Bu Blogda Ara

5 Ağustos 2018 Pazar

Babam Beni Şahdamarımdan Öptü - Ozan Önen

Penguen'den yazılarını takip ettiğim Ozan Önen'in kitabını çok beğendim. Yazarın biyografisinden zaten kalitesi anlaşılıyor. İyi eğitim almış, iyi bir adam. Böyle adamlarla dost olmak lazım. Seviyorum böyle insanları. Kitabın tamamı ya da büyük bölümü dergilerde yazılan yazılarından
oluşuyor. Kesin bir ifade bulunamadım çünkü bir kısmı tanıdık geldi. Bir dönem felsefe öğrencisi olmasının yazılarında büyük etkisi var. Filozoflardan alıntıları çok hoşuma gitti. Bunda benim de felsefe öğrencisi olmamın da büyük payı var tabi ki. Bütün yazıları çok hoşuma gitti.Yalnızca "Köpeklere Fısıldayan Adam" yazısında ne yazık ki yanılmış. O yazıda bahsettiği adamı tanıdığım için kendisi hakkında yazar kadar iyi niyetli düşünemiyorum. Keşke yazdıkları gibi olsaydı. Ama ne yazık ki çoğu insan gibi O da bir kurmacaya aldanmış. Kitabın tamamı çok güzel yazılardan oluşuyor. "Söyle Yabancı... Evin Neresidir?", "Sen Kimsin" "Ben de Seni'ler" "Babam Beni Şahdamarımdan Öptü" özellikle beğendiğim yazıları. Zarfsız Kuşlar" yazısında bahsi geçen öğretmen Halil Serkan Öz'ün durumu beni hakikaten her okuduğumda, duyduğumda beni çok derinden etkiler. Öğrencilerine verdiği kendi el yazısı ile yazılan kitap listesi de gözden geçirilmeli. "Olsun Makamı" yazısında bahsi geçen Kaz Dağlarındaki Tahtakuşlar Köyünü çok merak ettim en kısa zamanda gidip görmeyi düşünüyorum. Ozan Önen'i çok sevdim. Böyle adamlar olduğu sürece önümüz aydınlıkrır korkmayın. Daha bu adamdan gibi adamdan doğacak çocuklar var düşünsenize. Yaşadığım yer olan Aydın'da 3 yıl Fen Lisesinde okuması da beni ayrıca sevindirdi. İnşallah bir gün tanışırız.

Kitaptan çok alıntım var:  

"Zeytinlik gördüğüm her yer bana 'yakın bir tanıdık' gibi gelir hep.

"İnsan, en sevdiklerini bile toprak altına göndermişse; mezarlıklar, gözüne ev gibi görünür artık: Eskisi gibi tedirgin olmaz oralara giderken."

"Heves bir kere gitmeye görsün; hayata, insanlara ve kendine o an küsmüyor musun? O yitip gidince, içine üflenmiş nefes de bitmiş olmuyor mu?"

"Şu yıldızlı gök kubbede, güneşten ve aydan sonra en çok parlayan sen ol.
       Afrodit'ten al adını; Venüs yıldızı desinler; çobanlar seni Çobanyıldızı diye sevsinler, akşamcılar Akşamyıldızı diye; sabah namazına kalkan hacılarsa Sabahyıldızı."

"Harmandalı oynayan zeybeklerin, kollarını her havaya kaldırıp yere çöktüklerinde, aslında, şaraplık üzümleri toplayıp sepetlere koyduklarını ve yeniden ayağa kalktıklarında da o üzümleri şarap olsunlar diye ezerek kendinden geçen Dionysos alaylarına karıştıklarını gör..."

"Tek başına ama yalnız değil...
Tek başına ve mutlu"

"İyi bildiğim bir şey var: Tarihi şekillendirenler, düşünce adalarındaki hayallerinin peşine ısrarla düşenlerden çıkıyor."

"Biri konuşurken 'Konuşma sırası bana gelince ne söylerim?' diye düşünmek yerine, karşımızdakini hakikaten anlamak istediğimiz için sadece dinlemeye koyulurduk."

"Bir ülke kurardık ki hayal edebilen, hevadan uzak ama hevesini yitirmemiş...
Bir halk ki birbirini boğazlamayan ve kalem tutmayı yeni öğrenmiş temiz yüzlü çocuklar gibi sarılmaya aç.
Yeşile hain değil, hayvana zalim değil.
Merhametsiz bencilliğinden kurtulmuş bir ülke olunca; yazılı olmalarına gerek duymaksızın sahip çıktığımız vicdani değerlerimiz bize yeterdi...
Eğer halen varsa dünyanın sabaha karşı hayalleri...
Eğer tazeyse gündüzün hayal kırıklıkları...
Eğer memleket için dertlenirken uykuların halen kaçıyorsa...
Sabahlayarak yaşayanların hayal ettiği ülkeler, kurulmaya halen müsait demektir."

" 'Bir insana vazgeçilmez olduğunu hissettirdiğinizde, ilk vazgeçeceği siz olursunuz.' buyurmuş Freud."

"Bana 'Kadın nedir?' diye sorulacak olsa  'şöyle derim: 'Kadın gözyaşlarını saklamak için şişeler üretmiş tek canlıdır.' "

"Tekneler erkek değil dişidir ve her teknenin bir de adı bulunur. İşi bilenler, denizcilik geleneklerine uyarak teknelerine dişi isimler verirler."

"İnsan, kendi kafasına illa ki sıkacaksa, ilkbahardan başka mevsim seçmeli kendine."

" 'İyi insan, gülüşünü sevdiğiniz kişidir.' demiş Dostoyevski.   

"Nikos Kazancakis'in Zorba romanında geçer:  'Dünyada çiçek, çocuk ve kuş olduğu sürece korkma; her şey yolunda demektir.' Sadece bunu düşünürken bile gülümsemek mümkündür.." 

"Bir Roma imparatoru, zafer konuşması yapacağı balkona çıktığında; bir kölenin imparatorun kulağına eğilmesi ve 'Cave ne cadas' diye fısıldaması gelenekti: Yani, kuvveti hak gören Roma İmparatorluğu'nun koca sezarına bile, bir köle 'Düşüşe hazırlıklı ol' diyebilirdi. Hem de imparator, hayatında görüp görebileceği en yüksek makama, ulaşabileceği en büyük zafere ulaştığı anda.."

"Üzülme oyuncaklar kırılmak içindir."

"İnsan, babası hayattayken, sanki tüm babalar hayattaymış gibi bir yanılgıya; babası öldüğündeyse sanki sadece kendi babası ölmüş gibi bir küskünlüğe meyillidir."

"Sevdiğin biri ölünce; içinde kırk mum birden yanarmış, her geçen gün, içindeki o kırk mumdan biri sönermiş..Kırkıncı güne gelindiğindeyse o kalan mum hiç sönmez, sen ölene değin içinde hep yanarmış."



31 Temmuz 2018 Salı

Ötekiler - Tuncay ÖZKAN

Terör örgütü üyesi ve terör örgütü başının yakınında bulunan Rızgar isimli bir teröristin, terör örgütünün çirkinliği içinde dağda yaşadığı olaylar,  daha sonra itirafçı oluşu, askerlik hayatı, cezaevinde geçirdiği olaylar, cezaevinden kaçışı, terör örgütüne bakışı bu kitapta anlatılmış. Tuncay Özkan, itirafçı da olsa dağda teröristlik yapmış, askerimize silah sıkmış birinin  ağzından yaşanmış olayları anlatırken, objektif olmaya çalışmış ama belki istemeden de olsa bahsi geçen kişi hakkında sempati oluşturmuş gibi geldi bana. Anlatılanlar tabi ki gerçek olaylar, 
Teröristin devlete, askerin teröriste bakışı da olsa, gerçekte yaşanan olaylar, öldürülen masumlar aklıma geldiğinde kitabı okuduktan sonra dahi objektif olamayacağımı anladım. 

Kitaptan alıntıladığım  bazı satırlar tabi ki var:


"Köyde Sünniler, Aleviler ve Ermeniler ortak bir yaşam sürdürüyorduk. Fakirlikte eşitlenmiştik. Fakirlikte eşitlenince kavga olmuyor zaten. Sonradan anladım ki sorun zenginliği paylaşabilmekte."


"Devrimci devrim için izin almaz. Devrim bir halk isteğidir. Munzur'un seli gibidir, ortaya çıkınca gelir ve önüne ne çıkarsa alır götürür. Onlara rağmen devrim olur. Devrimci kötülüğü devirir. Onun için devrimcidir."


"Ancak insan, hayvanlara bile üzülüp acırken, vicdanını çalıştırırken, başka insanlara karşı zalim ve vicdansız olabilir. Göstergeleri cezaevleridir. Bence cezaevleri ile tımarhanelerinde vicdan olan uluslar büyüktür. Gerisi laf." 


27 Temmuz 2018 Cuma

Yol Arkadaşım - Gündüz Vassaf

Gündüz Vassaf bu defa bizi dünyanın değişik havaalanlarına götürüyor. Yıllardan beri gezdiği, gördüğü havaalanlarındaki insan manzaraları, değişik milletlerin kültürleri, uçak bekleme salonlarında yaşadıkları, havaalanlarının mimarisi hakkında gözlemleri gibi bir çok şeyi bize anlatıyor. Dünyanın farklı yerlerinden toplam 40 havaalanında geçen gerçek hayat öyküleri.  

Havaalanlarında geçirilen boş zamanlara acıyor ve bu vaktin değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor yazar: "Havaalanlarının  yeniden tasarlanması gerek, Artık hepsi birbirine benziyor. Uçağın kalkışından üç saat önce gelin diyorlar, geliyoruz ve zaman öldürmekten başka bir şey yapmıyoruz." diyor "Hangi havaalanına gitsem aklıma aynı şey takılıyor. Neden buraları kültürel faaliyetlerle zenginleştirmiyoruz?" Neden Atatürk havalimanı'nın bir köşesinde küçük bir İstanbul müzesi olmasın? Bir başka köşede neden belgesel filmler seyretmeyelim? .. Kütüphane ve sineme salonları da olsa. Özellikle bulunduğumuz ya da gideceğimiz ülke hakkında bizi bilgilendirecek bir mekan. Kitaplar, broşürler, tanıtım filmleri; hatta o ülke hakkında sohbet edebileceğimiz kaynak kişiler. Yüzme havuzu, sauna, aletli jimnastik salonu, içimizi dökebileceğimiz, problemlerimizi paylaşabileceğimiz psikologlar."

Havaalanlarının bir tanışma mekanı da olabileceğini düşünerek espri ile karışık "Tek başına seyahat eden erkek ve kadınlar için bir tanışma köşesi ya da bir tür "singles/bekarlar" barı olabilir oysa. Böyle bir yerin bir adım ötesi de havaalanlarında saatle kiralanacak küçük yatak odaları." olması gerektiğini yazıyor.

Havaalanı görevlilerinin kıyafetlerini de değerlendiriyor; "Gelişmiş ülkeler arasında devletin en az devlet olduğu ülkelerden biri İtalya olmalı. Asker, polis farketmiyor. İtalyanlara üniforma yakışmıyor. Havaalanındaki polisler, üzerlerindeki üniformaları evde ayaklarına terlik giymişcesine taşıyorlar."

"İnsanlar yine boş boş oturuyor etrafımda. Kitap, gazete okuyan yok denecek kadar az. Yan yana oturdukları, beklemekten çoktan sıkıldıkları halde birbirleriyle konuşanlar da yok her havaalanında olduğu gibi. Belki de tatil köylerindeki gibi animatörler lazım havaalanlarındaki insanları sıkıntıdan kurtarmak için. Üstelik bir düşünün, burada birbirimizden öğrenebileceğimiz o kadar çok şey var ki. Farklı kültür, ülke ve dinlerden insanlar bir arada ama birbirlerine kazayla ayakları değecek olsa, 'Excuse me'diye özür dilemekten başka bir şey yapmıyorlar etkileşmek adına. Oysa hayatımda ilk kez gideceğim diyelim, şu karşımda oturan Amerikalı bana ülkesi hakkında bir şeyler anlatsa fena mı olur?" Bence de güzel olur. Ama insanlar ellerindeki cep telefonu ya da tablet ekranından kafalarını kaldırıp biraz etrafa bakarlarsa tabi ki.

"Uçak korkusunu hiç yaşamadım. Neden korkarız? Uçak düşecek diye mi? Peki, daha çok otomobil kazalarında ölmemize rağmen neden uçak korkusu bu kadar konuşulur da otomobil korkusundan hiç bahsedilmez?.. Acaba uçakta olma düşüncesi aklına olası bir kazayla birlikte o an gökyüzünde olduğu için Tanrı'yı ve dolayısıyla ölümü mü getiriyor? Yani uçak korkusu kaza olasılığı ve Tanrı'ya yakınlık birleşince mi ortaya çıkıyor?"

Havaalanları belki bu şekilde daha sıcak bir yapıya kavuşabilir belki de; "Kulağım, ruhum müzik arıyor havaalanında. Neden arka fonda hafiften bir Vivaldi kompozisyonu ya da bir Napoliten şarkısı dinletmezler ki bize? Ya da en azından bir sigara içme mekanı olduğu gibi, neden hoş bir müzik dinleme ortamı düzenlemezler?" 

"İki saat sonra sivil halkı bombalamakla övünen Sabiha Gökçen'in adını taşıyan havaalanına doğru yolculuk başlayacak. Bir gün bu adın değişeceğini umuyorum."

"Almanların sandaletlerini çorapla, Amerikalıların çorapsız giymeleri gibi küçük istisnalar dışında başka milletlerden insanları giydiklerine bakarak ayırt etmem yıllardan beri pek mümkün olmuyor." 

25 Temmuz 2018 Çarşamba

Bazı Yollar Yalnız Yürünür - Özgür BACAKSIZ

     
Özgür Bacaksız'ın daha önce Mutsuz Çocuklar Ülkesi kitabını okumuş, beğenmiştim. Bu kitabını içeriğini bilmeden aldım fakat ne amaçla yazıldığını evirdim çevirdim anlamadım. Açıkça şöyle diyeyim; Filozofların ve büyük edebiyatçıların sözlerinin açıklanmasına girişilmiş, bunlar üç dört satırla geçiştirilmiş, biraz da esprilendirmeye çalışılırken sulandırılmış sanki. Yoksa bu sözler üç satırla açıklanacak sözler değil. Dahası bu aforizmalar belki bu şekilde değil daha anlatıcı, örnek hikayelerle süslenmiş şekilde verilmiş olsaydı daha çok ilgimi çekerdi diye düşünüyorum. Zorlama bir kitap olmuş diye düşünüyorum. Tabi ki bu benim düşüncem. Kitapta büyük emek var ama sadece görüntüsünde. Kitabın nerdeyse yarısını oluşturan illistrasyonları kimin çizdiğini ya ben anlayamadım ya da ismi verilmemiş. Kitap aforizmalardan oluşmuş ama tam bir laforizma olmuş. Sözlerin yorumlanmasında tartışmaya açık yorumlar da var, örneğin: Edmund Burke'nin "Kötülüğün galip gelmesi için biricik şart, iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır" sözünün yorumunda yazar: "İyiler, kötüleri zamanında öldürmedi de ondan hep bunlar..." yorumu açıkça benim hoşuma gitmedi.

       Kitapta geçen Baltazar Gracian'ın sözü: "Düşüncelerinizi çok açık seçik dile getirmeyin. Çoğu insan anladığı şeyleri küçümser, anlamadıklarına saygı duyar." cümlesine aykırı davranarak düşüncelerimi açık seçik dile getirdim. Sevdiğim yazarlardan daha güzel işler bekliyor olmamdan eleştirilerim. Yoksa her kitaba verilen bir emek var. Özgür Bacaksız'ın kendi kanatlarıyla uçtuğu kitapları bekliyorum.

       Kitaptan alıntılar yapmama gerek yok. zaten yazar yeteri kadar alıntı yapmış. Yine de okuyun, yorumları beğenmeseniz bile filozofların sözleri güzel.

Okuma Günleri - Marcel PROUST

"Çocukluğumuzda, yaşamadan geride bıraktığımıza inandığımız, yani çok sevdiğimiz bir kitabı okuyarak geçirdiğimiz zamanlar kadar dolu dolu yaşadığımız gün yoktur herhalde." diyerek kitaba başlayan Marcel Proust için okuma eylemi, bilgiye ulaşma arzusundan çok daha fazlasıdır. Proust'a göre büyük yazarların okunması, tek başına onların derin düşüncelerinin kavranmasına yol açmaz. Aynı zamanda okurun, bu ilham kaynağı zekâlarla kendi dünya görüşünü zenginleştirmesine de hizmet eder. Vaktiyle okuduğumuz bir kitabın sayfalarını karıştırmak, mazide kalan günlere dönmektir diyen Proust, çocukluğunda yaptığı okumaları, okumak için yarattığı zamanları, evde kimse yokken kitaplara sarılışını anlatırken, yemek vakitlerinin okumalarını böldüğünü bu zamanları hiç sevmediğini de belirtiyor.

Kitabın Fransızca aslından çeviren Murat Erşen'in mükemmel çevirisi ile kitap benliğini bulmuş diyebilirim. 

Altı çizili satırlardan bazıları:

""Tüm iyi kitapların okunması, geçmiş yüzyıllarda bunları yazmış olan en saygın ve ilginç kişilerle yapılan bir sohbet gibidir."

"Okuma zihinsel yaşamın eşiğindedir; bizi bu yaşama sokabilir ama onu teşkil etmez."

"..olur da bugün, vaktiyle okuduğumuz bu kitapların sayfalarını yine karıştırırsak, bunu artık mazide kalmış günlerden muhafaza ettiğimiz takvim yapraklarını karıştırır gibi ve artık var olmayan evlerin ve göllerin bu sayfalarda yansıdığını görme umuduyla yaparız. 
       Tatil zamanlarında yapılan bu okumaları kim benim gibi hatırlamaz ki, insan bu okumaları, onlara sığınak sağlayacak kadar huzur dolu ve dokunulmaz olan günün her saatine birbiri ardınca saklar."

"Okuma bizim için, sihirli anahtarları bize kendi derinliklerimizde, içlerine giremeyeceğimiz konutların kapısını açan bir kışkırtıcı olduğu sürece, hayatımızdaki rolü de esenlik getiricidir."

"..Zira çoğu kez tarihçi için, hatta alim içini bir kitabın içinde uzaklarda aradıkları bu hakikat, doğrusunu  söylemek gerekirse, bizzat hakikatin kendisi olmaktan ziyade onun göstergesi ya da kanıtıdır, dolayısıyla bu hakikat, haber verdiği ya da teyit ettiği (ve en azından tarihçi ya da alimin zihninin bireysel bir yaratımı olan) başka bir hakikate yol açar. Edebiyatçı içinse durum  böyle değildir. O, okumak için okur, okuduğunu aklında tutmak için okur. Ona göre kitap, o göksel bahçenin kapılarını açar açmaz kanatlanıp uçan bir melek değil, kendisi için tapındığı, uyandırdığı düşüncelerden gerçek bir saygınlık kazanmak yerine onu çevreleyen her şeye sahte bir saygınlık bulaştıran hareketsiz bit puttur."

"Kuşkusuz, dostluk, bireyleri ilgilendiren dostluk boş bir şeydir ve okuma da bir dostluktur. Ama en azından samimi bir dostluktur ve bir ölüye, olmayan birine hitap etmesi, ona yansız,neredeyse dokunaklı bir hava verir. Dahası bu, tüm diğer dostlukları çirkinleştiren her şeyden azade bir dostluktur."

"Zira başkaları içim konuşur kendimiz için susarız. Bu yüzden sessizlik, sözden farklı olarak, kusurlarımızın, riyakarlığımızın izini taşımaz."

24 Temmuz 2018 Salı

Portakal Ağacı - Candaş Tolga IŞIK

Aylık edebiyat dergilerinden tanıdım Candaş Tolga Işık'ı. İtiraf etmeliyim ben de adını zor söylüyorum ya da karıştırıyorum bazen. Çağdaş Tolga, Tolga Çandar gibi. Yazar da isim karışıklığı konusuna kitaptaki bir yazısında değinmiş. Kitap ondört adet hayat hikayesinden oluşuyor. Hikaye diyorum ama bazıları yaşanmış olaylar. Hatta yazarın başından geçenleri anlattığı bölümler de var. Kitap Ernest Hemingway'in "Hayat hakkında yazabilmen için önce onu yaşaman gerek. Çünkü, hikaye gerçekse hiçbir yazı kötü değildir." sözüyle başlıyor. Güzel bir kitap, eğlenceli, sevimli."Okuyun" derim.

Kitaptan, güzel bulduğum altı çizili cümlelerimden  bazıları:

"Çok istemek önemliydi çünkü...Her istediğini değil, ama çok istediğini mutlaka yapacaksın bu hayatta..."

"Öyle ya, dövme dediğinin bir karşılığı olacak ruhunda...Ve o karşılık seni sıkacaksa bir gün, hiç mıhlatmayacaksın vücuduna..."

"Bir keresinde bilge bir adama, 'Yalnız ve mutsuz yaşamanın sırrı nedir?'diye sormuşlar.
'Yaşamayı bilmem, ama yalnız ve mutsuz bir insan olarak ölmenin  sırrını verebilirim,' demiş: 'Her sıkıldığında, her sıkıldığından vazgeçmek!' "

"Bir kere şöyle düşünün, adamda nasıl bir dert varmış ki gitmiş rakıyı bulmuş! Zaman makinesi yapacaklar bin yıldır... Rakıdır o. Bir kadehe tutunarak, geçmişe de dönebilirsin geleceğe de gidebilirsin. Yalan makinesidir aynı zamanda rakı..Ne kadar acı verirse versin yüzüne çarpar gerçeği.."

"Oysa bilmiyorlar ki rakı masasında sarhoş sıfatıyla memleket kurtarmak, mecliste milletvekili sıfatıyla memleketi batırmaktan daha masum ve zararsız bir eylemdir."

"İnsan yaptıklarından değil, sonunda hep ve en çok yapamadıklarından , yaşayamadıklarından, eksik bıraktıklarından pişman olur."
   

23 Temmuz 2018 Pazartesi

Elia İle Yolculuk - Zülfü LİVANELİ

Dünyaca ünlü sinema ustası ve yazar Elia Kazan,  yine büyük yazar, müzik adamı, siyasetçi Zülfü Livaneli'nin anlatımı ile hayat bulmuş bir eser. Livaneli yalnızca Elia Kazan'ı anlatmakla kalmamış, Kazan'la birlikteyken ve ondan bağımsız yaşadığı bir dizi hayatından kesitler de vermiş.Çok akıcı, zevkle okunacak bir kitap. Zülfü Livaneli'nin anlatımı  mükemmel. 

 Alıntıladığım cümlelerden bazıları:

  "..Kapısını çaldığım yaşlı adam için de öyle mi olmuştu? O da burada doğmamıştı. İstanbul doğumluydu, Amerika'ya  dört yaşında gelmiş-getirilmiş demek daha doğru- olduğu için, hele o yılların koşullarında, yani 20. Yüzyıl başlarında Amerika'yı filmlerden tanıma olasılığı hiç yoktu. Amerika'nın filmlerini gören değil, yaratan ve dünyaya gösteren biriydi o. Kendini Amerikalı sayan bir Anadolulu, Rum sayan bir Türk, Türk sayan bir Rum, Anadolulu sayan bir Amerikalı, New York'lu sayan bir göçmen, göçmen sayan bir New York'lu. Belki de hiç biri. Hem hepsi, hem  hiç biri. Üst üste binmiş kimliklerin çoğaltırken azalttığı, güçlendirirken zayıflattığı bir adam. Adı Elia, adı İlya, İlyas, Aliya; soyadları Kazancıoğlu, Kazan; annesinin kızlık soyadı ise Şişmanoğlu. Evinde sehpanın üstüne gelişigüzel atılmış üç Oscar heykelciğine rağmen hala Amerikalı mıyım diye düşünen, bir an  tam bir Amerikalı olduğuna karar veren ama sonra Amerika'nın çok kötü davrandığı ve her zaman da öyle davranacağı bir göçmen olduğunu düşünen, doksan yaşındaki ağaçlara benzeyen, doksan yaşında bir adam."

"Çünkü bu yaşlı adam, üzüntü-acıma-yazıklanma-pişman olma gibi kavramlara çok yabancı. Bir savaşçı o. Ne olursa olsun, düşman orduları ne kadar büyük bir güçle gelirse gelsin, son nefesine kadar direnmek azminde olan bir savaşçı. Bunu hayat ilkesi haline getirmiş. Bana verdiği öğüt de buydu zaten: Üzülmememi söylüyor, üzüntü duygusunu yasaklıyor, üzüntü çürütür insanı diye uyarıyor, ama kızmak iyi gelir, ferahlarsın diyordu: 'Sakın ola hiçbir şey için üzülme ama bol bol kız, öfkelen, dövüş, savaş, küfret ama üzülme. İnsanı üzüntü çürütür.' "

"Kendisini onun kadar hırpalayan, zayıflıklarını, ruhundaki gölgeli noktaları acımasızca gözleyen, neredeyse kendi kendinin yargıcı ve celladı olan bir başka kişi tanımadım şimdiye kadar. Adorno'nun sözleriyle: 'Normal insanların ahlaki bir yükümlülük saydığı şey onda bir takıntıydı; sürekli olarak kendi hatalarını yakalamaya uğraşıyordu."

"Zülfü Livaneli, Arthur Miller'a şöyle diyordu 'Gençliğimden beri aynı insanım, hiç değişmedim ama insana göre değil, cebinden çıkan kağıtlara değer veren sistemler, pasaportlarımın renklerinden dolayı bana farklı muameleler uyguladılar, kiminde bir suçlu, kiminde bir diplomat, kiminde bütün kapıları açan sihirli bir belgeye sahip bir adam."

"Elia, ailesinden devraldığı bir kültürel mirasla, Türklerden hep korkmuştu. Onun gözünde Türk, kaba saba, sert, vahşi ve ilkel demekti ki bu tanım Osmanlı sarayının Türk tanımına da son derece uymaktaydı...Bu mirasla, yani Türk korkusuyla büyümüş olan Elia, bana bir gün bir itirafta bulundu. 'Çok garip' dedi, 'Yaşlılık yıllarımda sizlerle yakınlaştıktan sonra, Türkleri sevmeye başladım ben. Öyle ki Yunanistan bana daha yabancı artık'..'Sebebini biliyorum' dedim. 'Çünkü ben ve sana tanıştırdığım hiç kimse, o dediğin Türklere benzemiyoruz.' "

"O anda kadını toplumdan çıkararak dışlayan İslam dünyasıyla, uygarlığı kadınla birlikte kuran Hristiyan kültürü arasındaki fark somut olarak belirdi gözümün önünde. İşte en temel sorun, en temel farklılık buydu. sadece erkeklerin rol aldığı, kadınların eve kapatıldığı ya da örtüler altında gizlendiği bir toplumda uygarlık kurulamıyordu."

"Ah Tanrım diyorum, keşke çöl dinlerinin tarif ettiği gibi koruyucu ve esirgeyici bir Tanrı olsan. Keşke insanlar toprağa karışmasa da, ölümle birlikte yeni bir hayata doğsa. Keşke ruhlar, ölü bedenlerden çıkıp dünyada dolaşmaya devam etse. Kötüler cezalandırılıp, iyiler ödüllendirilse. Ne güzel olurdu her şey."