Bu Blogda Ara

20 Kasım 2018 Salı

İkigai - Hektor Garcia&Francesc Miralles


Bu kitabın amacı Japonya'daki asırlık insanların sırlarını ve kendi ikigainizi bulmanız için gerekli araçları size sunmaktır.


Japonlara göre, herkesin bir ikigaisi vardır.


Kabaca "hep meşgul kalarak mutlu olma"  olarak çevrilebilen bu Japonca kavram logoterapiye benzese de onun bir adım ötesindedir. Ayrıca Japonların, özellikle de her 100.000 kişiden 24.055'i 100 yaşın üzerinde olup küresel ortalamayı geçen Okinawalıların olağandışı uzun ömürlerini ikigai açıklayabilir. 
Bu kavram araştırılınca psikoloji ya da kişisel gelişim alanında hiçbir kitabın bu felsefeyi batıya taşımadığı keşfedilir.

Okinawa'da asırlık insanların daha fazla olmasının sebebinin ikigai mi? İnsanları ölene kadar faal olmaya nasıl teşvik ediyordu?
Meselenin  derinine inilince, özellikle üç bin nüfuslu, dünyadaki en uzun yaşam ömrüyle övünen, öyle ki uzun ömür köyü lakabını alan adanın kuzey ucundaki tarımla geçinen Ogimi kasabası olduğu keşfederler ve Japon asırlıkların sırlarını araştırmaya karar verdiler.

Okinawalılar, dışarıdan gelenlere düşmanlık beslemek yerine "daha önce onlarla tanışmamış olsan bile herkese kardeşin gibi davran" anlamına gelen ichariba chode prensibine göre yaşıyorlar.


Net bir şekilde belirlenen ikigai hayatlarımıza tatmin, mutluluk ve anlam getirir. Bu kitabın amacı kendinizinkini bulmanıza yardım etmek ve kalıcı beden, zihin ve ruh sağlığı üzerine Japon felsefesinin kavrayışlarını paylaşmaktadır.


Kitaptan satırbaşları:

"Japonya'da yaşarken fark ettiğimiz şaşırtıcı bir başka şey de insanların emekli olduktan sonra faal kalmaya devam etmeleridir. Aslında birçok Japon asla gerçekten emekli olmuyor, sağlıkları izin verdiği sürece sevdikleri şeyleri yapmaya devam ediyorlar."

"Birçok insan olduğundan daha yaşlı görünür. Erken yaşlanmanın nedenlerini inceleyen araştırmalar stresin bununla ilişkili olduğunu göstermiştir, çünkü beden, kriz dönemlerinde çok daha hızlı yıpranır. Amerikan Stres Enstitüsü bu yıpranma sürecini araştırmış ve çoğu sağlık sorununun stres kaynaklı olduğu sonucuna varmıştır."


"Stresin, hücresel yenilenmeyi ve hücre yaşını etkileyen telomer adlı hücre yapısını zayıflatarak hücresel yaşlanmayı hızlandırdığını keşfettiler."


"Bilim uykunun yaşlanma karşıtı bir araç olduğunu göstermiştir, çünkü uyku sırasında melatonin hormonu üretiriz. Güçlü bir antioksidan olan melatonin daha uzun yaşamamıza yardımcı olur."


"Genellikle işleri birleştirmenin bize zaman kazandırdığını zannetsek de bilimsel olarak tam tersi kanıtlanmıştır. Birden fazla işi yapmakta iyi olduğunu iddia edenler pek verimli değiller. Aslında en az verimli olanlar."


"Diğer araştırmalar bir seferde birkaç şey üzerinde çalışmanın verimliliği en az yüzde 60 ve IQ'muzu da en az on puan azalttığını gösterir."


"Japonca öğrenmeye başlayan birinin ilk öğrendiği kelimelerden biri 'ganburu'dur, yani 'sonuna kadar direnmek' ya da 'kişinin elinden gelenin en iyisini yaparak dik durması' anlamına gelir."

"Uzun ömürlülerin uluslararası yıldızı şüphesiz Japonya'dır, dünyadaki en yüksek yaşam ömrüne sahip insanlar burada yaşar. Japon ömrünün uzunluğu kültürlerine sıkı sıkıya bağlı olmalarına dayanmaktadır. Ayrıca sağlıklı beslenmelerine ve sağlık sistemleri sayesinde düzenli kontrol yaptırarak hastalıkları önlemelerine de bağlıdır. Japon halkının toplum algısı sonuna kadar faal kalma çabası uzun yaşamalarındaki anahtar unsurlardır. Çalışmak zorunda değilken bile meşgul olmak istiyorsanız, ufkunuzda bir ikigainiz, yaşamınız boyunca size rehberlik eden bir amacınız olmalı, toplum ve kendiniz için bir şeyleri güzel ve kullanışlı kılmak için kendinizi motive etmelisiniz."


"Yaşamdaki mutluluğun ana şartları: Yapacak bir şey, sevecek biri ve umut edecek bir şey."


"Uzun ömrümün sırrı her zamankendime 'Ağır ol' ve 'Rahatla' demektir. Acele etmezseniz çok daha uzun yaşarsınız."


" 'Hara hachi bu' atalardan gelen bir uygulamadır. Zen budizmi hakkında 20. yüzyılda yazılmış Zazen Youjinki adlı kitap, o anda ne yemek istiyorsanız düşündüğünüzün üçte iki kadarını yemenizi tavsiye eder. Kalori sınırlaması hayatınıza yıl eklemenin en etkili yollarından biridir. Düzenli bir şekilde yeterli ya da miktarda kalori alınırsa beden uyuşur ve yıpranmaya başlar çünkü enerjisini büyük oranda sindirime harcar."


"Wabi-sabi çevremizdeki dünyanın kısa, değişken ve kusurlu doğasının güzelliğini gösteren bir Japon terimidir. Güzelliği mükemmellikte değil, kusurlu ve eksik şeylerde aramalıyız. Bu yüzden Japonlar kusurlu ya da kırık bir çay fincanına büyük değer verir. Kusurlu, eksik ve kısa ömürlü şeyler gerçekten güzel olabilir, çünkü gerçek dünyaya benzeyen sadece onlardır."


"Hayat çözülmesi gereken bir sorun değildir. Sadece etrafınızda siz seven insanlar olsun ve sevdiğiniz şeylerle meşgul olun." 


"İkigainin on kuralı, 

1-Aktif kalın, emekli olmayın
2-Ağırdan alın
3-Midenizi tıka basa doldurmayın
4-Çevrenizde iyi arkadaşlarınız olsun
5-Bir sonraki doğum gününüze kadar şekle girin
6-Gülümseyin
7-Doğayla tekrar bağlantı kurun
8-Teşekkürlerinizi sunun
9-Anı yaşayın
10-İkigainizi takip edin.





18 Kasım 2018 Pazar

Sakallı Celal - Orhan Karaveli


Bir tek satır yazılı eser bırakmadığı ve hakkında bir tek kitap bile yazılmadığı halde şöhreti neredeyse yüz yıldır iyi kötü sürüp giden  bu ilginç ve özgün kişilik büsbütün unutulmadan onu, özellikle genç kuşaklara tanıtmak için rol üstlenmeliydim diyor "Sakallı Celal" kitabının yazarı Orhan Karaveli.

Çok iyi şartlarda yaşayabilecek olmasına karşın daha sade ve birazda boşvermişci bir yaşamı tercih eder. Üstü başı daima hırpani, pantolonları yamalı, lekelidir. Yıkanmayı sevmemektedir. Buna rağmen lüks davetlerin onur konuğu olmaktadır. Çünkü orijinal zekası, yaratıcı fikirleri nedeniyle çok rağbettedir. Paraya pula önem vermez. Kılık kıyafetinin ve saçının başının hırpani olmasına rağmen katıldığı davetlerde kullanacağı çatal bıçağı silip temizlemeden yemeğe başlamaz, mikrop kapma korkusu had safhadadır. Düşünür ve Filozof olarak döneminde oldukça önemli bir yeri olmasına karşın yazılı bir eser bırakmamıştır. Ayrıca hakkında hemen hemen hiçbir basılı bilgi yoktur. Ta ki gazeteci yazar Orhan Karaveli’nin “SAKALLI CELAL” kitabını yazana dek.

Celal YALNIZ, namı diğer Yalnızlığın Piri "Sakallı Celal" sakalını kesmediği için bu lakapla şöhret yapmıştı ama onun asıl şöhreti, önünü arkasını düşünmeden dobra dobra söyleyiverdiği açık fikirlerinden ve nüktelerinden ileri geliyordu. 

CELALLİ SAKAL

"Müthiş bir ilerici, müthiş bir pervasız, müthiş bir zeka, müthiş bir kültür adamıydı. Az konuşur, pek az insanla ahbaplık ederdi. Çok kimseyi tanır ama az insana değer verirdi. Birçoğunun garip bulduğu bir insandı" Ani kızıp parlayıp öfkelenmeleri nedeniyle  "Sakallı Celal" yerine "Celalli Sakal" da dendiği oluyordu.

Bir paşazade olduğu halde bu sıfatın getirdiği kolay hayattan uzak kalarak edindiği bilgileri ve ideallerini memleket çocuklarına nakletmek için Üsküp'lere, Kastamonu'lara gitti. Çevresini saran gericilerle savaştı. Cumhuriyetin ilanında onu Ankara Lisesi Müdürü olarak görüyoruz. Liselere kadın öğretmen onun vasıtasıyla tayin edildi. Karşısına onu mağlup eden mevzuat hazretleri ve anlayışsızlıklar çıkınca Celal Bey kafası ile çalışıp hizmet edemediği memleketine elleriyle yardım etmeye karar verdi; amelelik, boyacılık yaptı. 

SAKAL BIRAKMASINA SEBEP MAKİNE MÜHENDİSLİĞİ AŞKIYDI

Mektebi Sultani (Galatasaray Lisesi) mezunuydu. Son sınıfta iken 31 Mart hadisesi olmuş, Hareket Ordusu kurulmuştu. Okuldan kaçtı, Hareket Ordusuna gönüllü katıldı. Vatanını delice bir aşkla severdi. İtalya, Trablusgarp'a saldırdığı zaman bir Fransız pasaportu uydurarak "Jan Piyer" adı altında mücahitlere cephane götürdü. 1907'de mezun oluncaya kadar Galatasaray'da geçirdiği 11 yıl Mahmut Celal'in aydınlanmacı, özgür, bağımsız, ödünsüz ama sevecen kişiliğinin gelişmesinde etkili olmuştur. Galatasaray Lisesi Müdürü Tevfik Fikret onu siyaset eğitimi alması için Fransa'ya göndermeyi teklif eder ama onun aklı makine mühendisliğindedir. Girişimleri sonuç vermez. Boş verir siyasal bilimler okumaya ve ömrünün kalan elli yılı boyunca "alameti farikası" olacak; adını ve ününü belirleyecek ünlü sakalını işte tam da o günlerde bırakır. Üstelik bir daha kesmemecesine.

Bir yılı aşkın süre kaldığı Paris'te, Türk halkının ne denli geri bırakıldığını daha derinden ve somut biçimde görüp algılama fırsatı bulmuştur. Tam bir idealist öğretmen olup çıkmıştı, Paris dönüşü Celal Bey. Bir süre Tevfik Fikret'le birlikte kendi okulunda hizmette bulundu.

ÜSKÜP, KASTAMONU, İZMİT YILLARI

Zamanın Maarif Nazırının huzuruna çıktı. Üsküp İdadisinde Fransızca ve felsefe okutmak istediğini söyleyerek Makedonya'ya gitti. Üsküp'ü halkıyla ve hocalık ettiği öğrencileriyle sevmişti ama bazı davranışları kimi çevreleri rahatsız etmiyor da değildi. Bu çevrelerin gözünde o çocuklarına Büyük Fransız Devriminden söz eden bir zındıktı. Oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, cumalara bile gitmiyordu. Üsküp gibi Rumeli'nin az çok özgürlükçü havasını soluyan bu kentte bile  Sakallı Celal'in ne yapmak istediği anlaşılamayınca sakalından utanmayan bu gavuru kentlerinden uzaklaştırmak için müftüyü harekete geçirdiler. Velhasıl azledildi Sakallı Celal ve İstanbul'a döndü.

Osmanlının savaş yıllarında silah altına alınmak için yaptığı başvuru, "Ülkeye öğretmen de gerekli.." diye geçiştirilerek Kastamonu Sultanisine Fransızca öğretmeni olarak atandı. Kastamonu gibi tutucu bir yerde çoğu kez başı açık dolaşıyor, müspet ilimin ve aklın inanmadığı boş sözlere değer verilmemesini öğütlüyor, çocuklara Darwin nazariyesinden bahsediyor ve çocuklara ayak topu oynatıyordu. Üsküp'te bir yobazın "Bu oyun dine aykırıdır" dediğini duyunca yobazı dövmüştü. Burada da şikayetler ayyuka çıkınca bir tel emri ile İzmit'e gönderildi. Oradan da Ankara Sultanisi'ne müdür oldu. Cumhuriyetin ilanından sonraki yıllarda bir gün Maarif Vekilinden gelen bir mektupta son sınıfların ve ondan bir önceki sınıfların Adliye Hukuk Mektebi ve benzeri yüksek öğrenim kurumlarının gereksinimlerini karşılaması için idareten mezun edilmesini istemesi üzerine "Ankara Sultanisi 'boyacı küpü' olmadığı cihetler Vekaletin talebi kabili tatbik görülmemiştir." diyerek Vekalete istifasını sunmuştur.  

SAKALLI CELAL'in AYDIN YILLARI

Hiçbir kalıba girmeyen, bildiğinden şaşmayan, ödün vermeyen Sakallı Celal yine işsizdir. 1928 ortalarında Sakallı Celal Bey, Karapınar İncir Mahsulleri Kooperatifinin yeni makinelerle güçlendirilen İncir İslah ve Tütsüleme tesislerinde çalıştırılmak üzere bir baş makinist arandığını öğrenir ve gerekli başvuruyu yapar. Fabrika yetkilileri son işlerinden birinin Ankara Sultanisi Müdürlüğü olduğunu söyleyen ve adı Türkiye çapında duyulmaya başlanan bu ilginç adamdan biraz pirelenirler ama makinelere yatkınlığını görünce "tamam, başla" derler.

Celal Bey, esas işi dışında üreticilerle birebir temas kurarak incir ve üzüm tarımının geliştirilmesi, taşınması, kurutularak da paketlenip ihraç edilmesi konusundaki yepyeni fikirleriyle kısa sürede baş ustalığa yükselecek ve işyerinin direği durumuna gelecektir. O zamana göre yeni ve karmaşık makineleri kolayca çözmesinin yanında okuması bile olmayan Anadolu çocuklarına bu makineleri öğretmekten ve benzerlerinin aksine bildiklerini onlarla paylaşmaktan zevk almaktadır. Fabrika yetkililerinin  gözdesi olup çıkmıştır. Ustabaşı sıfatına aldırış etmeden en ağır çuvalların altına girerek işverenlerini hayretler içinde bırakmaktadır. Onların, Aydın'ın tozlu yollarında bozulan otomobillerini bile bir çırpıda onarmakta, hafta sonu birlikte pikniğe gittiklerinde onlara ruhsatlı tabancasıyla silah kullanmayı öğretmektedir.

Bu arada, ürün islah, geliştirme ve paketlenmesi konusunda Avrupa'dan getirttiği kitapları okumakta ve akşam evinde çekildiğinde kooperatifin armağanı olan gramofonunda taş plaktan klasik batı müziği dinlemektedir. Kemalist devrimleri ise yerel gazetelerden izleyerek işçilere anlatmayı ek iş edinmiştir. Çevrede söylendiğine göre Rumlar'ın gidişinden beri buralara ilk kez gavurca gazeteler bile gelmektedir. Celal Bey abone olduğu için fabrikada işçilere yeni harflerle okuma yazma bile öğretmektedir.

Başarı kazancı da birlikte getirmiş ve Sakallı Celal Bey özenerek yaptığı ve zevkle döşediği evinin yanı sıra yakınlardaki dere boyunda bir de kocaman arsanın sahibi olmuştur. Sonraki yıllarda çağlayan dere arsasının büyük bölümünü alıp götürecektir.

Dokuz köyden kovulmuş, tası toprağı toplayıp çekip gitmiş bir adamın geri kalan yaşamı, herhalde böyle sakin ve sıradan bir ortamda sürüp gidemezdi. Gitmedi de!

KOMÜNİSTLİĞİN BELGESİ İŞTE BURADA 


Tek başına, rahat ama gösterişten uzak bir yaşantısı olduğundan maddi sıkıntısı yoktu ve bankada bir hayli parası birikmişti. Orjinal ve yaratıcı fikirleri nedeniyle, sık sık ikramiye bile alıyordu. O nedenle, iki ay önceki maaşını fabrikadaki bir arkadaşına vermişti: "Elin bollaşınca ödersin" diyerek. Adamın dört çocuğu vardı, eşi hastaydı ve yarı aç yaşadığını herkes biliyordu.

Çok geçmeden, Aydın'da karakola çağrıldığını öğrenir Bir zavallı işçiye yardım elini uzatmıştı ya, "bu adam eski komünistlerdendir.." diye ihbar etmişlerdir polise. Komiser, "Evinde arama yapacağız" diyerek Sakallı Celal Bey'e:
-Düş önümüze! Bizi evine götür, der.
Giderler. Her tarafı didik didik arar polisler. Bir köşede sessizce olup biteni izleyen Celal Bey, sonunda dayanamayıp:
-Allah aşkına komiserim siz evimde ne arıyorsunuz? diye sorar.
-Fakir işçilere yardım ediyormuşsun!..
-Eee?
-Yani komünistmişsin! Biz de bunun belgelerini arıyoruz.
-Fakirlere, çaresizlere yardım etmek ne zamandan beri komünistlik oldu komiserim? Hem siz benim komünistliğimin belgelerini aradığınızı söyleseydiniz ben sizleri yormadan yerini gösterirdim. 
Keyiflenir komiser:
-O halde göster!
Celal Bey ciddi bir tavırla sağ elinin kocaman işaret parmağını yavaş yavaş yukarı kaldırır. Gür saçlı başının ağaran sağ şakağına dayayarak:
-İşte burada, der.
Önce pek anlayamaz komiser bey. Celal Bey acı acı gülerek devam eder:
-Belge melge yok polis efendi. Varsa da buradadır. Gücünüz yetiyorsa açıp alırsınız. Yoksa, haydi size güle güle!..

Aydın'da günlerce konuşulur bu olay. İşyeri yetkilileri Emniyet Müdürlüğü'ne giderek, hatta Vali'ye kadar çıkarak çok sevdikleri ustabaşılarına reva görülen bu yakışıksız tavrı protesto ederler ve ilgili komiserin derhal Aydın'dan uzaklaştırılmasını isterler. Vali Bey, komiseri kentten uzaklaştırır.

Celal Bey bunu duyunca çok üzülür:
-Yapmayacaktınız bunu. Adamın ne suçu var? Aklı bu kadarına eriyor.

HAK ETMEDİĞİM PARAYI ALMAM

Çok geçmeden yeni bir tatsız olay daha yaşanır fabrikada. Sıkıntılı günler geçiren ve bu nedenle dikkati dağılan Celal Bey sağ elinin işaret parmağını makineye kaptırır. Hemen hastaneye kaldırılarak müdahale edilir ancak sağ el işaret parmağı biraz dik ve yeterince kıvrılmayacak biçimde kalacaktır. O da işi alaya vurarak, parmağının niçin böyle olduğunu soranlara. "Bu benim komünist parmağım. Ona göre haaa!.." diyerek acılı bir kahkaha patlatacaktır. 
Bu olaydan sonra haftalarca evinden çıkmaz Celal Bey. İşyerinin yetkilileri onu hiç yalnız bırakmazlar. Her ihtiyacını karşılar, ücretli izinli saydıklarından maaş zarflarını da düzenli gönderirlerdi ama o bunları:
-Hak etmediğim parayı almam, diyerek geri çevirirdi. Fabrikanın müdürü evine gelerek:
"Bak Celal Bey, der. Elbet iyileşeceksin ama ellerini bundan sonra istediğin gibi kullanamasan da önemi yok. Sen zaten bütün makineleri kullanacak düzeyde adamlar yetiştirdin. Onlara nezaret etmen yeterli. Zaten bize senin ellerinden daha fazla kafanın içindekiler gerekli. Seni çok seviyoruz ve istediğin sürece bizimle kalmanı istiyoruz." diye güvence verir.

Yıllarını verdiği Aydın'dan ayrılmak, ne onun için kolay olur ne de kendisini çok seven işçiler, yöneticiler ve çevredeki üreticiler için. Hepsi de ondan birçok şey öğrenmişti. Verimli ve titiz çalışmayı, yardımseverliği ve tevazuyu. Tabi yurtseverliği ve açık sözlülüğü de. Yaptıkları, davranışları, söyledikleri kasabadan kasabaya, köyden köye yayılmış, onu bir efsane durumuna getirmişti.

BU ÜLKEDE İLGİLİLER BİLGİSİZ, BİLGİLİLER İLGİSİZ

Yoksulluktan kırılan bir köy kahvesinde konuşurken:
"Bastonumu soksam yeşertecek kadar verimli bu Anadolu toprağından, üzerinde yaşayan insanların karnını doyuracak kadar ürün alamamayı başardığımız için ne kadar alkışlansak yeridir!" demiş ve bunun  sorumluluğunu aydınlara yüklemiştir.

"Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer ilgisizdir... Türkiye'de "aydın" geçinenler "Doğu'ya doğru seyreden bir geminin güvertesinde "batı" yönünde koşturarak batılılaştıklarını sanırlar!"


Bir keresinde de "Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur.." diye patlamıştır.


Hepsi de birer bilge sözü niteliğinde olan ve yaşayıp bu günlere kadar gelen bu sözlerin çoğunun, en faal çalışma ve yaratma dönemini geçirdiği Aydın yıllarında söylediğine inanılır.


Özene bezene ve adeta kendi elleriyle yaptığı iki odalı, küçük ama sevimli evindeki masa, sandalye, tabak, çanak türünden eşyayı işçiler arasında pay eder. Kitaplarını, anı değerinde olan eşyayı ise büyükçe bir makine sandığına yerleştirir. 


Belki bir gün dönerim, diyerek, neredeyse boşalmış evinin kapısına bir kilit vurarak  Ankara'ya hareket eder. Ne yazık ki mevcut kaynaklarda Aydın'daki yılları hakkında elimizdeki bilgiler bunlar. Keşke İncirliova'da çalıştığı işyerini, işyeri sahiplerinin çocuklarını bulabilsek, evinin nerede olduğunu ve onunla iletişim kuran hayatta olan kişilerin yakınları varsa birinci ağızdan konuşabilseydik.  


O'nun için "Türk felsefesinin mizah bölümüne geçmesi gereken sözleri vardı. Batıda olsa bu adamın her sözü bir fıkra olurdu. Ancak nerde o irfan tarlası ki onun  sözleri, fikirleri yeşerebilsin?" derdi Burhan Felek.


Haldun Taner ise:
"Sakallı Celal Bey' i ben hep sarp dağlar, gür ormanlar ve bozkırlar ortasında boşuna akıp giden bir pınara benzetmişimdir. Bence ziyan olmuş bir değerdir." der.
1962 yılında ömrünü tamamladığı ve gömülü olduğu Aşiyan Mezarlığındaki kabrinin baş ucunda:

"Celal YALINIZ 1886-1962" yazılıdır. YALNIZ değil YALINIZ nedense. Bir de şu Türkçe Farsça karışımı dize:

"Bağdan bir gül için bin hare hizmetkar olur" 
Bugünün Türkçesiyle; "Bahçıvan bir gül için bin dikene katlanır" manasında.

Tek isteği vardı Sakallı Celal Bey'in: Türkiye'nin, Atatürk'ün yolunda giderek aydınlık günlere ulaşması. Bu uğurda bir şeyler yapabilmek için bin dikene katlandı.


Kim bilir belki de yeterince yararlı olamamasının üzüntüsüyle göçtü gitti Sakallı Celal.
  
SAKALLI CELAL YALOVA TERMAL FEN LİSESİNDE YENİDEN Mİ DOĞDU?

Ancak ne büyük tesadüftür ki Sakallı Celal'in ölümünden yaklaşık bir on yıl geçtikten sonra Kütahya'da doğan ve 2015 yılında Yalova Termal Fen Lisesinde Matematik öğretmenliği yapmakta iken  okulu teftişe gelen dönemin Yalova Valisi tarafından dört beş gündür kesmediği sakalları fark edilen ve öğrencilerinin önünde "Bu saç sakal ne? Sen nasıl öğretmenlik yapıyorsun? Öğrencilere böyle mi örnek olacaksın? İnsanlar seni dışarıda görseler dilenci zannedip para verirler.." diye azarlanan  edebiyat aşığı ve öğrencilerinin çok sevdiği, öğretmen Halil Serkan ÖZ kılığında belki yeniden doğmuştu Sakallı Celal Bey. 

Halbuki Halil Serken Öz, bir röportajında "Tüm paramı kitaplara harcıyorum" diyen biriydi ve  edebiyatın önemli yazarlarına ait,  önermiş olduğu atmış adet kitap ismini, kendi el  yazısıyla  listeleyerek öğrencilerine dağıtmış, onları devamlı okumaya teşvik etmiş bir öğretmendi.

Kötü bir şekilde öğrencilerinin içinde azarlanan öğretmen Halil Serkan Öz için şehirdeki sendika mensubu öğretmenler ve öğrencileri tarafından bir "Öğretmene Saygı Yürüyüşü" tertip ediliyor. Tam bu yürüyüş sırasında kalp krizi geçirip aramızdan ayrılıyor Halil Hoca. 

Şimdi okullardaki sakallı, uzun saçlı öğretmenleri görünce hatırlarım önce Halil Serkan Öz Hocayı, sonra da Sakallı Celal Bey'i.

Sakallı Celal Bey'de, Halil Serkan Öz' de yapmak istediklerini tamamlayamadan göçüp gittiler bu dünyadan.

1928'in Aydın vilayetinden Sakallı Celal'in Aydın'ın köylüleri ve verimli toprakları hakkındaki, köylülerin ancak kendilerini doyurabilecek ürün yetiştirdikleri konusundaki gözlemlerinin hala geçerliğini koruduğuna mı yanalım, geçen zamanda hala ilgisizlerin bilgili, bilgililerin ilgisiz olduğuna mı, yoksa doğuya giden bir gemide batıya doğru koşuyor oluşumuza mı?

Medeniyetin, aklın, kültürün, zekanın, gelişmişliğin ya da cahilliğin kılık kıyafette, saçta başta olmadığını anlamak için kaç Sakallı Celal'i, kaç Halil Serkan Öz'ü kaybetmemiz gerekecek? 


17 Kasım 2018 Cumartesi

Kahvehane Hikayeleri İstanbul 1898 - Allan Ramsay, Cyrus Adler


İsminden hareketle, kahvehane "kahve evi" anlamına gelmektedir, ancak ilk ortaya çıktığı tarihten itibaren sosyal ilişkileri şekillendiren ve toplumun geçirdiği toplumsal dönüşümleri yansıtan bir kamusal mekan olagelmiştir.

Kahvehane tipi mekanların ilk örnekleri XVI. yüzyılın başlarında Mekke, Kahire ve Şam'da ortaya çıkmış, yüzyılın ortalarında ise İstanbul'a gelmiştir. Tarihçi Peçevi'ye göre, ilk kahvehaneleri Halepli Hakem adında bir tüccar ile Şamlı Şems adında bir efendi, İstanbul Tahtakale'de 1554 tarihinde açtılar. Kahve satılan/tüketilen bir yer olarak kurulan kahve hane kısa zaman içerisinde bir tüketim mekanından ziyade gündelik hayatın tecrübe edildiği bir mekan haline geldi.

Ancak Osmanlı geleneksel toplum kültürünü şekillendiren saray, medrese ve cami dışında, "sivil" bir anlayışla ortaya çıkan kahvehane, XVI. ve XVII. yüzyılların İstanbul'unda, pek sık rastlanmayan bir tepkiyle karşılaştı. "Miskinlerin buluşma mekanı ve fitne yuvası olarak görülen kahvehane, başta iktidar olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinin tepkisini çekti. 1567 yılında başta Suriçi olmak üzere İstanbul'daki bütün kahvehaneler kapatıldı.

Ancak kahvehanelerin sayısı günden güne artmaya devam etti. XVI. yüzyılın sonunda altı yüze, XIX. yüzyılın başlarında ise 2500' lere kadar çıktı.  Hem sayı hem de itibar olarak önemi artan kahvehaneler zaman içerisinde mevcut kültürel ve toplumsal hayata dahil olmayı başardı. Kültürün üretildiği ve tüketildiği bir mekan haline geldi. Birçok değişikliğe uğrayarak varlığını  devam ettirdi. Her ne kadar sadece erkek sosyalliğini barındırsa da Osmanlı şehrindeki kamusal yaşamın önemli bir kısmını oluşturdu. 

 Osmanlı toplumunun nabzı kahvehanelerde atardı" demek yanlış olmaz. Buralarda sohbet mahalle dedikodusuyla sınırlı kalmaz, 'devlet katına kadar' yükselirdi. Meddahlar, hikâye anlatıcılar, saz âşıkları ve şairler kahvehanelerin vazgeçilmez çehreleri arasındaydılar. Sokağa taşan mahalle kahvelerinde nargile de sohbetin ayrılmaz bir parçasıydı.Amerikalı dilbilimci ve teolog Cyrus Adler uzun yıllar İstanbul'da yaşamış arkadaşı Ramsay'den şöhretini duyduğu "kahvehane hikâyelerini" derlemek üzere İstanbul'a gelir. İki dost aylarca İstanbul kahvehanelerini dolaşıp oralarda anlatılan sohbetlere kulak vererek hikâyeleri derler ve İngilizceye çevirirler. İlk defa 1898'de New York'ta yayımlanan kitap daha sonra Londra'da da yayımlanır ama ardından unutulur gider...

Kahvehane Hikâyeleri: 19. yüzyıl İstanbul yaşamı, kültürü ve düşünme tarzları üzerine sosyolojik bir belge olmasının yanı sıra, birbirinden ilginç 28 hikayeyi keyifle okuyacağınız bir kitap olma özelliğini de taşımaktadır.

15 Kasım 2018 Perşembe

Afife Jale - Osman Balcıgil

Osman Balcıgil yine mükemmel bir biyografik romanla karşımızda. "Nefesi Tutku Olan Kadın Afife Jale"

Osmanlı'nın ilk kadın tiyatro oyuncusuydu Afife Jale. Küçüklüğünden beri tiyatro aşığı olan Afife Jale'nin tiyatro uğruna yaşadığı mücadeleler, babasından, şeyhülislama, Dahiliye Nazırından Şehreminine kadar kendisiyle uğraşanlara karşı yaptıkları roman tadında anlatılmış. 

Tiyatro aşkı teyzesinin oğluna olan aşkına galip gelmişti. Ayrıca ikinci aşkı da besteci Selahattin Pınar olmuştu. Fakat bir baş ağrısı belasına bulaştığı morfin belası onun hayatını alt üst etti. Zorda kalınca morfine sarıldı. İstemeden de olsa bir morfinman olup çıkmıştı.   

Son nefesini Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde verdi. Geride Türk tiyatrosu adına güzel bir isim bırakarak.

Biraz fazla uzun tutulması ve tekrarlara çok fazla kaçılması dışında klasik ve öğretici bir Osman Balcıgil kitabı. Sıkılmadan okunabilir.

"Bir ömür ve sonunda gökyüzünde kaybolup giden alkışlardan başka hiçbir şey!"

13 Kasım 2018 Salı

Fahrenheit 451 - Ray Bradbury


Fahrenheit 451, tıpkı 1984 gibi, Cesur Yeni Dünya gibi distopik bir kitap. Kitapların olmadığı, herkesin digital dünyaya kendini kaptırdığı, duvardan duvara tv'lerle ve elektronik bir yaşamla vakit geçirdiği, kitap okuyanların suçlu gözüyle bakıldığı ve cezalandırıldığı, kitapların ise itfaiyeciler tarafından yakıldığı bir dünyayı anlatan bir roman. 

Kitabın baş kahramanı Montag bir itfaiyeci, kitap yakma konusunda da başarılı bir itfaiyeci. Bir gün Clarisse isimli bir kızla tanışır ve Clarisse ona bazı gerçekleri anlatmaya çalışır. İtfaiyecilerin eskiden yakmak için değil çıkan yangınları söndürmek için görev yaptığını anlatır. Montag buna inanmaz. Ancak bir ihbarda gerçek bir kitapla karşılaşır. Onu saklar evine getirir. Okuduğu metinler ilgisini çekmeye başlar. O dünyanın idarecileri, insanların var olan kitapları okuyup bir şeyler öğrenmemesini, kendilerinin istediği gibi yaşamasını istedikleri için kitapların yakılmasını istedikleri fikri uyanmaya başlar Montag'da. 

Kitaplara karşı fikirleri de değişmeye başlar yavaş yavaş. Bu arada eski kitapları koruma derdine düşmüş ve Clarisse'in de aralarında bulunduğu bir grup dünya üzerindeki belli başlı kitapları ezberleyerek yol olmalarını önlemeye çalışmaktadırlar. Fahrenheit 451' in de kağıdın yanma derecesi olduğunu hatırlatalım bu arada. Konu güzel ancak romanın o derece ilgi çekici olduğunu, anlatılan ortamı tam da kafamızda canlandıramadığını belirtmek isterim. Kitabın filmini de izledim ama kitapla çok alakasız sahneler olduğunu gördüm. Açıkçası filmi de beğenmedim. Anlatılmak istenilen konu bakımından ilginç olmasına rağmen güzel işlenemediğini düşünüyorum.

Kitaptan alıntılara gelince:


"Bir kadın kitaplar uğruna yanabiliyorsa kitapların içinde bir şeyler olmalı..."


"Cildine bakarak bir kitap hakkında hüküm verme."

"Herkes ölünce ardında bir şeyler bırakmalı, derdi dedem. Bir çocuk, bir kitap, bir tablo, inşa edilmiş bir ev veya duvar, yapılmış bir çift ayakkabı. Veya ekilmiş bir bahçe. Elinin bir şekilde dokunduğu bir şey, öldüğünde ruhunun gideceği bir yer olsun diye; böylece insanlar ektiğin o ağaca veya çiçeğe baktığında, sen orada olursun. Ne olduğu önemli değil, dokununca onu değiştirdiğin ve ellerini çektiğinde sana benzeyeceği bir şeye dönüştürdüğün sürece, derdi. Sadece çim biçen adamla bahçıvan arasındaki fark dokunuştadır, derdi. Çimleri biçen adam orada hiç olmamış gibidir; bahçıvansa bir ömür boyu orada olacak.”


"Bir kültürü yok etmek için kitapları yakmak zorunda değilsiniz.Sadece insanların kitap okumasını durdurmanız yeterlidir."


"Ölmenin güzel tarafı bu kaybedecek bir şeyin olmayınca, istediğin riske girebiliyorsun."

29 Ekim 2018 Pazartesi

Son Yörük - Osman Şahin


MEZARIN İYİSİ ÇABUK KAYBOLANDIR



 Dağlarda doğup, dağlarda ölen, yiyip içtikleri doğa olan Yörükler... Rüzgar ve kar sularıyla yüzlerini yuyanlar. Öldüklerinde özgürlüğün kar doruğuna gömülenler. Ova sıcağında da doğmuş, büyümüş olsalar, her zaman Yörük ve göçebe olarak kalanlar. Yiyip içtikleri, eşyaları, her şeyleri açıkta olan, kilidi, anahtarı, sürgüyü, kapalılığı tanımayan, Bolkarların emzirdiği Yörükler...

Hiçbir şey kalıcı değildir onlarda. Yolcu hanlarından farksızdır yurt ve yayla yerleri. Gömütleri de yurt yerleri gibi gelip geçicidir. Baharda kar ve yağmur suları ile toprak gevşeyip çökünce, hece taşı devrilir. Bir yıla kalmadan, gömütün yeri, yurdu belirsiz olur. "Mezarın iyisi çabuk kaybolandır" sözünü anımsatırcasına.


Bir yayladan öteki yaylaya gide gele, kazandıkları deneyim ve birikimlerini dededen oğula anlatırlar. Ellerde, kafalarda, dillerde taşınan bu becerilerini anında yaşama geçirirler.


Göz kadar el de önemlidir göçebelikte. Göç yıkıp kaldırmada, çadır kurup ateş yakmada, Yörük insanlarının elleri gibi becerikli bir ele az rastlanır. Her Yörük, oğlunun, kızının kendisi gibi olmasını ister ki, Yörüklükleri onların gelecek yaşamlarında da sürsün.


YÖRÜK ÇADIRLARI


İnce çakıllı düz bir alan üstünde günlerce horon tepilerek elde ederler, yün ve kıl karışımı kalın keçeden çadırlarını. Yün keçeden çadırlar hem yumuşak olur, derlenip toparlanmaya, bükmeye kolay gelir, hem de karpuz kabuğu gibi sert ve dayanıklıdır. Kalın iplerle dikilerek bağlanırlar birbirlerine. Ve yağlı kamıştan çatmaların üstüne atarak, toprağa gelen uçlarına hava girmeyecek şekilde, çepeçevre taş ve toprakla bastırırlar. Sonra da, çadırın içine yeterince kuru çam pürü ile taze çam sakızı reçine dökerek ateşe verirler. Reçineli çam pürü, saman alevi gibi ağır ağır yanarken, reçine kokulu yoğun bir duman çıkarır çadırın içinde. Bu duman, yün keçenin gözle görülmeyecek incelikteki delikciklerinden süzüle süzüle dışarı çıkarken, reçineli, sakızlı dumanlar, delikcikleri ipince ziftleyip mumlar. Dışarıda cayır cayır yanan ağustos sıcağının altında yün keçeden çadır içleri, mis gibi serin yayla çamı ve reçine kokar.


 YÜRÜMEKLE YARADILIŞIN KAYNAĞINI ARARLAR


Yağmurun ne zaman, ne yönden yağacağını, keçilerin tıksırışıyla, toprağın kokusundan anlarlar. Türkülerini, elleri kulaklarında, kendi yalnızlıklarını besleyen doğanın sonsuz ıssızlığına karşı bağıra çağıra söylerler.. Alınları paralı analar, kızlar, gelinler öylesine yalın, içten gülerler ki, yüreklerindeki o saflık gülüşlerine aynen yansır.

Atları, eşekleri, develeri, sürüleriyle yola düştüklerinde, zamanın ve uzaklıkların hiç bir önemi yok gibidir. Onlar için önemli olan hareketli olmak, yürümek böylece göç, içgüdülerini doyurmaktır. Sanki hiç durmadan yürümekle, yaratılışın kaynaklarını arar, sorar gibidirler. Göç içgüdüsü günümüzün insanında da olanca gücüyle yaşayan bir duygu değil midir?...

Giyim kuşamları, develeriyle atlarının koşum takımlarına varıncaya değin ala kırmızı kiraz dalından farksız, başlı başına bir renk ve nakış yüküdür. Üç etekli renkli fistanlar giyer kadınlar. Erkekler ise dar paçalı, yün kıl karışımı kahverengi siyah şalvar giyerler. O şalvarlarla rahatlıkla koşabilir, önlerine çıkan taşı, çalıyı, hendeği aşabilir, ata, eşeğe, traktöre bir sıçrayışta binebilirler. Yüzlerce yıllık bir göç ve iklim deneyiminin ortaya çıkardığı bir giysi türüdür, kara şalvarlar.


Sermayelerinin tümü önlerindeki sürüdür. Her sürü yürüyen, soluk alan, yer değiştiren canlı birer et, süt, yağ, peynir, yün deposudur.


YENGİMİZ UTKU TAŞLARI KADAR SAĞLAM OLSUN


Göçer obaları arasında çıkan amansız kavgalarda, yenen oba, yenilen obaya inat onların görebilecekleri yüksekçe bir tepenin başına bütün gün çalışarak taş yığar giderler. Aradan zaman geçer. Yenilen göçer obası, öbür obadan bir şekilde öcünü alınca, bu kez de, onlar inadına giderler, öçlerini aldıkları göçer obasının görebileceği yüksekçe yerlere, kendi yengilerini simgeleyen utku taşlarını yığar giderler. "Size olan öcümüzü aldık. Yengimiz bu taşlar kadar sağlam, kalıcı olsun" diyerek..


Hiçbir göçer obası, o yengi anısı taş yığınlarına ellerini sürmez, yıkmazlar. El sürmemek yücelik kazandıracaktır. çünkü onlara. Onlara dokunmak ise mertliğin, yiğitliğin ölümü demektir.


Utku simgeleri o yığınlar, yıllardan beri o ıssız, çıplak kayalıkların, tepelerin başlarında birbirlerine bakar dururlar hâlâ. Zamanın dışına düşmüş, gerisinde kalmış eski mertlik anlayışlarının, duygularının kendilerine sindiğini duyumsatırcasına...



SULTAN ANA: BENİM MÜLKÜM ZAMANDIR.


Son Yörük Sultan Ana, hiçbir değişime uğramamış, çok saf, yalın, gerçek bir yörük anası olan Sultan Ana'yla konuşuyorum:


Toroslarda Aslanköy'e bağlı Tapır Yayla'sında keçilerinin ortasında buldum onu. Göçebeliğin son canlı kişisi. Göçebeliğin ve yörüklüğün, canlı tarihi, belgeseli sanki. Yaşını sorduğumda, "Ne yapacaksın yaşımı? Benim mülküm zamandır." diyor.


Televizyonun karşısına bir kez oturtmuşlar onu. TV'ye bakmış, bakmış "Bu insan kovanı ola neyin nesi?" deyip, çıkmış.

Şekerden çok balı seviyor, içmek için kaynattığı kekiklerle adaçayının içine şeker yerine bal koyuyor. Bal yoksa şeker yerine azıcık tuz katıp içiyor.
Yayık yaymasını, yayık derilerinin nasıl hazırlandığını iyi biliyor. Şöyle, iyi yayık dişi keçinin derisinden olur. yumuşak olduğu için, diyor. Bıçak ağzı değdirilmeden keçi postu, olduğu gibi tulum örneği soyulup çıkarılır. Kılları kırklık makasıyla kesilir. Deri üstünden kıllarını temizlemek için meşe külü ile mısır unu karıştırılarak bulamaç yapılır. Derinin kıllı yüzüne değil, iç kısımlarına sürülür. Bulamaç kıl diplerini iyice çözer, yumuşatır. Öyle ki, kıllar kolayca ele gelir, yolunur. Deri yıkanır. Sonra yavşan otu, kekik, sığırkuyruğu otu, nar kabuğu ve çam kabuğu tuzla karıştırılarak, derinin her yanına bolca sürülür. Taş altında bir hafta bekletilir. Yıkanıp temizlendikten sonra derinin ayakları bağlanır ve yayık olarak kullanılmaya başlanır.

Tuzlu meşe külü ile yaş sığır dışkısını iyice karıştırarak, su kabaklarının dışına sıva yapıyorlar. Bu şekilde su kabağının içine konulan tuzlu tereyağı yıllarca hiç bozulmadan kalabiliyor.


ETİN EN LEZZETLİSİ ELMA ODUNUNDA PİŞER


Etin en lezzetlisinin elma odununda pişirildiğini söylüyor. Sultan Ana "Elma odunu is yapmaz, eti yakmaz, ağır ağır içten yanar." diyor. "Romatizmalı hastaları bal arılarına soktururuz, sonra da ısırgan dikenlerinin içine yatırırız, romatizması kesinlikle geçer." diyor.  


Sultan Ana, "Yörük kısmı almaktan çok vermeyi sever. Eli vermeden yana uzundur Yörüklerin" diyor. "Komşudan gelen bir tas ayran, içildikten sonra yıkanan tasın içine buz gibi su doldurup öyle verilir." diyor. "Öyle vermesen vermenin hatırı kalır." diyor.


*****

YÖRÜK KADINLARI DA SÜSLENİR.

Çıra isiyle tereyağı karıştırılır, sonra da kartal tüyüyle gözlere sürme çekilir. Aynı sürmenin içine azıcık tuz katıldıktan sonra yeni doğan bebelerin gözlerine kara sürme çekilirmiş. Baharda budanan bağ uçları ağlayıp gözyaşları dökmeye başlayınca Yörük kadınları budanan bağ uçlarının altına kaplarını koyarlar. Damlayan suları toplayarak bu suyla saçlarını yuyarlar, bağ suyuyla yıkanan saçların asma dalları gibi uzun, gür olacağına inanırlar.


HASTALIKLARDA YÖRÜK KADINLARI


Hastalanan bir Yörük kadını ilkin tepeden tırnağa yıkanır. Sonra da yıkandığı sabun ve saç artıklarını alır, en eski ata mezarlarına ya da yüksekçe bir dağın üstüne bırakırlarmış. Hasta kadın, sırtındaki giysileri çıkarır, "Derdim orda  kaldı." diyerek dağ üstüne bırakır, yeni giysilerini giyermiş.

Açık yara, yanık ve çıban yerleri içinde yine doğal ilaçlar kullanıyorlar. Bir öküzü öldürebilecek denli güçlü, zehirli ufacık mantarları kuruduktan sonra topluyorlar.  Mantar içinin koyu kahverengi, çok ince tozunu böylesi yara yerlerinin üstüne ekiyorlar." Mantar tozunun  değdiği yer iki güne kalmaz iyileşir" diyor Sultan Ana. Soğuk algınlıkları için kekik yağı, bel ağrıları için çamsakızı ile sütü kaynatıp sarıyorlar.

Ağız içi iltihaplarında, hasta kendi saçını parmağına dolayıp bala batırıyor. Sonra da ağzının içini ballı parmağıyla ovuyor. Ballı saç telcikleri, iltihap uçlarını acıtmadan yırtıp patlatıyor, bal ise mikropsuz olduğu için yara içlerine nüfuz ederek yarayı iyi ediyor.


Doğum sonrası en iyi yiyeceğin tereyağında kaynatılmış pekmez olduğunu söylüyor. "Tereyağlı sıcak pekmez hem insanın içini sıcak tutar, hem de rahim içi yaralara iyi gelir." diyor. 

Soğuklarda, poyrazlarda kuruyup çatlayan el ve yüzlerine ise süt kaymağı sürerlermiş.

NİÇİN KÖYLERE KENTLERE YERLEŞMİYORLAR?


Yörükler niçin köylere kentlere gidip yerleşmiyorlar? Belirli bir kazançları, yerleşecek toprakları, yurtları mı yok?.. Binlerce insanı her yaz dağların başına çekip götüren sürülerin peşinden koşturan bu güç nereden geliyor? Sessiz, serin yaylalarda hâlâ saflıklarını koruyabileceklerine mi inanıyorlar?


Yörüklüğün devamını gençlerden çok yaşlılar istiyorlar. 


Karakoyunlu aşiretinden Fadime Nine'ye bunu sorduğumda, verdiği yanıt şöyle oldu.


"Göçerlik bir kere kanımıza işlemiş bizim. Ormandan geçerken, saçlarıma çam püskülü değmezse rahat edemem. Düğünlerde, halaylarda bile mendil yerine çam pürünü elimize alır, öyle oynarız. Gönlüm rahat olmaz. Sonra can taşıyan her insan hareketli olmalı. Hareketsiz su, akmayan su kokar bozulur. Hareketli su ise canlı ve oynak olur. İşte o suyun hesabı bizlerde durmadan yer değiştirmeliyiz, bir yayladan diğerine geçmeliyiz. Önümüze çıkan her pınardan su içmeliyiz. İçilmeyene pınar denmez. İçelim de, o  pınarların ağız hakkını verelim.



ESKİ GÖRKEMLİ GÖÇ YOLLARININ VAKTİ GEÇTİ


Yörük gençleri ise, artık herkesten başka türlü olmaktan, yıllardan beri yalnızca kendilerine benzemekten, bir kenarda kalmaktan bıkmış gibiler. "Eski görkemli göç yollarının vakti geçti artık" diyorlar. 


YAPRAĞIMIZ FARKLI OLSA DA AYNI ORMANIN AĞACIYIZ.


Aynı aşiretten Durmuş Ağa yörüklüğünü şöyle anlatıyor.


"Yörüklük yürümekten gelir. Yörüklüğün kuralı şudur. Birinden isteyebilmek için vereceksin. Veren el alan elden her zaman büyüktür. Zaten biz yörükler güneşi, açık havayı, geniş alanları biraz da bu yüzden severiz. Geniş alanlarda yaşayanların gönülleri, yürekleri de açık olur. Bizde insanı rengine, ırkına, şekline göre ayırmak yoktur. Yaradana karşı günah olur bu. Bizler, bir tek insanlık ırkı tanır biliriz. Hepimiz aynı kökten de sürmüş olsak, biraz değişik olabiliriz. Yaprağımız farklı da olsa, aynı orman ağacıyla aynı toprak ananın  çocukları sayılırız.


YÖRÜK KISMININ GERÇEK DİNİ DOĞRULUKTUR.


Yörüğün yobazı olmaz, dindarı olmaz. Hacı'ya gidenimiz azdır. Aslında Yörük kısmının dine falan da ihtiyacı yoktur. Gerçek din doğruluktur. Allah doğruluktur, tabiattır bizde. Şu görünen dağlarla, ormanlar, sudur, kayadır, topraktır, ottur, bitkidir. Ölüme de inanmayız pek. Yörüklükte ölüm yok, süreklilik vardır. Durmadan akan, yer değiştiren suya, ölmüş gözüyle bakılmazsa, yörüğe de öyle bakılması gerek.


YÖRÜK KISMINA OVA SICAĞI YARAMAZ


Peki Çukurova'ya niçin yerleşmiyor, iş tutup kalmıyorsunuz orada?

Durmuş Ağa:
"Ne yapacağız Çukurova' yı bire oğul? Yörük kısmına ova sıcağı yaramaz. Malcılıktır işimiz bizim. Mal dağın yüzünde iyi olur, iyi yaşar. Çocuklar için sokağa çıkmak, caddede oynamak, araba korkusu yok. Kadınlar için, aman kapıyı, pencereyi açık tutmayın, eli uzunun biri girer korkusu yok burada. Bizim gözümüz bu kıl çadırların altında açıldı. Bu zamana kadar süregelen Yörüklüğümüz atalarımızı aç susuz komamış ki, bizleri kosun. Nasıl ki çiftçinin oğlu çiftçi, demircinin oğlu demirci olursa, bizler de aslımıza çekeriz; dalından düşen kozalak misali." 

Anlatmaya devam ediyor Durmuş ağa;


"Daha zengin, daha varlıklıydık eskiden; sonra yoksullaştık. Şimdi Yörükler kendi yumruğunu yalar oldu.


"Niye öyle oldu? Niçin yoksullaştınız?"


DAĞLARIN AĞZINA GEM VE YULAR VURDULAR


"20 yıl kadar önce çoğumuzun nüfus ilmuhaberi-kimliği yoktu. Biz kendimizi kimseye ait görmezdik. Anamız babamız yıllar yılı nikah evraklarıyla değil, kalpten severek evlenmişlerdi. Doğan çocuklarımıza bile dürüst bir isim koyamadık. Kişi belli bir yaşa gelince kendi adını kendisi seçerdi. Ne zaman ki Cemal Gürsel Paşa, ihtilal yaptı, bizleri vergilendirmek için devlet nüfusuna geçirir oldu. Hepimiz evraklanıp numaralandık.


Orman  İdaresi, ormanları, dağları, bir uçtan bir uca dikenli tellerle çevirmeye başladı. Dağların ağzına gem ve yular vurdular. Kimse gönlünce ormana gidip odun alıp yakamaz oldu.


ÖLDÜKLERİNDE TOPRAK ANANIN KOYNUNA NE YÜZLE VARACAKLAR?


Maden bulacağız diye, tomruk kesip götüreceğiz, diye dozerlerle tepelerin karınlarını deştiler. Dağlarımızı yaraladılar. Otları, çalıları kökünden kazıyarak her yanı kel ve topal bıraktılar.


En eski aşiret yurtları dev şantiye binalarıyla dolu şimdi. Maden ocakları işletmeye açılmış, dozer bıçakları, keçilerin yüzyıllardır yayıldıkları otlu mera sırtlarını kökünden kazıyarak toprağı ile birlikte tıraş ediyorlar. 


Çukurova zaten gitti gider. Fabrika dumanından geçilmiyor. Çiçekler bile açmaz oldu. Yarın öldüklerinde bu kadar baştan çıkarıp oydukları toprak ananın koynuna ne yüzle varacaklar bakalım. Çiçekleri bari rahat bıraksınlar da, yarın ölülerimiz, çiçeksiz mezarlarına gitmeye..." 


YÖRÜKLER ŞEHİRLİYE TEREYAĞI VERİYOR, ONLARDAN UCUZ LİKİT YAĞ ALIYOR


İşlenip açılan her yol yalnızca Yörüklerin değil, yıllarca dünyaya kapalı duran Toros köylerinin yayla değerlerini de kentlere akıtan dibi delik birer çuvala döndürmüş. Peynir, süt, tereyağı, kereste, tomruk, maden, odun, mermer, deri, yün bir de iş bulabilmek umuduyla çalışmaya giden binlerce insan... Yaz kış kentlere taşıdıkları değerli malların karşılığında, sağlıksız, ucuz naylon kaplar, giysiler, ayakkabılar alarak geri dönüyorlar. Tereyağı veriyor, ucuz buldukları için tereyağı yerine likit yağ alıyorlar. Üstleri eski yazılarla süslü, antika değeri yüksek bakır kaplarını, kazanlarını yok pahasına ellerinden çıkararak ucuz naylon kaplarla değiştiriyorlar. 


YAYLADA  YÖRÜK GENÇLERİ ARABAYLA GEZİYOR


Sürülerin boşalttığı tavşankanı düzlüklerde Yörük gençleri direksiyon eğitimi yaparak sürücülük öğrenmeye çalışıyorlar.  Telsiz kullanıyorlar, kod numaralarını bildikleri komşu aşiretlerle konuşuyorlar. Aşiretin birinde ölümcül hastalık, doğal bir afet olsa, ya birbirlerine ya da yakın  sağlık ocağı ile karakollara durumu anında telsizle bildiriyorlar. Akü ile çalışan TV'leri bile var. Odun ülkesi Toros ormanlarının içinde tüpgaz yüklü eşekler, atlar dolaşıyor şimdi. kilim nakışlı keçeler, reçine kokulu kıl çadırlar, konuk önlerine serilen süslü sofra bezleri, hamur örtüleri de ucuz naylon örtülere bırakmış yerini.


DEVE SIRTINDAN İNİP MOTOR SIRTINA BİNDİLER


Yüzyıllardan beri atın, devenin,eşeğin sırtından inmeyen yörükler, son 15-20 yıldan beri motorize oldular. Süt ve yoğurt yurtlarının kokusuna mazot ve yağ kokuları karışmış şimdi. Motorize olmalarına karşın yüzyıllardan beri bağlı oldukları kıl, keçe, yün ve çan kültürü, orada da kendini gösteriyor. Örneğin, motorlarının alnına nazar boncukları, delik taşlar ve küçücük süslü tokalar, oğlak çanları asıp takanlar, sürücü yerlerini renkli kıl keçeden küçücük heybeler ve kilimler örtenler var.

  
***
Eskiden peynirlerini iyice pişirirler, suyunu koyverdikten sonra götürür satarlardı. Günümüzde artık bu kurala uymuyorlar. Tartıda ağır çeksin de, biraz fazla kazanalım diyerek, peyniri içinin suyuyla birlikte, pişirmeden götürüp satıyorlar pazarda. Bu konuda kimse onları dürüst olmamakla suçlayamaz. Toplumdaki köşe dönücü, kurnaz, hileci değer yargıları, dağın başındaki yörükleri de etkilemiş, bozmuş durumda. Nasıl, etkilenmesinler, bozulmasınlar ki? Toplumda karşı karşıya kaldıkları aldatmacaları yaşaya yaşaya, onlar da alışverişte, aunı kurnazlığı ve aldatmacayı kendi mallarını satarken karşılarındakine uygulamakta bir sakınca görmüyorlar.   

TOROS YÖRÜKLÜĞÜ ÖLMÜŞ


Toroslar, insanı, doğası ve göçer yörüklüğüyle ölmüş. Her şey kirlenmiş, bozulmuş. Parmağını  soksan saniye tutulamaz soğukluktaki pınar gözlerine soğutmak için meşrubat şişeleri kasalarıyla birlikte batırılarak konulmuş. Yıllardır yapılan ilaçlama, topraktaki milyonlarca arıyı, çiçeği, kelebeği zehirlemiş. 15-20 yıl önce, keklik seslerinden geçilmez olan otlu koyak içleri, bir tek keklik ve kuş sesine hasret şimdi.


ŞEHİRLİLER YÖRÜKLERDEN ALDIKLARI TEREYAĞINI, PEYNİRİ PAKETLEYİP ONLARA SATARLARSA ŞAŞIRMAM.


Şafak çağında sağılan sütler, daha meme sıcağında dururken özel kaplar içinde Çukurova kentlerine taşınıyor. Açılan yeni yollar sayesinde, yörük tavuklarının kıçlarıyla, inek, keçi ve koyun memeleri, bunca sütü, yumurtayı yiyip içecek olan kent soylu hanımlarla beylerin ağızlarını birbirlerine yaklaştırmış iyice.

Temiz yayla otları ve sularıyla beslenip semiren kuzu sürüleri, kesilerek kent buzhanelerine kaldırılıyor etleri. Benekli körpecik postları da tabaklanıp işlenerek, kumaş gibi kesip biçilerek, kent soylu genç kızların, hanımların giysilerini süslüyor. Renk yükü kilimler, heybeler, çullar, namazlıklar kimi yazıhane ve turizm bürolarının duvarlarını süslüyor; yenilmiş bir kültürden arta kalan "ganimet" gibi.

Buzdolabı üreten bir amerikan şirketi, Eskimolara buzdolabı satmakla övünürdü eskiden. Ülkemiz kapitalistlarinin de Toros yörüklerini Eskimolar yerine koydukları bir gerçek. Pek yakında yörüklerden çok ucuza satın aldıkları sütü, peyniri, ambalajlayıp kılıflayarak, tekrar geri onlara hem de fahiş fiyatla satarlarsa hiç şaşırmam.  

***

Bu satırlar araştırmacı yazar Osman ŞAHİN'in  Toros yörüklerini, yörük hayatını, kültürünü incelediği, yörüklerin arasında yaşayarak  meydana getirdiği "Son Yörük" adlı kitabından.

Yazar "Son Yörük" adlı öyküsü ile 1992 İsveç Stockholm Enternasyonel Hümanizma Derneği Yarışması İkinciliğini elde etmiştir. Kendisi de bir yörük çocuğu olan Osman Şahin, yörükleri, kaleleri ve Torosların bilinmeyen antik kentlerinin gizemli dünyasını, gerçek, yalın, şiirsel bir dille anlatıyor.


Osman Şahin'in "Son Yörük" olarak nitelendirdiği Sultan Ana'dır. Ama aslında Türk dilini ustaca kullanarak yarattığı öykülerde Osman Şahin, yörük yaşantısını, Anadolu insanının kültür ve deyişlerini edebiyatla ebedileştirmektedir. 


Meraklısı için yazarın bir de web sitesi var.


http://osmansahin.com/osman_şahin_öykülerinde_toroslar__yörükler