Bu Blogda Ara

Atatürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Atatürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2024 Cumartesi

Atatürk Gibi Düşünmek Celal Bayar

Bu kitap yıllar önce yazıldı.
Bu yıllar öncesi toplumun koşullarına, Atatürk'ün metodolojisi ile çareler soruşturulmuştur.
Bugün, eğer bazı yargılar eskimiş; varılan bazı sonuçlar, yeni biçimlere bürünmüşse, doğaldır! Ulaşacağınız yer, davrandığınız yere göredir!. Yoksa, Atatürk metodolojisinin yanılma payı, yok denecek kadardır!
Atatürk'ün Devlet değerlendirmesi; Devletin, toplumu yönetip, yönlendirdiği gerçeğine dayanır. Demokrasi'yi. -Batı gibi- toplumun Devleti oluşturup yönetmesi biçiminde değil; Devletin, halkın rızası ile (seçim) toplumu yönetmesi biçiminde algılamıştır. Gerçi bu düşünce, Batı'nın Demokrasiye koyduğu modele uymaz ama, sınıfsız Doğu toplumlarının tamamına uygun düşer! Bugün, (1998) içinde çırpındığımız sosyal ve politik çalkantının kaynağı, Türkiye'de uygulanan "çoğulcu ve katılımcı Demokrasi" modelidir. Sınıfsız bir sosyal ortamda, sınıflı toplum modelinin işleme konulması, kargaşadan başka bir sonuç vermesi beklenemez!
Dün olduğu gibi bugün de sıkıntımız, Atatürk Metodolojisinden uzak düşmemizdir! Köprüden geçeceğimize, körfezi dolaşıyoruz.
(Tanıtım Bülteninden)

Celal Bayar kitabında yakın tarihimize ışık tutmaktadır ülkemizin kurtuluşunu batı da ve batılı değerlerde arayanlara karşılık Bayar çözüm olarak Atatürk'ün metodolijisini önermektedir. Tek partili hayat sonrasındaki Türk siyasal tarihi değerlendirmesi sebebiyle Türk siyaset tarihi meraklılarının okuması gereken bir kitap. Ayrıca Türkiye’de neden Marksizm’in gelemeyeceğini, gelmemesi gerektiğini de bu kitapta bulmak mümkün.

"Atatürk olmak mümkün değil ama Atatürk gibi düşünmek mümkündür."

"Çünkü Atatürk bir kalıp değil, bir gerçekçilik, bir akılcılıktır. Bilim, deney ve akıl çizgileri içinde bağımsız bir metodtur."

"Teferruatta bütünü, bütün de teferruatı gören bu düşünce biçimi, Atatürk metodolojisidir. Bu metodolojiyi ne kadar iyi biliyor, ne kadar iyi kullanıyorsak, o kadar iyi Atatürkçüyüz kanaatindeyim."

Zafer, "Zafer benimdir!" diyebilenindir. Başarı, "Başaracağım!" diye başlayanın ve "Başardım!" diyebilenindir.

14 Nisan 2024 Pazar

Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları - Hulusi Turgut

Çok genç yaşta Atatürk´ün silah ve mücadele arkadaşı, vefatına kadar da onun en güvendiği dostlarından, sırdaşlarından olan Kılıç Ali, kendi gözünden ve kendi yaşadıklarından, tanıklık ettiği olaylardan yola çıkarak Kurtuluş Savaşı ve sonrasını anlatıyor... Asıl adı ASAF olan KILIÇ ALİ'nin oğlu Altemur Kılıç´ın gün ışığına çıkardığı belge ve anıları, gazeteci-araştırmacı Hulûsi Turgut derledi.
Ben, sözünü edeceğim olayları tarihtir diye anlatmayacağım. Bu, gelecek nesillerin işidir. Benim yazdıklarım tarih gerçeklerini aydınlatacak bir kaynak olursa ne mutlu bana.
İstiklal Savaşını merak edenlerin, ilk ağızdan anlatılan anıları dinlemek isteyenlerin mutlaka okuması gerekli olan bir kitap. Kitap dört bölümden oluşuyor. Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, Cumhuriyet ve Devrimler, İstiklal Mahkemeleri ve İzmir Suikastı ile Mustafa Kemal Atatürk. Son bölümde ise fotoğraflara yer verilmiş.
Kitabın başında Kılıç Ali'nin oğlu Altemir KILIÇ'ın  yazdığı önsöz niteliğinde bir bölüm var.  Buradan Kılıç Ali'nin  asıl adının Asaf olduğunu öğreniyoruz.

Kitaptan akılda kalan satırlar ise şöyle:

Karşısında yer göstermişti. Önündeki kağıdı uzattı. Bu, benim kısa bir özgeçmişimdi.
Ve ismi karşısındaki, asıl adım Asaf Tevfik silinmiş, onun yanındaki, Harbiye'nin geleneği gereği nüfusa kayıtlı olduğum Beşiktaş'ın Kılıç Ali semt adı kalmıştı. Beğendiği bir şeyi yaptığı zaman gözlerini daha da renklendiren bakışı üzerimde dolaştı:
"Artık Asaf Tevfik yok . . . Sadece Kılıç Ali var . . . Ne güzel isim . . . Malumundur ki, Hazret-i Ali'nin diğer adı da Kılıç'tır. Hem de Allah'ın keskin kılıcı . . . Böyle bir birleşme olur da insan Asaf'ı falan nasıl taşır? Hele senin gibi savaşmış bir asker olursa . . . "

"Sıra, bağımsız statü ile Fransız mandasına terkedilecek Antakya-İskenderun'a gelince yüzüme uzun uzun baktı. Paşa'nın yanında gülemezdim. Nasıl oldu bilmiyorum ağlamaya başlamıştım...
 Bakışları üzüntü ve sevgi doluydu.
 O tarihlerde çeketin üst cebinde taşınan beyaz mendilini çıkardı ve zannederim, evet zannederim, hatta ısrar ederim, gözyaşlarını belli etmemek için güldü :
 ''Al sil şu gözyaşlarını çocuk !.. Gerek yok buna. Hepsini karışına kadar geri alacağız. Önce şu işgali başımızdan defedelim. Yunan'ı ezmek için güneyde rahat etmeye ve o topraklara sahip olmaya mecburuz.''
  Rahatlamıştım.
 Neyin, ne zaman, nerede yapılacağını kim O ' nun kadar bilebilirdi ki ..."

"Atatürk'ün sofrasında yapılmayan, yapılmasına izin vermediği tek şey dedikodu idi."
  
Gazi, ''Halkın kurtardığı Türkiye devletinde diktatörlük yoktur, olmayacaktır, çünkü olamaz'' diye bağırıp dururken, muhalif grup üyeleri Gazi'yi  önüne geçilmez korkunç bir diktatör olarak tasvir ediyor, Gazi aleyhinde haksız ve insafsız propagandalar yapıyorlardı.

"Bir öğretmen bir başka soru soruyordu:
"Paşam, din gerekli bir şey midir? Hilafetin kaldırılması iyi mi olmuştur? "
Atatürk yine sakin bir tavırla bu soruyu da cevaplandırıyordu:
"Din gerekli bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki, din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir.
Dinden maddi çıkar sağlayanlar menfur kimselerdir. İşte biz bu duruma karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Din ticareti yapan bu gibi insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin asıl mücadele ettiğimiz ve edeceğimiz bu kimselerdir.
Hilafete gelince; işin garibi bazı arkadaşlardan, özellikle dışarıdan bana hilafet teklifleri gelmiştir. 'Siz halife olunuz' demişlerdir. Ben bu tekliflere daima gülerek cevap verdim. Hilafet gereksiz, hatta zararlı bir kurum haline gelmişti. Bundan beklenilen amaçlar gerçekleşmemiştir. Dünya Savaşı'nda gördük: Müslümanlar halife ordularına karşı savaştılar. Halife ordularını Suriye' de arkadan vuranlar oldu. Bunlar aynı halifeye
karşı, gönderilen Türk askerlerini şehit etmişlerdir. Hilafet yararlı konumunu korusaydı, İslam dünyasının buna sahip çıkması, saygı göstermesi gerekirdi. Dinle hilafeti birbirinden ayırt etmek gerekir. Birincisi ne kadar yararlı ise, ikincisi o kadar gereksiz olmuştur. Hilafeti kaldırdığımız günden beri kimsenin buna sahip çıkmaması, Müslüman dünyanın halifesiz de yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel örnek değil midir?"

"Kut-ül Amare Muharebesi'nde esir edilen Ingiliz Generali Townshend, 12 Haziran 1922'de Adana'ya gelmiş, oradan Istanbul'a geçerken Konya'ya uğrayarak, Batı cephesi karargâhından dönen Mustafa Kemal'le buluşmuştu.
Uzun uzun konuştular. Townshend, ayrılırken, Türk Başkumandanına şöyle dedi:
"Ben sizi Napolyon'a benzetiyordum. Hayır! Tam değil... Belki kesin kararlılığımız, strateji debanızla onunla rahatça mukayese edilebilirsiniz. Ama siz öyle başkalıklar var ki, şu anda kararımı verdim: Her büyükten bir parça almış bir büyüksünüz!.."

"Atatürk,  Mussolini ve Stalin mareşal üniformasını giydikleri zaman, ''  Üniformayı giymek kolay, fakat onu taşımak güçtür ''  demişti."

"Cumhuriyetimizin, milletin ruhundan kaynaklanan prensiplerimizin bir bedenin ortadan kaldırılmasıyla zedeleneceğini  düşünenler, çok hafif beyinli zavallılardır. Bu gibi zavallıların,Cumhuriyet'in adalet ve kudret pençesinden hak ettikleri cezayı almaktan başka nasibeleri olamaz. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır. Ve Türk milleti, güvenlik ve mutluluğunu zemin prensiplerle medeniyet yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir."

“Arkadaşlar bu rakıyı vaktinde padişahlar da içerdi.Onlar da her türlü eğlenceyi yapardı.Yalnız aramızdaki fark, onlar saraylarının dört duvarı arasına gizlenip müraice içerlerdi.Ben ise Aziz milletimin huzurunda yapıyorum ve şerefimle içiyorum.”

Bir gün Salacak ile Harem arasında motor gezintisi yapıyorduk. Atatürk, Salacak'ın çorak sırtlarına bakarak dedi ki:
"Şu sırtlara şimdiden çam fidanları dikseler, zamanla orman haline gelir. Memlekete girenlerin gözlerine güzel bir manzara çarpmış olur."
İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ yakın dostumdu. Kendisini çok severdim. Atatürk'ün bu arzusunu hemen naklettim. O da on, on beş gün içinde sırtları ağaçlandırmaya başladı. O günlerde tesadüfen yine aynı yerden motorla geçiyorduk. Ağaç dikme faaliyetini gören Atatürk, bana sordu:
"Ne o? Sırtlarda bir faaliyet var Kılıç?"
"Galiba ağaçlandırılıyor efendim" deyince yüzüme tebessümle baktı:
"Bak bak şuna. Aferin sana çocuk"

Büyük Taarruz sırasında tutsak edilen General Trikopis,General Digenis ve diğer tutsaklar Uşak'ta karargah olarak kullanılan bir evde(şimdi müzedir) Gazi'nin huzuruna çıkarılır ve Gazi bu yenilgileri tarihte örnekleri olduğunu görevlerini yapmış iseler vicdanen rahat olmaları gerektiğini söyler.Sonra harita üzerinde bazı eleştiriler yapar:"Şurada bir fırkanız vardı.Niçin onu şuraya almadınız?Filan yerdeki kuvvetlerinizi falan yere sürmeseydiniz daha iyi olmaz mıydı?". Bu konuşmadan sırasında bir fırka kumandanı yanındaki subaya usulca sormuş: "Bizimle konuşan bu general kimdir?". "Başkumandan Mustafa Kemal!". "Niçin yenildiğimizi şimdi anladım. Bizim Başkumandan İzmir'de vapurda oturuyordu!".

Bir köylüyü Atatürk’e küfrettiği için mahkemeye vereceklerdi. Atatürk’ün iznini istiyorlardı. Atatürk sordu:
“ Ne yapmışım ben?”
“ Gazete kağıdına sardığı sigarayı yakarken kağıt tutuşmuş, eli yanmış, ‘Alsın bunu, içsin bakalım’ demiş, küfretmiş!”
Atatürk bunları söyleyen bakana sordu:
“ Sen hiç gazete kağıdına sarılmış sigara içtin mi?”
“Hayır” cevabını alınca dedi ki:
“ Ben Trablusgarp’ta içtim. Bilirim, pek berbat şeydir. Köylü haklıdır. Onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin ediniz!”

"Hayatına herhangi bir şekilde kastedilmemesi için icabında canımızı bile fedaya hazır olduğumuz Atatürk, gözümüzün önünde, güpegündüz, fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde duruyor ve kimsenin elinden bir şey gelmiyordu."

"Büyük bir insanın, büyük bir inkılapçının, büyük bir dayanağın zamansız olarak hastalanması hepimiz için büyük bir acı ve büyük bir talihsizlikti. Bütün bir dünyanın bir deha olduğunda ittifak ettiği o büyük insan hastalanmış ve hiçbir zaman korkmadığı ölümle karşı karşıya gelmişti."

Durum ne olursa olsun, artık hiçbir şey önemli değildi.
Çünkü artık Atatürk yoktu.

8 Mart 2024 Cuma

Yüzyılın Kitabı - Sinan Meydan

İkinci Abdulhamit'ten, Atatürk'ün ölümüne değin  kronolojik olarak,  Sözcü gazetesindeki yazılarını derleyip düzenleyerek  kitap halinde bizlere sunmuş yazar, diğer kitaplarıyla farkı görsellerle desteklenmiş. Atatürk dönemi ve sonrasında yaşananları değişik bir gözle öğrendiğim bir kitap oldu.

Osmanlı’nın 1880’lerdeki, Cumhuriyet’in 1950’lerdeki “bağımlılığını” bilmeden, Atatürk’ün “tam bağımsızlık” mücadelesi kavranamaz. 1876 ve 1924 anayasalarını bilmeden bugünkü Başkanlık Anayasası’nın Türkiye’yi nereye götüreceği kestirilemez. Osmanlı’da dinsel hukuku, Mecelle’yi ve 1917 Aile Kanunnamesi’ni bilmeden bugünkü “müftülük nikâhı”nın amacı bilinemez. I. Dünya Savaşı’nı, İzmir’in işgalini, Atatürk’ün Anadolu’ya geçişini, Amasya Genelgesi’ni, Sivas Kongresi’ni, TBMM’nin açılmasını, Sakarya Savaşı’nı, Büyük Taarruz’u, Anadolu’daki Yunan zulmünü, İzmir’in ve İstanbul’un kurtuluşunu bilmeden; Vahdettin’i, Damat Ferit’i, Rıfat Börekçi’yi, Abdurrahman Kâmil Efendi’yi tanımadan Milli Mücadele anlaşılamaz. Said-i Nursi’yi tanımadan FETÖ anlaşılamaz. Misuri Zırhlısı’nı, Kore Savaşı’nı, NATO’ya üyeliği, 6. Filo’yu, Kanlı Pazar’ı bilmeden Türkiye’de “Amerikancılık” bilinemez. Lozan’ın önemini kavramak için sadece Lozan’ı bilmek yetmez, önce Sevr’i bilmek gerekir; o da yetmez, 1950’lerde ABD ile imzalanan ikili antlaşmaları bilmek gerekir. Atatürk’ün önemini kavramak için sadece Atatürk’ü tanımak yetmez, Atatürk’ten önceki ve sonraki asker-sivil liderleri; II. Abdülhamit’i, Enver Paşa’yı, Vahdettin’i, İsmet İnönü’yü, Adnan Menderes’i de az çok tanımak gerekir. Atatürk’ü tanımak için Anatürk’ü, Zübeyde Hanım’ı tanımak gerekir.
İşte “Yüzyılın Kitabı ”nda bunlar ve daha fazlası var. “Yüzyılın Kitabı ”, bugün yaşadığımız güncel olayların, 1860’lardan 1960’lara uzanan tarihsel arka planlarını anlatıyor, böylece tarihle bugüne ışık tutuyor. “Yüzyılın Kitabı ”nı okuyunca karşınıza “Yüzyılın Lideri ”, yani Atatürk çıkıyor.

Bu kitabı okurken zaman zaman öfkelenecek, zaman zaman duygulanacak ve büyük bir bölümünde de yaşadığınız bu toprakları yeniden vatan yapan, laik, demokratik ve tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'ni ne zorluklarla, mücadeleyle kuran, yaratan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile gurur duyacaksınız....

Kitaptan alıntılarıma gelince:
"14 Aralık 1953'de Demokrat Parti "CHP'nin Haksız Kazançlarının İadesi Hakkında Kanun Teklifini" Meclise geitrdi. Aynı gün kabul edilen 6195 sayılı Kanunla CHP'nin tüm mallarına el konuldu. Ancak CHP'nin haksız kazançla suçlanması için sağlam bir gerekçe yoktu. Bu kanunla Atatürk'ün vasiyeti de iptal edildi. Bu kanunun uygulanmasıyla vasiyetteki kurumlara (TDK, TTK) ve Atatürk'ün yakınlarına artık ödeme yapılmayacağı belirtildi."

"Bugünü doğru anlamanın biricik yolu düne, tarihe bakmaktır. Ancak "düne" şaşı bakanların "bugünü" net görmeleri mümkün değildir."

Kılıç Ali’nin aktardığına göre Atatürk, 1930’da şöyle demişti: “Dinden maddi çıkar elde edenler iğrenç kimselerdir. İşte biz bu duruma karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir. ”

"Görülen o ki; Dün, Yunan vatandaşı sarraf-banker Yorgo Zarifi vardı, bugün İran asıllı işadamı Reza Zarrab var! Dahası, II. Abdülhamit de servetinin çoğunu yabancı bankalardı saklıyordu... Siz hâlâ bu ülkede tarihin tekerrür etmediğini mi düşünüyorsunuz? O zaman bir daha düşünün!"

"Padişah Vahdettin sakalsızdı. “Ben büyük ceddim Yavuz Sultan gibi sakal bırakmayacağım, çünkü sakalımı kimsenin eline vermek niyetinde değilim ” diyordu. Vahdettin, evet, belki sakalını kimseye kaptırmadı, ama bütün ruhunu İngilizlere ve İngilizci Damat Ferit’e kaptırdı."

13 Kasım 2022 Pazar

Kalpaklılar - Samim Kocagöz

Kalpaklılar, Söke'li yazar Samim Kocagöz’ün belgelere dayanarak işlediği bir destan: İşgal altındaki topraklardan Kuvayı Milliye’nin doğuşuna, cephelerdeki çarpışmalardan gerici ayaklanmalara kadar Kurtuluş Savaşı’nın, bir ulusun bağımsızlık için verdiği mücadelenin gerçek destanı. Yazarın ilk ağızdan anlatanlardan duyduğu kurtuluş savaşını romansal karakterlerle bütünleştirerek anlattığı bir kitap olmuş.
Milli mücadeleyi en güzel anlatan kitaplardan biri bana göre. Hasan Tahsin' le başlayan ilk direnişten zafere giden yolun romanı. Kuvayi milliyenin örgütlenmesi, savaşın perde arkasında yaşanan olaylar ve tarihle iç içe geçen Talip ve Müjgan'ın hikayesi. 

    "Siz, Hoca Efendi, milletin arasına böyle Çerkez'miş, Türk'müş gibi ikilik sokun, milleti bölün bakalım...Bu, aleyhinize olacak. Sonra unutmayın, sizin hakkınızdan gelecek, sizden hesap soracak olan Ethem Bey'dir...Hani benden iyi bilirsiniz, Ethem Bey de Çerkez'dir. Öyle Çerkez'i, Türk'ü karmakarışık etmeyin, bu memleket hepimizin."
    Dörtbin yıldan beri, ne zaman bir Türk devleti bağımsızlığını yitirse, hemen istiklale sahip yeni bir Türk devleti doğardı. Hasan Tahsin'in milletinin şuurunun derinliklerindeki istiklal ateşinin parlayacağından hiç şüphesi yoktu."
    " 'Avrupa'nın hele Fransızların tarihini çok iyi bilirim.' diye birdenbire söze başladı. 'Fransız tarihi ibret verici hürriyet savaşları, ihtilallerle doludur. Başka milletlerin hürriyetlerine pek hürmet etmezler ama kendi hürriyetlerinin üstüne titrerler. İngilizler de öyledir. Fakat bu milletlerin dünya milletlerine öğrettikleri, yaydıkları hürriyet müsavat, adalet, uhuvvet kavramlarını inkar edemeyiz. Demek, bu milletler için kendilerinden başkası insan sayılmıyor. Onların yaptıklarını, ettiklerini hürriyet için savaşlarını, biz de yapıp bu , kendilerini dünyanın efendisi sayanlara kabul ettirmemiz gerek."
    "Memleketimizi teslim etmektense; yakar, yıkar, intihar ederiz: Çünkü tarihimiz var; çünkü bizi tel'in edecek ecdadın ruhu, ahfadın feryadı var; çünkü, her şeyden üstün namusumuz var!"
Bu milletin namuslu büyükleri eli kolu bağlı oturacak değildi. Birisi, bir önder çıkacaktı elbette. Bu önderin ardından bütün halk yürüyecekti.
    "Hasan Tahsin, arkadaşının sözünü kesti:
"Ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum. Yalnız şu kadarını söy leyeyim: Fransa, İngiltere için, hürriyet, müsavat, adalet, uhuvvet, ancak kendi memleketlerinin hudutları içinde, kendi halkları için muteber ve makbuldür. Sırası gelir, masum milletleri, masum milletlere kırdırırlar. Onların cahilliklerinden, büyüklük sevdalarından faydalanırlar. En yeni örneği, işte Yunanlılar! Kandılar İngilizlere, İngilizler onları giydirdiler, kuşattılar, ellerine silahlar verdiler, ağızlarına da bir parmak bal, fino köpekleri gibi üzerimize koyuverdiler. Yarın, Yunan belki de İzmir'e çıkacak. İş bir kere dövüşe başlamakta. Barutu ateşlemekte. Bunu da yapacağız."
Hasan Tahsin Recep Bey, Hukuk-u Beşer gazetesinin sermuharriri, bir makalesini şöyle bitiriyordu:
    "Memleketimizi teslim etmektense; yakar, yıkar, intihar ederiz: Çünkü tarihimiz var; çünkü bizi tel'in edecek ecdadın ruhu, ahfa din feryadı var; çünkü her şeyden üstün namusumuz var!"

10 Ekim 2020 Cumartesi

Hatırladıklarım - Zekeriya Sertel

Bu kitapta gazeteci-yazar Zekeriya Sertel' in hatıratı var. Önsözde şöyle diyor yazar:
"Elli yıllık gazetecilik hayatımda memleketin gelişmesini bir seyirci gibi değil, içinde yaşayan bir insan olarak izledim. Türkiye' nin yarı-sömürge, geri bir memleket olmaktan kurtulup bağımsız bir devlet olarak gelişmesi sırasında geçirdiği sancıları birlikte yaşadım. Onun için elli yıllık hatıralarım biraz da Türkiye' nin tarihi sayılır. Bu kitap daha çok bir biyografidir. fakat bir gazetecinin hayatını, memleketin hayatından ayırmak mümkün olamayacağı için, burada aynı zamanda memleketin tarihini ve insanlarını da bulacaksınız. Bu sayede memleketin siyaset, fikir ve sanat hayatında önemli rol oynamış birçok kimseyi tanıyacaksınız."
Yakın tarihe ışık tutan bir kitap. Şiddetle öneririm.
Kitapta altını çizdiğim cümleler, paragraflar çok:

"Şair Mehmet Emin, son derece basit ve mütevazı bir adamdı. Beyaz top sakalı çehresine bir ortodoks papazı görünümü verirdi. Toplantılara gelince en önde iğreti bir sandalyeye oturur, ellerini önüne bağlar, öylece put gibi sessiz ve hareketsiz dururdu.Söze hiç karışmazdı. Arada sırada bizlere en yeni yazdığı manzumesini okurdu. Manzumelerde hep büyük kelimeler kullanarak dinleyicileri etkilemeye çalışırdı. Fakat bunlara şiir denemezdi. Ne var ki, o günkü milliyetçi gençler onu kendilerinin büyük şairi sayarlardı. Çünkü, "Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur" sözünü ilk defa söyleyen o olmuştu. Gençler onu bir Türk şairi olarak severlerdi. Zaten iddiasız, temiz ve namuslu bir adamdı. O devirde böyle kalmak bir meziyet sayılırdı. Yoksa o da istese paraya boğulabilirdi. Fakat bütün meziyeti de bundan ibaretti. Milliyetçilik cereyanı geçince, şair olarak adı unutuldu."

"Benim bir "Dönme" kızıyla evlenmek üzere bulunduğumu
ittihat ve Terakki genel merkez komitesine duyurmuşlar. Bir gün bu komitenin ünlü üyesi sayılan Doktor Nazım beni çağırdı. Tebrik etti. Yaptığım işin önemini bilip bilmediğimi sordu, 
- Sen belki farkında değilsin, dedi, fakat yüzyıllardan beri birbirine yan bakan iki toplumun birleşip kaynaşmasına yol açıyorsun. Dönmelik kastına ölüm yumruğu indiriyorsun. Biz bu olayı gereği gibi değerlendirmeli ve Türklerle "Dönme"lerin birleşmesini bu vesile ile kutlamalıyız. Bunu milli ve tarihi bir olay gibi değerlendirmek gerek. Şaşırdım.
-Yani ne yapalım, efendim, dedim.
- Yani, nikahınızı biz kıyacağız. işi gazetelere duyuracağız.
Bu nikahı bir aile olayından çıkarıp milli olay haline getireceğiz."

"Onun düşüncesi şuydu: "Ordumuz kalmamıştı. Düşman kuvvetli, biz ise zayıftık. Dağınık ve perişan bir hale düşmüştük. Bu durumda İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük düşmanlara karşı duramaz ve onları memleketten çıkaramazdık. Bu kuvvetleri ancak Amerika'nın yardımıyla memleketten kovabilirdik".
Halide Edip, Amerika'nın emperyalist bir devlet olmadığını sanıyor, Washington'un iyi niyetine inanıyordu. Türkiye'yi düştüğü felaket uçurumundan kurtarmak için, Amerika, bizden bir şey istemeyecekti. Yalnız işgal kuvvetlerine karşı Türkiye'yi koruyabilmesi için, Türkiye'nin Amerikan mandasına girmeyi kabul etmesi gerekiyordu. Biz Amerikan himayesine girerken, iktisadi yardım da görecek ve böylece hem işgalden kurtulmuş olacaktık, hem de bağımsızlığımıza kavuşarak kalkınma olanakları bulacaktık.
Oysa Amerika, lngiltere'nin harp yorgunluğundan yararlanarak Ortadoğu'ya girmek istiyordu. Bunun için de Türkiye'yi seçmişti. Memlekette bir de Amerikan mandacılığı örgütü kurulmasına yardım etmişti."

"Hayat durmadan işleyen bir makine. Yorulmadan çalışacaksın. Koşacak didineceksin. Durmadan dönen bir makineye ayak  uyduramayıp kendini çarka kaptırdın mı, gittin demektir. Ne elinden tutan olur, ne de sesini duyan. Bu para kazanma yarışında altta kalanın canı çıkar. Sürünür veya ölürsün, kimsenin umurunda bile değildir. 
Yirmi yıl Amerika' da bulunup bakkal dükkanı işleten bir Ruma rastlamıştım, baktım kazancı yerinde ...
- Eh, dedim, hayatından memnunsun, değil mi?
Şaşkınlıkla yüzüme baktı,
- Ne diyorsun bey, dedi. Burada çalışmak var, yaşamak yok. Biz çalışıp para kazanıyoruz, ama yaşamıyoruz. lstanbul' dayken
kazanmıyorduk ama, yaşıyorduk."

"O gün Meclis hıncahınçtı. Bütün elçiler, bütün basın mensupları, bütün diplomatlar oradaydı. Meclis, tarihi bir gün yaşıyordu. Ben ismet Paşa'yı ilk kez görecektim. Merak ve heyecan içindeydim. Bir alkış fırtınası koptu. Gözler salonun yan kapılarına dikildi. Üzerinde basit asker elbisesi, başında gri kalpağıyla İsmet Paşa göründü. Meclis onu ayağa kalkarak selamladı. Paşa çalımsız, kısa boylu, basit bir askerdi. Pantolonu ütüsüz, ceketi buruşuktu. Kalpak, kulaklarına kadar inmişti. Lozan'dan değil de, sanki cepheden geliyordu. Kıyafetini değiştirmeye vakit bulamadan tozlu çizmeleriyle Meclis' e gelivermiş gibiydi. Onun bu basit, bu iddiasız ve mütevazı hali, Kurtuluş Savaşı'nın canlı bir sembolü idi. Karşımızda şık giyinmiş, iddialı bir diplomat değil, cephede ve Lozan'da zafer kazanmış bir komutan vardı. Kurtuluş Savaşı, işte böyle fıkaralık içinde yapılmıştı.
İsmet Paşa konuşmaya başlayınca Meclis kulak kesildi. Paşa, Lozan'da emperyalist memleketler diplomatlarının, Anadolu za
ferini yenilgiye çevirmek için oynadıkları çeşitli oyunları anlattı;
İngiliz temsilcisi Lord Curzon'un zaman zaman tehditler savurduğunu, fakat hiçbir hile ve tehdidin fayda vermediğini açıkladı.
Lord Curzon konferansta, "Siz bize Anadolu'nun kapılarını kaparsanız, biz Anadolu'ya arka kapıdan girmesini biliriz," demişti. Yani, yeni Türkiye yabancı sermayeye muhtaç olacaktı. Bu yabancı sermaye Türkiye'yi içinden fethetmesini bilecekti. İsmet Paşa Lozan' da hiçbir tehdit ve hile karşısında eğilmemiş, Sakarya zaferini diplomatik bir zaferle tamamlamasını bilmişti. Onun için Meclis onu ayakta alkışlıyordu."

"Bakanlıkta İsmet Paşa'yı beni bekler buldum. Kapıda savaştan kalmış hantal bir otomobil bekliyordu. Ben amirim olarak Paşa'yı birkaç kez daha görmüştüm. En çok dikkatimi çeken şey, o vakit ki abullabut giyinişiydi. Bir türlü sivil kıyafete kendisini alıştıramıyordu. Pantolonu ütüsüz, üstü başı itinasızdı. Kalpağı kulaklarına iniyordu ... Fakat babacan bir hali vardı. İnsanda
derhal güven uyandırıyordu."

"Ben bu satırları kaleme aldığım sırada Cumhuriyet, oğulları Nadir Nadi ve Doğan Nadi'nin elindedir. Evlatları böyle zengin bir mirasa konmuşlardır. Bu gençler gazeteye bağımsız ve taraf sız bir kişilik vermişlerdir. Hatta birçok bakımdan Cumhuriyet gazetesi ileri gruplarla işbirliği yapmaktadır. Yalnız beni üzen şey gazetenin kurucuları arasında adımın unutulmuş olmasıdır."

Nazım, bu çirkin saldırılar karşısında bir süre sustu, hücumlara önem vermedi. Fakat burjuva şairleri iyice azıtınca, Nazım da karşı taarruza geçti. Önce Ahmet Haşim'i ele aldı. 'İki Serseri Var' başlıklı şiiri ile ona ilk hücumu yaptı. Nazım, bu şiirinde Ahmet Haşim'i teşhir ediyor, yabancı sermayeye aracılık, sırmalı yakalılara uşaklık ettiğini anlatıyor ve bu burjuva şairini yerden yere vuruyordu. Bu şiir, Nazım'ın hiciv alanında ilk denemesiydi. Fakat o kadar kuvvetli bir şiirdi ki, düşmanları bile şaşırdılar. 
Amansız bir hasımla karşı karşıya olduklarını anladılar. 
Nazım'ın ikinci hedefi, o vaktin Türk Ocakları Başkanı Hamdullah Suphi oldu. Sahte milliyetçi Hamdullah Suphi'yi Nazım, beli sıkılınca ellerini çırpan bir soytarıya benzetiyordu. Nazım, Hamdullah Suphi'nin bütün kişiliğini kalın çizgilerle ortaya
koymuştu. Nazım, bundan sonra da Türkiye'nin ünlü edebiyatçısı    Yakup Kadri'ye çattı.
Nazım'ın bu hücumları, düşmanlarını telaşa düşürdü. Nazım'ın insafı yoktu. Burjuva şairlerini halkın gözünde kepaze etmek için eline bir fırsat geçirmişti. Bu fırsatı sonuna kadar kullanmak istiyordu. Hücumlarını genişletmek, bütün eski kuşak şair ve edebiyatçılarını silip süpürmek hevesine kapılmıştı. Resimli Ay'da "Putları Yıkıyoruz" diye bir kampanyaya başladık.
Putlaştırılmış ne kadar edebiyatçı varsa, hepsini birer birer tahtlarından indirmeye karar verdik. Sanat hayatında, haklı ya da haksız ün kazanmış kimseler vardı. Bunlar yeniliğe giden yolu kapıyorlardı. İlerleyebilmek için bu engelleri ortadan kaldırmak gerekti. Aynca bu gerçek veya sahte ünlü kimseler, halkı ve gençliği etkileyebiliyorlardı. Gençleri yeni ideolojilerle zenginleştirebilmek için, bu etkiyi kırmak gerekti. İşte bu düşüncelerle, putlaşmış eski ünlülere karşı bir saldırıya geçtik. İşe en çok sevilen Namık Kemal ile başladık. Namık Kemal'ın bir burjuva şairi olduğunu ve kendi sınıfının çıkarlarını savunmaya çalıştığını belirttik. Namık Kemal'in sanat hayatı üzerinde soruşturmalar düzenledik. Röportajlar yayınladık. Ahlak ve vatan sevgisinden söz ettiği halde, Saray'ın parasıyla yaşadığını anlatmaya çalıştık. Bu yayınlar ortalığı sarstı. Düşmanlar ayaklarının altındaki toprağın sallanmaya başladığını duydular. 
Ama biz, yöremizdeki homurtulara aldırmadan yolumuza devam ettik. Sıra ile Tevfik Fikret'i, Abdülhak Hamit'i filan tahtlarından indirmeye çalışacaktık. Savaş böyle genişleyince, tepkisi de büyüdü. Yalnız sanat çevresi değil, gençler ve genel olarak aydınlar, bu savaştan rahatsız oldular. Putlar birer birer yıkılıyor, kazanılmış ünler yere seriliyordu. Peki ama bu yol nereye çıkardı? Putlar yıkılınca sanat çevresinde tapılacak adam kalmıyordu.
Sanat çevresi boşalacaktı. Onların yerini alacak kimseler henüz ün yapamamıştı. Burjuva sanatçıları telaş içindeydiler. Memlekette bütün değerleri yok sayan bu anarşist hareketi durdurmak gerektiğini öne sürmeye başladılar. Halkı ve gençliği, milli değerleri korumaya çağırdılar. Bu kışkırtmalar, üniversite gençliğinin bir kısmını harekete geçirdi. Bir gün 40-50 kişilik bir öğrenci topluluğu matbaamızı bastı. Nazım, bunların gelişini sokağa bakan çalışma odasından görmüş. Koşup bana haber verdi. Heyecanlanmıştı. Yayınımızın uyandırdığı tepkinin bu dereceye varabileceğini kestirmemişti. Yüzünde ve gözlerinde endişe okunuyordu. Onun yüzünden matbaaya bir zarar gelmesi ihtimali onu üzmüştü."

"Nazım'ın ünü günden güne yayılıyor, ziyaretçileri ve hayranları çoğalıyor, herkes ondan söz ediyordu. Ünü, sonunda Mustafa Kemal'e kadar ulaştı. Mustafa Kemal'in İstanbul'da bulunduğu bir sırada, bir akşam Dolmabahçe Sarayı'ndaki sofrada Nazım'ın adı geçer. Hazır bulunanlar Nazım'dan hayranlıkla söz ederler. Kendisine, Nazım'ın çağımızın en büyük Türk şairi olduğu söylenir. Merak eder. Bir şiirini dinlemek istediğini gösterir. Nazım'ın şiir plakları getirilip çalınır. Mustafa Kemal dikkat ve hayretle dinler. Sonra, "Bu şair sizlere benzemiyor," der. Ve Nazım'ı getirtip şiirlerini onun kendi ağzından dinlemek arzusuna kapılır. "Bu şairi bulup getirsinler," emrini verir.
Fakat vakit gece yarısını geçmiştir. Telefonla Kadıköy Polis Merkezi'ne Nazım'ı bulup getirmeleri emri verilir. Gece geç  va
kit bir polis, Nazım'ın evinin kapısını çalar. Nazım uykudan   kalkıp kapıyı açar. Karşısında polisi görünce şaşırır. Bir an soğuk terler döker.
Polis nezaketle Mustafa Kemal'in kendisini Dolmabahçe Sa-
rayı,nda beklediğini bildirir. Nazım o vakit kendisine gelir.
- Oğlum, der, Paşa,ya benden selam söyleyin. Ben "Deniz kızı Eftalya" değilim. 
Bunu der demez kapıyı kapar.
Mustafa Kemal o sıralarda sofrasına Eftalya Hanım adında bir şarkıcı kızı getirtmeyi adet edinmişti. Nazım, şarkıcıya benzetilmekten kırılmıştı. Bu cevabıyla Mustafa Kemal'e, bir basit
şarkıcı gibi çağrılamayacağını anlatmak istemişti.
Nazım'ın cevabı kendisine bildirildiği zaman Mustafa Kemal'in tepkisi şu olmuş:
- Aferin çocuğa ... İşte şair dediğin böyle olmalı! 
Mustafa Kemal de bu cevabıyla kendi büyüklüğünü göster-
miştir. Yoksa bu cevaba kızabilir ve Nazım'a yapmadığını bırak-
mazdı."

"Nazım'ın şiir sanatına getirdiği bu büyük yenilik, özden çok,
biçime önem veren öteki şairleri tedirgin etti. O zamana kadar
ün kazanmış şairlerin kıskançlığını çekti. Gene o zamana kadar
gençliğe dar milliyetçiliği ve Turancılığı aşılayanları kızdırdı.

Gerek edebiyat, gerek ideoloji alanlarında önder sayılan kimseler, hemen Nazım'a karşı saldırıya geçtiler. Nazım'ın bir komünist olduğunu, gençlik ve memleket için zararlı fikirleri aşıladığını iddia ettiler. Onun proleter şairi olmasıyla alay ettiler. Onu bir yandan hükümete jurnal ettiler, bir yandan da halkın gözünden düşürmeye çalıştılar. O günlerin ünlü lirik şairi Ahmet Haşim, Nazım için şu tekerlemeyi yayıyordu:
- Nazım öyle bir tehlikedir ki, kendisinden kurtulmak için
onu asmak gerek. Fakat o kadar kuvvetli şairdir ki, sonra da
önüne diz çöküp ağlamak gerek.

Yani burjuva şairler Nazım'ın kudretini inkar edemiyor, fakat onu ortadan kaldırmak için asılmasını istemekten de geri kalmıyorlardı."

"Şimdi düşünüyorum da, o vakit pek ileri gittiğimizi anlıyorum. Türk halkının ve gençliğinin sevdiği büyüklerimizi yıkmaya çalışacak yerde kazanmaya çalışsaydık daha iyi olmaz mıydı?

Bu adamların olumlu yanlarını bulup onları bizim tarafımıza
çekmek mümkün değil miydi? Hele Nazım'ın Hamit'i ziyaretinden sonra elimize bir de fırsat geçmişti. Bu fırsattan yararlanamaz mıydık? Eski şöhretleri yıkmaya çalışmakla onlara hayran
olan gençliği kendimizden uzaklaştırmıyor muyduk? Gençlerin
matbaamıza kadar gelerek yaptıkları gösteri bizi uyandırmalıydı ...

Fakat, hayır. Biz gençtik. İdealisttik. Eskileri yıkmadıkça yolumuzun açılamayacağına inanıyorduk. Onun için cesaretli ve insafsızdık. Bizden olmayanları tahtlarından indirmeyi doğal buluyorduk."

"Fakat daha Babıali'deyken onu rahat bırakmayan polis, bu
defa onu gece gündüz izlemeye başlamış ve rahat çalışmasını
önlemişti. Nazım, basit bir vatandaş gibi işine gidip geliyor, polisin kendisini "gizli faaliyet"le suçlamasına fırsat vermemeye 
dikkat ediyordu. Ama gene de sudan bahanelerle bir-iki kez tevkif edildi ve sonunda bir rastlantı, polisin ekmeğine yağ sürdü;

"Nazım yakalanıp Askeri Mahkeme'ye verildi. Bu ani darbe Nazım'ı şaşırtır. Kendisine suçu bildirilmemiştir. Meçhuller içindedir. Kimse ile teması da mümkün değildir. Sırf Nazım'ı yakalamak için özel bir Askeri Mahkeme kurulur. Duruşma gemide gizli yapılır. Ordu içinde komünizm propagandası yapmaktan suçlu olarak, savcılık, Nazım'ın ölüm cezasına çarptırılmasını ister. Bu haber nedense Nazım'ın karısına kadar ulaşır. Kadın bir mektupla Nazım'a kederini bildirir. Nazım şu şiirle cevap verir:

Bir tanem!
Son mektubunda:
"Başım sızlıyor
yüreğim sersem!,
"Seni asarlarsa
seni kaybedersem;
"Yaşayamam;,,
diyorsun.
Yaşarsın karıcığım
Kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlılarda
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
ölüm acısı razı olmuyor gönlüm
Fakat
emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nazıma!"

"Bir yandan da şiir yazmaya devam ediyordu. Bu şiirler hapishane duvarlarını aşarak dışarı çıkıyor, elden ele dolaşıyordu.Yalnız şiirlerinin dışardaki etki ve tepkisini göremiyor, duyamıyordu. Yeni bir şiir yazdıkça mahpus arkadaşlarını toplar, şiirlerini okurdu. Bir gün Nazım'ın bir şiirini dinleyen bir köylü mahpus:
- Nazım Ağabey, demişti, çok güzel konuşuyorsun, güzel laflar ediyorsun ama, bunu daha kısa söyleyemez misin be kardeşim?
Köylünün bu içten eleştirisi Nazım üzerinde büyük etki yapmış, ondan sonra Nazım şiirlerini kısaltmaya başlamıştır."

"Nazım Hikmet, hapishanede memleketin her sınıf ve her tabakasından insanlarla yakından temas fırsatını bulmuştu. Böylece halkı daha yakından tanımak olanağına kavuşmuştu. Bizde 
hapishane, memleketin küçülmüş bir parçasıdır. Rejimin zulüm
ve haksızlıklarına uğramışların en gerçek temsilcileri oradadır.
Halkın burjuva idaresinden neler çektiği en iyi orada öğrenilebilir. Hapishane Nazım için, halkın içinde yaşamasına, onun dert 
ve sorunlarını öğrenmesine hizmet eden bir okul olmuştur. Bunun sonucu olarak Nazım hapishanede Memleketimden İnsan 
Manzaraları adlı uzun bir eser yazmıştır. Bu eserde her sınıf halk tiplerini keskin hatlarla bulmak mümkündür. Fakat uzun süren hapishane hayatında Nazım'ın yaptığı en büyük iş, orda yazdığı Milli Kurtuluş Savaşı Destanı'dır.
Bu destan 60 bin mısralık büyük bir eserdir. Bir bakıma Homer'in llyada'sını andırır. Türkiye'nin hayatında bir dönüm noktası olan Milli Kurtuluş Savaşı'nın destanını yazmak şerefinin kendisine düşmesinden dolayı Nazım sevinir ve övünürdü.
Bu eseri yazdıkça, bir arama-taramada ele geçirilip yok edilmesine meydan vermemek için, yazdıklarını üç dört kopya olarak çıkarıyor ve üç kopyasını lstanbul'da güvendiği üç ayrı arkadaşına gönderiyordu. Böylece eserin yok edilmesini önlediğini sanarak rahat ediyordu. Fakat talihin şu acı cilvesine bakın ki, Nazım'ın destanını saklamayı üstüne alan üç arkadaştan biri doğrudan doğruya bir polis ajanı çıktı. Nazım onu ta çocukluğundan tanıyordu. Fakat kendisi hapisteyken bu arkadaşının nasıl soysuzlaşıp polise geçtiğini bilmiyordu. Hapisten çıkıp bu arkadaşının elindeki kopyayı polise teslim ettiğini öğrenince şaşırdı, fakat inanmak istemedi. Son zamanlara kadar da inanmadı. İkide bir bizim fikrimizi sorar, bu şüpheden kurtulmaya çalışırdı. Fakat ne yapalım ki gerçek buydu."

"Bu güzel, fakat hazin manzarayı seyrederken Atatürk'ün son 15 yıllık hayatı bir sinema filmi gibi gözlerimin önünden geçti. O vakit, vicdanımla bir hesaplaşma yapmak gereğini duydum. Sağlığında biz bu adama karşı hürriyet ve demokrasi savaşı yapmıştık. Onu, demokrasi ve hürriyet getirmediği için adeta suçlu sayıyorduk. Onun hareketlerini diktatörce buluyorduk. Çünkü o vakit ormanın içindeydik. Ağaçları görüyorduk, ama ormanı bütün büyüklüğüyle göremiyorduk. Şimdi, geçenleri daha aydın görebiliyordum. Atatürk memleketin sosyal, siyasal ve ekonomik hayatında büyük devrimler yapmıştı. Halifeliği ve padişahlığı yıkmış, yerine bir cumhuriyet rejimi getirmişti. Halkın sosyal hayatında ve geleneklerinde birçok esaslı değişiklikler yapmıştı. Birbiri ardından gerçekleştirdiği devrimler o zaman birçok hoşnutsuzluklar yaratmıştı. Halife ve padişahtan yana olanlar ona cephe almışlardı. İttihatçılar ona karşı suikast tertiplemişlerdi. Şapka ve yazı devrimleri, tekkelerin ortadan kaldırılması, birçok kötü geleneklerin yıkılması bazı kimseleri tedirgin etmişti. Emperyalistler de memleket içinde isyanlar çıkarmışlardı. İstanbul' da bütün halifeci, padişahçı ve gerici basın, Atatürk' e karşı yaylım ateşi açmıştı. Bütün bu koşullar içinde hürri-
yet ve demokrasi gelişebilir miydi?
Tersine, devrim düşmanlarına karşı az çok sert davranmak gerekir. Atatürk de iç ve dış düşmanlara karşı ihtiyatlı ve tedbirli bulunmak ihtiyacındaydı. Böyle olmakla beraber Hitler ve Mussolini biçiminde bir diktatörlüğe gitmedi.Kişi yönetiminden çok meclis egemenliğine, yani halk egemenliğine önem verdi."

"Bütün koşullar, onun Doğulu bir diktatör olmasına elverişliydi. 
Fakat, asker olmasına rağmen "Benevoknt diktatorship" diye adlandırdıkları biçimde yumuşak, sevimli ve akıllı bir otorite kurdu. Bu otorite diktatörlükte olduğu gibi korkuya değil, sevgiye
dayanıyordu. Ona bu kuvveti veren şey hal.kın kendisine sevgiyle
bağlı olmasıydı. Onun için, bizim istediğimiz kadar değilse de, yine de günün koşullarının elverdiği ölçüde hür bir rejim kurdu. Biz eleştirilerimizi özgürce yapabildik. Nazım Hikmet en devrimci şiirlerini onun döneminde yazdı. Nazım'ın en son ve en uzun
mahkumiyeti de Atatürk'ün hastalık yıllarına rastlar. Zaten büyük adamlar ancak ölümlerinden sonra anlaşılır."

"Atatürk de bütün ölçüleriyle şimdi anlaşılmaya başlamıştır. Bugün memlekette ilerici kuvvetler Atatürk ilkelerine dayanarak 
savaşabiliyorlar. Onun için Atatürk dün de büyüktü, bugün de büyüktür, yarın da büyük kalacaktır. Biz, uğrunda savaştığımız özgürlük ve demokrasiye ancak onun açtığı yoldan ulaşabiliriz.
Özgürlük ve demokrasi savaşına asıl onun ölümünden sonra
hız vereceğiz."

"Halide Edip daha İstanbul'un emperyalistler tarafından işgali
günüden Kurtuluş Savaşı'na başlamış, sonra Ankara'ya giderek
savaşa doğrudan doğruya katılmış, onbaşı olarak cepheye bile
gitmişti. Böyle bir insanın zaferden sonra memleketten kaçmak
zorunda kalması hepimizi şaşkınlığa düşürmüştü. O zamanki
söylentilere göre Halide Edip'in Atatürk'le arası açıktı. Atatürk
zaferden sonra şu veya bu biçimde düşmanlarını tasfiye etmeye
başlayınca Halide Hanım da ürkmüş ve hayatını kurtarmak için
memleketten uzaklaşmayı uygun bulmuştu. Atatürk'le aralarının
açılmasının nedeni de şuydu: Milli Kurtuluş Savaşı sırasında
Hindistan halkı Ankara'ya Halide Edip aracılığıyla yüz bin dolar
göndermişti. Bu paranın Milli Kurtuluş Savaşı için harcanması 
şart koşulmuştu. Halide Hanım bu parayı Atatürk'e vermişti. Fakat Atatürk o zaman bu parayı Milli Kurtuluş işlerinde harcamayarak saklamış, zaferden sonra İş Bankası'nın kuruluş sermayesi olarak kullanmıştı. Halide Hanım paranın yerine harcanmamış olmasından gücenmiş ve kırgınlığını Atatürk' e de duyurmuştu. Halide Hanım'ın bu hareketi Atatürk'ü kızdırmıştı. Araları bu yüzden açılmıştı. Halide Edip, kocası Dr. Adnan Adıvar'la birlikte Paris'e gitti. Atatürk'ün ölümüne kadar on iki yıl orada bir sürgün hayatı yaşadı. Bu defa İnönü' nün af politikasından yararlanarak, gene kocasıyla memlekete döndü. İstanbul' da, Beyazıt semtinde bir eve yerleşti. Evlerine gittiğim zaman ikisini de hayli ihtiyarlamış ve yıpranmış buldum. Paris'te çok sıkıntılı bir hayat geçirmişlerdi. Dr. Adnan Adıvar Sorbon Üniversitesinin Doğu Enstitüsü'nde Türkçe dersler vererek, Halide Hanım da anılarını yazarak hayatlarını kazandılar. Milli Kurtuluş Savaşı boyunca yaptıkları değerli hizmetlerin karşılığını böyle almış olmaları onları manen de hayli yıkmıştı. Şimdi de kendilerine iş arıyorlardı."

"Savaş içinde bütün yollar kapanmıştı. Deniz yollarından yararlanmak çok güçtü. Hava yolları ise kapalıydı. Kara yolu olarak da bizi dışarıya bağlayan yalnız Balkan yolu açıktı. Ama bu yoldan sadece Almanya,ya gidebilirdik. Çünkü bütün Orta Avrupa, Almanların elindeydi. Almanlar bu durumun kendilerine sağladığı olanakları kendi çıkarlarına kullanmaktan geri kalmadılar. Türk ekonomisini ellerine aldılar. Bütün savaş boyunca Türkiye, bütün ihraç mallarını yalnız Almanya'ya satabiliyor, ihtiyaçlarını da ancak Almanya' dan satın alabiliyordu. O vaktin Alman Maliye Bakanı Schaht, Türkiye ile iş yapabilmek için yeni bir ticaret sistemi "icat" etmişti. Türkiye ile Almanya takas usulüyle iş yapıyorlardı. Yani iki taraf birbirleri için bankalarında bir gider-gelir hesabı açmışlardı. Almanya'dan ne kadar mal alırsak, karşılığında o değerde mal veriyorduk. Büyük bir sanayi ülkesiyle geri kalmış bir tarım ülkesi arasındaki böyle bir ticaret ilişkisi, metropol ile sömürge arasındaki ilişkiden başka bir şey değildi. Bu sistem yalnız Türkiye'nin aleyhine işliyordu. Almanya sanayi mallarına istediği fiyatı koyuyor, bizim mallarımızı da en aşağı fiyattan alıyordu. Bizim için bir dünya pazarı yoktu. Böylece bütün savaş boyunca Türkiye, Almanya'nın bir sömürgesi gibi çalıştı,tarafsız kalmanın meyvelerini toplayamadı.
Bir gazeteci olarak bize düşen görev, bu acı gerçeği kamuoyuna anlatmak, hükümeti uyarmaya çalışmaktı. Tan gazetesindeu yolda sürekli yayımlar yaptık.Eğer Almanlar savaşı zaferle sonuçlandırmış olsalardı, Türkiye onun tam bir sömürgesi olacaktı. Halka anlatmaya çalıştığımız gerçek buydu."

"Birkaç günlük toplantıdan sonra, önce partinin "Cumhuriyet 
Demokrat Partisi" adını taşıması kararlaştırıldı. Partinin amacını gösteren ilk maddesi de şöyle kaleme alındı:  "Cumhuriyet Demokrat Partisi, Türkiye Cumhuriyeti'nde demokrasinin geniş ve ileri bir anlayışla gerçekleşmesine ve genel politikanın demokratik bir görüş ve anlayışla yürütülmesine hizmet amacıyla kurulmuştur."

"Birkaç gün sonra Menderes Ankara' da ikinci bir basın toplantısı yaptı. Toplantıdan sonra beni evine akşam yemeğine çağırdı. Yemekten sonra çalışma odasına çekildik. Bana komünist olup olmadığımı sordu. Bu sorunun yersiz olduğunu söyledim ve Toprak Kanunu tasarısına karşı çıkışına bakılırsa, kendisine liberal demek gerektiğini ekledim. Oysa biz belirli ilkelerde anlaşmıştık. O ilkeler içinde işbirliği yapacaktık. Onun dışında benim kişisel inancıma karışılamayacağını belirttim. Ses çıkarmadı. Ama aramızdaki anlaşmazlık artık aydınlanmıştı.
Adnan Menderes'in bu sorusu büsbütün nedensiz değildi. O sıralarda gerici ve faşist basın bana saldırılarını artırmıştı. Beni komünist olmakla suçluyorlardı. Adnan Menderes, bu saldırılara ve suçlamalara bakarak benim ağzımı yoklamak istemişti. 
Bu sürekli saldırılar, halk arasında da böyle bir etki yaratabilirdi. Zaten sağ eğilimli dostlarım, beni komünist sayarlardı. 
Çünkü onlarla tartışmalarımda ben, her vakit sol fikirleri savunurdum. Sağcılar her meselede o kadar dar düşünüyor, o kadar 
yanlış yargılara varıyorlardı ki,onlara karşı gerçeği ve sol fikirleri savunmaktan kendimi alamazdım. Fakat sol eğilimli dost ve 
tanıdıklar da bana burjuva derlerdi. Çünkü onlar da o kadar sekterce konuşur, öyle gerçekten uzak hayallere saplanırlardı ki ,onların bu dar görüşlerini eleştirmemek mümkün olmuyordu."

"Dedim ki, "Ziya Bey ben sizi ta eskiden tanırım. Kaç yıllardır komünist avı yaparsınız. Kim bilir şimdiye dek kaç kişinin canına kıydınız, evini yıktınız. Komünist avcılığını bir meslek edindiniz. Bunu bir geçim aracı yaptınız. Bari bu süre içinde komünizmin ne  olduğunu öğrendiniz mi? Nedir şu bir türlü alıp veremediğiniz 
komünizm?"
Ziya Bey şaşırmıştı.Şimdiye dek böyle bir soru kalmamıştı. Karşısında da bu işi çok iyi bildiğini sandığı biri vardı. Kıvrandı kıvrandı, kızardı bozardı, sonunda suçunu itirafedermiş gibi;
"Beyefendi," dedi, "biz bu sorunuza cevap veremeyiz. Doğrusu biz komünizmin ne olduğunu bilmiyoruz. Siz bize anlatın da bari bu vesileyle öğrenelim." 
"O halde neden ne olduğunu bilmediğiniz bir şey uğruna insanların canını yakarsınız. Ben size ders verecek değilim.mademki öğrenmek istiyorsunuz, size bir iki kelime ile şunuözetleyivereyim. Bir gün komünizm gelirse bir memlekete, omemlekette sizin gibi, insanların canını yakan polis olmayacak,ordu olmayacak, para olmayacak, daha kötüsü hükümet de olmayacak. Bugün yeryüzünde böyle bir ülke var mı? Komünist sanılan Sovyetler Birliği bile henüz sosyalizm aşamasında. Bugünkü dünya koşulları içinde Türkiye'nin komünist olmasına olanak var mı? O halde ne diye insanları omünist diye rahatsız ediyorsunuz?"
Şaşırdılar. Onlarca komünizm elle tutulacak kadar var olan bir şeydi. Ellerinden silahlarını almıştım. Ne cevap vereceklerini bilemediler."

"Ziya Gökalp, Osmanlı zihniyetinin ve Osmanlı geleneklerinin yıkılmasını istiyordu. Onun o vakit ileri sürdüğü fikirler şöyle özetlenebilir: Onca, Osmanlılık Türke çok zarar vermişti."