Bu Blogda Ara

20 Temmuz 2017 Perşembe

Kan ve Gül- Alper Canıgüz




“Ben bu anı daha önce de yaşamamıştım sanki…”
 
Gül bahçesi maziye, kanlı bir yolculuk…

 
Kan ve Gül, fantastik bir polisiye.
Rengini kandan, kokusunu gülden alan bir roman.
Ziyadesiyle hazin, epey hareketli, hayli komik.
 
İkinci sınıf aşk romanları çevirmeni, orta sıklet avare Aziz, bir yangında küle dönüşmek üzereyken, zamanda yolculuk yaparak yirmi yıl öncesine döner; üstelik yirmi yaş gençleşmiş bir halde.
Henüz işlenmemiş bir cinayeti çözmek üzere harekete… geçmesi pekâlâ mümkündür.
Karizmatik sosyopat Abdül’ün hayatını kurtarması… galiba iyi olacaktır.
Mazi tesisatını tamir edebilirse, hayatı, istikbal musluklarından temiz ve tazyikli bir su gibi akacaktır.
Biricik aşkı Nergis’ten hiç ayrılmayacak, kızı Zeynep’e hakkıyla babalık edecektir.
 
Peki, bu amatör dedektif, kaderin hükmünü değiştirebilecek midir?
Maktulü kurtardığına, katili bulduğuna memnun olacak mıdır?
Geleceği görmek mi daha zordur yoksa geçmişi mi?
 
Kara mizah ustası Alper Canıgüz, beşinci romanında, kurgu ve anlatımdaki yetkinliğini bir adım daha öteye taşıyor.
 
Gelecek, bazıları için, hakikaten de uzak bir hatıradan ibarettir. Böyleleri açısından varoluş, hayatın meşum bir noktasında, şimdiki zamandan ileriye doğru uzanan bir yol olmaktan çıkıp, onları geçmişle gelecek arasına sıkıştıran bir hapishaneye dönüşmüştür. Bu, trajik bir hal midir? Herhalde öyledir. Fakat burada bize düşen, kimseyi yargılamak değil; bir köle, ama muhakkak ki pek isyankâr bir köle saymak gereken insanın hazin kaderine dair bir hikâye anlatmak. O yüzden, gelin, az önce sözünü ettiğim iflah olmaz türün bir mensubu sıfatıyla, size her şeyi ta en ortasından başlayarak anlatayım.
 
Evlendiğim ve boşandığım tarih, nikah dairesindeki memur ve avukatımızın tuhaf ve müşterek bir cilvesiyle, aynı güne denk gelmekteydi. Doğum 17 Ocak 1995, ölüm 17 Ocak 2004. Dokuz sene; flört dönemimiz de hesaba katılınca, on altı. Flört ne demekse? “Ayrılık acısından kurtulmak için gereken süre, birlikte geçirilenin yarısı kadar” demişti bir arkadaşım Nergis’le boşandığımızda. O zamanlar sekiz seneyi kendimi öldürmeden ya da ne bileyim, en iyi ihtimalle aklımı kaçırmadan geçirebileceğime pek ihtimal vermemekteydim ya, yuvamızın yıkılışının onuncu sene-i devriyesini geride bıraktığım günlerde, o arkadaşımın bu teoriyi belki de beni teselli etmek için uydurduğunu  düşünmeye başlamıştım. Çünkü bu aşkın, bu sevdanın üstünden kış geçiyor, bahar geçiyor, yaz geçiyor, ömür geçiyor lâkin kalbimdeki yara geçmiyor, geçemiyordu. 


Alıntılar var tabii:
-"Belki de, hayatın kontrolsüz bir düşüş olduğunu kabul edip ona mutlu bir son aramak yerine, iyi bir hikaye olmasına gayret etmeliydim."
Kuzunun kurttan korkmasında şaşılacak bir şey yoktur ey oğul; şaşılası olan, kuzunun o kurda sevdalı olmasıdır.
-...insan ölünce yerçekiminden ziyade gökçekimi kanunlarını düşünme eğilimine giriyor.
-... insanlık projesine yeniden yazılmış modern bir bireydim artık. Hoşgörülü ama eleştirel, girişken ama saygılı, açık fikirli ama korkak, güler yüzlü ama umutsuz.
-"Neticede çocuklar bize bakarak büyüyorlar."

-"Doğru," dedim. "Ama daha ziyade biz onlara bakmadığımız sırada bakıyorlar."
-Artık sevmeyen kadının gözlerini hemen tanırsınız. Denizi yırtan bıçak gibidir

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Kanadı Kırık Kuşlar-Ayşe Kulin



Ayşe Kulin'le  bu yıl İzmir kitap fuarında tanışma ve sohbet etme şansı buldum. Çok değerli, kaliteli, saygıdeğer ve aynı zamanda çok güzel bir kadın. O'nu tanıdıktan sonra bu kitabı okumak bana da daha da ilginç geldi. Tarihi bir olayı bir aile üzerinden anlatıldığı bir konu.
1930'ların Almanyası... Nazilerin baskısından bunalan Yahudi asıllı tıp doktoru Gerhard Schlimann, çemberin yeterince daraldığını, kendisi ve ailesi için tek çarenin kaldığını hisseder: Kaçmak... 

Ancak işsizliğin, savaşın habercisi toplumsal karmaşaların ve her yere yayılan ayrımcılığın cenderesindeki bir dünyada insanca yaşanacak bir yer bulmak hiç de kolay değildir. Zira Gerhard Schlimann ve diğer Yahudilere sözümona gelişmiş ülkeler bir bir sırt çevirirken, bir tek Avrupa'nın kıyısındaki genç bir Müslüman ülke kucak açar: Türkiye Cumhuriyeti... 
Ayşe Kulin, Kanadı Kırık Kuşlar'da 1930'ların Almanya'sından 2000'lerin Türkiye'sine uzanan bir ailenin dört kuşaklık hikâyesini anlatıyor bizlere. Sıradışı, güçlü, coşkulu, inançlı kadınların hikâyesi bu aynı zamanda. Elsa, Suzan, Sude ve Esra kendi sancıları ve değişimlerini vatanlarının çalkantıları ile iç içe yaşıyorlar. Kanadı Kırık Kuşlar, vatanı sevgi olan herkesin kalbine değecek...

          
Hikaye,Nazi döneminde Hitler Almanya’sından kaçan Yahudi bilim adamlarının Türkiye’ye gelmesiyle başlıyor ve onların torunlarının ‘Türkiye’den gitmek mi kalmak mı’ tartışmasıyla son buluyor.


Ayşe Kulin'in her romanında olduğu gibi bu romanı da gayet akıcı ve yalın bir dille yazılmış,okurken sizi sıkmıyor.1930'lu yıllardan başlayarak günümüze kadar Türkiye'de yaşanan onlarca olayı okurken haliyle tempo da hiç düşmüyor.

Ayşe Kulin bir röpartajında kitabı hakkında şöyle demiş:“Ben isterim ki, herkes, yerli yerinde kalsın ve beğenmediği durumlarla mücadele etsin. Romanı yazarken da bu hissi vermek istedim: ‘Kalın ve direnin!’ Okumak da, gitmek de, kalmak da, mücadele etmek de, ‘Bana artık müsaade’ demek de... Size kalmış... Size ne iyi gelecekse onu yapın. Çünkü bu işin doğrusu yok, her insan başka bir dünya... Ama unutmayın başka vatan yok!” 

Altı çizililer;

-Gerhard tuvalete gitmek için dışarı çıktı. Koridor boyunca yürürken, pencerelerden inşası henüz tamamlanmamış kente baktı ve batı kibirinin hiç bulaşmadığı, yeni doğmuş çocuk saflığında harika bir ülke keşfettiğini düşündü. (Ankara'nın kuruluş aşamasındaki durumunu tasvir ediyor)
Sonra Milli Eğitim Bakanı ayağa kalktı.
"Beyler" dedi, "beşyüz yıl önce, Türkler İstanbul'u fethettiklerinde, Bizanslı bilim adamlarının İstanbul' u terk etmesini önleyememişlerdi. İşte bu yüzden Rönesans, bu kişilerin sığındığı İtalya'ya nasip oldu. Biz bugün, burada, çok değerli profesörlerin Avrupa'dan İstanbul'a gelmelerine vesile olarak, bilimi İstanbul' a geri döndürüyor ve neticesinin ülkemize çok şey katacağına inanıyoruz. Siz Avrupalı bilim adamları, bize ilminizi, metotlarınızı getirin ve gençlerimize ilerlemenin, çağı yakalamanın yollarını gösterin."
-Kitap yakmak!

İnsanların günlerce, gecelerce uğraşıp damıtarak kağıda aktardıklari birikimlerini, beyin ve hayal güçlerini yakmak! Yangınların en hainidir!
-Yalan ne kadar büyük olursa, inananı o kadar çok olur.
-Kanadı kırık kuş her yerde diken üstünde yaşar.
-Ne tuhaf, bela gelip de kapısını çalana kadar, kendine bulaşmaz sanıyordu insan. Bu da bir insanlık zaafıydı kuşkusuz!
-"Şurası gerçek ki, Türklerin çağdaş bir ülke yaratmanın, bina inşa etmekle değil, ancak doğru eğitimle mümkün olabileceğini bilen bir liderleri var!"

           

Bir Uyuyup Uyanalım-İrfan Değirmenci



Büyük ve güzel bir Türkiye fotoğrafı. Hergün bir yenisini duyduğumuz, haberlerde izlediğimiz olaylardan esinlenen ve gerçeği yansıtan hayatlardan alınan konuların birbiriyle harmanlanması, günümüz Türkiye'sinin gerçekleri ile çok güzel anlatılmış bir konu. Kitapta anlatılan, artık adına roman mı dersiniz, gündelik hayattan alıntılar mı dersiniz, ne derseniz deyin herkesin etrafında gördüğü, hiç de şaşırmadığımız kanıksanan tipler ve olaylar. Mafya var, rant var, kentsel dönüşüm var, geçim mücadelesi var, yalakalık var, terör var, doğu var, batı var, atanamayan öğretmenler var, gününü kurtarmak için rüzgarın yönünü güzel hesaplayan tipler var. Ülkede olan her şey var. Kitaptaki insanlar yolda her gün gördüğümüz insanlardan oluşuyor. Okurken ben bu tipi tanıyorum diyorsunuz.Ya da bu benim galiba, beni anlatıyor diyorsunuz. Kısmet apartmanı dediğim gibi bir Türkiye fotoğrafı. Şarkı sözleri ile bezenmiş uzun bir kitap ama sıkılmıyorsunuz. Filmi olsa güzel olur. 

4 Temmuz 2017 Salı

Bugün Bize Kim Geldi- Sezgin Kaymaz


Mektuplardan, daha doğrusu kısa hikayelerden oluşan bir kitap. Öncelikle kitabın kapağı beni kendine çekti.O sararmış yapraklar sanki geçmişe özlemi anlatıyor.Çok dostluk, samimiyet, doğallık kokan bir kitap. Sezgin Kaymaz ın insanı içine alan bir anlatımı var. Günlük konuşmalar, günlük olaylar anca bu kadar güzel ifade edilebilir. Hüzün, komedi hepsi bir arada gerçek yaşamda olduğu gibi.
Sezgin Kaymaz'dan okuduğum ilk kitabım. Nasıl samimi bir anlatımdır, nasıl güzel bir üsluptur.
Baştan sona kadar beni kendine çekti. Çok güldüm, az da hüzünlendim. İnsanın kendini bulduğu kitaplar çok kıymetlidir, bende fazlasıyla kendimi buldum bu kitapta.
Günlük konuşmalar, günlük olaylar ancak bu kadar güzel ifade edilebilir.Üzüntü, neşe, hepsi bir arada gerçek yaşamdan kesinti.
Sezgin Kaymaz tam bir hayvansever. Kitabın son iki bölümünü boğazım düğüm düğüm  okudum. İnci, Yasemin, Betül, Timuçin köpekleri ve baktığı bir sürü kedi hayatının bir parçası gibi.
Kişinin kendiyle ve çevresiyle barışık olmasını, olduğu gibi kabullenip yadırgamamayı, hayvan sevgisini öyle güzel anlatmış ki hayran kalmamak mümkün değil, sizin de bu kitabı beğeneceğinizden eminim. Son bölümdeki mektup kardeşim bölümü çok güzeldi.
Sevgili Mektupkardeşim,
Çoğunlukla karşılaşmayız bile seninle.
Mektuplaşır dururuz. Yaklaşırız içten içe, konu komşu olur, eş dost olur, dertdaş sırdaş oluruz kendimize çaktırmadan. Muhtaç oluruz birbirimizin varlığına, birbirimizin ihtiyâcı oluruz. Harfler söze, sözler sohbete, sohbetler muhabbete dönüşür gel git. Muhabbetler sese, sesler vahye. Sen beni vâr edersin ben seni. Demden deme geçeriz mektup mektup, sen hiç olmadığın kadar sen olursun, ben bir de bakarım ta kendisiyim kendimin.
Hep senin sâyende.
Bağlanır giderim güzel varlığına. Olur mu derler, olur, insan hiç görmediğini de özler; ben seni çok özlerim.
Kitapta çoktan beri duymadığım “kopturup gelmek” fiilini yeniden duymak çok hoşuma gitti. Hömermek var bir de o da “birisine kızarak saldırmaya çalışmak”mış.
-Ölene bir şey yapmıyor ölüm; kalana yapıyor. Kitaptan kalan güzel bir söz.

Liseden Arkadaşlar- Selçuk Aydemir

Selçuk Aydemir'in muhteşem dizilerinden ve filmlerinden sonra  "Mahalleden Arkadaşlar" kitabını çok beğenmiştim. Muhteşemdi.Şimdi ise "Liseden Arkadaşlar" kitabı yine birincisi kadar olmasa da yine okurken kendi kendime güldüğüm bir kitap oldu.
Herkes kendine ait bir anıya gitmiştir bu kitapta. Çok güzel bir kurgu, bir kısmı gerçek bir kısmı değil olan yaşantısından kesitler mizahla çok güzel bir bütünlük oluşturmuş. Herkesin okul hayatı zaten bir miktar hatta çok önemli bir miktar mizah içermiyor mu. Marifet bunu senaryolaştırabilmekte tabi ki.Selçuk Aydemir'in de işi bu. Bu işi de her zamanki gibi çok güzel yapmış.Belki ileride bu kitap serisini dizi senaryosuna çevirebilir mi bilmiyorum.
Kitaptan birkaç komik alıntı:
-Müdür Doğan Bey, büstü yapılsa ustanın işçilik parası almayacağı, "Taşın parasını verin yeter, ben zaten birşey yapmadım ki" diyeceği duvar mizaçlı bir insandı.
-Mete ortaokulda beden dersinden zayıf getirmiş adamdı, bedeni bile eğitilemiyordu adamın
-Anne-baba ilkokul mezunu, akrabalardan o yıllarda okul hayatında ceket giyebilmiş pek insan yok, bizimkilerin eğitim-öğretim hayatı önlükten ibaret.
-"Ben elimden geleni tüm dikkatimi toplayarak 2 dakikada yaptım hanım, senin 9 ay 10 günün vardı. Orda sen işi hafife aldın bence"

19 Mayıs 2017 Cuma

Harita Metod Defteri- Murathan Mungan


Murathan Mungan'ın çocukluk yıllarını, yaşadığı olayları, çocukluk yıllarındaki doğup büyüdüğü Mardin'i anlattığı kitabı. Kitabın "Niyet" başlıklı ilk bölümünde "Bütünüyle özyaşamöyküsel malzemeyle çatılmış olan Paranın Cinleri gibi, Harita Metod Defteri de, içinde yaşanmış bazı olayların, anların bende bıraktığı izlerin, izlenimlerin yer aldığı, hafızamın gerçeklere sadakatine yaslanan, tamamı anılardan oluşan bir anlatı kitabıdır."diyor Murathan Mungan. Açıkçası Murathan Mungan'ın çocukluğunu, ailesini, gençliğini merak edişim değildi kitabı okumak istememdeki amaç. Ülkemizin o yıllardaki durumu,kendi çocukluğumdan bulacağım izler, ortak duygular, "ya evet ben de öyle yapmıştım", "bizim ailemiz de de böyle yapılıyordu" dediğim anıları bulmaktı amacım. Nitekim de öyle oldu. Çocukluğuma dair unuttuğum çok şeyi Mungan sayesinde hatırlama imkanım oldu.Bir de o yılların Mardin'ini tanıma, örf, gelenek ve yaşam tarzlarını öğrenme imkanım bu kitap sayesinde oldu.İnsanın kendisini yazması zordur.Geçmişe dönük birikimler ve notlar yoksa hatırlamak da imkansızlaşır. Murathan Mungan bunu güzel başarmış. Ayrıntılarıyla geçmiş yılları bize dün gibi aktarmış. Kendisinin de belirttiği gibi "..bu kitabın harcı, malzemesi doğrudan insanın kendi yaşamıdır. Hayat yaşarken olduğu gibi yazarken de bir zamanlama işidir."Eline sağlık diyorum.

Alıntılar, altı çizililer;
-İnsan çocukken yaptığı bir şeyi büyüdüğünde tekrarlarken, ondan aynı zevki aldığını anladığında anladığı anda mutlu olur.Bu mutlulukta, kendi içinde yaşamını sürdüren bir çocukluğu keşfetmenin tadı vardır..
-Aile hasarlarının kalıcı izi zonklar siz anılarınızı yazarken.Yaralarınıza yenilmemeyi öğrenmelisiniz;ne de olsa yazı dediğiniz çoğu kez yara kabuğudur.
-"Şimdiyde kuyunun ipini kendi içine sarkıtıyor, çocukluğumdan hatırladıklarım arasında ne kadar geriye gidebilir, geçmişe ne kadar inebilir,
orada bulduklarımı gün ışığına nasıl çıkarabilirim, anlamak istiyorum. Çocukluk anılarımızı anımsamaya çalışırken belleğin kuyusunda en çok nereye kadar inebileceğimiz hepimizin temel meraklarından biri değil midir?
-Şimdi yapmaya çalıştığım gibi belleğin kuyusundan Dil'e, dilime tutunarak yukarı çıkmaya çalışıyorum.Ne kadar yazıp söylesem de, asıl hayatım sanki hatırlayamadıklarım arasında saklıymış duygusundan kurtulamıyorum.
-Ben kadınların konuştuklarından çok, sessizliklerinden tanıdım.İçe attıklarının, sakladıklarının sustuklarının sesini duydum.
-Bizim evdeki kavga konusunun ne olduğunu bilmiyorum ama, mutsuzluğun acı kıvam koyuluğu dün gibi hatırımda.
-Marcel Proust'un "Kayıp Zamanın İzinde" başlığı altında topladığı zincirleme kitaplarının ilkinde anılan"madeleine kurabiye" daha sonra edebiyat tarihinde başlı başına bir metafor haline gelmiştir. Hafızda örtülü olan çocukluğun derin izlerinin bazen bir koku, bazen bir renk, bir tatla birdenbire üstünün açılmasının, insanın unuttuğu ya da unuttum sandığı eski bir anının canlanmasının simgesi olmuştur.Bu herkes gibi  bana da olur, bir koku çoktan unuttuğum bir anıyı, zamanın üstünü örttüğü bir imgeyi yeniden canlandırır; ağzında birdenbire eski bir tat, içimde eski bir hatıra uyanır.
-Her çocuk annesinin yemeklerini beğenir.Biraz da damağın hafızasındandır  bu.
-Çocukluğumda hakkında çeşitli hikayeler anlatılan,Herkül gibi en ağır kayaları bile bir çırpıda yüklenen bir güce sahip olduğukadar, hikmetli sözleriyle de anılan Deli Cevdo dedikleri bir hamal varmış.En bilinen sözü de bugün kolaylıkla, "Platoncu" diye nitelendirebileceğimiz, "Dünya Allahın sinemasıdır." deyişi idi.

6 Mayıs 2017 Cumartesi

Romantika-Turgut Özakman

             60 'lı yıllarda yaşanmış bir aşk hikayesi.Üniversitede hoca Doğan ve öğrencisi Arzu'nun aşkı güzel bir hikaye eşliğinde  süslenmiş. Şifreli bir şekilde yazılmış defterden hocanın kızının gün ışığına çıkardığı hatıralar.
            Daha önce Şu Çılgın Türkler kitabından tanıdığımız Turgut Özakman'ın aşk romanı yazdığını bilmiyordum.Ancak böyle bir kişilik ancak bu kadar seviyeli bir aşk romanı yazabilir. İçinde erotizm de var ama hiç rahatsız edici değil.Aydın gözünden cinsellik böyle oluyor demek ki.60 lı yılların aşkları günümüzden daha değişik.Belki de sevdiğine telefon yada bilgisayar yoluyla kolay ulaşamıyor olunmasıdır  o yıllardaki aşkları enteresan kılan. Şimdiki nerede başladığı nerede ve nasıl bittiği belli olmayan, çabuk vazgeçilen, daldan dala atlanılan aşklar gibi değilmiş o zamanlardaki ilişkiler. Hoca öğrenci ilişkisi olarak değerlendirmeden, sevgiyi, aşkı evliliklerinde bulamamış aralarında 13 yaş bulunan iki insanın birbirinde bulduğu mutluluk ve hayat sevinci olarak değerlendirirseniz güzel bir kitap olduğunu söyleyebilirim.


 Bir çırpıda okunup bitirilen romandan dikkat çeken altı çizilenler ise şunlar;

-İyimserliğinin demir maskesi ağır ağır eriyip iç yüzünün ortaya çıkacağını sanıyordum.Solgun yüzüne, sanki hayatın bütün lezzetlerini, yani sevap ve günahlarını tatmış bir insanın tarifsiz doygunluğu yayılınca şaşırıp kaldım.Demek sahiden mutluydu.ama neden?Bu kadar mutlu olması için o kadar az sebep vardı ki.
-Acıyarak baktı."Aşk doğal afete benzer kızım .." dedi, İstemekle gerçekleşmez ki.Kendiliğinden gelir.
-Babam "Ankara küçük bir kentti.." dedi, "..Gittikçe büyük bir kasabaya dönüşüyor. Bu hali demokrasimize daha yakışıyor.Çünkü o da kasaba demokrasisi.
-Aşk da ölüm gibi yaşa, başa bakmıyormuş.
-Bir çiçek açar gibi sessizce güldü.Binlerce baştan çıkarıcı şarkıyla dolu bir sessizlik oldu.Elini yavaşça avucuma bıraktı.Ne küçük, yumuşak sıcak bir el.
-O kadar ciddiye aldığım hayatın, orta halli bir yazarın yazdığı, sıkıcı, basit güzel sahneleri çok kısa ve çok az, ağdalı bir melodramdan başka bir şey olmadığını fark etmeye başlamıştım.İnsanın özel hayatında mutlu olabilmesi için galiba bu basmakalıp oyunun dışına çıkıp tuluat yapması, güzel sahneleri uzatıp çoğaltması gerekiyor.
-.."Herkesin hayatta bir kez bir mucize yaşamak hakkı olduğuna inanıyorum.Benim payıma düşen mucize de sensin.
-Sen de çok iyi bilirsin ki aşk denilen şey biyolojik bir olay.Ama ozanlar bu basit olguyu süsleyip püslediler, insanlığa olağanüstü bir olaymış gibi yutturdular.Neyse ki aşk, yirminci yüzyılda bir makinenin altında kalıp öldü de, bu büyük yutturmaca sona erdi.Her yeni aşk romanı, aşk için yazılmış bir mezar taşıdır.Mezar taşını kim okur dostum.
-Aşk bu çok uzun gelişimin son aşamasıdır, ilkellikten kurtulmak, bencillikten arınmak, kendine tapmaktan kurtulmak demektir.Bir insanın yalnız güzelliklerini değil, çirkinliklerini, kusurlarını, yanlışlarını da sevmektir.
-..Çünkü kendimi, aldatan bir kadın olarak görmüyorum.Aldatmak, sanıyorum ki bir insanın biriyle birlikte yaşarken, sırf ten zevki, eğlenmek ya da çıkar için başka biriyle birlikte olmasıdır.
-Anlaşılan bebeğin annenin kanını ve sütünü emerek büyümesi gibi, gelecek de ancak geçmişi yiyerek var oluyor.
-Neyin hayır neyin şer olduğuna acele karar vermemeli. Şunu öğrendim.En ters olayın içinde bile bir güzellik çekirdeği bulunuyor.Zamanı gelince çatlayıp açılıyor.