Bu Blogda Ara

6 Ağustos 2017 Pazar

Düzyazdım-Sina akyol

Nisan ayında İzmir Kitap Fuarından aldığım Sina Akyol'un Düzyazdım adlı kitabı. Şiirleri ile öne çıkan Sina Akyol'un geçmiş yıllarda Öküz, Kitap-lık, Varlık  vb. dergilerde yayınlanan düz yazılarından oluşuyor kitap.  Birbirini takip etmeyen gündelik yazılar. Anılar, yaşadıkları. Akıcı bir dil. Kolay anlaşılır.Güzel bir kitap.
Kitabın önsözünde yani kendine göre adını verdiği "Girizgah" ında şöyle diyor;
"Bir yazımda -Evet, yazıyoruz.Seviyoruz çünkü yazmayı.İyi, güzel öyleyse devam edelim.Ama şunu da bilerek: Dünyanın en önemli işini eylemiyoruz. Mutlak surette yapılması gereken bir şey de değil yaptığımız.Öyleyse sakinleşelim.Çünkü şunu bilelim: Bir şair, bir yazar, sözgelimi bir doktor, bir hemşire, bir hastabakıcı  kadar fayda sağlayamaz toplumsal hayata. demiştim hala da böyle diyorum diyor"
"Bir diyeceğim daha var: Noktalama işaretlerine getirilen kuralların ilgili kuruluşlarca dahi aşağı yukarı onar yılda bir değiştirildiği, dahası  bunun  ilan da  edildiği şu tuhaf eğitim öğretim hayatımızda; hiçbir şeyin vazedilmemesi gerektiğine inanan bir kişi olmamdan dolayı, 'ilgili kuruluşlarca ' habire değiştirilerek dayatılan kurallar, asla bağlamadı beni. Tarif edilmiş ve çoğunluk tarafından benimsenmiş kurallara (verili kurallara) zerre kadar iltifat etmedim. Bırakalım şiiri, düz yazıda dahi kural dışı yaklaşımlar getirme ve noktalama imlerini kural dışı kullanma özgürlüğüm olduğuna samimiyetle inanıyorum" diyor. Ve ekliyor. "Özellikle de üslupçu bir yazarın, gerek yazının ezbere alınmış kuralları, gerekse noktalama imlerinin kullanılması konularında, gerçekten de sınırsız bir özgürlüğe sahip olması, hatta kendi kurallarını ve kendi noktalama imlerini üretmesi gerektiği kanısındayım.Çünkü yazı ancak böyle gelişir." 
Sözünü ettiği özgürlüğü de okuyacağınız kitapta tepe bayır kullandığını belirtiyor.

Kitaptan alıntı kısmında ise şunlara yer veriyorum beğenerek;
"Emeklilik konusunu kafamda evirip çevirdiğim günlerdi."Sakın demişti Enver Ercan."Sakın ha, yoksa ölürsün"
Demiştim ki Enver'e : " Merak etme küt diye ölmem ben, okuyacağım dünya kadar kitap var....Muradım şuydu: Savaş ve barış'tan Suç ve Ceza'ya Devrim Öncesinden Budala'ya Karamazof Kardeşler'den, Yüzbaşının Kızına Küçük Köpekli Kadın'dan Babalar ve Oğullar'a bir koşu 'götürfüğüm' onca kitabı şimdiki 'akıllı' aklımla bir yeniden okuyacak, mümkün olursa bu 'yeniden okuma'ya Oblomov 'la başlayacak, olabildiğinde az yazacak..." 

Kitaptan öğrendiğim yeni kelime ise "Dulda"
"...Ben de o yeşilliğin duldasına yayılıp ziyadesiyle sevineyim dedim.
"Dulda: yağmur, güneş, rüzgâr ve soğuğun etkisinden uzak, kuytu, korunaklı yer.
(soğuklarda) güneşin iyi ısıttığı, rüzgârsız duvar dibi.

23 Temmuz 2017 Pazar

Dönüşüm - Franz Kafka

        Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendini bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Kitap 1915 de yayınlanmış. Kısaca konusu şöyle: Bütün hayatını, ailesini rahat ettirebilmek para kazanmak için çalışıp didinerek geçiren Gregor Samsa bocege dönüştüğü gunden sonra rutin sorumluluklarını yerine getiremeyecek, insanların karşısına çıkamayacak, işinden olacak ve bir başına kalacaktır.
        Annesi ve babası ilk başlarda durumu kabul etmek istemese de sonunda oğullarının bir bocege dönüştüğü gerçeğini idrak ederler ve Gregor tekedilmisligin acısını fazlasıyla yaşamaktadır.
         Klasikler arasında Kafka çok sevdiğim yazarlardan değildir. Dönüşümün konusunu biliyordum ancak yeni okudum. Bilemiyorum, kendince anlatmak istediklerini ama ben asıl anlatılanın dışında birşey anlayamadım.Kitabın konusuna farklı anlamlar yükleyemedim. Tabii ki verilen mesajlar var ama kitabın bu denli meşhur olmasını sağlayacak türde olduğunu düşünmüyorum açıkcası. Böcek burda bir simge ailenin bakış açısı, çocuklarının bu halini kabullenmeyişleri, toplumun hoşgörüsüzlüğünü anlatmak istemiş olabilir. İşe yaramayan insan ailesi tarafından da sevilmez, dışlanır, görüşü de var belki de. Kısa bir kitap, Dava kadar uzun değil. Dava da belki bu kadar kısa yazılabilirmiş bence. Ben bir de böceğin boyutlarını tahmin edemedim.İnsan boyutunda mı yoksa gerçek böcek boyutunda mı.Belki de benim eksikliğim, yazar anlatamamış olamaz.
Altı çizili cümlemiz şu olabilir:
"Herkes beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor"
  Ama okuyun.Kitap okuyucusu olup "Dönüşüm" ü okumamak olmaz.

21 Temmuz 2017 Cuma

Yeşil Mürekkep-Osman Balcıgil

Sabahattin Ali'nin hayatının romanlaştırılmış bir şekilde anlatıldığı muhteşem bir kitap olmuş. Kitapta Nazım Hikmet, Nihal Atsız, Aziz Nesin.Sabahattin Ali'nin hayatındaki bir şekilde yer etmiş yazarlar.Hepsi bu kitapta yerini almış Osman Balcıgil'in anlatımı ile Sabahattin Ali'nin gözünden. Sabahattin Ali'nin iç dünyası, yaşadıkları, romanlarını hangi ruh hali ile yazdığı kısacası hayat hikayesi. Kitapta yıldızla işaretlenmiş alt bilgiler ayrı bir hazine niteliğinde. Hapis hayatı, okul hayatı, gazete, dergi günleri çok güzel anlatılmış.Sabahattin Ali çok değişik karakterli bir aydın. Türkiye şartlarına fazla bir insan.Günümüzde yaşasaydı nasıl bir durumda olurdu düşünemiyorum.

-Sabahattin Ali,Nazım Hikmet'e yazdığı mektuplardan birinde şöyle demiş:"Şuan inan ki,senin dostun olmakla değil,sadece seninle aynı devirde yaşamış olmakla övünüyorum."
-Ancak muhteşem hayatlar yaşayan insanlar, muhteşem yapıtlar ortaya koyarlar.
-Der Prozess'i okurken, not defterine Wertheim'den yenisini almış olduğu yeşil mürekkeple "suç, "özgürlük, yabancılaşma, sorumluluk, otoriteye karşı çıkma" gibi kavramları not aldı.Bütün bu kavramların Türkçe karşılıklarını buldu, karşılarına yazdı.

KİTAPTAN NELER ÖĞRENDİK:
--Bağa: çerçeveli gözlük
Henüz plastiğin icat edilmediği yıllarda, deniz kaplumbağasının kabukları sıcak su ve bor yağında eritilip, gözlük çerçevesi ve başka amaçlarla kullanmak üzere bağa elde edildiğini,
--28 Kasım 1928 tarihli Cumhuriyet Gazetesinin Latin harfleri ile basılan ilk gazetelerden biri olduğunu,
--Memleketim Aydın'da Sanat Mektebinde öğretmenlik yaptığını, sonra da şu anda Tahir Paşa Konağı olarak bilinen eski cezaevinde bir dönem hapis yattığını,
--Gençlik aşkı Nahit Gelenbevi Fıratlı Damar'ın resimlerini internetten incelediğimde ne kadar da güzel bir kadın olduğunu, hakikaten de Cemal Süreya'nın dediği gibi Cumhuriyet gibi kadınmış,
--Nüfus memuru isimleri soyadı olarak vermediklerini söyleyince,  o halde "i" harfini kullanmayın onun yerine "ı" harfi koyun Alı olsun dedi ve nüfus kütüğünün soyadı hanesine Alı yazdırdı yani kırmızısı anlamında,




20 Temmuz 2017 Perşembe

Kendine Ait Bir Oda-Virginia Woolf


Virginia Woolf, kadın hareketinin en önemli temsilcilerinden. Feminizm denince dünya edebiyatında akla gelen ilk isimlerden. Woolf'un feminizm konusunda yazdığı iki kitaptan biri Kendine Ait Bir Oda.Woolf, bu kitabını kadınlara yeni açılacak olan Aslında bu kitabı yazma düşüncesi 1928 yılında kapılarını kadınlara yeni açmakta olan Cambridge Üniversite'sindeki kız öğrencilere hitaben yaptığı bir konuşma üzerine şekillenmiştir.Ne acı ki, kadınların sosyal yaşamdaki yeri yer, zaman, coğrafya farketmeksizin hep aynı. Woolf, kitabında oldukça önemli bir noktaya deginiyor: Neden  kadın yazarlarımız yok...
Virginia Woolf kadın hareketinin öncülerindendir. Bir çok kadına örnek bir karakterdir.
Bu eserinde neden kadın yazarların bir zamanlar erkek isimleri alarak kitap yazdıklarını, yazmak zorunda kaldıklarından bahsediyor... Jane Austen, Bronte, George Eliot gb. Ve bu yazarların kendilerine ait bir odaları bile olmadığından güzel eserlerini ne kadar zor koşullar altında ortaya çıkardıklarını da bize anlatıyor.Her kadının kendine ait bir odası olmalı ki o oda da kendisini geliştirsin, olgunlaştırsın
Kadınların tarih boyunca karşılaştığı baskıları oldukça yaratıcı ve felsefik bir dille anlatmış. 
Woolf kadın yazarların tarihini, neden geçmişte çok az yazar bulunduğunu irdeleyip anlatırken bir dönemin İngilteresine de ışık tutmuş, bolca güzel tespitler yazmış kitabında. bazı yerleri de bizim Türk toplumu ile benzerlik gösteriyor. Neredeyse 100 yıl öncesinin İngiltere'si günümüz Türkiye'sinin aynası gibi.
Woolf un kadınlara tavsiyesi, kendine yetecek paranız, bir de bir odanız olsun. Ve o odada yazın, kim ne der diye düşünmeden sadece yazın! 

Altı çizililer ise şöyle:
-Kadınlar, erkekler hakkında kitap yazmıyorlar -bu gerçek elimde olmadan içimi ferahlattı, çünkü önce erkeklerin kadınlar hakkında yazdıklarını, sonra da kadınların erkekler hakkında yazdıklarını okuyacak olaydım ben, kalemimi kağıda değdirene kadar yüzyılda bir çiçek açan sarısabır, iki kez ç
çek açmış olurdu.
-"İnsanların toprağa gömüldükleri yaşam cevherinde kaç tane ayaklanmanın mayalandığını kimse bilemez."
-"Genç yaşında yolundan alıkonmuş ve engellenmiş olarak ölüp gitmenin dışında elinden ne gelebilir?"
-''Kitaplıklarınızı istediğiniz kadar kapatıp kilitleyin; ama benim aklımın özgürlüğüne vurabileceğiniz hiçbir kilit, hiçbir kapı, hiçbir sürgü yoktur...''
-''Edebiyat, başkalarının düşüncelerini mantık sınırlarından taşacak kadar önemseyen insanların enkazlarıyla dolu bir deryadır...''
-Zira çok yetenekli bir kızın kabiliyetini şiir için kullandığında diğer insanlar tarafından engellense, buna karşı çıkılsa, kendisiyle çelişen içgüdüleri tarafından işkence edilse ve aşağı çekilse, bu kızın sağlığını ve akli dengesini kaybedeceğinden emin olmak için psikoloji hakkında çok az bilgi sahibi olmak yeterlidir.
-“Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!"
-''Hiçbir çağ bizimki kadar rahatsız edici bir şekilde cinsiyetin bilincinde olmamıştır; British Museum'daki erkekler tarafından yazılmış sayısız kitap bunun bir kanıtıdır. ''
-… her birimizin içinde biri erkek bir dişi olan iki yönetici güç var ve erkeğin beyninde erkek kadına baskın, kadının beyninde ise kadın erkeğe baskın durumda. Normal ve rahat varoluş hali, bu ikisi ruhsal işbirliği yaparak uyum içinde yaşadığı zaman gerçekleşiyor. Eğer bir erkekseniz, yine de beynin kadın tarafı etkili olmalı ve bir kadın da kendi içindeki erkekle ilişki kurmalı… Ancak bu kaynaşım gerçekleştiği zaman, zihin tam anlamıyla döllenir ve tüm yeteneklerini kullanabilir. Belki sırf eril olan bir zihin de, sırf dişil olan bir zihin de yaratıcı olamaz....
-"Düşsel planda kadın son derece önemlidir; gerçek yaşamda ise tümüyle önemsiz."
-Hayal edildiğinde çok önemli; pratikte ise tamamıyla önemsiz. Şiir kitaplarını baştan sona istila etmiş, tarihte ise adı geçmiyor.
-Kadınlar yarasalar ya da baykuşlar gibi yaşıyor, hayvanlar gibi çalışıyor ve solucanlar gibi ölüyorlar.




Kan ve Gül- Alper Canıgüz




“Ben bu anı daha önce de yaşamamıştım sanki…”
 
Gül bahçesi maziye, kanlı bir yolculuk…

 
Kan ve Gül, fantastik bir polisiye.
Rengini kandan, kokusunu gülden alan bir roman.
Ziyadesiyle hazin, epey hareketli, hayli komik.
 
İkinci sınıf aşk romanları çevirmeni, orta sıklet avare Aziz, bir yangında küle dönüşmek üzereyken, zamanda yolculuk yaparak yirmi yıl öncesine döner; üstelik yirmi yaş gençleşmiş bir halde.
Henüz işlenmemiş bir cinayeti çözmek üzere harekete… geçmesi pekâlâ mümkündür.
Karizmatik sosyopat Abdül’ün hayatını kurtarması… galiba iyi olacaktır.
Mazi tesisatını tamir edebilirse, hayatı, istikbal musluklarından temiz ve tazyikli bir su gibi akacaktır.
Biricik aşkı Nergis’ten hiç ayrılmayacak, kızı Zeynep’e hakkıyla babalık edecektir.
 
Peki, bu amatör dedektif, kaderin hükmünü değiştirebilecek midir?
Maktulü kurtardığına, katili bulduğuna memnun olacak mıdır?
Geleceği görmek mi daha zordur yoksa geçmişi mi?
 
Kara mizah ustası Alper Canıgüz, beşinci romanında, kurgu ve anlatımdaki yetkinliğini bir adım daha öteye taşıyor.
 
Gelecek, bazıları için, hakikaten de uzak bir hatıradan ibarettir. Böyleleri açısından varoluş, hayatın meşum bir noktasında, şimdiki zamandan ileriye doğru uzanan bir yol olmaktan çıkıp, onları geçmişle gelecek arasına sıkıştıran bir hapishaneye dönüşmüştür. Bu, trajik bir hal midir? Herhalde öyledir. Fakat burada bize düşen, kimseyi yargılamak değil; bir köle, ama muhakkak ki pek isyankâr bir köle saymak gereken insanın hazin kaderine dair bir hikâye anlatmak. O yüzden, gelin, az önce sözünü ettiğim iflah olmaz türün bir mensubu sıfatıyla, size her şeyi ta en ortasından başlayarak anlatayım.
 
Evlendiğim ve boşandığım tarih, nikah dairesindeki memur ve avukatımızın tuhaf ve müşterek bir cilvesiyle, aynı güne denk gelmekteydi. Doğum 17 Ocak 1995, ölüm 17 Ocak 2004. Dokuz sene; flört dönemimiz de hesaba katılınca, on altı. Flört ne demekse? “Ayrılık acısından kurtulmak için gereken süre, birlikte geçirilenin yarısı kadar” demişti bir arkadaşım Nergis’le boşandığımızda. O zamanlar sekiz seneyi kendimi öldürmeden ya da ne bileyim, en iyi ihtimalle aklımı kaçırmadan geçirebileceğime pek ihtimal vermemekteydim ya, yuvamızın yıkılışının onuncu sene-i devriyesini geride bıraktığım günlerde, o arkadaşımın bu teoriyi belki de beni teselli etmek için uydurduğunu  düşünmeye başlamıştım. Çünkü bu aşkın, bu sevdanın üstünden kış geçiyor, bahar geçiyor, yaz geçiyor, ömür geçiyor lâkin kalbimdeki yara geçmiyor, geçemiyordu. 


Alıntılar var tabii:
-"Belki de, hayatın kontrolsüz bir düşüş olduğunu kabul edip ona mutlu bir son aramak yerine, iyi bir hikaye olmasına gayret etmeliydim."
Kuzunun kurttan korkmasında şaşılacak bir şey yoktur ey oğul; şaşılası olan, kuzunun o kurda sevdalı olmasıdır.
-...insan ölünce yerçekiminden ziyade gökçekimi kanunlarını düşünme eğilimine giriyor.
-... insanlık projesine yeniden yazılmış modern bir bireydim artık. Hoşgörülü ama eleştirel, girişken ama saygılı, açık fikirli ama korkak, güler yüzlü ama umutsuz.
-"Neticede çocuklar bize bakarak büyüyorlar."

-"Doğru," dedim. "Ama daha ziyade biz onlara bakmadığımız sırada bakıyorlar."
-Artık sevmeyen kadının gözlerini hemen tanırsınız. Denizi yırtan bıçak gibidir

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Kanadı Kırık Kuşlar-Ayşe Kulin



Ayşe Kulin'le  bu yıl İzmir kitap fuarında tanışma ve sohbet etme şansı buldum. Çok değerli, kaliteli, saygıdeğer ve aynı zamanda çok güzel bir kadın. O'nu tanıdıktan sonra bu kitabı okumak bana da daha da ilginç geldi. Tarihi bir olayı bir aile üzerinden anlatıldığı bir konu.
1930'ların Almanyası... Nazilerin baskısından bunalan Yahudi asıllı tıp doktoru Gerhard Schlimann, çemberin yeterince daraldığını, kendisi ve ailesi için tek çarenin kaldığını hisseder: Kaçmak... 

Ancak işsizliğin, savaşın habercisi toplumsal karmaşaların ve her yere yayılan ayrımcılığın cenderesindeki bir dünyada insanca yaşanacak bir yer bulmak hiç de kolay değildir. Zira Gerhard Schlimann ve diğer Yahudilere sözümona gelişmiş ülkeler bir bir sırt çevirirken, bir tek Avrupa'nın kıyısındaki genç bir Müslüman ülke kucak açar: Türkiye Cumhuriyeti... 
Ayşe Kulin, Kanadı Kırık Kuşlar'da 1930'ların Almanya'sından 2000'lerin Türkiye'sine uzanan bir ailenin dört kuşaklık hikâyesini anlatıyor bizlere. Sıradışı, güçlü, coşkulu, inançlı kadınların hikâyesi bu aynı zamanda. Elsa, Suzan, Sude ve Esra kendi sancıları ve değişimlerini vatanlarının çalkantıları ile iç içe yaşıyorlar. Kanadı Kırık Kuşlar, vatanı sevgi olan herkesin kalbine değecek...

          
Hikaye,Nazi döneminde Hitler Almanya’sından kaçan Yahudi bilim adamlarının Türkiye’ye gelmesiyle başlıyor ve onların torunlarının ‘Türkiye’den gitmek mi kalmak mı’ tartışmasıyla son buluyor.


Ayşe Kulin'in her romanında olduğu gibi bu romanı da gayet akıcı ve yalın bir dille yazılmış,okurken sizi sıkmıyor.1930'lu yıllardan başlayarak günümüze kadar Türkiye'de yaşanan onlarca olayı okurken haliyle tempo da hiç düşmüyor.

Ayşe Kulin bir röpartajında kitabı hakkında şöyle demiş:“Ben isterim ki, herkes, yerli yerinde kalsın ve beğenmediği durumlarla mücadele etsin. Romanı yazarken da bu hissi vermek istedim: ‘Kalın ve direnin!’ Okumak da, gitmek de, kalmak da, mücadele etmek de, ‘Bana artık müsaade’ demek de... Size kalmış... Size ne iyi gelecekse onu yapın. Çünkü bu işin doğrusu yok, her insan başka bir dünya... Ama unutmayın başka vatan yok!” 

Altı çizililer;

-Gerhard tuvalete gitmek için dışarı çıktı. Koridor boyunca yürürken, pencerelerden inşası henüz tamamlanmamış kente baktı ve batı kibirinin hiç bulaşmadığı, yeni doğmuş çocuk saflığında harika bir ülke keşfettiğini düşündü. (Ankara'nın kuruluş aşamasındaki durumunu tasvir ediyor)
Sonra Milli Eğitim Bakanı ayağa kalktı.
"Beyler" dedi, "beşyüz yıl önce, Türkler İstanbul'u fethettiklerinde, Bizanslı bilim adamlarının İstanbul' u terk etmesini önleyememişlerdi. İşte bu yüzden Rönesans, bu kişilerin sığındığı İtalya'ya nasip oldu. Biz bugün, burada, çok değerli profesörlerin Avrupa'dan İstanbul'a gelmelerine vesile olarak, bilimi İstanbul' a geri döndürüyor ve neticesinin ülkemize çok şey katacağına inanıyoruz. Siz Avrupalı bilim adamları, bize ilminizi, metotlarınızı getirin ve gençlerimize ilerlemenin, çağı yakalamanın yollarını gösterin."
-Kitap yakmak!

İnsanların günlerce, gecelerce uğraşıp damıtarak kağıda aktardıklari birikimlerini, beyin ve hayal güçlerini yakmak! Yangınların en hainidir!
-Yalan ne kadar büyük olursa, inananı o kadar çok olur.
-Kanadı kırık kuş her yerde diken üstünde yaşar.
-Ne tuhaf, bela gelip de kapısını çalana kadar, kendine bulaşmaz sanıyordu insan. Bu da bir insanlık zaafıydı kuşkusuz!
-"Şurası gerçek ki, Türklerin çağdaş bir ülke yaratmanın, bina inşa etmekle değil, ancak doğru eğitimle mümkün olabileceğini bilen bir liderleri var!"

           

Bir Uyuyup Uyanalım-İrfan Değirmenci



Büyük ve güzel bir Türkiye fotoğrafı. Hergün bir yenisini duyduğumuz, haberlerde izlediğimiz olaylardan esinlenen ve gerçeği yansıtan hayatlardan alınan konuların birbiriyle harmanlanması, günümüz Türkiye'sinin gerçekleri ile çok güzel anlatılmış bir konu. Kitapta anlatılan, artık adına roman mı dersiniz, gündelik hayattan alıntılar mı dersiniz, ne derseniz deyin herkesin etrafında gördüğü, hiç de şaşırmadığımız kanıksanan tipler ve olaylar. Mafya var, rant var, kentsel dönüşüm var, geçim mücadelesi var, yalakalık var, terör var, doğu var, batı var, atanamayan öğretmenler var, gününü kurtarmak için rüzgarın yönünü güzel hesaplayan tipler var. Ülkede olan her şey var. Kitaptaki insanlar yolda her gün gördüğümüz insanlardan oluşuyor. Okurken ben bu tipi tanıyorum diyorsunuz.Ya da bu benim galiba, beni anlatıyor diyorsunuz. Kısmet apartmanı dediğim gibi bir Türkiye fotoğrafı. Şarkı sözleri ile bezenmiş uzun bir kitap ama sıkılmıyorsunuz. Filmi olsa güzel olur.