Bu Blogda Ara

27 Temmuz 2018 Cuma

Yol Arkadaşım - Gündüz Vassaf

Gündüz Vassaf bu defa bizi dünyanın değişik havaalanlarına götürüyor. Yıllardan beri gezdiği, gördüğü havaalanlarındaki insan manzaraları, değişik milletlerin kültürleri, uçak bekleme salonlarında yaşadıkları, havaalanlarının mimarisi hakkında gözlemleri gibi bir çok şeyi bize anlatıyor. Dünyanın farklı yerlerinden toplam 40 havaalanında geçen gerçek hayat öyküleri.  

Havaalanlarında geçirilen boş zamanlara acıyor ve bu vaktin değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor yazar: "Havaalanlarının  yeniden tasarlanması gerek, Artık hepsi birbirine benziyor. Uçağın kalkışından üç saat önce gelin diyorlar, geliyoruz ve zaman öldürmekten başka bir şey yapmıyoruz." diyor "Hangi havaalanına gitsem aklıma aynı şey takılıyor. Neden buraları kültürel faaliyetlerle zenginleştirmiyoruz?" Neden Atatürk havalimanı'nın bir köşesinde küçük bir İstanbul müzesi olmasın? Bir başka köşede neden belgesel filmler seyretmeyelim? .. Kütüphane ve sineme salonları da olsa. Özellikle bulunduğumuz ya da gideceğimiz ülke hakkında bizi bilgilendirecek bir mekan. Kitaplar, broşürler, tanıtım filmleri; hatta o ülke hakkında sohbet edebileceğimiz kaynak kişiler. Yüzme havuzu, sauna, aletli jimnastik salonu, içimizi dökebileceğimiz, problemlerimizi paylaşabileceğimiz psikologlar."

Havaalanlarının bir tanışma mekanı da olabileceğini düşünerek espri ile karışık "Tek başına seyahat eden erkek ve kadınlar için bir tanışma köşesi ya da bir tür "singles/bekarlar" barı olabilir oysa. Böyle bir yerin bir adım ötesi de havaalanlarında saatle kiralanacak küçük yatak odaları." olması gerektiğini yazıyor.

Havaalanı görevlilerinin kıyafetlerini de değerlendiriyor; "Gelişmiş ülkeler arasında devletin en az devlet olduğu ülkelerden biri İtalya olmalı. Asker, polis farketmiyor. İtalyanlara üniforma yakışmıyor. Havaalanındaki polisler, üzerlerindeki üniformaları evde ayaklarına terlik giymişcesine taşıyorlar."

"İnsanlar yine boş boş oturuyor etrafımda. Kitap, gazete okuyan yok denecek kadar az. Yan yana oturdukları, beklemekten çoktan sıkıldıkları halde birbirleriyle konuşanlar da yok her havaalanında olduğu gibi. Belki de tatil köylerindeki gibi animatörler lazım havaalanlarındaki insanları sıkıntıdan kurtarmak için. Üstelik bir düşünün, burada birbirimizden öğrenebileceğimiz o kadar çok şey var ki. Farklı kültür, ülke ve dinlerden insanlar bir arada ama birbirlerine kazayla ayakları değecek olsa, 'Excuse me'diye özür dilemekten başka bir şey yapmıyorlar etkileşmek adına. Oysa hayatımda ilk kez gideceğim diyelim, şu karşımda oturan Amerikalı bana ülkesi hakkında bir şeyler anlatsa fena mı olur?" Bence de güzel olur. Ama insanlar ellerindeki cep telefonu ya da tablet ekranından kafalarını kaldırıp biraz etrafa bakarlarsa tabi ki.

"Uçak korkusunu hiç yaşamadım. Neden korkarız? Uçak düşecek diye mi? Peki, daha çok otomobil kazalarında ölmemize rağmen neden uçak korkusu bu kadar konuşulur da otomobil korkusundan hiç bahsedilmez?.. Acaba uçakta olma düşüncesi aklına olası bir kazayla birlikte o an gökyüzünde olduğu için Tanrı'yı ve dolayısıyla ölümü mü getiriyor? Yani uçak korkusu kaza olasılığı ve Tanrı'ya yakınlık birleşince mi ortaya çıkıyor?"

Havaalanları belki bu şekilde daha sıcak bir yapıya kavuşabilir belki de; "Kulağım, ruhum müzik arıyor havaalanında. Neden arka fonda hafiften bir Vivaldi kompozisyonu ya da bir Napoliten şarkısı dinletmezler ki bize? Ya da en azından bir sigara içme mekanı olduğu gibi, neden hoş bir müzik dinleme ortamı düzenlemezler?" 

"İki saat sonra sivil halkı bombalamakla övünen Sabiha Gökçen'in adını taşıyan havaalanına doğru yolculuk başlayacak. Bir gün bu adın değişeceğini umuyorum."

"Almanların sandaletlerini çorapla, Amerikalıların çorapsız giymeleri gibi küçük istisnalar dışında başka milletlerden insanları giydiklerine bakarak ayırt etmem yıllardan beri pek mümkün olmuyor." 

25 Temmuz 2018 Çarşamba

Bazı Yollar Yalnız Yürünür - Özgür BACAKSIZ

     
Özgür Bacaksız'ın daha önce Mutsuz Çocuklar Ülkesi kitabını okumuş, beğenmiştim. Bu kitabını içeriğini bilmeden aldım fakat ne amaçla yazıldığını evirdim çevirdim anlamadım. Açıkça şöyle diyeyim; Filozofların ve büyük edebiyatçıların sözlerinin açıklanmasına girişilmiş, bunlar üç dört satırla geçiştirilmiş, biraz da esprilendirmeye çalışılırken sulandırılmış sanki. Yoksa bu sözler üç satırla açıklanacak sözler değil. Dahası bu aforizmalar belki bu şekilde değil daha anlatıcı, örnek hikayelerle süslenmiş şekilde verilmiş olsaydı daha çok ilgimi çekerdi diye düşünüyorum. Zorlama bir kitap olmuş diye düşünüyorum. Tabi ki bu benim düşüncem. Kitapta büyük emek var ama sadece görüntüsünde. Kitabın nerdeyse yarısını oluşturan illistrasyonları kimin çizdiğini ya ben anlayamadım ya da ismi verilmemiş. Kitap aforizmalardan oluşmuş ama tam bir laforizma olmuş. Sözlerin yorumlanmasında tartışmaya açık yorumlar da var, örneğin: Edmund Burke'nin "Kötülüğün galip gelmesi için biricik şart, iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır" sözünün yorumunda yazar: "İyiler, kötüleri zamanında öldürmedi de ondan hep bunlar..." yorumu açıkça benim hoşuma gitmedi.

       Kitapta geçen Baltazar Gracian'ın sözü: "Düşüncelerinizi çok açık seçik dile getirmeyin. Çoğu insan anladığı şeyleri küçümser, anlamadıklarına saygı duyar." cümlesine aykırı davranarak düşüncelerimi açık seçik dile getirdim. Sevdiğim yazarlardan daha güzel işler bekliyor olmamdan eleştirilerim. Yoksa her kitaba verilen bir emek var. Özgür Bacaksız'ın kendi kanatlarıyla uçtuğu kitapları bekliyorum.

       Kitaptan alıntılar yapmama gerek yok. zaten yazar yeteri kadar alıntı yapmış. Yine de okuyun, yorumları beğenmeseniz bile filozofların sözleri güzel.

Okuma Günleri - Marcel PROUST

"Çocukluğumuzda, yaşamadan geride bıraktığımıza inandığımız, yani çok sevdiğimiz bir kitabı okuyarak geçirdiğimiz zamanlar kadar dolu dolu yaşadığımız gün yoktur herhalde." diyerek kitaba başlayan Marcel Proust için okuma eylemi, bilgiye ulaşma arzusundan çok daha fazlasıdır. Proust'a göre büyük yazarların okunması, tek başına onların derin düşüncelerinin kavranmasına yol açmaz. Aynı zamanda okurun, bu ilham kaynağı zekâlarla kendi dünya görüşünü zenginleştirmesine de hizmet eder. Vaktiyle okuduğumuz bir kitabın sayfalarını karıştırmak, mazide kalan günlere dönmektir diyen Proust, çocukluğunda yaptığı okumaları, okumak için yarattığı zamanları, evde kimse yokken kitaplara sarılışını anlatırken, yemek vakitlerinin okumalarını böldüğünü bu zamanları hiç sevmediğini de belirtiyor.

Kitabın Fransızca aslından çeviren Murat Erşen'in mükemmel çevirisi ile kitap benliğini bulmuş diyebilirim. 

Altı çizili satırlardan bazıları:

""Tüm iyi kitapların okunması, geçmiş yüzyıllarda bunları yazmış olan en saygın ve ilginç kişilerle yapılan bir sohbet gibidir."

"Okuma zihinsel yaşamın eşiğindedir; bizi bu yaşama sokabilir ama onu teşkil etmez."

"..olur da bugün, vaktiyle okuduğumuz bu kitapların sayfalarını yine karıştırırsak, bunu artık mazide kalmış günlerden muhafaza ettiğimiz takvim yapraklarını karıştırır gibi ve artık var olmayan evlerin ve göllerin bu sayfalarda yansıdığını görme umuduyla yaparız. 
       Tatil zamanlarında yapılan bu okumaları kim benim gibi hatırlamaz ki, insan bu okumaları, onlara sığınak sağlayacak kadar huzur dolu ve dokunulmaz olan günün her saatine birbiri ardınca saklar."

"Okuma bizim için, sihirli anahtarları bize kendi derinliklerimizde, içlerine giremeyeceğimiz konutların kapısını açan bir kışkırtıcı olduğu sürece, hayatımızdaki rolü de esenlik getiricidir."

"..Zira çoğu kez tarihçi için, hatta alim içini bir kitabın içinde uzaklarda aradıkları bu hakikat, doğrusunu  söylemek gerekirse, bizzat hakikatin kendisi olmaktan ziyade onun göstergesi ya da kanıtıdır, dolayısıyla bu hakikat, haber verdiği ya da teyit ettiği (ve en azından tarihçi ya da alimin zihninin bireysel bir yaratımı olan) başka bir hakikate yol açar. Edebiyatçı içinse durum  böyle değildir. O, okumak için okur, okuduğunu aklında tutmak için okur. Ona göre kitap, o göksel bahçenin kapılarını açar açmaz kanatlanıp uçan bir melek değil, kendisi için tapındığı, uyandırdığı düşüncelerden gerçek bir saygınlık kazanmak yerine onu çevreleyen her şeye sahte bir saygınlık bulaştıran hareketsiz bit puttur."

"Kuşkusuz, dostluk, bireyleri ilgilendiren dostluk boş bir şeydir ve okuma da bir dostluktur. Ama en azından samimi bir dostluktur ve bir ölüye, olmayan birine hitap etmesi, ona yansız,neredeyse dokunaklı bir hava verir. Dahası bu, tüm diğer dostlukları çirkinleştiren her şeyden azade bir dostluktur."

"Zira başkaları içim konuşur kendimiz için susarız. Bu yüzden sessizlik, sözden farklı olarak, kusurlarımızın, riyakarlığımızın izini taşımaz."

24 Temmuz 2018 Salı

Portakal Ağacı - Candaş Tolga IŞIK

Aylık edebiyat dergilerinden tanıdım Candaş Tolga Işık'ı. İtiraf etmeliyim ben de adını zor söylüyorum ya da karıştırıyorum bazen. Çağdaş Tolga, Tolga Çandar gibi. Yazar da isim karışıklığı konusuna kitaptaki bir yazısında değinmiş. Kitap ondört adet hayat hikayesinden oluşuyor. Hikaye diyorum ama bazıları yaşanmış olaylar. Hatta yazarın başından geçenleri anlattığı bölümler de var. Kitap Ernest Hemingway'in "Hayat hakkında yazabilmen için önce onu yaşaman gerek. Çünkü, hikaye gerçekse hiçbir yazı kötü değildir." sözüyle başlıyor. Güzel bir kitap, eğlenceli, sevimli."Okuyun" derim.

Kitaptan, güzel bulduğum altı çizili cümlelerimden  bazıları:

"Çok istemek önemliydi çünkü...Her istediğini değil, ama çok istediğini mutlaka yapacaksın bu hayatta..."

"Öyle ya, dövme dediğinin bir karşılığı olacak ruhunda...Ve o karşılık seni sıkacaksa bir gün, hiç mıhlatmayacaksın vücuduna..."

"Bir keresinde bilge bir adama, 'Yalnız ve mutsuz yaşamanın sırrı nedir?'diye sormuşlar.
'Yaşamayı bilmem, ama yalnız ve mutsuz bir insan olarak ölmenin  sırrını verebilirim,' demiş: 'Her sıkıldığında, her sıkıldığından vazgeçmek!' "

"Bir kere şöyle düşünün, adamda nasıl bir dert varmış ki gitmiş rakıyı bulmuş! Zaman makinesi yapacaklar bin yıldır... Rakıdır o. Bir kadehe tutunarak, geçmişe de dönebilirsin geleceğe de gidebilirsin. Yalan makinesidir aynı zamanda rakı..Ne kadar acı verirse versin yüzüne çarpar gerçeği.."

"Oysa bilmiyorlar ki rakı masasında sarhoş sıfatıyla memleket kurtarmak, mecliste milletvekili sıfatıyla memleketi batırmaktan daha masum ve zararsız bir eylemdir."

"İnsan yaptıklarından değil, sonunda hep ve en çok yapamadıklarından , yaşayamadıklarından, eksik bıraktıklarından pişman olur."
   

23 Temmuz 2018 Pazartesi

Elia İle Yolculuk - Zülfü LİVANELİ

Dünyaca ünlü sinema ustası ve yazar Elia Kazan,  yine büyük yazar, müzik adamı, siyasetçi Zülfü Livaneli'nin anlatımı ile hayat bulmuş bir eser. Livaneli yalnızca Elia Kazan'ı anlatmakla kalmamış, Kazan'la birlikteyken ve ondan bağımsız yaşadığı bir dizi hayatından kesitler de vermiş.Çok akıcı, zevkle okunacak bir kitap. Zülfü Livaneli'nin anlatımı  mükemmel. 

 Alıntıladığım cümlelerden bazıları:

  "..Kapısını çaldığım yaşlı adam için de öyle mi olmuştu? O da burada doğmamıştı. İstanbul doğumluydu, Amerika'ya  dört yaşında gelmiş-getirilmiş demek daha doğru- olduğu için, hele o yılların koşullarında, yani 20. Yüzyıl başlarında Amerika'yı filmlerden tanıma olasılığı hiç yoktu. Amerika'nın filmlerini gören değil, yaratan ve dünyaya gösteren biriydi o. Kendini Amerikalı sayan bir Anadolulu, Rum sayan bir Türk, Türk sayan bir Rum, Anadolulu sayan bir Amerikalı, New York'lu sayan bir göçmen, göçmen sayan bir New York'lu. Belki de hiç biri. Hem hepsi, hem  hiç biri. Üst üste binmiş kimliklerin çoğaltırken azalttığı, güçlendirirken zayıflattığı bir adam. Adı Elia, adı İlya, İlyas, Aliya; soyadları Kazancıoğlu, Kazan; annesinin kızlık soyadı ise Şişmanoğlu. Evinde sehpanın üstüne gelişigüzel atılmış üç Oscar heykelciğine rağmen hala Amerikalı mıyım diye düşünen, bir an  tam bir Amerikalı olduğuna karar veren ama sonra Amerika'nın çok kötü davrandığı ve her zaman da öyle davranacağı bir göçmen olduğunu düşünen, doksan yaşındaki ağaçlara benzeyen, doksan yaşında bir adam."

"Çünkü bu yaşlı adam, üzüntü-acıma-yazıklanma-pişman olma gibi kavramlara çok yabancı. Bir savaşçı o. Ne olursa olsun, düşman orduları ne kadar büyük bir güçle gelirse gelsin, son nefesine kadar direnmek azminde olan bir savaşçı. Bunu hayat ilkesi haline getirmiş. Bana verdiği öğüt de buydu zaten: Üzülmememi söylüyor, üzüntü duygusunu yasaklıyor, üzüntü çürütür insanı diye uyarıyor, ama kızmak iyi gelir, ferahlarsın diyordu: 'Sakın ola hiçbir şey için üzülme ama bol bol kız, öfkelen, dövüş, savaş, küfret ama üzülme. İnsanı üzüntü çürütür.' "

"Kendisini onun kadar hırpalayan, zayıflıklarını, ruhundaki gölgeli noktaları acımasızca gözleyen, neredeyse kendi kendinin yargıcı ve celladı olan bir başka kişi tanımadım şimdiye kadar. Adorno'nun sözleriyle: 'Normal insanların ahlaki bir yükümlülük saydığı şey onda bir takıntıydı; sürekli olarak kendi hatalarını yakalamaya uğraşıyordu."

"Zülfü Livaneli, Arthur Miller'a şöyle diyordu 'Gençliğimden beri aynı insanım, hiç değişmedim ama insana göre değil, cebinden çıkan kağıtlara değer veren sistemler, pasaportlarımın renklerinden dolayı bana farklı muameleler uyguladılar, kiminde bir suçlu, kiminde bir diplomat, kiminde bütün kapıları açan sihirli bir belgeye sahip bir adam."

"Elia, ailesinden devraldığı bir kültürel mirasla, Türklerden hep korkmuştu. Onun gözünde Türk, kaba saba, sert, vahşi ve ilkel demekti ki bu tanım Osmanlı sarayının Türk tanımına da son derece uymaktaydı...Bu mirasla, yani Türk korkusuyla büyümüş olan Elia, bana bir gün bir itirafta bulundu. 'Çok garip' dedi, 'Yaşlılık yıllarımda sizlerle yakınlaştıktan sonra, Türkleri sevmeye başladım ben. Öyle ki Yunanistan bana daha yabancı artık'..'Sebebini biliyorum' dedim. 'Çünkü ben ve sana tanıştırdığım hiç kimse, o dediğin Türklere benzemiyoruz.' "

"O anda kadını toplumdan çıkararak dışlayan İslam dünyasıyla, uygarlığı kadınla birlikte kuran Hristiyan kültürü arasındaki fark somut olarak belirdi gözümün önünde. İşte en temel sorun, en temel farklılık buydu. sadece erkeklerin rol aldığı, kadınların eve kapatıldığı ya da örtüler altında gizlendiği bir toplumda uygarlık kurulamıyordu."

"Ah Tanrım diyorum, keşke çöl dinlerinin tarif ettiği gibi koruyucu ve esirgeyici bir Tanrı olsan. Keşke insanlar toprağa karışmasa da, ölümle birlikte yeni bir hayata doğsa. Keşke ruhlar, ölü bedenlerden çıkıp dünyada dolaşmaya devam etse. Kötüler cezalandırılıp, iyiler ödüllendirilse. Ne güzel olurdu her şey."

19 Temmuz 2018 Perşembe

Çadırın Işığı - Bekir AYGÜL

Orta Asya'dan Anadolu'ya esen Yörük Rüzgarı alt başlığı ile yayınlanan kıymetli arkadaşım, meslektaşım, on parmağında on marifet olan Bekir Aygül'ün Çadırın Işığı adlı kitabını hediye ettiği eşimden ödünç alarak okudum, aklımda kalanları yazdım.


Kitap, yörük kültürünü güzel bir roman eşliğinde dramatize ediyor. Dramatize demekle doğru kelimeyi mi kullandım bilemiyorum ama güzel bir roman içeriğinde yörüklerin yaşam tarzı, doğumları, kız isteme, evlilik ve düğün törenleri, cenaze adetleri, sofra adapları, yeme içme alışkanlıkları, yörük mutfağı,bilmeceleri, oyunları, tekerlemeleri, tarla işleri, hayvan bakımları, kahramanlıkları, cenkleri, kısaca hayatlarının her anı, Selçuklu döneminin tarihi olayları ışığında çok güzel anlatılmış. Yörük obasında geçen olaylar ve yöreye ait betimlemeler Yaşar Kemal romanları tadında tasvir edilmiş. Yörük çadırlarının özellikleri, yörük delikanlılarının ve kızlarının kıyafetleri en ince ayrıntısına kadar çok güzel anlatılmış. Yerel dillerden de konu içinde gerekli yerlerde kullanılarak örnekler verilerek, kitabın sonuna da kitapta kullanılan sözcükler ve anlamlarının yazılması çok yerinde olmuş. Bazı unuttuğumuz kelimeleri yazarın sayesinde hatırlamış olduk böylece.     

Kaynakçada da belirtildiği gibi çok detaylı ve etraflıca, yerel kaynaklardan, ilk ağızdan yapılan araştırmalar sonucu meydana getirilen bu eser için Sayın Bekir Aygül'e çok teşekkür ediyorum. Yüreğine, emeğine sağlık.

Kitaptan bazı alıntılarım ise şöyle:

"Yörük çadırları keçeden veya kıl çadırdan yapılır ve çok özelliklidir. Rastgele elde edilmez. Karakeçilerin kılının kırkılması, taranması, eğrilmesi, dokunması ve yine kıldan yapılan iplerle dikilmesi sonucunda elde edilir."

"Çadırların direk sayısı sahibinin zenginliğine göre artar."

"Yörük erkekleri, giydiği elbiselerinde rahat etmeyi sever. Hem yakışmalı hem de güven vermelidir. Ata, eşeğe rahat binmelidir. Sevmediği giysiyi giydiremezsiniz ona. İçindeki yiğitlik ve kahramanlık duygularına hitap etmiyorsa, o giysiyi giymez bir daha. Desenlerle süslenmiş giysisi içinde düşmanlarına korkular saçmalı, heybetiyle görenleri dehşete düşürmelidir. Yiğitlik ve mertlik dış görünüşte değil, insanın özünde olması gerekirse de yine ona yardım etmeli giysileri. Dostları sevindirmeli, sevdiceğini gururlandırmalıdır giysileri.

"Kavurmanın Yörüklerde ayrı  bir yeri vardır. Yörük kavurmasının tadı başka olur. Kavurmayı kocaman sacda pişirip, üzerine yoğurdu serğiştirip, ortasına üzüm pekmezini döktün mü insanı kudurtur. Karşısında ne cavır dayanır ne canavar.

"Varacağın oğlanın önce anasına babasına, dedesine daha sonra da amcalarına ve dayılarına bakacaksın. At olacak tay yürüyüşünden belli olur."




Babayani - Nebil ÖZGENTÜRK

Tevazu sahibi, görmüş geçirmiş, derviş insanlara eski dilde "Babayani" derlermiş. Nebil Özgentürk de bu kitapta, çok sevdiği "babayani"leri anlatıyor. Ayrıca ilk defa bu kitapta kendi öyküsüne, ilk gençlik yıllarından ilginç anekdotlara, dikkate değer aile öykülerine, şaşırtıcı tanıklıklarına ve yaşarken ayakta kalmaya dair ipuçlarına yer veriyor. 

Zülfü Livaneli ve Sunay Akın'ın yazdığı önsöz ise apayrı bir güzellikte olmuş. Cem Karaca, İsmet Ay, Meral Onat, Neyzen Tevfik, Ali Ekber Çiçek, Ataol Behramoğlu, Can Yücel, Duygu Asena, Macide Tanır, Muazzez İlmiye Çığ, Serra Yılmaz, Tuncel Kurtiz, Türker İnanoğlu, Yaşar Kemal ve diğer adını yazamadığım baba gibi adamlardan kadınlardan hayat alıntıları, anılar, anekdotlar. Hepsi çok güzel, tarihi notlar. Okuyun hepsi güzel. Sunay Akın'ın da dediği gibi "Bizim Nebil Özgentürk' ümüz var."

Kitaptan bazı alıntılara gelince:

Meral Onat'ın babasının Kore anılarından;
"Amerikalılar, Fransızlar, bütün diğer milletler maaş olarak tonlarca para alıyordu. Bizim gibi fakir milletin askerine ayda 5 dolar veriliyordu. Hem de 'kırmızı dolar', kimse bilmez kırmızı doları, bu dolar sadece Kore'de geçerliydi, başka bir yerde geçmezdi."

"Neyzen Tevfik'in bir şiirinden:
'Türkü yine türkü, sazlarda tel değişti.
Yumruk, yine o yumruk, bir varsa el değişti.!

Ali Ekber Çiçek'e ayrılmış bölümden;
"Haydar Haydar ki müzik otoritelerinin şaşkınlıkla karşıladığı bir eser olarak tarihe geçecekti. Şaşkınlıkları şundandı: 100'ü aşkın ses ve ton saptanan eserin icrası için onlarca saz gerekmesine rağmen, Ali Ekber bu icrayı tek bağlamayla gerçekleştirmişti, konçerto misali. İmkansızı başarmıştı yani!"

Naim Süleymanoğlu'nun Türkiye'ye ilticasının ayrıntılarını, başta Avustralya Türk Konsolosluğunun kendisini kabul etmeyişini, sonrasında dönemin Başbakanı Turgut Özal'ın girişimleri ile yurda kabul edildiğini öğrenmiş olduk. Öğrenmiş olduk diyorum, çünkü ben o zamanlarda Naim Süleymanoğlu'nu kaçması/kaçırılması olayının Türk ajanlarınca yapıldığını sanıyordum. Gerçeği kitaptaki yazıdan öğrendim. Meğer Süleymanoğlu kendi ayaklarıyla gelmiş ve neredeyse zorla kabul ettirmiş. Amerika'ya gitmenin eşiğinden dönmüş.