Son zamanlarda buna benzer kitaplar çıktı.Devamı gelir mi bilmiyorum.İnşallah benim de kitabım olsun, ben de esen bu rüzgardan serinleyeyim mantığıyla başlanmamıştır. Ünlü yazarlarımızın ağır dille rus romancısı olma heveslerine nazaran sade dilli akıcı bir kitap. Değişik hikayeler, herkesin kendinden birşeyler bulacağı şeyler barındıran hikayeler.Hikayeler diyorum çünkü önceleri kendi hayat hikayesinden kesitler sanmıştım, sonra öyle olmayabileceğini, o hava verildiğini düşündüm.O olasılık biraz havada bıraktı konuları.Kitabın başındaki anlatılanlar güzel akıcı gidiyorken sonra ortalara doğru sıkmaya başladı hikayeler.Ama en son anlatılan en güzeliydi bence.Orada yazan dileklerin tamamının gerçekleşmesi dileklerimle.
Okuduğum kitaplar hakkında yorumlar, düşünceler,alıntılar içeren kişisel blogum. Mehmet Tekinbaş
Bu Blogda Ara
19 Mayıs 2016 Perşembe
11 Mayıs 2016 Çarşamba
Hep Lunapark-Bahadır Cüneyt Yalçın
İrfan Yunus ve ailesinin Balkara şehrinde işlettiği naif lunapark. "Hangi lunapark bir uydu fotoğrafına doluyken yakalanmışsa oralıyım ben" cümlesinin müellifi İrfan. "Burada çocukluk değil manyaklık ortaya çıkar" sözünün sahibi Zafer. "Lunaparktaki sese ve ışığa savunma geliştirmeye çalışan sinir sistemi dert çekmeye vakit bulamaz" diyen, pembe ojeli parmaklarıyla hayal perdelerini parçalayan Ayşegül. Dönmeli, hoplamalı, ışıklı bir eğlence köyü. Ölmüş meşhur şarkıcılara mektuplar yazan safiyet ehli Mustafa, bir varoluş biçimi olarak bayılan Narine, kumarbaz Savaş, fettan Alev, dövüş ustası bir dondurmacı. Deniz kaplumbağası, peruklu balerin, şaşı ahtapot ve belgesel kameraları
Ne demişler: Roket yükselmeye inanır. Rüzgâr hep kazanır, tül hep kaybeder. İşte huzurlarınızda; yükseliş, alçalış, merkezkaç ve Newton. Acı, avantür, komedi ve sürpriz. Bahadır Cüneyt Yalçın, Mütevazı Bir İntikam'ın ardından Hep Lunapark ile yeni edebiyata bir kez daha kahkaha ve sevgiyle selam çakıyor. "Biz ancak kimsenin kaybetmediği bir ringte kazanabiliriz."
Kitabı bir haftada okudum, güzel başladı, ağır devam etti, zor bitti. Dergi yazılarını göz önüne aldığımda Bahadır Cüneyt Yalçın'dan daha farklı konu ve konunun arasına daha sıkça serpiştirilen incelemeler, ayrıntılar tespitler olmasını bekliyordum.Biraz o konuda zayıf kaldı.Kitap iyi, hoş ama bir Selçuk Aydemir hikayesi değil.
Kitaptan alıntılara gelince: "İnsan ancak kültürüyle medeniyete mal olabilir, ya da sadece çürüyerek."Oscar Wilde
-"Kavga veya tamir çıplak elle olduğunda paha biçilmezdi ama çağımızda bu görenekler unutulmuştu."
-"Hayatımda sadece bir kere sarhoş oldum.Yirmi üç yıl sürdü."W.C.Fields
-Atlıkarıncalar lunaparkın sembolüdür, öyle değil mi?. dedi.Çocukları baş dönmelerine alıştırıyor.Büyük dayım bunları pek sevmez.Atlıkarıncadaki atlar gibi aptal olmamak lazım, aynı yerde dönmek ancak harman sığırına yakışır" diyor.
-Garson gelince ilk konuşan kişi ya en çok susayandır ya da liderdir.
-Trambolin ticareti yapanlar nasıl dua eder.?Allahım sen yer çekimini koru, diye.
-"Trene bakanlar bir tek lunaparkta kendini kötü hissetmiyor."dedim
-Bütün istediğim paranın mutluluk getirmeyeceğini anlamam için bana bir şans verilmesi.
-Bir gün Sophia Loren'e soruyorlar:"Kocanız Avrupalı, onda Amerikan erkeklerinde olmayan şey nedir?. "Ben" diyor Sophia.Özgüvene bakar mısınız.
-"Veterinerlerin bildiğimiz Tıp doktorlarından farkı şudur; kimseye hayvan hakaret etmezler."demişti televizyonda bir doktor.
-Babalar her zaman haklı değildi, fakat her zaman babaydı.
-Düşüncesizlikten daha büyük düşünce suçu olur mu?
6 Mayıs 2016 Cuma
Küllenen Her şey-Feridun Andaç
Okuma Eyleminin Labirentlerinde
"Ancak bilgi, yazara sorumluluk yükler ve yazma işini daha da güçleştirir.Kalıcı değeri olan bir şeyler yazmaya çalışmak, yazma eyleminin kendisi, günde yalnızca birkaç saat sürse bile insanın tüm gününü alan bir uğraştır.Yazar bir kuyuya benzetilebilir.Dünyada ne kadar çok yazar varsabir o kadar da kuyu vardır.Önemli olan kuyuda iyi su bulunmasıdır ve kuyudan düzenli miktarlarda su almak, suyun tümünü kullanıp kuyuyu kuruttuktan sonra yeniden dolmasını beklemekden daha iyidir.
"Sadi Şirazinin Ay Yüzlü Güzel meselini her okuduğumda, sanatın bin bir yolunu ışıtan görme bilincinin sağanağına tutulduğumu söylemeliyim, sevgili okurum.
Sadi, bir güzele tutkuyla bağlanmanın seyrindeki kişiyi anlatan o meselini şöyle bitirir:
"Elinde bir bardak kar suyu vardı.İçine şeker dökmüş, gülsuyu katmıştı.Ama bilmiyorum, bilmiyorum bunu gülsuyu ile mi kokulandırmış, yoksa oraya yüzünün gülünden bir kaç damla mı düşürmüştü.?"
Velhasıl kınalı elinden şerbeti kaptım ve içtim, geçmiş ömrümü yeniden kazandım.
Gönlümde öylesine bir suszluk varki,suları sormak şöyle dursun, denizleri içsem gidecek değil.Gözü her sabah böyle bir yüze değen bahtiyara ne mutlu...Şarabın sarhoşu gece yarısı uyanır, Saki'nin sarhoşu ta kıyamet gününün sabahında ayılır"
Fikret Kızılok'un şu sözlerini anımsıyorum şu an:
"Meşhurluğumun bir hastalık olduğunu bilerek ortalıkta fazla görünmedim, sadece işimi yaptım, şarkılarımı söyledim.Aşk mektuplarımı başkasına yazdırmadım.Soldan doğdum soldan uyandım, solda oturdum.İnsan olmanın haysiyetini solda buldum, hep solcu oldum, hep solcu kalacağım.Sebebi gayet basit: insanın soyutlarının ve somutlarının bir bütün olduğudur.Güzelliklerin, kültürün ve sanatın satın alınamayacağıdır."
Bu ve buna benzer yazarın okuduğu kitaplara ilişkin yazarlardan ve kitaplardan alıntılar.Güzel bir kitap. kitabın sonunda da Leyla Aktay' la yapılmış bir söyleşi var.
Mücella-Nazan Bekiroğlu
Nazan Bekiroğlu'nun ilk defa Nar Ağacı
romanını okumuştum. Çok beğenmiştim. Mücella'da beklentim kapak resmi gördükten
sonra özellikle çocukluğumun geçtiği 80 li yılları daha çok yaşayacağımı
düşünmüştüm.Ama sanki o beklentim eksik kaldı gibi. Konu biraz hafif
kaldı sanki, başta ben mi karıştırdım bilmiyorum ama karakterleri karıştırdım.
Sonra oturdu ama çok beynimi yormadan bitirdiğim bir kitap oldu.
Kitapta özetleTevfik
Efendi ve Neyyire Hanım’ın Mücella ve Fahir adında iki çocukları vardır. Fahir,
Mücella’dan on dört yaş büyüktür. Neyyire Hanım’ın Mücella’ya hamile olduğu
yıl, kocası Tevfik efendi şeker hastalığı yüzünden hayatını kaybeder. Fahir,
Keriman adında bir kızla evlenir ve Fahir’in annesiyle yaşamaya başlarlar.
Ancak bir süre sonra Keriman ve Neyyire Hanım’ın arasında anlaşmazlıklar
başlar. Durum böyle olunca Fahir ve Keriman İstanbul’a gitmeye karar vererek
oradan ayrılırlar.
Oğluyla gelini gittikten sonra tek başına kalan Neyyire Hanım, tek başına çocuk büyütmenin zorluklarıyla karşı karşıya kalır. Kızı Mücella’yı çok sever ve üzerine titrer. Mücella da annesini çok sever ve hiç sözünden çıkmaz. Mücella ilk okulu bitirdikten sonra Neyyire Hanım başına bir şey gelmesinden korktuğu için onu ortaokula göndermemeye karar verir. Mücella’nın kuzeni Filiz ise akşam sanat okuluna başlar.
Filiz ve Mücella gençlik yıllarına geldiklerinde, Filiz birine aşık olur ve mektuplaşmaya başlar. Mücella ise annesinin baskısı yüzünden bakkala gitmek haricinde dışarıya bile çıkamamakta ve zamanını evde geçirmektedir. Evde olduğu süre içinde annesinden dikiş nakış öğrenen Mücella, tüm mahalleye yetecek kadar çeyiz hazırlar. Bu sırada evlenme yaşı da gelir.
Filiz, İş Bankası’nda işe başlar. Mücella ise hala evde vakit geçirmekte, ev işleri, yemek yapmak, çeyiz hazırlamak gibi işlerle uğraşmaktadır. Filiz’in Refik Bey adında mühendis bir talibi çıkar. Filiz evlenmeyi kabul eder. Çeyiz hazırlamaya vakti olmadığı için Mücella’nın hazırladığı çeyizlerden alır. Filiz ve Refik Bey’in iki kızları olur. Filiz bankada çalıştığı için çocuklarıyla yeterince ilgilenemez, bu nedenle onları Mücella büyütür.
Mücella 30 yaşına geldiği halde hala bekardır. Bu süre içinde abisinin torunları bile olmuştur. Artık evlenemeyeceğini anlayan Mücella, annesinin sözünü eskisi kadar dinlememeye, tek başına evden çıkıp gezmeye başlar. Bir gün yine dışarı çıkarken annesi arkasından “geç kalma” diye seslenir. Mücella içinden annesine sinirlenir. Eve döndüğünde sokakta bir kalabalık görür ve panikler. Annesinin vefat ettiğini öğrenerek yıkılır. Yalnız yaşamaya başlayan Mücella’ya komşuları destek olur. O da tıpkı annesinin bir zamanlar olduğu gibi mahallenin dert ortağı olur.
Mücella, gençliğinde yaptığı çeyizleri, ihtiyacı olan fakir ailelerin genç kızlarına dağıtır. Bir gün o da tıpkı annesi gibi yalnız başına bordo halının üstünde son nefesini verir. Kendisinden geriye, dantel işlemeli bir sandık örtüsü ile abonoz kaplı bir ayna kalır.
Oğluyla gelini gittikten sonra tek başına kalan Neyyire Hanım, tek başına çocuk büyütmenin zorluklarıyla karşı karşıya kalır. Kızı Mücella’yı çok sever ve üzerine titrer. Mücella da annesini çok sever ve hiç sözünden çıkmaz. Mücella ilk okulu bitirdikten sonra Neyyire Hanım başına bir şey gelmesinden korktuğu için onu ortaokula göndermemeye karar verir. Mücella’nın kuzeni Filiz ise akşam sanat okuluna başlar.
Filiz ve Mücella gençlik yıllarına geldiklerinde, Filiz birine aşık olur ve mektuplaşmaya başlar. Mücella ise annesinin baskısı yüzünden bakkala gitmek haricinde dışarıya bile çıkamamakta ve zamanını evde geçirmektedir. Evde olduğu süre içinde annesinden dikiş nakış öğrenen Mücella, tüm mahalleye yetecek kadar çeyiz hazırlar. Bu sırada evlenme yaşı da gelir.
Filiz, İş Bankası’nda işe başlar. Mücella ise hala evde vakit geçirmekte, ev işleri, yemek yapmak, çeyiz hazırlamak gibi işlerle uğraşmaktadır. Filiz’in Refik Bey adında mühendis bir talibi çıkar. Filiz evlenmeyi kabul eder. Çeyiz hazırlamaya vakti olmadığı için Mücella’nın hazırladığı çeyizlerden alır. Filiz ve Refik Bey’in iki kızları olur. Filiz bankada çalıştığı için çocuklarıyla yeterince ilgilenemez, bu nedenle onları Mücella büyütür.
Mücella 30 yaşına geldiği halde hala bekardır. Bu süre içinde abisinin torunları bile olmuştur. Artık evlenemeyeceğini anlayan Mücella, annesinin sözünü eskisi kadar dinlememeye, tek başına evden çıkıp gezmeye başlar. Bir gün yine dışarı çıkarken annesi arkasından “geç kalma” diye seslenir. Mücella içinden annesine sinirlenir. Eve döndüğünde sokakta bir kalabalık görür ve panikler. Annesinin vefat ettiğini öğrenerek yıkılır. Yalnız yaşamaya başlayan Mücella’ya komşuları destek olur. O da tıpkı annesinin bir zamanlar olduğu gibi mahallenin dert ortağı olur.
Mücella, gençliğinde yaptığı çeyizleri, ihtiyacı olan fakir ailelerin genç kızlarına dağıtır. Bir gün o da tıpkı annesi gibi yalnız başına bordo halının üstünde son nefesini verir. Kendisinden geriye, dantel işlemeli bir sandık örtüsü ile abonoz kaplı bir ayna kalır.
5 Mayıs 2016 Perşembe
Sıddhartha-Herman Hesse
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjKNhIRA_MZqKqkJFsVwNRUXKkLAy7xH35fbctOHFqaR0trPc0OX9R7otg-DtCz_8jy3tqMp7s1iqqih6kNYQDElADCyu_OQj_2sPuZBC3bZPFM5eL3POhGg2ZgqRq_JCuktZJgPZV8B64/s1600/siddharta.jpg)
En iyi yaptığı şey düşünmek, beklemek ve
oruç tutmaktı. Ama bunlarla sınırlı kalmadı becerileri, başka şeyler de öğrendi
hatta bir ara başka bir insan bile oldu. İnsanları yıldızlar ve yapraklar diye
iki gruba ayırıyordu. Bir yıldızdı önce, kendi yolunu çiziyordu, sonra bir an
geldi yaprak oldu, rüzgarın estiği tarafa savruldu. Ama özünde yıldızdı o,
sonsuza kadar savrulmayacaktı, elbet yolunu yeniden bulacaktı.
Bilinmesi
gereken şeyleri insanın kendisinin tatması gerektiğine inanıyor, bilgeliğin
öğretilemeyeceğini savunuyordu Siddhartha. Öncelikle kitabın çok şık bir dili
var. Belki de Doğu felsefesinin naifliğinin, sadeliğinin getirisidir bu; akıp
gidiyor.
Tamamen farklı bir kültüre ait bu kitabı okurken yeni bir sürü şey öğreniyorsunuz. Kitap insanı araştırmaya itiyor. Hint kültürü ve Budizm inanışına ait birçok şey öğreniyorsunuz. Bu yanıyla öğreticiliği ikiye katlanıyor. Çünkü ayrıca size kattığı çok önemli şeyler de var. Öncelikle üç yüce edimi tanıyoruz: Oruç tutmak, yürümek ve düşünmek. Özellikle oruç tutma konusu öyle bir işlenmiş ki farklı bir bakış açısı kazandırıyor insana. Kitabı okurken Budizm inancından kopuyorsunuz zaten, kendi kültürünüzle arasında bir fark göremiyorsunuz. Yazar o evrensel dili yakalamayı çok iyi bilmiş.
Ayrıca kitabın sayfalar boyu söylemeye çalıştığı önemli bir şey daha vardı: Bu da aydınlanmanın yol göstericilerin öğretilerini dinleyerek gerçekleşemeyeceğiydi. Aydınlanma ancak kişinin kendi yolunu, kendi çıkarımlarıyla bulmaya çalışmasıyla gerçekleşebilirdi.
Son olarak da şunları söyleyebilirim. Zaman ve sabırla ilgili kısımlar kesinlikle ufuk açan cinstendi ama benim dikkatimi daha çok çeken bir şey vardı: Güler yüz. Nasıl da etkileyici ve önemli bir şey olduğunu insan sürekli unutuyor. Sadece bunu hatırlatması için bile defalarca okuyabilirim.
Tamamen farklı bir kültüre ait bu kitabı okurken yeni bir sürü şey öğreniyorsunuz. Kitap insanı araştırmaya itiyor. Hint kültürü ve Budizm inanışına ait birçok şey öğreniyorsunuz. Bu yanıyla öğreticiliği ikiye katlanıyor. Çünkü ayrıca size kattığı çok önemli şeyler de var. Öncelikle üç yüce edimi tanıyoruz: Oruç tutmak, yürümek ve düşünmek. Özellikle oruç tutma konusu öyle bir işlenmiş ki farklı bir bakış açısı kazandırıyor insana. Kitabı okurken Budizm inancından kopuyorsunuz zaten, kendi kültürünüzle arasında bir fark göremiyorsunuz. Yazar o evrensel dili yakalamayı çok iyi bilmiş.
Ayrıca kitabın sayfalar boyu söylemeye çalıştığı önemli bir şey daha vardı: Bu da aydınlanmanın yol göstericilerin öğretilerini dinleyerek gerçekleşemeyeceğiydi. Aydınlanma ancak kişinin kendi yolunu, kendi çıkarımlarıyla bulmaya çalışmasıyla gerçekleşebilirdi.
Son olarak da şunları söyleyebilirim. Zaman ve sabırla ilgili kısımlar kesinlikle ufuk açan cinstendi ama benim dikkatimi daha çok çeken bir şey vardı: Güler yüz. Nasıl da etkileyici ve önemli bir şey olduğunu insan sürekli unutuyor. Sadece bunu hatırlatması için bile defalarca okuyabilirim.
İbadette yıkanarak arınmak
yararlı idi, ama arıtan şey suydu, günahları arıtamazdı, akıl-ruhun açlığına
şifa bulamazdı, kalpte yerleşmiş kaygıyı dağıtmazdı...
...tüm günahlar bağışlanmayı, tüm küçük çocuklar yaşlıyı,
tüm bebekler ölümü, tüm ölenler sonsuz yaşamı kendi içinde taşır.
...yumuşak sertten güçlüdür, su kayadan güçlü, sevgi
zorbalıktan güçlüdür.
“Yazmak iyidir, ama düşünmek daha iyi; akıllılık iyidir,
ama sabretmek daha iyi.”
Kırmızı Saçlı Kadın-Orhan Pamuk
Kurgu içinde Sigmund Freud'un Oidipus
Kompleksi var, hikayeyi güçlendirmek için Sophokles'in "Kral Oidipus" ve
Firdevsi'nin "Rüstem ile Sührab" efsaneleriyle, doğu-batı kültürünün
karşılaştırılması şeklinde örnekler ve anlatımlar var.
Baba-oğul ilişkisi, İstanbul'un hızla büyümesi,
kuyuculuk mesleğinin zamanla yok olması, uzak-yakın tarihten örnekler gibi
konularla nostalji kokan bir kitap olmuş keyifle okudum.
4 Mayıs 2016 Çarşamba
Atatürk' ün Şifresi - Aytekin Gezici
Bu kitaptan neler öğrendim;
Atatürk'ün doğduğu tarih, ailesi, babası,üvey babası, makbule harici kardeşleri, hatta doğduğu evle ilgili bilgiler, (tabi doğruluğu tartışılır)
Hayatındaki bazı olayların olumsuzların olumluya çevrildiği, yanlışsız, hatasız bir insan olarak görüldüğü, resmi tarihin haricinde günlük yaşadığı savaş öncesi ve sonrası asker ve sivil kimliğiyle ilişkileri hakkında, bugün altında Kemal Atatürk imzası olan bazı veciz sözleri aslında başkalarının söylediği bazı sözlerinin ise istemeden de olsa çarpıtıldığı,
Atatürk Soyadının nasıl verildiğini, bunda Naim Hazım Beyin etkisini, diğer soyadı teklifinin Türkata ve atabey olduğunu,
Baba tarafından dedesı Hafız Ahmet Efendinin 14,15. yüzyıllarda Konta ve Aydın'dan Makedonyaya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerinden olduğunu,(Aydınlıyım ya kendime pay çıkartıcam),
Görüşlerinin karşısında olan çevresindeki insanlara karşı ilk anda tahammülsüz olduğunu ama sonra gönüllerini almasını bildiğini,
Evlatlığı ve öz evladı varmıydı, evladı olduğu iddia edilen kişi hakkında bilgileri,
Bunun yanında her istediğinin yapıldığı, o zamanki şartlarda güzel şartlara ve imkanlara sahip olduğu, çevresindekilerin etrafında pervane olduğu,
Hayattayken kendisinin oynamak istediği hayatını anlatan bir film çekilmesini istediği, huyu, boyu resmi özel herşey.
Kafanızda kurallar tabular olmadan tarafsız bir gözle okuyun derim.
3 Mayıs 2016 Salı
Köstebek-Necip Hablemitoğlu
'Pirincin içindeki siyah taştan değil beyaz taştan korkun'' diyor kitabında, Olanları, olacakları 15 yıl önce görmüş Cemaatın, devlet kurumlarına nasıl sızdığı ve cemaat içi hiyerarşiyi anlatan, şimdilerde temizlenmesine çalışılan olguları 15 yıl öncesinde görmüş olan, kimi çevrelerce sevilen kimilerince de sevilmeyen Necip Hablemitoğlu'nun kitabı.10 yıl önce okusaydım, hayret ederdim ama şimdi okuyunca çok ilginç gelmedi.Çünkü şifreler, ilişkiler ortaya çıktı.
"Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz; en doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir; medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir..."-Mustafa Kemal Atatürk-Yıl 2002. Dr. Necip Hablemitoğlu, "Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olma yolunda, devrimlerden dönüş sürecinin sancılarını yaşıyor..." diyerek endişelerini dile getiriyor, bulgularını ortaya koyuyor: "Yeni binyılın şeyhlerinin, dervişlerinin, müritlerinin ve meczuplarının amaçlarının da değiştiği gözlemleniyor. Artık amaç, bir şeriat devleti kurmak değil. Şeriat, iktidarı, parayı, her türlü gücü ele geçirmenin sadece simgesel, klişeleşmiş adı. Mürtecilik yani gericilik de artık salt dinsel anlamda kullanılmıyor." "Bunlara karşı olmak, onaylamamak artık yetmiyor... Her gerçek kamu görevlisinin mağdur olma pahasına, elini taşın altına koyması; devletimizin, tam bağımsızlığımızın geleceği açısından inisiyatif kullanırken canının yanmasını, bedel ödemesini göze alması gerekiyor. "Ben Türk'üm ve başka Türkiye yok" diyerek yola çıkmış ve bunun bedelini canıyla ödemiş gerçek bir aydın olan Necip Hablemitoğlu, Köstebek kitabında irtica tehdidini, devlet kademelerindeki örgütlenmelerini kuşkuya yer bırakmadan begelerle ispatlıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)