Bu Blogda Ara

6 Mayıs 2016 Cuma

Mücella-Nazan Bekiroğlu

          Mücellâ'da bizleri 1920-1970'li yılların Türkiye'sinden nostaljik bir hikâyeyle buluşturuyor. Mücellâ, genç Cumhuriyet'le yaşıt bir kızın, unutulmuş kumaşların, kokuların, alışkanlıkların, iğne oyalarının, kimi yarım kalmış kimi tamamlanmış aşkların, hayatı seyretmekle yaşamak arasında gelip giden kadınların romanı.
         Nazan Bekiroğlu'nun ilk defa Nar Ağacı romanını okumuştum. Çok beğenmiştim. Mücella'da beklentim kapak resmi gördükten sonra özellikle çocukluğumun geçtiği 80 li yılları daha çok yaşayacağımı düşünmüştüm.Ama sanki o beklentim eksik kaldı gibi. Konu biraz hafif kaldı sanki, başta ben mi karıştırdım bilmiyorum ama karakterleri karıştırdım. Sonra oturdu ama çok beynimi yormadan bitirdiğim bir kitap oldu.


Kitapta özetleTevfik Efendi ve Neyyire Hanım’ın Mücella ve Fahir adında iki çocukları vardır. Fahir, Mücella’dan on dört yaş büyüktür. Neyyire Hanım’ın Mücella’ya hamile olduğu yıl, kocası Tevfik efendi şeker hastalığı yüzünden hayatını kaybeder. Fahir, Keriman adında bir kızla evlenir ve Fahir’in annesiyle yaşamaya başlarlar. Ancak bir süre sonra Keriman ve Neyyire Hanım’ın arasında anlaşmazlıklar başlar. Durum böyle olunca Fahir ve Keriman İstanbul’a gitmeye karar vererek oradan ayrılırlar. 
Oğluyla gelini gittikten sonra tek başına kalan Neyyire Hanım, tek başına çocuk büyütmenin zorluklarıyla karşı karşıya kalır. Kızı Mücella’yı çok sever ve üzerine titrer. Mücella da annesini çok sever ve hiç sözünden çıkmaz. Mücella ilk okulu bitirdikten sonra Neyyire Hanım başına bir şey gelmesinden korktuğu için onu ortaokula göndermemeye karar verir. Mücella’nın kuzeni Filiz ise akşam sanat okuluna başlar.


          Filiz ve Mücella gençlik yıllarına geldiklerinde, Filiz birine aşık olur ve mektuplaşmaya başlar. Mücella ise annesinin baskısı yüzünden bakkala gitmek haricinde dışarıya bile çıkamamakta ve zamanını evde geçirmektedir. Evde olduğu süre içinde annesinden dikiş nakış öğrenen Mücella, tüm mahalleye yetecek kadar çeyiz hazırlar. Bu sırada evlenme yaşı da gelir. 

           Filiz, İş Bankası’nda işe başlar. Mücella ise hala evde vakit geçirmekte, ev işleri, yemek yapmak, çeyiz hazırlamak gibi işlerle uğraşmaktadır. Filiz’in Refik Bey adında mühendis bir talibi çıkar. Filiz evlenmeyi kabul eder. Çeyiz hazırlamaya vakti olmadığı için Mücella’nın hazırladığı çeyizlerden alır. Filiz ve Refik Bey’in iki kızları olur. Filiz bankada çalıştığı için çocuklarıyla yeterince ilgilenemez, bu nedenle onları Mücella büyütür.

           Mücella 30 yaşına geldiği halde hala bekardır. Bu süre içinde abisinin torunları bile olmuştur. Artık evlenemeyeceğini anlayan Mücella, annesinin sözünü eskisi kadar dinlememeye, tek başına evden çıkıp gezmeye başlar. Bir gün yine dışarı çıkarken annesi arkasından “geç kalma” diye seslenir. Mücella içinden annesine sinirlenir. Eve döndüğünde sokakta bir kalabalık görür ve panikler. Annesinin vefat ettiğini öğrenerek yıkılır. Yalnız yaşamaya başlayan Mücella’ya komşuları destek olur. O da tıpkı annesinin bir zamanlar olduğu gibi mahallenin dert ortağı olur.

           Mücella, gençliğinde yaptığı çeyizleri, ihtiyacı olan fakir ailelerin genç kızlarına dağıtır. Bir gün o da tıpkı annesi gibi yalnız başına bordo halının üstünde son nefesini verir. Kendisinden geriye, dantel işlemeli bir sandık örtüsü ile abonoz kaplı bir ayna kalır. 

5 Mayıs 2016 Perşembe

Sıddhartha-Herman Hesse

          Tek solukta okuduğum ve kesinlikle okunması gereken kitaplar listesinde olması gereken bir kitap! Siddhartha’nın kendi benliğini bulmak için çıktığı uzun yol. Dünyada ki her türlü deneyimi yaşaması ve sırf kendi benliğini bulamayışından ötürü birçok insanı geride bırakabilecek cesareti olması ile beni etkilemiştir. Bilgelik hakkında ki yorumlamalar da oldukça etkileyici. Eserden aklımda kalan ve beni etkileyen bir cümle de paylaşmak istiyorum; “Bilgelik keşfedilebilir, bilgelik yaşanabilir ama bilgelik başkasına anlatılamaz ve öğretilemez.”
          En iyi yaptığı şey düşünmek, beklemek ve oruç tutmaktı. Ama bunlarla sınırlı kalmadı becerileri, başka şeyler de öğrendi hatta bir ara başka bir insan bile oldu. İnsanları yıldızlar ve yapraklar diye iki gruba ayırıyordu. Bir yıldızdı önce, kendi yolunu çiziyordu, sonra bir an geldi yaprak oldu, rüzgarın estiği tarafa savruldu. Ama özünde yıldızdı o, sonsuza kadar savrulmayacaktı, elbet yolunu yeniden bulacaktı.
Bilinmesi gereken şeyleri insanın kendisinin tatması gerektiğine inanıyor, bilgeliğin öğretilemeyeceğini savunuyordu Siddhartha. Öncelikle kitabın çok şık bir dili var. Belki de Doğu felsefesinin naifliğinin, sadeliğinin getirisidir bu; akıp gidiyor. 
        Tamamen farklı bir kültüre ait bu kitabı okurken yeni bir sürü şey öğreniyorsunuz. Kitap insanı araştırmaya itiyor. Hint kültürü ve Budizm inanışına ait birçok şey öğreniyorsunuz. Bu yanıyla öğreticiliği ikiye katlanıyor. Çünkü ayrıca size kattığı çok önemli şeyler de var. Öncelikle üç yüce edimi tanıyoruz: Oruç tutmak, yürümek ve düşünmek. Özellikle oruç tutma konusu öyle bir işlenmiş ki farklı bir bakış açısı kazandırıyor insana. Kitabı okurken Budizm inancından kopuyorsunuz zaten, kendi kültürünüzle arasında bir fark göremiyorsunuz. Yazar o evrensel dili yakalamayı çok iyi bilmiş. 

           Ayrıca kitabın sayfalar boyu söylemeye çalıştığı önemli bir şey daha vardı: Bu da aydınlanmanın yol göstericilerin öğretilerini dinleyerek gerçekleşemeyeceğiydi. Aydınlanma ancak kişinin kendi yolunu, kendi çıkarımlarıyla bulmaya çalışmasıyla gerçekleşebilirdi. 
Son olarak da şunları söyleyebilirim. Zaman ve sabırla ilgili kısımlar kesinlikle ufuk açan cinstendi ama benim dikkatimi daha çok çeken bir şey vardı: Güler yüz. Nasıl da etkileyici ve önemli bir şey olduğunu insan sürekli unutuyor. Sadece bunu hatırlatması için bile defalarca okuyabilirim.
          İbadette yıkanarak arınmak yararlı idi, ama arıtan şey suydu, günahları arıtamazdı, akıl-ruhun açlığına şifa bulamazdı, kalpte yerleşmiş kaygıyı dağıtmazdı...
          ...tüm günahlar bağışlanmayı, tüm küçük çocuklar yaşlıyı, tüm bebekler ölümü, tüm ölenler sonsuz yaşamı kendi içinde taşır.
          ...yumuşak sertten güçlüdür, su kayadan güçlü, sevgi zorbalıktan güçlüdür.

“Yazmak iyidir, ama düşünmek daha iyi; akıllılık iyidir, ama sabretmek daha iyi.”

Kırmızı Saçlı Kadın-Orhan Pamuk


     Gençliginde kuyucu ustasının yanında çıraklığını yapan bir gencin bir kaza sonrası ustasını kuyunun dibinde bırakıp kaçmasıyla başlıyor olay. İlerleyen yıllarda şehri parsel parsel satın alan inşaat şirketlerinden birinin sahibi oluyor ve kuyunun bulunduğu yere geliyor. Elbette ilk aşkı  ve bu aşkın beraberinde getirdiği olaylar yumağıyla dolu bir kitap. 
         Ben bu kitabı okurken, herhangi bir cümlenin yada paragrafın altını çizmemişim, not almamışım.Elime aldığım gibi bitirmişim. Orhan Pamuk'un dili sadeleşmeye  başladı, hikayeleri daha anlaşılır, karakterler daha belirgin. Anlatılan hikayede uzmanlık gerektiren bilgiler var.Bunların çalışması gözlemlemesi güzel yapılmış.Kitabı zevkle okudum. Konu zaten ortalarda kendini belli etse de yine de güzel bir konuydu.Ben beğendim.


          Kurgu içinde Sigmund Freud'un Oidipus Kompleksi  var, hikayeyi güçlendirmek için Sophokles'in "Kral Oidipus" ve Firdevsi'nin "Rüstem ile Sührab" efsaneleriyle, doğu-batı kültürünün karşılaştırılması şeklinde örnekler ve anlatımlar var.
       Baba-oğul ilişkisi, İstanbul'un hızla büyümesi, kuyuculuk mesleğinin zamanla yok olması, uzak-yakın tarihten örnekler gibi konularla nostalji kokan bir kitap olmuş keyifle okudum.

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Atatürk' ün Şifresi - Aytekin Gezici

Nasıl bakarsan, öyle göreceğin, hangi açıdan baktığına bağlı bir kitap.Atatürk'ü bir tabu değil, fikirlerinden örnek alınacak bir devlet adamı ve lider gözüyle görmemizi sağlayacak bir çalışma olmuş.
Bu kitaptan neler öğrendim;
Atatürk'ün doğduğu tarih, ailesi, babası,üvey babası, makbule harici kardeşleri, hatta doğduğu e
vle ilgili bilgiler, (tabi doğruluğu tartışılır) 
Hayatındaki bazı olayların olumsuzların olumluya çevrildiği, yanlışsız, hatasız bir insan olarak görüldüğü, resmi tarihin haricinde günlük yaşadığı savaş öncesi ve sonrası asker ve sivil kimliğiyle ilişkileri hakkında, bugün altında Kemal Atatürk imzası olan bazı veciz sözleri aslında başkalarının söylediği bazı sözlerinin ise istemeden de olsa çarpıtıldığı,
Atatürk Soyadının nasıl verildiğini, bunda Naim Hazım Beyin etkisini, diğer soyadı teklifinin Türkata ve atabey olduğunu,
Baba tarafından dedesı Hafız Ahmet Efendinin 14,15. yüzyıllarda Konta ve Aydın'dan Makedonyaya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerinden olduğunu,(Aydınlıyım ya kendime pay çıkartıcam),
Görüşlerinin karşısında olan çevresindeki insanlara karşı ilk anda tahammülsüz olduğunu ama sonra gönüllerini almasını bildiğini, 
Evlatlığı ve öz evladı varmıydı, evladı olduğu iddia edilen kişi hakkında bilgileri,
Bunun yanında her istediğinin yapıldığı, o zamanki şartlarda güzel şartlara ve imkanlara sahip olduğu, çevresindekilerin etrafında pervane olduğu,
Hayattayken kendisinin oynamak istediği hayatını anlatan bir film çekilmesini istediği, huyu, boyu resmi özel herşey.
Kafanızda kurallar tabular olmadan tarafsız bir gözle okuyun derim.

3 Mayıs 2016 Salı

Köstebek-Necip Hablemitoğlu


'Pirincin içindeki siyah taştan değil beyaz taştan korkun'' diyor kitabında, Olanları, olacakları 15 yıl önce görmüş Cemaatın, devlet kurumlarına nasıl sızdığı ve cemaat içi hiyerarşiyi anlatan, şimdilerde temizlenmesine çalışılan olguları 15 yıl öncesinde görmüş olan, kimi çevrelerce sevilen kimilerince de sevilmeyen Necip Hablemitoğlu'nun kitabı.10 yıl önce okusaydım, hayret ederdim ama şimdi okuyunca çok ilginç gelmedi.Çünkü şifreler, ilişkiler ortaya çıktı.

"Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz; en doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir; medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir..."-Mustafa Kemal Atatürk-Yıl 2002. Dr. Necip Hablemitoğlu, "Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olma yolunda, devrimlerden dönüş sürecinin sancılarını yaşıyor..." diyerek endişelerini dile getiriyor, bulgularını ortaya koyuyor: "Yeni binyılın şeyhlerinin, dervişlerinin, müritlerinin ve meczuplarının amaçlarının da değiştiği gözlemleniyor. Artık amaç, bir şeriat devleti kurmak değil. Şeriat, iktidarı, parayı, her türlü gücü ele geçirmenin sadece simgesel, klişeleşmiş adı. Mürtecilik yani gericilik de artık salt dinsel anlamda kullanılmıyor." "Bunlara karşı olmak, onaylamamak artık yetmiyor... Her gerçek kamu görevlisinin mağdur olma pahasına, elini taşın altına koyması; devletimizin, tam bağımsızlığımızın geleceği açısından inisiyatif kullanırken canının yanmasını, bedel ödemesini göze alması gerekiyor. "Ben Türk'üm ve başka Türkiye yok" diyerek yola çıkmış ve bunun bedelini canıyla ödemiş gerçek bir aydın olan Necip Hablemitoğlu, Köstebek kitabında irtica tehdidini, devlet kademelerindeki örgütlenmelerini kuşkuya yer bırakmadan begelerle ispatlıyor.


29 Mayıs 2015 Cuma

Fi-Azra Kohen

Kitabı büyük beklentiyle aldım.Okumaya başladım. Başlarda güzel sonraları sanki Grinin Elli Tonundan sahneler geçmeye başladı gibi geldi. Göksel,  Ada ve Özge'li bölümleri pek okumadım geçiştirdim.Gereksiz gibi geldi. Hikayede pek birşey yok.Özellik ilginçlik yok.Plaza romanı.Kitaptan aklımda kalan pek söz yok.İkinci kitap Çi' yi alırım diyordum.Hatta siteden sepete attım.Sonra çıkardım.Belki de bu tür romanları sevmediğim içindir.Meraklısı için farklı olabilir.Ben çok sevmedim. 
Giriş cümlesi çok hoşuma gitmişti halbuki: "Tanrı, çatlama cesaretini gösteren her tohumda, gördüğünün ötesinde hissetmek için acıyı göze alan her ruhta, deneme cesaretini gösteren her düşüncede var olur.Korkusuzca ve doğallıkla kendini deneyimler"
Bir de şu var "Ali; Televizyon, bu günlerde olunabilecek en güçlü yer.Tanrılar yeryüzüne inseydi yaşamayı seçecekleri tek yer televizyon olurdu, izlenecek kadar yakın, ulaşılamayacak kadar uzak.Şöhret bir Tanrı'ya hayat veren ilk şey ikincisiyse insanlarda uyandırdığı inanç.Siz de ikisi de var, üstelik insan olmanıza rağmen "dedi gülerek."  

24 Nisan 2015 Cuma

Kişisel Ataleti Yenmek-Mümin Sekman

Mümin Sekman'ın tavsiyeleri zaten orjinali başka kitaplardan alınan alıntılara dayanıyor. Sonuca bağlanmamış her zamanki gibi. Kitap tabii ki ihtiyacı olanlara güzel şeyler kazandıracak nitelikte. Ama bu tir sorunların çözümü büyük oranda kişinin kendi elinde tabii ki.kitap sadece yol gösterici.Kitabı okuduktan sonra insana nur inip te kendi kendine ataletten kurtulunmuyor elbet. Nedense Kitabın altını çizdiğim sözleri yabancı düşünürlerin sözleri oldu.Tükenmişlik sendromunu da güzel anlatmış.

Ayrıca Oblomovluk denilen olayı da öğrenmiş oldum.Oblomov ne yapabileceğini nasıl yapabileceğini bilir ama sonuçta eyleme geçip hiçbir şey yapmaz.Hiçbir şey yapmama durumundan çıkmayı ister ama bunu da yapamaz.

Başarı güçlü bir istekle yürür.

Dale Carnegie'nin deyişi ile "başarı yolunda sürat , isteğin şiddeti kadardır."

Bir insan bir konuda harekete geçmiyor ise, o konuda yeterince istekli olmadığındandır.Olduğunuz gibi kalarak olmak istediğiniz yere varamazsınız.Ataletin paslı dünyasında yaşayan bir kişinin hayatında eksik olan üç şey vardır.Hareket, heyecan ve hız.