OT Dergisinden yazılarını takip ettiğim ve beğendiğim bir yazar Mahir Ünsal ERİŞ. Olduğu Kadar Güzeldik kapağıyla ben cezbeden bir kitap. Her ailenin albümünde aşağı yukarı buna benzer bir fotoğrafın bulunduğu kapak, sizi 70' lerin sonu 80'lerin başına götürmeye yetiyor. Bandırma'da Erdek'te geçen güzel öyküler. Bazılarını haddinden fazla sevdim, bazılarında ise sıkıldım. Okunmaya değer güzel öyküler var. Yazarın bundan önceki kitabı "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde" yi ise ilk önce okumamak benim talihsizliğim. Kitap incelemeleri bulunan sitelerde o kitap da çok fazla övülüyor.Acilen okumalıyım. Kitapta çok güzel cümleler var. Aşağıda bunlardan bazı alıntılar bulacaksınız.
Hele bir Türkan Şoray tarifi var ki, "O insan güzeli, o kadın şahanesi; kalemle çizilmiş gibi kaşı gözü, insanı kendi çirkinliğinden utandıracak güzellikteki gülüşüyle ne muhteşemdi."
"Tıraş olmak ne garip şey, her seferinde altından gençliğin çıkacakmış gibi kendi yüzünü kazıyorsun, fakat yine, biraz daha yaşlanmış halin kalıyor eline."
" Yaşa,işe güce,itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar.Kim olursan ol seni saklandığın yerde er ya da geç buluyor.Gelip göğüs kafesini ateşle sıvazlıyor ve sen içeride kapkara kurum tutuyorsun.Ağzını açsan, alevler püskürüverecekmişsin gibi,ciğerlerine damla damla kurşun eritiyorlarmış gibi.Kolay kolay geçmiyor,geçtiğinde de sen geçmiş olduğunu bile fark etmiyorsun.Yağmurlu havalarda sızlayan bir kırık gibi sızlayıp duruyor,kendini hatırlatıyor.Bir tadı bir kokusu bir eti var hatta bir kütlesi;gelip göğsüne oturmasından belli.Kokusunu kütlesini hesap edemiyorum ama bir tadı varsa bence o genizde kalmış greyfurt tadını andırıyordur."
"geçsin istiyordum, nefesim genişlesin istiyordum artık. ne olurdu sanki burada, biz bize,el ele, beraberce yürüseydik biz de? terlik giyseydim ben de meselâ, elinden tutsaydım, o közlenmiş mısır yeseydi benden boşta kalan eliyle."
Babaların çocuklaştığını görmenin nasıl sıcak ve üzgün bir havası var. Babayla oğul bir kum saatinin iki hazinesi gibiler çünkü; bir vakit gelince, zaman, mukadderat, Tanrı ya da her neyse bir şey, kum saatini ters çeviriyor. Tam tersine akmaya başlıyor ondan sonra her şey. Babanın çocuklaştığını gördükçe oğlun içine dolan o sıcak üzüntü de sarı, ılık kumun aşağı akışı belki.
Belki de insanlar hakikaten böyle deliriyordur. Bir şeyi kafaya takıp onunla zihninin içine küçük bir delik açıyor, sonra kurcalaya kurcalaya o deliği bütün bir aklı yutacak kadar büyütüyordur.
Babamla aynı ülkenin farklı onyıllarında devrimcilik yaptık, ikimiz de beceremedik. Onunki, çiçekleri ezen postallarla resmedilebilecek bir fenalıkta sona erdi, benimkiyse serbest piyasa şartlarına yenik düştü.
Göğsümde bir yerlere yorgan iğnesi saplandı sanki. Hani, vicdan neresidir diye sorsalar, açıp acıyan yerimi gösterebileceğim kadar kudretli duydum acısını o kızgın iğnenin.
Sorular sorup durdular, çocuk dediğin sorar da sorar. Nasıl merak, nasıl doymak bilmeyen iştah. Her şeyi ilk defa görüyor, daha yeni öğreniyor olmanın verdiği telaş, vakit öğrenmeye yetişemeyecekmiş gibi.
Ne olursa olsun, çocukken hayat, koptuğu yerden daha kolay devam edebiliyor.
Adına yaşamak dediği, yıllar süren bir intiharın sonuna gelmişti demek.
Ölmek olmasa yaşamak ne güzeldi.
Yaşa, işe, güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar.
"Keşke, kızlar da gitseymiş cumaya," demiştim. "Belki o zaman, bu kadar kötü kokmazdı halılar."
"Yaş betona yazılıp da kuruyunca silinmez olan yazılar gibi, kıskançlığın insanın içinde çocukken yerleştiğini gördüm."