Bu Blogda Ara

29 Ekim 2018 Pazartesi

Son Yörük - Osman Şahin


MEZARIN İYİSİ ÇABUK KAYBOLANDIR



 Dağlarda doğup, dağlarda ölen, yiyip içtikleri doğa olan Yörükler... Rüzgar ve kar sularıyla yüzlerini yuyanlar. Öldüklerinde özgürlüğün kar doruğuna gömülenler. Ova sıcağında da doğmuş, büyümüş olsalar, her zaman Yörük ve göçebe olarak kalanlar. Yiyip içtikleri, eşyaları, her şeyleri açıkta olan, kilidi, anahtarı, sürgüyü, kapalılığı tanımayan, Bolkarların emzirdiği Yörükler...

Hiçbir şey kalıcı değildir onlarda. Yolcu hanlarından farksızdır yurt ve yayla yerleri. Gömütleri de yurt yerleri gibi gelip geçicidir. Baharda kar ve yağmur suları ile toprak gevşeyip çökünce, hece taşı devrilir. Bir yıla kalmadan, gömütün yeri, yurdu belirsiz olur. "Mezarın iyisi çabuk kaybolandır" sözünü anımsatırcasına.


Bir yayladan öteki yaylaya gide gele, kazandıkları deneyim ve birikimlerini dededen oğula anlatırlar. Ellerde, kafalarda, dillerde taşınan bu becerilerini anında yaşama geçirirler.


Göz kadar el de önemlidir göçebelikte. Göç yıkıp kaldırmada, çadır kurup ateş yakmada, Yörük insanlarının elleri gibi becerikli bir ele az rastlanır. Her Yörük, oğlunun, kızının kendisi gibi olmasını ister ki, Yörüklükleri onların gelecek yaşamlarında da sürsün.


YÖRÜK ÇADIRLARI


İnce çakıllı düz bir alan üstünde günlerce horon tepilerek elde ederler, yün ve kıl karışımı kalın keçeden çadırlarını. Yün keçeden çadırlar hem yumuşak olur, derlenip toparlanmaya, bükmeye kolay gelir, hem de karpuz kabuğu gibi sert ve dayanıklıdır. Kalın iplerle dikilerek bağlanırlar birbirlerine. Ve yağlı kamıştan çatmaların üstüne atarak, toprağa gelen uçlarına hava girmeyecek şekilde, çepeçevre taş ve toprakla bastırırlar. Sonra da, çadırın içine yeterince kuru çam pürü ile taze çam sakızı reçine dökerek ateşe verirler. Reçineli çam pürü, saman alevi gibi ağır ağır yanarken, reçine kokulu yoğun bir duman çıkarır çadırın içinde. Bu duman, yün keçenin gözle görülmeyecek incelikteki delikciklerinden süzüle süzüle dışarı çıkarken, reçineli, sakızlı dumanlar, delikcikleri ipince ziftleyip mumlar. Dışarıda cayır cayır yanan ağustos sıcağının altında yün keçeden çadır içleri, mis gibi serin yayla çamı ve reçine kokar.


 YÜRÜMEKLE YARADILIŞIN KAYNAĞINI ARARLAR


Yağmurun ne zaman, ne yönden yağacağını, keçilerin tıksırışıyla, toprağın kokusundan anlarlar. Türkülerini, elleri kulaklarında, kendi yalnızlıklarını besleyen doğanın sonsuz ıssızlığına karşı bağıra çağıra söylerler.. Alınları paralı analar, kızlar, gelinler öylesine yalın, içten gülerler ki, yüreklerindeki o saflık gülüşlerine aynen yansır.

Atları, eşekleri, develeri, sürüleriyle yola düştüklerinde, zamanın ve uzaklıkların hiç bir önemi yok gibidir. Onlar için önemli olan hareketli olmak, yürümek böylece göç, içgüdülerini doyurmaktır. Sanki hiç durmadan yürümekle, yaratılışın kaynaklarını arar, sorar gibidirler. Göç içgüdüsü günümüzün insanında da olanca gücüyle yaşayan bir duygu değil midir?...

Giyim kuşamları, develeriyle atlarının koşum takımlarına varıncaya değin ala kırmızı kiraz dalından farksız, başlı başına bir renk ve nakış yüküdür. Üç etekli renkli fistanlar giyer kadınlar. Erkekler ise dar paçalı, yün kıl karışımı kahverengi siyah şalvar giyerler. O şalvarlarla rahatlıkla koşabilir, önlerine çıkan taşı, çalıyı, hendeği aşabilir, ata, eşeğe, traktöre bir sıçrayışta binebilirler. Yüzlerce yıllık bir göç ve iklim deneyiminin ortaya çıkardığı bir giysi türüdür, kara şalvarlar.


Sermayelerinin tümü önlerindeki sürüdür. Her sürü yürüyen, soluk alan, yer değiştiren canlı birer et, süt, yağ, peynir, yün deposudur.


YENGİMİZ UTKU TAŞLARI KADAR SAĞLAM OLSUN


Göçer obaları arasında çıkan amansız kavgalarda, yenen oba, yenilen obaya inat onların görebilecekleri yüksekçe bir tepenin başına bütün gün çalışarak taş yığar giderler. Aradan zaman geçer. Yenilen göçer obası, öbür obadan bir şekilde öcünü alınca, bu kez de, onlar inadına giderler, öçlerini aldıkları göçer obasının görebileceği yüksekçe yerlere, kendi yengilerini simgeleyen utku taşlarını yığar giderler. "Size olan öcümüzü aldık. Yengimiz bu taşlar kadar sağlam, kalıcı olsun" diyerek..


Hiçbir göçer obası, o yengi anısı taş yığınlarına ellerini sürmez, yıkmazlar. El sürmemek yücelik kazandıracaktır. çünkü onlara. Onlara dokunmak ise mertliğin, yiğitliğin ölümü demektir.


Utku simgeleri o yığınlar, yıllardan beri o ıssız, çıplak kayalıkların, tepelerin başlarında birbirlerine bakar dururlar hâlâ. Zamanın dışına düşmüş, gerisinde kalmış eski mertlik anlayışlarının, duygularının kendilerine sindiğini duyumsatırcasına...



SULTAN ANA: BENİM MÜLKÜM ZAMANDIR.


Son Yörük Sultan Ana, hiçbir değişime uğramamış, çok saf, yalın, gerçek bir yörük anası olan Sultan Ana'yla konuşuyorum:


Toroslarda Aslanköy'e bağlı Tapır Yayla'sında keçilerinin ortasında buldum onu. Göçebeliğin son canlı kişisi. Göçebeliğin ve yörüklüğün, canlı tarihi, belgeseli sanki. Yaşını sorduğumda, "Ne yapacaksın yaşımı? Benim mülküm zamandır." diyor.


Televizyonun karşısına bir kez oturtmuşlar onu. TV'ye bakmış, bakmış "Bu insan kovanı ola neyin nesi?" deyip, çıkmış.

Şekerden çok balı seviyor, içmek için kaynattığı kekiklerle adaçayının içine şeker yerine bal koyuyor. Bal yoksa şeker yerine azıcık tuz katıp içiyor.
Yayık yaymasını, yayık derilerinin nasıl hazırlandığını iyi biliyor. Şöyle, iyi yayık dişi keçinin derisinden olur. yumuşak olduğu için, diyor. Bıçak ağzı değdirilmeden keçi postu, olduğu gibi tulum örneği soyulup çıkarılır. Kılları kırklık makasıyla kesilir. Deri üstünden kıllarını temizlemek için meşe külü ile mısır unu karıştırılarak bulamaç yapılır. Derinin kıllı yüzüne değil, iç kısımlarına sürülür. Bulamaç kıl diplerini iyice çözer, yumuşatır. Öyle ki, kıllar kolayca ele gelir, yolunur. Deri yıkanır. Sonra yavşan otu, kekik, sığırkuyruğu otu, nar kabuğu ve çam kabuğu tuzla karıştırılarak, derinin her yanına bolca sürülür. Taş altında bir hafta bekletilir. Yıkanıp temizlendikten sonra derinin ayakları bağlanır ve yayık olarak kullanılmaya başlanır.

Tuzlu meşe külü ile yaş sığır dışkısını iyice karıştırarak, su kabaklarının dışına sıva yapıyorlar. Bu şekilde su kabağının içine konulan tuzlu tereyağı yıllarca hiç bozulmadan kalabiliyor.


ETİN EN LEZZETLİSİ ELMA ODUNUNDA PİŞER


Etin en lezzetlisinin elma odununda pişirildiğini söylüyor. Sultan Ana "Elma odunu is yapmaz, eti yakmaz, ağır ağır içten yanar." diyor. "Romatizmalı hastaları bal arılarına soktururuz, sonra da ısırgan dikenlerinin içine yatırırız, romatizması kesinlikle geçer." diyor.  


Sultan Ana, "Yörük kısmı almaktan çok vermeyi sever. Eli vermeden yana uzundur Yörüklerin" diyor. "Komşudan gelen bir tas ayran, içildikten sonra yıkanan tasın içine buz gibi su doldurup öyle verilir." diyor. "Öyle vermesen vermenin hatırı kalır." diyor.


*****

YÖRÜK KADINLARI DA SÜSLENİR.

Çıra isiyle tereyağı karıştırılır, sonra da kartal tüyüyle gözlere sürme çekilir. Aynı sürmenin içine azıcık tuz katıldıktan sonra yeni doğan bebelerin gözlerine kara sürme çekilirmiş. Baharda budanan bağ uçları ağlayıp gözyaşları dökmeye başlayınca Yörük kadınları budanan bağ uçlarının altına kaplarını koyarlar. Damlayan suları toplayarak bu suyla saçlarını yuyarlar, bağ suyuyla yıkanan saçların asma dalları gibi uzun, gür olacağına inanırlar.


HASTALIKLARDA YÖRÜK KADINLARI


Hastalanan bir Yörük kadını ilkin tepeden tırnağa yıkanır. Sonra da yıkandığı sabun ve saç artıklarını alır, en eski ata mezarlarına ya da yüksekçe bir dağın üstüne bırakırlarmış. Hasta kadın, sırtındaki giysileri çıkarır, "Derdim orda  kaldı." diyerek dağ üstüne bırakır, yeni giysilerini giyermiş.

Açık yara, yanık ve çıban yerleri içinde yine doğal ilaçlar kullanıyorlar. Bir öküzü öldürebilecek denli güçlü, zehirli ufacık mantarları kuruduktan sonra topluyorlar.  Mantar içinin koyu kahverengi, çok ince tozunu böylesi yara yerlerinin üstüne ekiyorlar." Mantar tozunun  değdiği yer iki güne kalmaz iyileşir" diyor Sultan Ana. Soğuk algınlıkları için kekik yağı, bel ağrıları için çamsakızı ile sütü kaynatıp sarıyorlar.

Ağız içi iltihaplarında, hasta kendi saçını parmağına dolayıp bala batırıyor. Sonra da ağzının içini ballı parmağıyla ovuyor. Ballı saç telcikleri, iltihap uçlarını acıtmadan yırtıp patlatıyor, bal ise mikropsuz olduğu için yara içlerine nüfuz ederek yarayı iyi ediyor.


Doğum sonrası en iyi yiyeceğin tereyağında kaynatılmış pekmez olduğunu söylüyor. "Tereyağlı sıcak pekmez hem insanın içini sıcak tutar, hem de rahim içi yaralara iyi gelir." diyor. 

Soğuklarda, poyrazlarda kuruyup çatlayan el ve yüzlerine ise süt kaymağı sürerlermiş.

NİÇİN KÖYLERE KENTLERE YERLEŞMİYORLAR?


Yörükler niçin köylere kentlere gidip yerleşmiyorlar? Belirli bir kazançları, yerleşecek toprakları, yurtları mı yok?.. Binlerce insanı her yaz dağların başına çekip götüren sürülerin peşinden koşturan bu güç nereden geliyor? Sessiz, serin yaylalarda hâlâ saflıklarını koruyabileceklerine mi inanıyorlar?


Yörüklüğün devamını gençlerden çok yaşlılar istiyorlar. 


Karakoyunlu aşiretinden Fadime Nine'ye bunu sorduğumda, verdiği yanıt şöyle oldu.


"Göçerlik bir kere kanımıza işlemiş bizim. Ormandan geçerken, saçlarıma çam püskülü değmezse rahat edemem. Düğünlerde, halaylarda bile mendil yerine çam pürünü elimize alır, öyle oynarız. Gönlüm rahat olmaz. Sonra can taşıyan her insan hareketli olmalı. Hareketsiz su, akmayan su kokar bozulur. Hareketli su ise canlı ve oynak olur. İşte o suyun hesabı bizlerde durmadan yer değiştirmeliyiz, bir yayladan diğerine geçmeliyiz. Önümüze çıkan her pınardan su içmeliyiz. İçilmeyene pınar denmez. İçelim de, o  pınarların ağız hakkını verelim.



ESKİ GÖRKEMLİ GÖÇ YOLLARININ VAKTİ GEÇTİ


Yörük gençleri ise, artık herkesten başka türlü olmaktan, yıllardan beri yalnızca kendilerine benzemekten, bir kenarda kalmaktan bıkmış gibiler. "Eski görkemli göç yollarının vakti geçti artık" diyorlar. 


YAPRAĞIMIZ FARKLI OLSA DA AYNI ORMANIN AĞACIYIZ.


Aynı aşiretten Durmuş Ağa yörüklüğünü şöyle anlatıyor.


"Yörüklük yürümekten gelir. Yörüklüğün kuralı şudur. Birinden isteyebilmek için vereceksin. Veren el alan elden her zaman büyüktür. Zaten biz yörükler güneşi, açık havayı, geniş alanları biraz da bu yüzden severiz. Geniş alanlarda yaşayanların gönülleri, yürekleri de açık olur. Bizde insanı rengine, ırkına, şekline göre ayırmak yoktur. Yaradana karşı günah olur bu. Bizler, bir tek insanlık ırkı tanır biliriz. Hepimiz aynı kökten de sürmüş olsak, biraz değişik olabiliriz. Yaprağımız farklı da olsa, aynı orman ağacıyla aynı toprak ananın  çocukları sayılırız.


YÖRÜK KISMININ GERÇEK DİNİ DOĞRULUKTUR.


Yörüğün yobazı olmaz, dindarı olmaz. Hacı'ya gidenimiz azdır. Aslında Yörük kısmının dine falan da ihtiyacı yoktur. Gerçek din doğruluktur. Allah doğruluktur, tabiattır bizde. Şu görünen dağlarla, ormanlar, sudur, kayadır, topraktır, ottur, bitkidir. Ölüme de inanmayız pek. Yörüklükte ölüm yok, süreklilik vardır. Durmadan akan, yer değiştiren suya, ölmüş gözüyle bakılmazsa, yörüğe de öyle bakılması gerek.


YÖRÜK KISMINA OVA SICAĞI YARAMAZ


Peki Çukurova'ya niçin yerleşmiyor, iş tutup kalmıyorsunuz orada?

Durmuş Ağa:
"Ne yapacağız Çukurova' yı bire oğul? Yörük kısmına ova sıcağı yaramaz. Malcılıktır işimiz bizim. Mal dağın yüzünde iyi olur, iyi yaşar. Çocuklar için sokağa çıkmak, caddede oynamak, araba korkusu yok. Kadınlar için, aman kapıyı, pencereyi açık tutmayın, eli uzunun biri girer korkusu yok burada. Bizim gözümüz bu kıl çadırların altında açıldı. Bu zamana kadar süregelen Yörüklüğümüz atalarımızı aç susuz komamış ki, bizleri kosun. Nasıl ki çiftçinin oğlu çiftçi, demircinin oğlu demirci olursa, bizler de aslımıza çekeriz; dalından düşen kozalak misali." 

Anlatmaya devam ediyor Durmuş ağa;


"Daha zengin, daha varlıklıydık eskiden; sonra yoksullaştık. Şimdi Yörükler kendi yumruğunu yalar oldu.


"Niye öyle oldu? Niçin yoksullaştınız?"


DAĞLARIN AĞZINA GEM VE YULAR VURDULAR


"20 yıl kadar önce çoğumuzun nüfus ilmuhaberi-kimliği yoktu. Biz kendimizi kimseye ait görmezdik. Anamız babamız yıllar yılı nikah evraklarıyla değil, kalpten severek evlenmişlerdi. Doğan çocuklarımıza bile dürüst bir isim koyamadık. Kişi belli bir yaşa gelince kendi adını kendisi seçerdi. Ne zaman ki Cemal Gürsel Paşa, ihtilal yaptı, bizleri vergilendirmek için devlet nüfusuna geçirir oldu. Hepimiz evraklanıp numaralandık.


Orman  İdaresi, ormanları, dağları, bir uçtan bir uca dikenli tellerle çevirmeye başladı. Dağların ağzına gem ve yular vurdular. Kimse gönlünce ormana gidip odun alıp yakamaz oldu.


ÖLDÜKLERİNDE TOPRAK ANANIN KOYNUNA NE YÜZLE VARACAKLAR?


Maden bulacağız diye, tomruk kesip götüreceğiz, diye dozerlerle tepelerin karınlarını deştiler. Dağlarımızı yaraladılar. Otları, çalıları kökünden kazıyarak her yanı kel ve topal bıraktılar.


En eski aşiret yurtları dev şantiye binalarıyla dolu şimdi. Maden ocakları işletmeye açılmış, dozer bıçakları, keçilerin yüzyıllardır yayıldıkları otlu mera sırtlarını kökünden kazıyarak toprağı ile birlikte tıraş ediyorlar. 


Çukurova zaten gitti gider. Fabrika dumanından geçilmiyor. Çiçekler bile açmaz oldu. Yarın öldüklerinde bu kadar baştan çıkarıp oydukları toprak ananın koynuna ne yüzle varacaklar bakalım. Çiçekleri bari rahat bıraksınlar da, yarın ölülerimiz, çiçeksiz mezarlarına gitmeye..." 


YÖRÜKLER ŞEHİRLİYE TEREYAĞI VERİYOR, ONLARDAN UCUZ LİKİT YAĞ ALIYOR


İşlenip açılan her yol yalnızca Yörüklerin değil, yıllarca dünyaya kapalı duran Toros köylerinin yayla değerlerini de kentlere akıtan dibi delik birer çuvala döndürmüş. Peynir, süt, tereyağı, kereste, tomruk, maden, odun, mermer, deri, yün bir de iş bulabilmek umuduyla çalışmaya giden binlerce insan... Yaz kış kentlere taşıdıkları değerli malların karşılığında, sağlıksız, ucuz naylon kaplar, giysiler, ayakkabılar alarak geri dönüyorlar. Tereyağı veriyor, ucuz buldukları için tereyağı yerine likit yağ alıyorlar. Üstleri eski yazılarla süslü, antika değeri yüksek bakır kaplarını, kazanlarını yok pahasına ellerinden çıkararak ucuz naylon kaplarla değiştiriyorlar. 


YAYLADA  YÖRÜK GENÇLERİ ARABAYLA GEZİYOR


Sürülerin boşalttığı tavşankanı düzlüklerde Yörük gençleri direksiyon eğitimi yaparak sürücülük öğrenmeye çalışıyorlar.  Telsiz kullanıyorlar, kod numaralarını bildikleri komşu aşiretlerle konuşuyorlar. Aşiretin birinde ölümcül hastalık, doğal bir afet olsa, ya birbirlerine ya da yakın  sağlık ocağı ile karakollara durumu anında telsizle bildiriyorlar. Akü ile çalışan TV'leri bile var. Odun ülkesi Toros ormanlarının içinde tüpgaz yüklü eşekler, atlar dolaşıyor şimdi. kilim nakışlı keçeler, reçine kokulu kıl çadırlar, konuk önlerine serilen süslü sofra bezleri, hamur örtüleri de ucuz naylon örtülere bırakmış yerini.


DEVE SIRTINDAN İNİP MOTOR SIRTINA BİNDİLER


Yüzyıllardan beri atın, devenin,eşeğin sırtından inmeyen yörükler, son 15-20 yıldan beri motorize oldular. Süt ve yoğurt yurtlarının kokusuna mazot ve yağ kokuları karışmış şimdi. Motorize olmalarına karşın yüzyıllardan beri bağlı oldukları kıl, keçe, yün ve çan kültürü, orada da kendini gösteriyor. Örneğin, motorlarının alnına nazar boncukları, delik taşlar ve küçücük süslü tokalar, oğlak çanları asıp takanlar, sürücü yerlerini renkli kıl keçeden küçücük heybeler ve kilimler örtenler var.

  
***
Eskiden peynirlerini iyice pişirirler, suyunu koyverdikten sonra götürür satarlardı. Günümüzde artık bu kurala uymuyorlar. Tartıda ağır çeksin de, biraz fazla kazanalım diyerek, peyniri içinin suyuyla birlikte, pişirmeden götürüp satıyorlar pazarda. Bu konuda kimse onları dürüst olmamakla suçlayamaz. Toplumdaki köşe dönücü, kurnaz, hileci değer yargıları, dağın başındaki yörükleri de etkilemiş, bozmuş durumda. Nasıl, etkilenmesinler, bozulmasınlar ki? Toplumda karşı karşıya kaldıkları aldatmacaları yaşaya yaşaya, onlar da alışverişte, aunı kurnazlığı ve aldatmacayı kendi mallarını satarken karşılarındakine uygulamakta bir sakınca görmüyorlar.   

TOROS YÖRÜKLÜĞÜ ÖLMÜŞ


Toroslar, insanı, doğası ve göçer yörüklüğüyle ölmüş. Her şey kirlenmiş, bozulmuş. Parmağını  soksan saniye tutulamaz soğukluktaki pınar gözlerine soğutmak için meşrubat şişeleri kasalarıyla birlikte batırılarak konulmuş. Yıllardır yapılan ilaçlama, topraktaki milyonlarca arıyı, çiçeği, kelebeği zehirlemiş. 15-20 yıl önce, keklik seslerinden geçilmez olan otlu koyak içleri, bir tek keklik ve kuş sesine hasret şimdi.


ŞEHİRLİLER YÖRÜKLERDEN ALDIKLARI TEREYAĞINI, PEYNİRİ PAKETLEYİP ONLARA SATARLARSA ŞAŞIRMAM.


Şafak çağında sağılan sütler, daha meme sıcağında dururken özel kaplar içinde Çukurova kentlerine taşınıyor. Açılan yeni yollar sayesinde, yörük tavuklarının kıçlarıyla, inek, keçi ve koyun memeleri, bunca sütü, yumurtayı yiyip içecek olan kent soylu hanımlarla beylerin ağızlarını birbirlerine yaklaştırmış iyice.

Temiz yayla otları ve sularıyla beslenip semiren kuzu sürüleri, kesilerek kent buzhanelerine kaldırılıyor etleri. Benekli körpecik postları da tabaklanıp işlenerek, kumaş gibi kesip biçilerek, kent soylu genç kızların, hanımların giysilerini süslüyor. Renk yükü kilimler, heybeler, çullar, namazlıklar kimi yazıhane ve turizm bürolarının duvarlarını süslüyor; yenilmiş bir kültürden arta kalan "ganimet" gibi.

Buzdolabı üreten bir amerikan şirketi, Eskimolara buzdolabı satmakla övünürdü eskiden. Ülkemiz kapitalistlarinin de Toros yörüklerini Eskimolar yerine koydukları bir gerçek. Pek yakında yörüklerden çok ucuza satın aldıkları sütü, peyniri, ambalajlayıp kılıflayarak, tekrar geri onlara hem de fahiş fiyatla satarlarsa hiç şaşırmam.  

***

Bu satırlar araştırmacı yazar Osman ŞAHİN'in  Toros yörüklerini, yörük hayatını, kültürünü incelediği, yörüklerin arasında yaşayarak  meydana getirdiği "Son Yörük" adlı kitabından.

Yazar "Son Yörük" adlı öyküsü ile 1992 İsveç Stockholm Enternasyonel Hümanizma Derneği Yarışması İkinciliğini elde etmiştir. Kendisi de bir yörük çocuğu olan Osman Şahin, yörükleri, kaleleri ve Torosların bilinmeyen antik kentlerinin gizemli dünyasını, gerçek, yalın, şiirsel bir dille anlatıyor.


Osman Şahin'in "Son Yörük" olarak nitelendirdiği Sultan Ana'dır. Ama aslında Türk dilini ustaca kullanarak yarattığı öykülerde Osman Şahin, yörük yaşantısını, Anadolu insanının kültür ve deyişlerini edebiyatla ebedileştirmektedir. 


Meraklısı için yazarın bir de web sitesi var.


http://osmansahin.com/osman_şahin_öykülerinde_toroslar__yörükler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder