Bu Blogda Ara

21 Mart 2023 Salı

Türkiye Büyülü Hapishanem - Yalçın Küçük

Yalçın Küçük'ün hapishaneye dair notları, yazarların Onun hakkındaki düşünceleri ve dönemim Türkiyesine dair görüşlerini içeriyor.

 "Kendi halinde "insanlık" olur mu, diğer insanların görüp de teslim etmedikleri bir "insanlık" demek istiyorum ve olması gereklidir. Mutlak ve bağımsız bir "insanlık" dönüşülmelidir; atasözlerini, halk felsefesi cümleleri sayacak olursak, dilimizdeki insan kıymetini insan bilir.. sözüne baktığımızda bunun kolay olmadığını görebiliyoruz. İnsan bilmese de insan olmalıdır ve diğer insanlardan bağımsız bir insanlık olduğuna inanıyorum; bu, yaşama gücümüzdür."

Ben cezaevi sırrını Dostoyevski'de çözdüm; gardiyanlık insan iradesini kırma mesleğidir, diyordu. Tek kelimeyle dâhiyane;dâhi, çok hızlı görebilendir ve bu nedenle bazen görünmeyeni görendir. Hapsetmenin bir tek fonksiyonu var: bireyde istemeyi ortadan kaldırmak. Dün ve bugün, cezaevinin esansı budur ve bu da insanlık dışıdır. Şimdi o demir ranzaya bakıyorum, ne kadar çiçekli; her tarafını ve bu arada her tarafımı çiçekle donatmış olduğum anlaşılıyor. Bir tek burun deliklerimde çiçek yok; sanki duvar ve demirin cansızlığından, çiçekle intikam alıyordum. Hep çiçek istiyordum. Herkes çiçek istiyordu. Fakat, Dostoyevski, bir dâhidir ve hapishane, istemeye düşmandır...

"Cumhuriyet'in otuzlu yıllarda körüklediği balo merakı, 1940 ve 1950'li yıllarda dans öğrenmeyi üniversite eğitiminin bir parçası haline getirdi. İstanbul'da dans okulları açıldı. Bir Grek kökenli dans hocası vardı; iki öğrenci gelmiş, ücreti sormuşlar. Birisi az biliyormuş, saatine on lira koymuş: hiç bilmeyene de beş. Şaşırmışlar. Profesör açıklamış, az bilene dans öğretmek için daha çok emek harcaması gerektiğini anlatmış. Önce bildiği yanlışları unutturması gerekiyormuş. Yanlışları unutturmak, yanlışları silmek de emek işidir."

"Kimseyle görüştürülmüyorduk. İşte bu sırada İç Asyalı atalarımı hatırladım. Cansız bütün gereçlerim vardı, yaşıyordum; ancak mezarda yaşıyordum. Peki ben burada "yaşıyorsam" yakınlarının "öldü" dedikleri, İç Asyalı atalarımız, üstelik sevdiği kadınları ve en güzel atlarıyla birlikte gömüldükleri muhteşem mezar evlerde yaşamıyorlar mıydı? Atalarım en sevdikleri atlarla gömüldülerse benim de en sevdiğim kitaplarım var; dışardan gözlendiğinde atalarımız kadar mezardayız."

"Hapishanede çok insan deli taklidi yapar. Ben akıllı taklidi yapıyorum."

"Yıkım, insafsızlık karşısında çaresizliktir. Benim çarem var iki gün içimi yakarcasına bir kusurum var mı diye aradım. Mutluyum."

"Stefan Zweig'in intiharını artık anlıyorum. Ölüm, insanın kendini unutmasıdır. İntihar, bunu isteyerek yapması demek oluyor. Neden artık anlıyorum? Çünkü benim de içinde yaşadığım toplum, hızla darbeyle, onların yaşadıkları topluma benzetiliyor. İnsanlar, böyle toplumlarda yaşamaya layık değildirler; bu düzenler, insanları hamam böceğine dönüştürüyor. Zweig hamam böceği olmamak için kendisini unutmayı seçiyor."

"  'Tek başıma kendimi ne kadar geliştiririm?' değil, 'Kendi başıma başkasını nasıl geliştiririm?' İlke budur. Sevginin kaynağı ortaklıktır. Sevmek bir başkasını geliştirmektir."

"Kurtuluş hep umulmadık zamandadır"

Karartma Geceleri -Rıfat Ilgaz

Yıl 1944… İkinci Dünya Savaşı sınırlarımıza kadar dayanmıştır. Hitler faşizminin tüm Avrupa’yı ateşe attığı günler… Türkiye bu savaşa dâhil olmamak için dirense de etkileri tüm ülkede hissedilecektir. Ekmek, şeker, yakacak gibi temel ihtiyaç maddeleri karneye bağlanmış, dışarıdan gelebilecek ani baskınları önlemek amacıyla geceleri her yerde karartma uygulaması başlamıştır. Ülkenin aydınlarına da baskı uygulanan bir dönemdir bu aynı zamanda.
Rıfat Ilgaz, Karartma Geceleri’nde işte bu kapkaranlık günleri anlatır. Bir aydın, şair ve edebiyat öğretmeni olan Mustafa Ural, yazdığı ve toplatılan şiir kitabı nedeniyle aranmaktadır. Sağlık problemleri vardır, bu nedenle de hemen teslim olmak istemez. İstanbul’un soğuk ve karartılmış sokaklarına, eş dost evlerine sığınır. Tutuklandığı zaman savaş bitmiştir, ama savaş yıllarının Türkiye’de bıraktığı izler uzun süre silinemeyecektir.
Rıfat Ilgaz, Mustafa Ural’ın kaçış öyküsünü anlatırken, savaşın etkisindeki ülkemizin 1940’lı yıllarına da ışık tutuyor. Yurdumuzda ve uluslararası yarışmalarda birçok birincilik ödülü alan Karartma Geceleri’nin filmi de romanı kadar büyük bir ilgi görmüştür.
"İstiyorum ki halk, kendi çektiklerinin ayrımına varsın. Bir kez halk yoksulluğunun ayrımına varırsa... Daha doğrusu halk, kalk olarak kendi gücünün ayrımına varırsa... Kaderine öyle razı olmuş görünüyor ki."

Çok güzel alıntılar var kitaptan:

"Özgürlük içinde yaşayan bir ülkenin şairi olarak yazdıklarımdan kuşkulandılar mı, kendimi savunmak için aydınca bir hesaplaşma olurdu mahkemeye çıkışım. Toplum karşısında açık açık hesap verme olurdu. Gördüğüm tepki, bana öğretirdi yazdıklarımın anlamını, sanatçı olarak görürdüm şiirimin başarısını, ya da yerine oturmadığını. Bugün beni çağıranlar bana bu olanakları vermek için çağrıda bulunmuyorlar ki. Başımı ezmeye karar vermişler. ibret olsun diye. İşkencelere ne kadar geç katılırsam onların utkularını o kadar geciktirmiş olacağım. Şu halimle bile kendime güvenim artacak."

"Bilsem ki kimsenin parmağı yok
Bu sürüp giden işkencede,
Kılım bile kıpırdamadan bir sabah
Çekerdim daracına kendimi
Bilsem ki suç bende!"

"Bir gün gelecek suçlamalardan başka konularda da şiir aranacak. Ama henüz böyle toplumlar yok. Sorunlarını, bütün sorunlarını çözümlemiş toplumlar henüz yok. Sanatçı hangi toplumda olursa olsun bu sorunları bulup çıkarmakla görevli kişidir. Ben de her görevli gibi topluma hesap vermek zorundayım."

"Mustafa  babası kapıya çağırdığı bir akşam, masanın üstündeki bardağa yapışmış, dudaklarını değdirerek bir denemecik bile yapmıştı. Gerçekten insanın yüzünü buruşturacak kadar zehir zemberek bir şeydi bu. Bir zoru vardı ki içiyordu bu zıkkımı? Acırdı babasına. Erkek olmak bu kadar zordu demek! Bu rakıyı içip Fikret'in şiirlerini okumak demekti erkek olmak!"

"Alman ırkının üstünlüğüne inanan bizim yerli ırkçılarımız, kendi ırklarına bile güvenmedikleri halde nerden alıyorlardı bu coşup taşma hızını? Biz yeryüzünde üstün ırk tanımıyor, kendi ırkımızı değil de kendi ulusumuzu hiçbir ulustan üstün görmesek bile, hiçbir ulustan aşağı görmüyorduk. Eğer bir ulus bugün başka bir ulustan daha üstünse bunun nedeni de kafa çevresinde ne de kanındaki alyuvarlardaydı. Bu, bir ulusun egemen olma tutkusundan ileri gelmiyor muydu? Afrika'yı, Asya'yı, biraz da Avrupa'yı sömürü düzenine zorla sokmuş bir ulusun kölesi olmaya özenmek övünülecek bir şey miydi?"

  "   '-Bak abi şunu söyleyebilirim. Silme bir cahilin doğru yola girmesi çok daha kolay...Bunu biraz daha geliştirirsek, memleketin büyük bir gerçeği de çıkar ortaya. Halkımızdan gelişmeler istediğimiz zaman , onu alfabesiz bırakan yetkililer bile rahatça şöyle diyebiliyorlar: Ne yazık ki cahil...Ondan olgun davranışlar bekleyemeyiz' Sonra da bu halkı sözüm ona olgunlaştırmak için bir sürü uydurma kurslar, okullar, cemiyetler, değil mi? Onlara paradoks da olsa söyleyeceğimiz gerçek şu: Bereket versin ki halkımız cahil."

"Hocam! dedi. 'Benim öyle büyük laflara aklım ermez. Ben iktisatçı olmak için yola çıktım. Bak.'işletme'ye çalışıyorum. Şu var ki, sabah kimileri için çoktan oldu. Sen halkın uyanmasını bekliyorsun, oysa o namussuzlar, geceyi uzatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu yüzden derim ki geceler çok uzun olacak buralarda. Savaşın sonu görünür gibi oldu. Bizim aracılar, savaş sonrası ürünlerinin kendilerine gönderilmesini bekliyorlar, keselerini şişirmek için...Halkı, yalnız kendi adlarına soysalar canım yanmaz! Başkalarının hesabına yapıyorlar ki bu işi, daha çok!"

" '-Yani sen sanatçıdan bekliyorsun uyarma görevini!'                             'Bekliyorum ama, gerçek sanatçıdan. Fikret bize hiçbir şey vermiyor artık. O babamı yetiştirmiş o kadar. Bu mavi gök size bir gün acır, diyen sanatçıya inanmak biraz zor! Bu mavi gök, bu güne kadar kimseye acımadı. İsa'sına bile. Hem halkın acınacak nesi var ki, hele emeğiyle uygarlıklar kurmuş halka acınır mı hiç! Uyansın da kendi sırtından gökdelenler kuranlardan alsın hakkını."

"  'Eğer, iş şairlerimiz, romancılarımızla olacaksa, çook Nazım'lar gerekecek bize' dedi. Çok aydınlar çok sanatçılar, romancılar..'  " 

Deli Filozof - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Deli Filozof, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın dünya, yaşam, metafizik, aşk ve bağlılık konularında felsefi düşüncelerini sergilediği en önemli yapıtlarından biridir. Romanın baş kişisi Deli Filozof adıyla ünlü Hikmetullah Efendi bile, yaşamın gizlerine akıl erdirememektedir. Deli filozof, romanın sonunda şu sonuca varıyor: İnsanlığın başını döndüren, işte üç büyük cinayet faktörü: aşk, can hırsı, para... Bu gerçekten ibret almak için hayat acı örneklerle doludur, ama insanoğlu fırsat düşkünü bir kördür. Klasik bir yazarın, neşter gibi kullandığı kalemiyle eşsiz bir ibret dersi...
Alıntılarım ise şöyle:

"Hem şimdi dinle ahlak ayrılmıştır. Ne dindar ahlaksızlar vardır, ne ahlaklı dinsizler vardır."

"Her yaşın deliliği başkadır."

“Bu aşk dilencilerine acırım fakat hak vermem. Yüksek bir gönül, sevilmediğini hissedince arsızlanmaz, hemen incinip çekilir..”

"-Hayat ne acayip bir şeydir! Bazen haftalar, aylar âtıl geçer, bazen de böyle yarım saatin, birkaç dakikanın içinde neler olur? Şu geçirdiğimiz kısacık zamanın içine sığan vakaları düşünüyor musunuz? Hayli müddetten beri bizi üzen müşkül muamma kendi kendine halloluverdi. Her müşkülün bir zamanı vardır, onu beklemeli!"

"Halkın adı göklerde bayrak, lâkin kendisi sokaklarda yalın ayaktır."

"Madem kuyularında işleyen amelenin suratlarını görmediniz mi? Simsiyah. En kuvvetli bünyeleri üç günde yıprattıran bu yeraltı işçilerine: ölmeyecek kadar veririm. Üst tarafı öz canım içindir, diyen patronun kalbi, vicdanı da tıpkı o renktedir. Amelenin yüzü, kapkara..."


9 Mart 2023 Perşembe

Kopernik Sendromu - Henri Loevenbruck

Yıllardır kendisinin şizofren olduğunu zanneden Vigo Ravel kafasının içinde sürekli duyduğu seslerin aslında sanrılar değil, başka insanların düşünceleri olduğunu öğrenince tüm hayatı altüst olur. Artık neyin gerçek neyin hayal mahsulü olduğu konusunda ipin ucu tamamen kaçmıştır."Memento" filminde hatırlamak için fotoğrafların üzerine notlar alan Leonard gibi Victor Ravel de aklından geçen düşünceleri küçük Moleskine defterlerine yazmaktadır. İnsanlığın koşar adım kendini yok ettiğine dair karamsar dünya görüşü Cezayir asıllı güzel Agnès´le karşılaşınca değişmeye başlar…

Bu tür romanları pek okuduğum ya da tercih ettiğim söylenemezdi. Kitaplığımın rafında bu türdeki romanları, yani gerilim türünde hiç okumadığımı fark ettim. Vakit geçirmek için okumaya başladım. Sıkmayan konusu ve kolay okunması nedeniyle elimden bırakamadım. Altını çizdiğim satırlar da aşağıda: 

"Sık sık kütüphanelere kaçıyorum. Kitapların asla fikir değiştirmeme gibi özellikleri vardır. Bunu test edebilirsiniz. Onları tekrar tekrar okuyun aynı şeyi söylediklerini göreceksiniz. Değişen yalnızca bizim yorumlama şeklimizdir. Ama en azından onlardaki bu değişmezlik bana güven veriyor. En değişmez olanlarsa sözlükler. Şunu söyleyebilirim ki, sözlükler benim en iyi dostlarımdır."       

"Şimdiki an diye bir şey yok. Bunun açıklaması zaten çok basit: an var olmayı bırakmadıkça var olamaz. Anın esas işlevi geçmek, bunu yapmadığı (geçmediği) sürece o yok demektir., o halde an var olmuyor. Şimdiki an diye bir şey yok. Her şey geçmiş zaman."

"Kafası kitap sayfalarının arasında kaybolmuş, düşünen bir heykelim ben Dik durmalı, devrilmemeliyim."

"İnsanın hiç anısı olmayınca kendinden bahsetmesi zor. Ortak bir hikayeyi paylaşmayınca birisiyle aşk yaşaması da çok zor."

"Bu arada romanda sıkça bahsedilen "Moleskin Defteri" İki yüzyıldan beri üretilen siyah vinil kapaklı, sarı yapraklı, sade, küçük defter. Van Gogh, Ernest Hemingway gibi ünlüler kullandığı için çok tanınmış.ç.n"

"Buradan başkalarının ölmesinden mutlu oluyormuşuz anlamı çıkmasın, ama bilanço ağırlaştıkça, istisnai bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Sanırım, bize dokunmayan olayın sonuçları ne kadar ağırsa, kendimizi bir o kadar canlı hissetmemiz gerekiyor." 

"İnsanı hayvandan ayıran sadece eklemli dil yetisi değil, aynı zamanda kendisi hakkında düşünebilmesi ve böylece sonunun bilincine varabilmesidir. Biz aslında bir tek şeyiz; ölmekte olan varlıklar. Siz, ben. Yavaş yavaş ölüyoruz."

"Asla yaşayamayacağınız bir şeye nasıl hazırlanabilirsiniz ki? Ben kendi ölümümü, başkalarınınkiyle benzerlikler kurarak düşünemiyorum, çünkü benim ölümüm eşsiz, paylaşılamaz ve ben onunla karşılaşacak tek kişiyim."

1 Şubat 2023 Çarşamba

İrina Poignet - Philippe Blasband

"Dul bir kadın olarak hayata tutunmaya çalışan Maguy'in dengesi torununun hastalığıyla hepten bozulur. Ayakta kalmak için çalışmak ve hızla para kazanmak adına seçtiği işi ahlaksız olarak yaftalayanların kendi ilişkilerinin ikiyüzlülüğü toplumsal dışlamayı bertaraf edemeyecektir kuşkusuz. Ancak güçlü bir kadın olan Maguy mecburiyetle de kamçılanan bir özgüvenle kendi yolunu çizecek ve bataklıkların "normal" olandan çok daha temiz ilişkileri de barındırabileceğinin kanıtı olacaktır." diyor kitabın açıklamasında.

Çok fazla edebi değeri olmayan ama adını çokça duyduğum için bir çırpıda okunup biten bir kitap oldu benim için. Yukarıdaki süslü anlatımın özeti ise şu; Bir babaanne torununa ilaç parası tamamlamak için iş arar ve geçmiş yaşına rağmen kişiliği ile hiç ilgisi olmayan bir iş bulur. Bir sexfun işletmesinde erkekleri görmeden, bir kabinde eliyle onları mutlu etme işi bulur ve bu işte profesyonelleşir. Böyle bir konu işte. Düz bir anlatım. Kafa yormayan, sonunda mesaj vermeyen bir romanımsı anlatım. Okumasanız da olur.

22 Ocak 2023 Pazar

Onca Yoksulluk Varken - Emile Ajar (Romain Gary)

1975'te Fransa'nın en prestijli edebiyat ödüllerinden Goncourt Ödülü'ne layık görülen 'Onca Yoksulluk Varken', bir hayat kadınının oğlu olan Arap bir çocuğun, fahişe çocuklarına bakan Yahudi Madam Rosa'yla birlikte geçen hayatını anlatır. Ve aynı ödülü 1956'da 'Cennetin Kökleri' kitabıyla kazanmış olan Romain Gary'nin, daha sonra açıkladığı üzere, 'Yalnızca kendim olmaktan bıkmıştım,' gerekçesiyle 'Emile Ajar' müstear adıyla yayınlamış.. 

Romain Gary, 1980 yılında kendi eliyle yaşamına son verdi. Ardında, Fransız ve dünya edebiyat çevrelerini altüst edecek bir yazılı açıklama bırakmıştı. Ölümünden sonra açılan bu yazılı açıklamasında, yazar, Emile Ajar takma adıyla yayımlanmış Onca Yoksulluk Varken, Kral Salomon'un Bunalımı ve Yalan-Roman adlı romanların gerçek yazarının kendisi olduğunu belirtiyordu. (Bu üç romanın çevirileri Can Yayınları arasında çıkmıştır.) Emile Ajar takma adıyla yayımlanan bu romanlar, eleştirmenlerce göklere çıkarılmış, satış rekorları kırmış ve yazarına bir de Goncourt Ödülü kazandırmıştı.

Küçücük çocuk yüreğine sığdırdığı, daha ön yaşında olduğu yalanı ile biran önce büyümeye çabalayan ve sadece bir gün, o güne kadar hiç bilmediği, tanımadığı babasıyla karşılaştığında 4 yaş birden büyüyüp 14 yaşında olan Momo'nun onu büyüten yaşlı, şişman, sürekli panik halinde olan ve büyümesini hiç istemeyen Madam Rosa'nın: "Bunu sen bilmezsin, çok gençsin." dediğinde "Hiçbir zaman, hiçbir şey için çok genç olmadım, Madam Rosa." dediği gibi hep olgun ama ilgiye, sevgiye, anneye, aileye hep muhtaç olan Momo'yu ve hikayesini okurken çokça düşünüp, bolca altını çizeceksiniz bu kitabın.. Hayatın ve doğanın kanunları karşısında çoğu zaman yenik düşmüş fakat yinede azmini, heyecanını asla kaybetmeyen, sürekli çabalayan insanların başından geçenleri okumak biliyorum ki iyi gelecektir size... Onca Yoksulluk Varken bana göre mutlaka okunması gereken kitaplar arasında.. 

"İyice hüzünlü görünüyordu Mösyö Hamil. Gözlerinden ötürüydü bu. İnsanların hüznü her zaman, en çok gözlerinin içindedir."

"Korkmak için insanın bir nedeni olması gerekmez Momo."

"Saçmalamayın, Madam Rosa. Korkmanız için hiçbir neden yok. Momo'cuğumuz yumuşak bir çocuk. Bu bir hastalık değil, hem yaşlı bir doktorun sözüne inanın, en güç tedavi edilen şeyler hastalıklar değildir."

"Bana garip gelen, gözyaşların doğmadan önce programlanmış olmasıdır. Bu demektir ki ağlayacağımız önceden saptanmış. Bunu hiç düşündünüz mü? Kendine saygısı olan hiçbir yaratıcı yapmaz bunu."

" 'Evlenmek için çok yaşlıyım,' diyordu Mösyö Hamil, sanki her şey için çok yaşlı değilmiş gibi."

"Sanırım adaletsiz insanlar en rahat uyuyanlardır, çünkü hiçbir şeye aldırmazlar, oysaki adil insanlar gözlerini kapatamaz, her şeye tasalanırlar. Yoksa adil olamaz."

Kitleler Psikolojisi - Gustave Le Bon

Tanınmış sosyolog Gustav Le Bon, ilk kez 1895 yılında yayımlanan Kitleler Psikolojisi'nde, özgürce düşünebilen bireyler ile mantık dışı fikirlere kapılan bilinçsiz toplulukları karşılaştırarak kişilerin bir kitleye mensup olduklarında nasıl davranışlar sergilediklerini ele alıyor.

Le Bon, toplumların neden bazı olguları karakteristik biçimde benimsediklerini de tüm detaylarıyla inceliyor. Günümüz toplumu için hâlâ geçerliliğini yitirmediğini göreceğiniz bu eser, aynı zamanda psikoloji alanının da önemli yapı taşlarından biridir.

Altını çizdiğim çok yeri oldu. Siyasetle uğraşanların, halkın, bizi yönetenlerin psikolojisinin ve halkın onlara verdiği  ya da veremediği tepkinin kaynaklarını öğrenmesi bakımından okunması gereken bir başucu kitabı bence. İnsan psikolojisini bilmeden kitlelere hakim olunamaz.

"Hayatta başarılı olmanın ana şartları, yargılama,tecrübe, girişim ve karakterdir. Bunlar ise kitaplardan öğrenilmez. Kitaplar lüzumu halinde baş vurulmaya yarayan sözcüklerdir ki, orada yazılı uzun parçaları kafaya doldurmak, boşuna bir gayrettir. Klasik eğitim için hiç de mümkün olamayacak derecede mesleki eğitim zekayı nasıl geliştirebilir?"

"Canlı varlıklardan birkaçı bir araya gelir gelmez, bunlar ister hayvan olsun ister insan kalabalığı olsun, içgüdüsel olarak bir önderin, egemenliği altına girerler. İnsan topluluklarından önderler büyük bir rol oynarlar. Onun iradesi, düşüncelerin gerçekleştiği ve oluştuğu bir kaynak olur. Kitle, çobanından vazgeçmeyen bir sürüdür."

"Önder, başlangıçta, sonradan havarisi olacağı düşünce tarafından sihirlenmiş bir kişidir. Düşünce onu o derece sarmıştır ki, onun dışında her şey silinir ona ters düşünce batıl ve hurafe görünür...Önderler çoğu defa düşünce adamı değil aksiyon adamıdırlar. Onlar yarı aydındırlar."

"Aydın olmak genellikle tereddüde ve hareketsizliğe yönelttiğinden tam aydın olamazlar. Önderler özellikle nevrozlular, yaratılışça heyecanlı olanlar, deliliğin kenarında dolaşan yarı deliler arasından çıkarlar. Savundukları düşünce, takip ettikleri amaç ne kadar abes olursa olsun, onların düşüncelerine karşı her uygulama, her yargılama yargısız kalır."

"Kitlelerin eğitim ve sevgisi hiç bir zaman iyi hükümdarlara değil, kendilerini şiddetle baskı altında bulunduran baskıcılara karşı olmuştur. Kitleler, en yüksek heykelleri her zaman bunlar için dikmişlerdir."

"Bu yıkıcı içgüdülerimizi kendi cinslerimize uygulamadığımız vakit, onları hayvanlara yönelterek sakinleştirmeye çalışıyoruz. Av merakı ve kitlelerin gaddarlığı aynı kaynaktan meydana gelir. Savunmasız bir zavallıyı paralarken kitleler pek alçak bir gaddarlık gözetirler, fakat bu alçak gaddarlık , bir filozofun gözünde, köpeklerinin  zavallı bir ceylanı nasıl paraladığını seyretmekten zevk almak için düzine düzine  toplanan avcıların alçak gaddarlığının yakın akrabasıdır." 

"Kitlelerin hayal gücü üzerine etki etmek sanatı, onları idare etmek sanatıdır."