Bu Blogda Ara

22 Ekim 2023 Pazar

Paşam Nereye Kadar Çekileceğiz - Mehmet Dürdali Karasan

Antalya Darülmuallimin Mektebi’ne gidebilmesi için yaşı, ailesi tarafından üç yaş büyütülen Dürdali Karasan, henüz 14’ünde ve ikinci sınıf öğrencisiyken, “onbeşliler” olarak bilinen 1315 (1899-1900) doğumlularla askere alınır. İstanbul İhtiyat Zabiti Talimgâhı’nda aldığı kısa eğitimin ardından 1916’da Suriye-Filistin Cephesi’ne gönderilir. Birüssebi-Gazze Meydan Muharebesi’nde yaralanarak bir süre hastanede tedavi görür. Aynı cephede katıldığı Nablus Meydan Muharebesi’nde esir düşer ve Mısır Seydibeşir Esir Kampı’nda iki yıl sürecek esaret günleri başlar. Savaşın ardından, ailesi şehit düştüğünü düşünürken, zorluklar içinde Kalkan’daki evine ulaşır ama kısa süre sonra Mayıs 1921’de İstiklal Harbi’ne çağrılır. 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren ilk askerler arasındadır. Üçüncü kez askere alındığında yıl 1942’dir. Dürdali Karasan’ın, 1918’de Filistin Cephesi’ndeyken, Sekizinci Ordu Komutanı Cevat Paşa’ya sorduğu Paşam Nereye Kadar Çekileceğiz? sorusu, bu anılara da adını veriyor. Dostu Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın daktilo ettiği metin, 67 yıllık ömründe üç kez askere alınan Dürdali Karasan’ın çocukluğu, zorlu savaş dönemi, esaret günleri ve maceralı yaşamının yanı sıra, iç ve dış siyasi gelişmelere ilişkin değerlendirmelerini de içeriyor. 
Kitabın Birinci Dünya Savaşı sonrası İkinci Dünya Savaşı yılları ve kahramanımızın ticari hayatı ile ilgili bölümleri olmasaydı da olurmuş. 

Alıntılarım ise şöyle:
"... altı sene okuyarak medreseden bir icazet aldılar mı artık onlar da ulema sayılıyorlar ve askere alınmıyorlardı. Velhasıl medreseler bence asker kaçağı deposu gibi bir şeydi. Belki din üzerine bilgileri fazlaydı fakat dünyaya yarayacak hiçbir malumatları yoktu."

"Bu son günlerde düşman tayyareleri üzerimizde fazlaca dolaşıyor ve bu sefer de bize makineli tüfenk yerine muhtelif resimler atıyorlardı ve resimler bizden aldıkları esirlerin fotoğrafları olup eğlenceli hallerde çekilmiş fotoğraflardı. Bazen de beyannameler atarak teslim olduğumuz takdirde çok rahat edeceğimizi ve bu harbin başka suretle bitmeyeceğini yazıyorlardı."

"Günlerden beri devam eden muharebe ve yolculuktan kıyafetlerimiz perişanlaşmış, saç ve sakal birbirine karışmış, üzerimizde yürüyüş kollarının kaldırdığı tozlardan biriken kirli halimizle dahi İzmirliler bizi süslü bir gelin gibi kucaklıyorlar ve bize ne suretle mukabele edeceklerini bilmiyorlardı. Lokanta para almıyor, terzi, otel, berber velhasıl ne istesek nereye gitsek bütün arzularımız para almadan coşkunca karşılanıyordu. Şehirde bulunan Ermeni ve Rumlar ile yabancılar şaşkın bir halde, ne yapacaklarını şaşırmış, bir anacık babacık günüydü. Herkes şapkalarını atarak fes giymiş. Fakat kalıplatmaya ve püskül takmaya vakit ve imkân bulamadıklarından feslerin püskül takılan ibikleri başlarında sipsivri görülüyordu ve bazıları da fesin ne suretle giyileceğini bilmediğinden fesi ters giymişti."

"1938 yılının bir gününde evimin balkonunda oturuyordum.(10 Kasım 1938).Yolda ağlayarak bir adam geçiyordu.Hiç ağladığını görmediğim bu katı yürekli adama,''Hayır ola ne oldu?'' dedim. ''Atatürk ölmüş'' dedi ve daha kuvvetli hıçkırıklar çıkararak yürüyüp gitti ve o anda ben de ne olduğunu ve neye uğradığımı bilmiyordum. Bir vatan bana baştan başa çökmüş gibi geldi. Bu ne hazin bir acı idi.Nasıl telafi edilir,bunun yeri nasıl doldurulurdu.Koca bir millet öksüz kalmış,gözyaşı döküyordu.Bu acı ölen bir ananın acısına benzemiyordu.Bu acı ölen bir babanın acısına da benzemiyordu."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder