2. Dünya Savaşı yıllarında "Kızıl Yıldız" gazetesi muhabiri olarak cepheden cepheye koşan, görev ve sorumlulukları adına hayatını tehlikeye atmaktan çekinmeyen Lopatin'in başından geçen olayların anlatıldığı Konstantin Simonov'un en bilinen kitaplarından biridir "Savaşsız Yirmi Gün". Tabi işin içine gönül meseleleri karışmadan olmaz. Sıkıcı olmayan akıcı bir roman. Öneririm.
Alıntılar:
"Savaş gerçekten kıyamet borusu gibi bir şeydir! İnsanoğlu hesap vermeye çağrılınca her şeyden sorumlu tutulacak; yapabildiklerinden de, yapamadıklarından da... Şayet birisi, o kıyamet gününde hesaba çağrılmayacağını umuyorsa -ki unutularak ya da fırsat bulunmadığı için- demek ki bu insan, başkalarına karşı gerçek bir günahkardır! Böylelerinin yeri, adalet adına söylemek gerekirse kesinlikle cehennemdir! Gerçi kimi insanların tavırlarından, böyle bir şeyi akıllarının ucundan bile geçirmedikleri görülür. Hatta bunun da ötesinde, savaş sonrasının cennetinde yaşamayı düşlerler; ve başkalarının kanıyla, canıyla elde edilmiş bu cennet yıllarının başlayacağı zamanı beklerler."
"Benim düşünceme göre, insanoğlu yaşamın, keyfi istediği gibi dövdüğü, dilsiz ve cansız bir demir parçası olmaktansa, kendi mutluluğunun yarattığı bir demirci olması daha iyi..."
"Gerçekten de savaş, -tıpkı bir kıyamet borusu gibi- insana, kendisinin çıplak olduğunu hissettiriyor, yüce bir varlığın önünde yaptıklarının cevabını vereceği günü hatırlatıyor. Ayrıca yaptığı iyiliklerin, işlediği günahlardan daha çok olduğuna tutkuyla inanmasını sağlar."
" 'Başkasının ruhunda nelerin olduğu belli olmaz' tabirini hiç beğenmiyorum. Fakat yine de kendi arşınımızla onu ölçmemiz doğru olmaz."
"Bazen yıllarca bu kadınların istediğimiz gibi olmadıklarını düşünür dururuz. Fakat daha sonra iyice düşününce, belki de bizim onların istedikleri gibi olamadığımız gibi bir sonuca varıyoruz. Velhasıl, sona ermiş her evlilikte her iki tarafta suçludur."
" 'Sizin çok acımasız bir zekanız ama son derece şefkatli bir kalbiniz var!' diye konuştu."
"Velhasıl, günümüzde değerli ve saygın insanları bulmak oldukça zor...Zaten değerlilerin nerede olduklarını da biliyorsun!"
Mahalleden Arkadaşlar, Liseden Arkadaşlar' dan sonra Sektörden Arkadaşlar, Selçuk Aydemir'in mizah ve bunun yanında zeka kokan cümlelerinden oluşan kitabı.
İşler Güçler, Kardeş Payı gibi büyük televizyon dizilerinden Düğün Dernek gibi sinema filmlerine kadar senaryosunu kaleme aldığı yapımlar ile çektiği kısa film maceralarını, film sektörüne girişini ve bu aşamada yaşadıklarını anlatmış kitapta. Resimlerle de süslenmiş. Benim okumaktan, dizi ve filmlerini seyretmekten hoşlandığım bir yazar kendisi.
Kitaptan alıntılara gelince:
"Öyle büyük bir sınav ki akrabalık, kıyamete kadar hükmü devam edecek kitapta yer bulmuş kendine. Hatta Firavun, Hz. Musa’nın üvey babasıydı, Ebru Lehep, Hz. Muhammed’in amcası, Hz. Yusuf’u kuyuya atanlar öz abileri, Hz. Lut’un karışı geride bırakılanlardan oldu.... Görüyoruz ki peygamber bile olsan akrabandan çektiğini kimseden çekmiyorsun arkadaş bu çok net."
"Y.rağını yemeden böreğini yiyemezsin sinemanın."
"Ağlama lan! Ne karaborsası? Günahına değmez. Ben günah işlerken bir dururum, 'Ulan bu günah için yanmaya değer mi?' derim. Eğer ki 'Bunun için yanılır be gülüm' dersem işlerim günahı."
"Ercan ilk defa içi dolu kadın iç çamaşırı gördüğü için renkten renge girmiş."
"Ulan karı koca kavga eder kadın annesinin evine gider anlarım, bizim Gökmen Abi kavgadan sonra kaynanasının evine gitmiş yerleşmiş."
"Millette ne aileler vardı be!-Annesi durumları olmadığını söylemiş ama kıyamamış oğluna çıkarıp kolundan bir bilezik vermiş. Ercan bileziği almış, kaybolmasın diye hemen koluna takmış."
Eğlenceli kitap. Okuyun.
"Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek" kitabının yazarından tamamen farklı yapıda bir kitap. Bu kitabın bir başkahramanı yok. En az 250 kişinin adı geçiyor kitapta. Bu nedenle konu bütünlüğünü sağlamak zorlaşıyor. Kitabı ara vererek okursanız konuyu toparlamakta çok zorlanırsınız zira ben öyle yaptığımda geri gelip konu geçmişini hatırlamak zorunda kaldım.
Kitapta Samsun'da bir akıl hastanesinden yola çıkan yazar, zincir halinde kahramanlarına yaşamlarına değiniyor.
Kitapta gerçek ile kurgu birbiri içine geçmiş gibi. Ne gerçek ne değil anlaşılmıyor. Yazımı zor bir roman olsa gerek. Kahramanının bu kadar bol olduğu ve zincir olay kurgusunu tasarlamak çok zor olmalı. Yazara tebrikler.
Alıntılar:
"Karadeniz şehirlerinden birinde, denize sırtını dönmüş biçimde inşa edildiği için görenlerin içinde anlamsız bir küslük duygusu yaratan bir Ruh Sağlığı Hastanesi'nin en üst katındaki konferans salonunda, konuk konuşmacı Ülkü Birinci 14 Şubat Sevgililer Günü nedeniyle, Aşk: Özveri mi? Benliği Korumak mı? başlıklı bir konferans veriyordu."
"Barış Bakış tam deli değildi, tam akıllı da değildi. Zaten akıllı delinin karşıtı değildi. Deli ya da akıllı olması da Gülnazmiye'nin Barış'a aşık olmasına engel değildi. Aslına bakılacak olursa, dünya tatlısı küfürbaz Zerrin Hemşire'nin dediği gibi, Zaten şu geçmişi boklu dünyada kim akıllı kim deli, hiç belli değildi."
"Ama düşündüğünü söylemenin, hele bu coğrafyada, hiç de akıllıca bir iş olmadığını görüp öğrenecek kadar zeki bir adamdı."
"Sağlam bir maneviyat bütün ruhsal sorunlarının ilacı olabilirdi."
"Evliliğinin daha senesi dolmadan Kenan’ın ağır başlı olmak sandığı hallerinin biraz da angutluktan kaynaklandığını anlamış, güzelliğine doyunca kocasını sıkıcı bulmaya başlamıştı."
Anne tarafı daha önce Türkiye'de yaşadığı için kendini yarı Türk olarak tanımlayan yazar Joseph O'Neill bu kitabıyla ünlü PEN/Faulkner ödülünü almış. Daha önce çok övgüsünü duyduğum kitabı internetten sipariş ettim ve hemen okumaya başladım. Ön ve arka kapağı Amerikan gazetelerinin övgüleri ile doluydu. Hatta Barack Obama'nın " Şimdi Joseph O'Neill' in Hollanda kitabını okuyorum. Büyüleyici bir kitap. Muhteşem" sözü ister istemez insanı kitabı hemen okumaya itiyor.
Neyse Observer, New York Times, Washington Post övgüleri derken kitabı okumaya başladım. İlk başlardaki uzun cümleler ve oradan oraya atlamaların biraz çeviriden kaynaklandığını biraz da benim odaklanamadığımı düşünürken atmışlı sayfalara geldim. ama kitap bir türlü serileşmiyordu. Tıkanıyordu. Nerden çıktığı belli olmayan karakterler, ani mekan değişiklikleri, zaman atlamaları derken çok sıktım kendimi yüzyetmişinci sayfaya kadar. Sonra biraz atlayarak okumaya başladım. Hiç adetim değil kitap yarım bırakmak ama bu kitabı yarım bıraktım.
Konusu ise kapakta şöyle bahsedilmiş:
"11 Eylül 2001'deki saldırının ardından kendisi New York'ta kalan, eşi ise çocuğuyla birlikte Londra'ya taşınan Hollandalı bir bankacının gözünden Amerika'daki göçmenlerin hayatı anlatılıyor." ancak alakası yok. Bu kadar basit değil. Baştan sona bir gereksiz uzatmalar, kriket sporunun kuralları, gereksiz ayrıntılar.
Kısacası ben sevmedim. Yabancıların övgüye, ödüle değer roman anlayışı ile bizimki çok farklı.
Ne yazık ki kitaptan aklımda kalan, buraya yazabileceğim bir cümle bile alıntı yok.
Demirtaş Ceyhun' un Sansaryan Hanı adlı öykü kitabı. Kitapta Sansaryan Hanı'ndan başka Babanın Saçları, Turna Kuşu Katlamak, Leyla ve Piyangomanlar adlı öyküler var. Behçet Necatigil'in deyimiyle Demirtaş Ceyhun'un en güzel hikayeleri bu kitapta toplanmıştır.
Sirkeci'de 1895 yılında Ermeni Mimar Hovsep Aznavor tarafından yapılmış, 1944 yılından itibaren 1980'li yıllara kadar İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından kullanılmıştır. Bu han şimdi adliye olarak kullanılıyor.
"Emniyet Müdürlüğüne getirildiğinin kaçıncı günüydü, kendisini bu hücreye attıklarında? Çıkabilmenin olanağı yok. Hücrede şimdi beş kişiler.Bazen altı kişiyi buldukları da oluyor. Tıkış tıkış. İşte o zaman dönecek yer kalmıyor hücrede. Herkes iç içe. Nicedir bu hücrede değişmeyen iki kişi de, bu çocukla kendisi. Bir gün akşama doğruydu, getirip atıvermişlerdi hücreye bu çocuğu boş bir çuval gibi. Ötekiler, nedense durmadan değişiyor. Kimler gelmedi, kimler geçmedi...Hele geçen günkü o üç kişi...Arkadaşlarmış. Hücreye girer girmez üçü de birden sigara içmeye kalkışmaz mı? Sigara dumanından hücrede göz gözü görmez olmuştu bir anda. Üstelik şimdiki gibi cehennemi bir sıcak. İşte gene bu oğlan atılıvermişti çocukça bir işgüzarlıkla. "Ağbiler" demişti, "Hücremizin de yasaları var. Yazısız yasalarımız var yani. Örneğin bu yasalara göre, hep birlikte sigara içmek yok. Sigara içmeyi de bir sıraya bindiriyoruz. Biri içerken, ötekiler içmiyor." Ne garip, demek hücreyi de sahipleniverebilirmiş insan. Malı belleyebilirmiş...Birazdan da o avukatın yanına gider. Dizinin dibine çöker. Bu kez ona başlar anlatmağa. "Ağbi sahi bana ne ceza verebilirler?"
En az "Kitap Hırsızı" kitabı kadar ilginç bir kitap Hiç Kimse Sıradan Değildir.
Okuması kolay, olay örgüsü karışık olmayan bir roman.
Romanın baş kahramanı 19 yaşındaki taksi şoförü Ed Kennedy, varoş bir mahallede, leş kokulu, kahve düşkünü ihtiyar köpeği Kapıcı ile yaşıyor. Arkadaşları Marv, Ritchie ve Audrey ile bankaya gittikleri sıradan bir günde, Ed, beceriksiz bir banka soyguncusunu yakalatmayı becerir. Ed' in o günden sonra hayatı değişecektir.
Kitap sıkmadı, gereksiz tekrarlar ve uzatmalar yoktu. Olup olmadığını bilmiyorum ama filmi çekilse ilginç olur.
Kitaptan akılda kalan cümleler ise şöyle:
"Ancak günümüzün hastalıklı toplumunda bir insan çok fazla kitap okumakla suçlanabilirdi."
"Gerçeğin bazen ne kadar zalim olabildiğini görmek inanılmazdı. İnsan sadece hayranlık duyuyordu."
"Senden bu kadar nefret etmek çok fazla sevgi gerektiriyor. "
“Sağduyu etkisiz kaldığında şeytan yardıma koşar!”
Adını şimdiye kadar duymamış olmam benim ayıbım mı bilemiyorum. BU kitabın okullarda ödev olarak okutulması gerekli olduğunu düşünüyorum. Kısacık 49 sayfalık bir öykü Zacharius Usta. Jules Verne' nin fantastik bir öyküsü. Bu kez bilim ve manevi değerler kıyaslaması var. Kibirin bir insanı ne hale getirdiği bundan güzel anlatılamazdı.
Zacharius Usta olağanüstü ince bir işçilikle ürettiği kusursuz saatlerle Cenevre şehrinin gururudur. Saatçiliğin ilerleyen bilime ayak uydurmasıyla, Zacharius Usta da “saat maşası”nı icat eder. Bu icadının ardından kibir başını döndürür. Öyle ya, Tanrı sonsuzluğu yarattıysa, kendisi de zamanı yaratmıştır. Ancak günün birinde imal edip sattığı bütün saatlerin ortada görünür bir sebep olmaksızın birden durmasıyla, öfkeli müşteriler evinin kapısını aşındırmaya başlar.
Ders niteliğinde alıntılar var öyküde:
"...Her birine ruhumun bir parçasını hapsettim! O lanet olası saatlerden biri ne zaman dursa, kalbimin durduğunu hissediyorum, zira saatleri kalp atışlarıma göre ayarladım."
“Üstelik, o devirde, zamanın ilerleyişini düzenlemek kimin umurundaydı ki! Hukukta zamanaşımı icat edilmemişti, fizik ve astronomi bilimleri hesaplarını titizlikle elde edilen kesin çözümlere dayandırmıyorlardı; ne belli bir saatte kapanan kurumlar, ne de dakikası dakikasına yola koyulan katarlar vardı...
Elbette ki hayat yapılan işlerin niceliğiyle ölçülürse, daha az yaşanıyor, ama daha iyi bir hayat sürülüyordu.”
"Ölüm bu!.. Varlığımı dünyaya dağıttığıma göre yaşayacak ne kadar ömrüm kaldı artık!"
"Ben Zacharius Usta, ölemem; çünkü zamanı ben düzenlediğime göre, zaman da benimle birlikte son bulur! Dehamın onu çekip çıkardığı o sonsuzluğa geri döner ve hiçliğin dipsiz kuyusunda ilelebet kaybolur! Bu kainatın, onu kanunlarına tabi kılan Yaradanı nasıl ölemezse, ben de ölemem! Onun eşiti haline geldim, gücünü paylaştım! Tanrı sonsuzluğu yarattıysa, Zacharius Usta da zamanı yarattı."
"Hayat nedir biliyor musun evladım? Varoluşu meydana getiren şu zembereklerin hareketini kavradın mı? Kendi içine baktın mı? Hayır; halbuki bilimin gözünden baksaydın, Tanrı' nın eseriyle benim eserim arasında var olan sıkı ilişkiyi görürdün, çünkü saatlerimin mekanizmasını, onun yarattığı canlıdan kopyaladım."