazarın kendini, yaşadıklarını anlatan öykü tadında anlatılar. Değişik bir anlatım tarzına karamsarlık hakim. 
Tezer Özlü'nün öykülerinin ve kısa yazılarının toplandığı toplam 23 öyküden oluşuyor. Öyküler genel olarak anlatı şeklinde. Kitapta, önceki okuduğum kitapta da farkedilen rahat cinsellik konuları var. Yazarın kendisi hakkında anlattığı deneyimleri, kitabın yazıldığı yıllar düşünüldüğünde oldukça cüretkar. 
Günümüzde hatırlamak olarak kullandığımız kelimenin  "Ansımak" olarak sıkça kullanılışını gördüm. Bazı bölümlerde   dikkatimi çeken bir başka şey ise anlatım dili ve kullanılan bazı günümüz kelimeleri. Sonradan anlıyorum ki Eski Sevgi Bölümünde yer alan; Gökkuşağı, Rotterdam'da, Öğleden Sonra, Stein Alanı'ndaki Postanede, Papaz Kausch, Eski Sevgi isimli öyküler Almanca yazılmış, yazarın ölümünden sonra, Kardeşi Sezer Duru tarafından Türkçeye çevrilmiş.Tezer Özlü'nün hayatını, yaşadıklarını bilmeyen biri için kitap değişik gelebilir. Kitapla birlikte Tezer Özlü'nün de hayatını şöyle kısacık bir inceleyin derim ben.

Kitaptan altı çizili bölümler:

"Bu büyük evde, sabah insanın uyanır uyanmaz karşılaştığı bunaltının insanı ağlatabileceğini düşünmüştüm. ve gece yatmadan önceki korku."

"Oğuz, yanında kaldığı dostlarına aldığından çok daha fazlasını verdi. Dostluk, güleryüz gösterdi onlara. Akıllıca yapılmış şakaları ve bulunmaz kişiliğiyle öylesine yeri doldurulamaz bir insandı ki, onu tanımış, onunla birlikte günler, geceler geçirmiş olmayı, erişilebilecek mutlulukların en büyüklerinden sayıyorum."

"O öldü. Hiçbir şey anlamadım onun ölümünden. Korkmadım da Yalnız evin yüksek katından caddeye bakarken, aşağıda giden cenaze arabasında onun götürüldüğünü biliyordum. Bir kadın beni oyuncaklarla oynamaya zorluyordu. Sanki şimdi bir başkasının ölümünden bir şey anlıyor muyum?
    Kendi ölümümden?"

"Uyandığımda kendimi annemin koynunda mı bulacağım? 
Yoksa bambaşka bir boşlukta mı?"

"Bir kanepede oturarak öleceğim
ve hiçbir yere kaldıramayacaklar beni
Ölüme giden yol çok uzun
yoruyor beni
hastalık hiçbir şeyi değiştirmedi 
intihar etmek istedim iyi ettiler
delirdim gene iyi ettiler 

artık yapılacak bir şey kalmadı."

"Antalya'nın eski limanı insana hiçbir yeri özletmiyor. Liman insanın tüm özlemlerini dolduruyor ve sanki yaşamının hiçbir kesimini ansıtmıyor."

"Her su yolunun üzerinde bambaşka bir siyasi slogan yazılı. Birçoğunda da 'Fakir babası Demirel', diyor. Gözlerim hiçbir sloganı okumadan geçmiyor. Fakir babaları böyle oldukça yoksullar ordusunun çoğalmasına şaşmıyoruz hiç."

"... Belki de insanların birbirlerine duygularını salt anlatmaları olanaksız. Ben çok açık konuşmaya çalışıyorum. Sonsuz bir bağımsızlık, sonsuz bir özgürlük duyduğum için. Bu duygularım zamanları da, ülkeleri de, kentleri de aşıyor..."


"Belki bir gün kalkacağım. Kucağıma alacağım babamı. Tarlalar üzerinde yürüyebileceğiz. Ve sonra kendimi onunla birlikte gömeceğim."

"Devrimci inançları olan kadınların sert, militan bir dış görünüşe bürünmelerine karşıyım. Kadın, kadın olabilmeli. Bu da kolay değil. Halklara olan sevgisini, insan ancak bireylerle olan ilişkilerinde geliştirebilir. Çok sevmeyen, çok sevişmeyen birini insancıl bile olabileceğine inanmıyorum, diyorum."

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Hayal Meyal - Tarık TUFAN

Kanser hastası genç bir adamın yıllar sonra eski yaşadığı yere dönmesiyle birlikte kafasında doluşan hatıraları ile yüzleşmesinin hikayesi. Bu tür kitapları seviyorum yani eskiye giden, eskiye özlem duyan, hatıralarla yaşayan kahramanları anlatan kitapları. Kimbilir belki de kendi geçmişime, çocukluğuna duyduğum  özlem kabarıyor böyle kitapları okurken. Bu hikayede de kanser hastası ve ismi kitap boyunca verilmeyen adam, istemeden nişanlandığı  İlknur, O'nu bırakıp mahalleden gidişi, kimsenin buna anlam verememesi ve mahalleli tarafından kötü gözle bakılması ve tekrar mahallesine döndüğünde geçmişte yaşadıklarının zihninde canlanması anlatılmış. Sanki yazsam benim cümlem olacak cümleler var. En çok da buna bayıldım. Şiir tadında güzel mısralar da var kitapta. Tarık Tufan'ın Ot dergisindeki yazılarını seviyorum. Kitapları da güzel. 

Kitaptan güzel alıntılar:

"Bize olanaksız gibi gelen onlarca şey başkalarının günlük hayatının bir parçası değil mi?"

"Merak ediyorum, bütün insanlar yanlarına sinsi bir gölge gibi sokulan, yüzünü başka bir tarafa çevirmişken bir anda arkasında bitiveren ölüme aynı tepkileri verir mi acaba?"

"Ölümü ilk kez yol kenarında yatan bir köpeğin üzerinde gördüm.
İnsanlar yanından geçerken şöyle bir bakıp sonra da yollarına devam ediyorlardı.Ben uzun süre orada kalma ihtiyacı hissettim. Bu yüzden ölüm ''bir süre iç çekip sonra da görmemiş gibi''davranmaktır benim dünyamda.
Ölmekten korkmam biraz da bu yüzden."

"Tahlil sonuçları açıklandığında, içimde hiç de dost olmayan bir hücrenin sürekli yandaş toplayarak işgal alanlarını genişlettiğini öğrendim."

"Ne kadar garip! Bütün insanlar öleceğini bildiği halde mutlu olmayı becerebiliyorlar. Ama ölüm tarihi ile ilgili bir zaman diliminden söz edildiği anda bir daha o mutluluğu yakalamanın imkanı yok."

"İnsanın gözyaşının bitmesi diye bir şey olsaydı o gece olurdu."

"Meraklı siyah bulutlar, böylesine hıçkırıklarla kimin ağladığını görmek için şehrin üzerine çullandılar. Dışarıda yağmur yağıyordu. Açık pencereden içeriye kafasını uzatan damlaları izledim bir süre."

"Terk ettiğiniz bir yere dönmek olanaksızdır.
Dönmeyi başarabilirsiniz de oranın aslında bıraktığınız yer olmadığını fark edersiniz. Ne geri döndüğünüz yer o eski yer. ne de geri dönen sizsinizdir."

"Kadınların sessizliği korkunçtur. Perdenin arkasında bazı gölgeleri seçebilirsiniz ama asla tam olarak ne olup bittiğini anlayamazsınız."

"Çok fazla konuşması İlknur ama konuştuğu kadarıyla, kalbimin bir köşesini tekmeleyip dışarı çıktı. Tekmelediği yerin acısı hiç dinmedi."

" 'Vakit nefestir ' demişti bir keresinde Nurettin Efendi. Neden böyle söylediğini anlayamamıştım. Vakit varlığın nefesidir. Zamanın eceli geldiğinde var olan her şeyin de eceli gelir."

"Fakirin mekanında misafirin verdiği nimettir rahatsızlık değil."

"Evlat, insanlar hakkında Allah'a uy, Allah hakkında insanlara uyma."

"Şimdi ölümün  kıyısına gelmişken dua etmeye başlamak bana çok hesaplı geliyor. Kendimi kötü hissediyorum. Sanki iki yüzlülük gibi anlıyor musunuz?"

"Umut küçük çocukların hevesi gibidir. Bir anda gelir ve bir anda kaybolur. Çocuğun oyundan vazgeçmesi gibi. Umudun artması ya da eksilmesi de bu kadar gelgeçtir."

"Bir kadının teselli ettiği erkek, ölümcül yaralarına tahammül edebilecek kadar güçlü hissedebilir."

Bir de küçük bir şiir:
"Tüketip de geçtiğimiz onca şey eskisi gibi olamaz.
Ben sadece denemek istedim.
Farkındayım olmayacağının.
Ben hala gözlerini bıraktığım yerde arıyorum."

Hadi bir tane daha:

"Benim aklım sende hâlâ.
Susuşunda.
Gözlerini kaçırışında kaldı aklım.
Gidişinde en çok..
" Hem ben bir kez öldüm.
Bir kere daha ölürüm.."

  



1 Temmuz 2018 Pazar

Temiz ve Kirli - Georges Vigarello


Ortaçağ' dan  günümüze Vücut Bakımının Tarihi

Ortaçağdan günümüze temizlik ve banyo alışkanlıklarının tarihsel sürecinin anlatıldığı bir kitap. Çok da kapsamlı gelmedi bana. İngiliz, Fransız soylularındaki ve saraylardaki tuvalet, banyo ve hamam alışkanlıkları anlatılıyor. Temizlikle ilgili hurafeler, mesela kitaptan bir alıntı; " 1500' lü yıllarda Hamam ve banyonun tehlikeli olduğu, çünkü vücudu havaya açtığı, gözenekler üzerinde neredeyse mekanik bir etki yaparak bir süre için organları açık havaya maruz bıraktığı düşünülüyormuş." 

Örneğin XVI. yy'da sağlık kitapları vücudun bir takım kokularından söz ettiklerinde bunları yok etmenin gereğine de işaret ederlerdi. Fakat o dönemde, bu iş için kuru kuru ovunma ve parfüm her türlü yıkamadan üstün tutulmuştur. Derinin güzel kokulu bir bezle ovulması gerektiği yazılırmış.

XIII. yy'da tellallar Paris' te sokak sokak dolaşıp bağırarak sıcak hamam ve banyolara müşteri toplarlarmış. 1292 yılında bu tür işletmelerden Paris' te 26 tane varmış. XVII yy.' da ise topu topu bir kaç işletme kalmış. Bunlardan yararlanmak ise pek aristokratça bir şeymiş. Zaten sık gidilmezmiş. sırf temizlik olsun diye gidilmesi, alışılmış bir şey değilmiş. Örneğin düğünden ya da bir bayanla buluşmadam önce veya yolculuğa çıkmadan, yolculuk dönüşünde gidilirmiş. Bir saray adamı evleneceği kıza tanıtılacağı gün, törene gider gibi, hamama gidermiş.

Gerileyen, kaybolan bir adet de hamam yaktırma adeti imiş.  Soylular evlerinde hamam yaktırırmış. Sanki su bir zenginlik belirtisiymiş gibi insanın rahat bir sınıfa ait olduğunu belli eden su, zamanla bir gösteri, gösteriş aracına dönüşmüş. 

Bir de pire ayıklama olayı var. XVI. yy' da  Montaillou' da bit ayıklama sürekli olarak yapılan bir şeymiş. Sevgi belirtisi olarak, saygı gösterisi olarak ayıklanırmış. Yatakta ocak başında metresler aşıklarının bitlerini dikkatle ayıklarlarmış. Hizmetçi efendisinin, kız annesinin, kayınvalide ise müstakbel damadının bitlerini ayıklarmış. ilginç. 

Bir kimsenin "eline su dökmek" nezaket ve dostluk işareti olarak görülürmüş. Saygı ve konukseverlik işaretiymiş aynı zamanda. Türkçedeki "O benim elime su dökemez" deyimi buradan geliyor olsa gerek.  

1740' larda soyluların eşya listelerinde temizlik iskemlesi denilen bir eşya çeşidinin adı geçmeye başlar. Daha o zamandan "bide" sözcüğünün bile kullanıldığı olmuş. 1739 da Malmaison konağının eşya listesinde lazımlıktan söz edilir.

Görüldüğü üzere Avrupa daha üçyüzyıl önce temizliği bilmiyorken Türkler daha eski zamanlardan bu yana temizliği, banyoyu bilmiş, kullanmış. Avrupalıya öğretmiş ama ne yazık ki o temiz Türklerden şimdiye eser kalmadığını görüyoruz. Şu andaki Avrupa' dan daha başka bir çok konu olduğu gibi temizlik konusunda da mevcut halkımızın öğreneceği çok şey var. Maalesef.






Gölgesizler - Hasan Ali Toptaş

Bir Hasan Ali Toptaş romanından bu denli sıkılacağım aklıma gelmezdi. Başlarda  Yaşar Kemal betimlemelerine benzer bir köy romanı okuyacağımı sanmıştım ama uzadıkça uzayan bir konu, fantastik köy romanı tarzına geçiş, hadi bakalım, dur bakalım derken kitap bitti ama ben pek memnun kalmadım. İki farklı zamanda geçen olaylar ve değişik bir son. Bir rüya gibi. Rüya gibi derken güzel anlamında değil karmaşık nedensiz, sonuçsuz mantıksız fantastik olaylar. Bundan önce okuduğum Hasan Ali Totaş' ın "Kuşlar Yasına Gider" kitabından sonra, aslında daha önce yazılmış olan bu kitap bana o tadı vermedi. Tamam Hasan Ali Toptaş güzel yazar, iyi yazar ama ben bu tarzı beğenmedim. Hasan Ali Toptaş okuyacaklar önce bu kitabı okumasınlar. Ha yazar bir de bu tarzda yazmış bak hesabıyla okuyabilirler. Ha bunutmadan filmi de çekilmiş kitabın: https://www.youtube.com/watch?v=io5n-VLCIdw&t=186s seyredebilirsiniz.

Kitabın özeti ise şöyle:

Bir gün İstanbul’da çalışan berber, rutin yaşamından dolayı ruhunun daraldığını söyler ve bir köye doğru yolculuğa çıkar. Köyde daha önceden berber dükkanını işleten kişi yıllar önce köyü terk etmiştir. Köye gelen berber bu dükkanı kiralar ve yeni hayatına başlamış olur.

Köyün en güzel kızlarından birisi Güvercin’dir. Gelinlik çağda ki güzel Güvercin, bir gün aniden ortalıktan kaybolur. Bu durum üzerine bekçi ve köy muhtarı Güvercin’i aramaya başlarlar. Aramaları bir sonuç vermeyince Güvercin’in kaçırılması ihtimali üzerinde dururlar. Köyde ki şair ruhlu genç sorgulanır. Muhtar suçlunun genç olduğu konusunda çok emindir. Dayak yöntemi ile ağzından laf almaya çalışırlar fakat gençten bir sonuç çıkmaz. Yemiş olduğu dayak sonrasında beyninde oluşan zedelenmeden dolayı aklını yitirir.

Köyün eski berberi köye geri döner fakat bu esnada berberin eşi ortalıktan kaybolur. Yaşanılan bu olaylar karşısında çaresiz kalan muhtar, jandarmadan yardım almak üzere şehre gider fakat bir daha köye geri dönmez.

Köylüler, Güvercin’i bulmak için aşk büyüsü yapmaya karar verirler. Bu büyü Güvercin’i getirmek yerine bir gencin ölümü ile son bulur. Köy gitgide içinde yaşanmaz bir hale geldiği için berber şehre geri döner ve gazete de genç bir kızın, bir köyde bir ayı tarafından kaçırıldığına dair bir haber görür
.


Kitaptan akılda kalan sözler:

“O her şeyin mutlaka bir iz bırakacağına inanıyordu, izsiz şey olamazdı; kuşların bile izi vardı gökyüzünde, sözcüklerin dişte, bakışların yüzde.”

"Çünkü sabaha geç kalabilirsin. Şunu da unutma ki yeryüzünde gecikmişliğin ilacı yoktur.”

"Düş gibi bir şey yani... Koşarşın koşarsın da varamazsın hani; içindeki umut varamadığın kadar büyür. Sen bakarsın ışıltıyla. İleriye uzanırsın uzandıkça da kolların uzar babam uzar... Gene de boşluğu avuçlarsın hep; düşünü düş yapan boşluğu..."

“Devletti bu, usandırmaya gelmezdi; sonra devlet her zaman on beş yaşında olurdu, canını sıkıp da bir kere küstürdün mü artık dönüp yüzüne bakmazdı."

"Her kadının gözünde bir erkeğin kaybolup gideceği boşluk bulunduğuna inanmıştı."

"Belki de bu yüzden delirmişti Cennet'in oğlu; kendini kendine gömebilmesi için delirmesi, delirmesi için de herkesten akıllı davranması gerekmişti."

"Köyü anımsamıştı o sırada; demek, demiş, yaşadıklarımın hepsi bir oyundu. Demek, insan ne yapsa bir oyunun içinde..."