Bu Blogda Ara

24 Haziran 2023 Cumartesi

Gözbağı - Erol TOY

Gözbağı, ülkemiz işçi edebiyatının öncü ve başarılı örneklerinden önde gelenidir. Erol Toy’un kaleme aldığı roman, işçi sınıfının politik sahnede kendini hissettirdiği bir dönemde(1976) emeğimizle var ettiğimiz dünyayı görmemizi engelleyen gözbağımızı nasıl söküp atacağımızı anlatıyor.

Gözbağı, işçileri mücadeleden alıkoyan korkuların nasıl aşılacağını, işçi sınıfının mücadele tarihinden örneklerle anlatıyor. 

Romanın baş karakterlerinden Hüseyin, henüz 18 yaşında işçiliğe başlamış, genç bir işçidir. Onun işçiliğe başladığı Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında işçilerin sendika, sigorta, iş yasası ve emeklilik gibi hakları yoktur. Fakat yasaklara rağmen tütün, tersane ve dokuma fabrikalarında çalışan işçiler, insanca yaşayabilecekleri ve çalışabilecekleri haklar talep etmektedirler. Ücretlerinin düşürülmesine karşı çıkan İstanbul tramvay işçileri de yasak olmasına rağmen iş bırakıp, greve çıkarlar. Hüseyin’in roman boyunca okuyacağımız işçilik hayatı bu grevle başlar.

Erol TOY adını geç duyduğum bir yazar. İlk okuduğum kitabı Göz bağı oldu. Bu kitapla göz bağımızı çözdük artık sıra diğer kitaplarında. Güzel kitap ama konu biraz fazla uzatılmış sanki. Yine de bulun okuyun derim. 

"Ama, biz işçiyiz oğul... Kafamız kalındır az biraz. Ne kolay girer bir şey kafamıza, ne de bir yol girdi mi, bir daha çıkar... O yüzden gün gelip gözbağımız açıldı mı bir kez, her bir şeyin anhasını minhasını çözüveriririz. Çünkü görürüz sömürünün an damarını. Bizim yüreğimizden kan çaldığı için. Ve söküp atarız vantuzunu yüreğimizin ortasından."

"-Senin avunmaya ihtiyacın yok,- diye söze girdi Halil Bey. -Yaptığın işi, yapmak zorunda olduğundan burdasın. Ve burda olman, senin suçun değil, asıl suçlu olanlar bizi buraya getirenlerdir. Ve böylelikle kendi suçlarını örteceklerini sanıyorlar. Oysa kendi gözlerini köreltip, kendi vicdanlarını susturmadıkça, üstlerinden atamazlar suçlarını. Bu bile yetersizdir. Biz kimin suçlu kimin  haklı olduğunu biliyoruz. Ve önemli olan da bizim bilmemizdir. Öyle değil mi baba?"

"Ne sıvışmaktır bizim işimiz ne de yanlışlarımızdan ürkmek. Doğruyu bulmanın yolu, yanlışın nerede olduğunu bilmek, bilmiyorsak bulup çıkartmaktan geçer."

"-Attığımız her tohumun, ilerde ulu çınarlar olduğunu söylüyorsun apaçık. Umutlandırıyorsun beni baba.- dedi Halil Bey sevecenlikle.

"-Eh işte bizimki de bir umut. Bir de bu topluma karşı borcumuzu ödemenin sevinci Halil Bey. Yoksa toprak olmayınca, tohum neylesin."

"Ne buyuruyor Gazi Paşamız! İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz...Neden? Hepimiz yoksuluz da ondan...Öyleyse biz, yoksullukta, imtiyazsız, sınıfsız bir kitleyiz. Zenginlikte değil!"

"Pederşahi şartlar içinde eşit sayılırız. Herkesin topluma gücü kadar verip, kendine yetecek kadar alması, geleneğimiz bizim. Adına da imece diyoruz...Karşılıksız yardım gibi kullanır kimi. Hiç bile değil. Bir zarurettir. Onlar anlatıyor. Biz düşünüyoruz. Ev yapmaktan, ekin biçmeye, kilim dokumaktan ekmek pişirmeye o ortak düzenin daha gelişmesini anlatıyorlar. İşte cennet burası... Herkesin verebildiğince, herkese yeterince diyoruz. Tek özlemimiz, toprak belki."

"Hazreti Muhammed, toprak onu işleyenin, su onu kullananın, demiş. Devrimci yoldaşlarımız da bunları söylüyorlar. Hatta ilerde devrimle birlikte Lenin de bunu haykırdı ilk olarak." 

10 Haziran 2023 Cumartesi

Anadolu Notları I-II - Reşat Nuri GÜNTEKİN

 Reşat Nuri Gültekin'in, Anadolu'nun sosyal ve kültürel hayatıyla ilgili çeşitli gözlemleri. Yazar, Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişliği sırasında, uzun yıllar boyu Anadolu'da yaptığı gezilerin sağladığı gözlemlerinden bir bölümünü bu kitapta toplamıştır. Özellikle Anadolu'da sık sık rastlanan tuluat tiyatrolarına da değinilen kitap, yazarın çeşitli yazılarından oluşuyor.


"Seyahat kitap ve makalesi yazmak, son senelerde bütün dünyada bir moda haline gelmiştir, ömrümde bir kere ben de kendimi modaya uydurarak bu notlardan bir yazı serisi çıkarmayı düşündüm" diyor yazar.

"Bu başlangıç, bana uzunca bir dert dinleyeceğimi zannettirmişti. Öyle olmadı. Hakiki bedbahtlar, hakiki fakirlere benzerler; sefaletlerini birdenbire açığa vurmaktan utanç duyarlar." 

"Edebiyatçılar ümidi daima ışık şeklinde tasvir ederler, fakat o, pekala insana bir karaltı şeklinde de gülümseyebilir." 

"Bu tedbirlerden maksat hastalığı dostlara ve doktora duyurmamaktı. Çok şükür, medeni adamın; doktordan bana bir zarar gelmesinden korkmam. Yalnız şu var ki doktor işe el koyduğu gibi hastalık bir nevi resmiyet alır, eş, ahbap sökün etmeye başlar. Yatakta canınla uğraşırken ziyaretçi kabul etmek, lakırdı söylemek, lakırdı dinlemek çekilir dert mi? Ağrıların durmuş, sıkıntın hafiflemiş bir parça uyuşup dalar gibi olmuşsun, derken seni birdenbire dürtüp uyandırıyorlar. Bakıyorsun bir dost; bir yandan kahramanlık ve fedakarlık göstererek elini sıkmaya, alnının ateşini yoklamaya çalışıyorlar.(Hasta ziyaretçilerinin hastanın ateşini mutlaka elleriyle anlamak iddialarını ve buna niçin lüzum gördüklerini bir türlü anlamamışımdır.) Bir yandan parmaklarını temizlemek için gözleriyle etrafta kolonya, ispirto şişesi arıyorlar."

"Çardaklardan bir kır kahvesi...Üstünde ağaç dalları ve tek tük yapraklar var. Kahve ocağının bulunduğu yerin üstü ve etrafı nisbeten daha muhafazalı...Fakat nihayet tramvay sahanlığı genişliğinde bir yerde kahveci, kahvecinin bir alay hırdavatı ve iki müşterisi barınıyor. Ben yanaşmağa cesaret edemeyerek uzaktan bir hasetle bakıyorum. Onlar bu hissimi anlamışlar gibi: 'Siz de buyurun, ıslanmayın' diyorlar. Müşteriler benden beter giyinmiş iki genç. Birisi tepemizdeki otların arasından akan yağmuru göstererek:'Haşa huzurdan çıplak bir çingene zemheride balık ağının içine girmiş, Allah dışarıda kalanlara imdadeylesin, demiş...Bizim vaziyetimiz de ondan farklı değil amma gene  Allah şu kahveciden razı olsun. diyor." 

Kadife Bey - Richard Skinner

Besteci Erik Satie öldüğünde kendini Araf'ta, başka ölülerin arasında ragtime dinleyerek elli dokuz yıllık hayatının en değerli anısını seçmeye çalışırken bulur. Öteki tarafa sadece bir anı götürmesine izin vardır. Chat Noir'da absent içtiği akşamları mı; çağdaşları büyük besteciler Debussy ve Ravel'le, büyük sanatçılar Duchamp ve Man Ray'la dostluğunu mu; hayatının aşkı trapezci, model ve ressam "Biqui" (Suzanne Valadon) ile geçirdiği geceleri mi; müzikteki başarılarını ve düş kırıklıklarını mı alacaktır yanına? Yoksa Gymnopédies, Gnossiennesya da Armut Biçimindeki Parçalar isimli eserlerini mi?

Siz yanınıza hangi anınızı alırdınız?

Erik Satie'nin hayatından ayrıntılarla dolu bu eserde, biyografi ve roman arasındaki çizgi silikleşiyor.Satie'nin içdünyasını merak edenleri 20.yüzyıl başına taşıyan roman, Yusuf Eradam'ın Türkçesiyle bir solukta okunuyor. 

"Doğaçlama bir şeyi yapana kadar ne olduğunu bilmemektir. Bestelemek ise, yaptığının ne olduğunu bilene kadar yapmamaktır."

"Çünkü aşk hakkında denklemin dışındaki biri ile konuşmak konuyu bayağılaştırır, rüyalar da öyledir ya."

"Yoksulluk hayatıma çok önce gelmişti ve beni hiç terk etmeyecekti. Umurumda olduğundan değil, tam tersine yoksulluk ile savaşmak yerine, onu beslemeyi öğrendim çünkü yoksulluk benim daha az günah işlememi sağlayacaktı."

"Hiç kimse aşk yarasından tamamen iyileşmez, bundan eminim, sadece yerine koymayı öğrenir."

"Yoksul insan aza sahip olan değildir, hep daha fazla isteyendir."

"Fotoğrafçılık hüzünlü bir sanat, nostalji ve dokunaklılık dolu. Birinin bir fotoğrafını çekmek onların ölümlü oluşunu kabul etmek demektir; zamanın acımasız adımlarını fotoğraf çekerek tanımış oluyorsunuz."

 "İnsan hatırladıkça ölmeye yaklaşır derler ya, unutmak için elimden geleni hep yaptım, yaşamak için."

"Belki de dünya ilk ve son olarak vuku bulmuyor da her gün yeniden yaratılıyordur. Belki de dünya rüyadan uyanmaya doğru kayarak geçilen bir alandan başka bir şey değildir. Rüyalar tabii ki unutmak için vardır."

"Hayatımı iyi alışkanlıklar, huylar edineyim diye harcadım, büyük bir ödüle götürsün beni diye değil de başka türlü nasıl yaşanır bilmediğimden."

4 Haziran 2023 Pazar

Erikler Çiçek Açtı - Esat Mahmut Karakurt

Esat Mahmut Kararkurt denince ağır bir roman düşlemiştim. Okumaya başlayınca hiç de öyle olmadı 1980 basımı ancak ilk basımı muhakkak ki daha eski olan ve 1960' ların Türkçesiyle yazılmış roman yine de akıcı bir ve günümüz diliyle de gayet anlaşılabilir kelimeler içeriyor. Benim düşüncemin aksine kullandığı dil ve konu ile gerçekten de romanı dönemin gençlerine sevdirecek bir tarzı varmış usta kalemin.
 
Erikler Çiçek Açtı'da, Hong Kong'un gizemli doğasında, uluslararası siyasi bir eylemi çökertmekle görevli bir Türk binbaşısı ile genç bir kadının aşkı anlatılmaktadır.

Bir kurmay binbaşı olan Orhan Bey, Hong Kong'ta meydana gelen terör olaylarından sonra Hong Kong'a gönderilir. Burada tanıştığı evli bir kadınla kurduğu yakın dostluk zamanla aşka dönüşür. Bundan sonra ardı ardına gelişen olayları bir solukta okuyacaksınız.

"Kadın ağlayarak
- Orhan Bey dedi. İnanın bana ben bir kadının namuslu olabileceği kadar namuslu bir kadınım! Ama size tesadüf ettikten sonra bir daha tesadüf etmemek için size, Allah şahidimdir ki, namuslu bir kadının yapabileceği her şeyi yaptım. Ama işte görüyorsunuz muvaffak olamadım. Kollarınızın arasındayım şimdi!.."

15 Nisan 2023 Cumartesi

Masalını Yitiren Dev - Adnan Binyazar

Masalını Yitiren Dev, ilkokula on dört yaşında başlayan bir edebiyat adamının, Adnan Binyazar'ın çocukluk ve ilkgençlik anılarından oluşuyor. Diyarbakır'da başlayan, yoksulluk içinde geçen bir çocukluk, dağılmış bir aile, çocuk yaşta girilen çalışma hayatı, acımasız koşullar. Anı gibi değil de bir roman gibi okunan bu kitapta Adnan Binyazar, hayatla olan mücadelesini hiçbir abartıya, duygusallığa yer vermeden, son derece nesnel bir tavırla aktarmış. Yaşadıklarını anlatırken, o günlerin Türkiye'sinden çok canlı kesitler veriyor. Ağın'dan Diyarbakır'a, Elazığ'dan İstanbul'a uzanan coğrafyada, anasını-babasını, ustasını, Haco Bibi'yi, Valentino'yu, Möho'yu, Zeko Bibi'yi, birer roman kişisi gibi canlı ve kalıcı kılabiliyor. 'Yazılışı tehlike yaratacak bir hayat yaşadım ben,' diyor yazar; 'onun için yazmakta hep duraksadım. Çünkü yaşadığınız olayları anlatıya dökerken, gözü yaşlı sözcüklerin tuzağına düştünüz mü, televizyonlarda her gün onlarcası görülen yerli filmlerin ya da bayatlamaktan iyice kokuşmuş dizilerin başkişisi oluverirsiniz. 'Adnan Binyazar'ın son derece akıcı bir anlatımla, ustalıkla kullandığı Türkçesiyle kaleme aldığı, bir dönem Türkiye'sine ışık tutan, o günlerden insan manzaraları sunan roman tadındaki anıları ilgiyle okunuyor. (Arka Kapak)

Ben Adnan Binyazar'ın anlatımını ve biyografideki akıcılığı, dönemini güzel yansıtmasını çok sevdim. geç tanıdığım yazarın başka kitaplarını da okumak istiyorum.

Alıntılarıma gelince:

"Ana kucağı!.. Kuzuların anaların karın altlarına sokulduklarında duydukları nemli sıcaklık. Bu sıcaklığı yalnızca o şafak yıldızı karanlığındaki yolculuğumuzda duyumsuyorum, sonra her şeyi yitiriyorum. Gelişler gidişler, karşılaşmalar uzaklaşmalar...Anamın yanındaysam babamın, babamın yanındaysam, anamın yanında değilim. Birinin yokluğu öbürünün de yokluğu oluyor. Yok olan, yalnızca ana baba değil; onların varlığının yarattığı duyguları da yitiriyorum." 

"Son gördüğümde, yaşamı boyunca kırmızılığını yitirmemiş yüzü soluk, birkaç ameliyat geçirmesine karşın, her biri mercan tanesi gözleri cansızdı. Bu değişikliklerin, ölümün görülmeyen izi olduğunu nereden bilirdim?...Ben ve kardeşim anamla bir komedya sahnesinde oynar gibi yaşadık. Doğal karşıladığı takılmalarımızı, son günlerinde, 'Eskisi gibi değilim, benim yüreğim zar inceliğinde,' diye karşılıyor, içinin donukluğunu yüzüne yansıtmamaya çalışıyordu."

"Ana ölünce her şey ölüyor, avlularda şakıyan sesler de, badem çiçeklerinin ak kokuları da..."

 "Olay, ne zaman bitti, babamı nasıl sakinleştirdiler, küçük gövdem kan uykulara ne zaman dalıp gitti; bunlar o gecenin silik izleri olarak bile belleğimde yok. tek anımsadığım, korkunun bir düş ürünü olmayıp yaşananlardan, insanın insanlığını yitirmesinden doğduğuydu. baba, ana, dost düşman, arkadaş, akraba, kim olursa olsun, insan kendi cinsinden başka kimseden korkmamalıydı."

"Yiyecek bir şey bulamayınca, gözlerimiz birbirimizin ağzında olurdu. Ağzın açlıktan oynaması bile, yeni bir umudun doğuşu olurdu. Babamın, gizlice onlara bir şeyler verdiğinden kuşkulanırdık. Yatağa girdikten sonra bir fırsatını bulur, yorganını aralayarak üvey kardeşimizin bir şey yiyip yemediğine bakardık. İnsanoğlunu en çok açlığın birbirine düşmen ettiğini daha o yaşlarda anlamıştım."

21 Mart 2023 Salı

Türkiye Büyülü Hapishanem - Yalçın Küçük

Yalçın Küçük'ün hapishaneye dair notları, yazarların Onun hakkındaki düşünceleri ve dönemim Türkiyesine dair görüşlerini içeriyor.

 "Kendi halinde "insanlık" olur mu, diğer insanların görüp de teslim etmedikleri bir "insanlık" demek istiyorum ve olması gereklidir. Mutlak ve bağımsız bir "insanlık" dönüşülmelidir; atasözlerini, halk felsefesi cümleleri sayacak olursak, dilimizdeki insan kıymetini insan bilir.. sözüne baktığımızda bunun kolay olmadığını görebiliyoruz. İnsan bilmese de insan olmalıdır ve diğer insanlardan bağımsız bir insanlık olduğuna inanıyorum; bu, yaşama gücümüzdür."

Ben cezaevi sırrını Dostoyevski'de çözdüm; gardiyanlık insan iradesini kırma mesleğidir, diyordu. Tek kelimeyle dâhiyane;dâhi, çok hızlı görebilendir ve bu nedenle bazen görünmeyeni görendir. Hapsetmenin bir tek fonksiyonu var: bireyde istemeyi ortadan kaldırmak. Dün ve bugün, cezaevinin esansı budur ve bu da insanlık dışıdır. Şimdi o demir ranzaya bakıyorum, ne kadar çiçekli; her tarafını ve bu arada her tarafımı çiçekle donatmış olduğum anlaşılıyor. Bir tek burun deliklerimde çiçek yok; sanki duvar ve demirin cansızlığından, çiçekle intikam alıyordum. Hep çiçek istiyordum. Herkes çiçek istiyordu. Fakat, Dostoyevski, bir dâhidir ve hapishane, istemeye düşmandır...

"Cumhuriyet'in otuzlu yıllarda körüklediği balo merakı, 1940 ve 1950'li yıllarda dans öğrenmeyi üniversite eğitiminin bir parçası haline getirdi. İstanbul'da dans okulları açıldı. Bir Grek kökenli dans hocası vardı; iki öğrenci gelmiş, ücreti sormuşlar. Birisi az biliyormuş, saatine on lira koymuş: hiç bilmeyene de beş. Şaşırmışlar. Profesör açıklamış, az bilene dans öğretmek için daha çok emek harcaması gerektiğini anlatmış. Önce bildiği yanlışları unutturması gerekiyormuş. Yanlışları unutturmak, yanlışları silmek de emek işidir."

"Kimseyle görüştürülmüyorduk. İşte bu sırada İç Asyalı atalarımı hatırladım. Cansız bütün gereçlerim vardı, yaşıyordum; ancak mezarda yaşıyordum. Peki ben burada "yaşıyorsam" yakınlarının "öldü" dedikleri, İç Asyalı atalarımız, üstelik sevdiği kadınları ve en güzel atlarıyla birlikte gömüldükleri muhteşem mezar evlerde yaşamıyorlar mıydı? Atalarım en sevdikleri atlarla gömüldülerse benim de en sevdiğim kitaplarım var; dışardan gözlendiğinde atalarımız kadar mezardayız."

"Hapishanede çok insan deli taklidi yapar. Ben akıllı taklidi yapıyorum."

"Yıkım, insafsızlık karşısında çaresizliktir. Benim çarem var iki gün içimi yakarcasına bir kusurum var mı diye aradım. Mutluyum."

"Stefan Zweig'in intiharını artık anlıyorum. Ölüm, insanın kendini unutmasıdır. İntihar, bunu isteyerek yapması demek oluyor. Neden artık anlıyorum? Çünkü benim de içinde yaşadığım toplum, hızla darbeyle, onların yaşadıkları topluma benzetiliyor. İnsanlar, böyle toplumlarda yaşamaya layık değildirler; bu düzenler, insanları hamam böceğine dönüştürüyor. Zweig hamam böceği olmamak için kendisini unutmayı seçiyor."

"  'Tek başıma kendimi ne kadar geliştiririm?' değil, 'Kendi başıma başkasını nasıl geliştiririm?' İlke budur. Sevginin kaynağı ortaklıktır. Sevmek bir başkasını geliştirmektir."

"Kurtuluş hep umulmadık zamandadır"

Karartma Geceleri -Rıfat Ilgaz

Yıl 1944… İkinci Dünya Savaşı sınırlarımıza kadar dayanmıştır. Hitler faşizminin tüm Avrupa’yı ateşe attığı günler… Türkiye bu savaşa dâhil olmamak için dirense de etkileri tüm ülkede hissedilecektir. Ekmek, şeker, yakacak gibi temel ihtiyaç maddeleri karneye bağlanmış, dışarıdan gelebilecek ani baskınları önlemek amacıyla geceleri her yerde karartma uygulaması başlamıştır. Ülkenin aydınlarına da baskı uygulanan bir dönemdir bu aynı zamanda.
Rıfat Ilgaz, Karartma Geceleri’nde işte bu kapkaranlık günleri anlatır. Bir aydın, şair ve edebiyat öğretmeni olan Mustafa Ural, yazdığı ve toplatılan şiir kitabı nedeniyle aranmaktadır. Sağlık problemleri vardır, bu nedenle de hemen teslim olmak istemez. İstanbul’un soğuk ve karartılmış sokaklarına, eş dost evlerine sığınır. Tutuklandığı zaman savaş bitmiştir, ama savaş yıllarının Türkiye’de bıraktığı izler uzun süre silinemeyecektir.
Rıfat Ilgaz, Mustafa Ural’ın kaçış öyküsünü anlatırken, savaşın etkisindeki ülkemizin 1940’lı yıllarına da ışık tutuyor. Yurdumuzda ve uluslararası yarışmalarda birçok birincilik ödülü alan Karartma Geceleri’nin filmi de romanı kadar büyük bir ilgi görmüştür.
"İstiyorum ki halk, kendi çektiklerinin ayrımına varsın. Bir kez halk yoksulluğunun ayrımına varırsa... Daha doğrusu halk, kalk olarak kendi gücünün ayrımına varırsa... Kaderine öyle razı olmuş görünüyor ki."

Çok güzel alıntılar var kitaptan:

"Özgürlük içinde yaşayan bir ülkenin şairi olarak yazdıklarımdan kuşkulandılar mı, kendimi savunmak için aydınca bir hesaplaşma olurdu mahkemeye çıkışım. Toplum karşısında açık açık hesap verme olurdu. Gördüğüm tepki, bana öğretirdi yazdıklarımın anlamını, sanatçı olarak görürdüm şiirimin başarısını, ya da yerine oturmadığını. Bugün beni çağıranlar bana bu olanakları vermek için çağrıda bulunmuyorlar ki. Başımı ezmeye karar vermişler. ibret olsun diye. İşkencelere ne kadar geç katılırsam onların utkularını o kadar geciktirmiş olacağım. Şu halimle bile kendime güvenim artacak."

"Bilsem ki kimsenin parmağı yok
Bu sürüp giden işkencede,
Kılım bile kıpırdamadan bir sabah
Çekerdim daracına kendimi
Bilsem ki suç bende!"

"Bir gün gelecek suçlamalardan başka konularda da şiir aranacak. Ama henüz böyle toplumlar yok. Sorunlarını, bütün sorunlarını çözümlemiş toplumlar henüz yok. Sanatçı hangi toplumda olursa olsun bu sorunları bulup çıkarmakla görevli kişidir. Ben de her görevli gibi topluma hesap vermek zorundayım."

"Mustafa  babası kapıya çağırdığı bir akşam, masanın üstündeki bardağa yapışmış, dudaklarını değdirerek bir denemecik bile yapmıştı. Gerçekten insanın yüzünü buruşturacak kadar zehir zemberek bir şeydi bu. Bir zoru vardı ki içiyordu bu zıkkımı? Acırdı babasına. Erkek olmak bu kadar zordu demek! Bu rakıyı içip Fikret'in şiirlerini okumak demekti erkek olmak!"

"Alman ırkının üstünlüğüne inanan bizim yerli ırkçılarımız, kendi ırklarına bile güvenmedikleri halde nerden alıyorlardı bu coşup taşma hızını? Biz yeryüzünde üstün ırk tanımıyor, kendi ırkımızı değil de kendi ulusumuzu hiçbir ulustan üstün görmesek bile, hiçbir ulustan aşağı görmüyorduk. Eğer bir ulus bugün başka bir ulustan daha üstünse bunun nedeni de kafa çevresinde ne de kanındaki alyuvarlardaydı. Bu, bir ulusun egemen olma tutkusundan ileri gelmiyor muydu? Afrika'yı, Asya'yı, biraz da Avrupa'yı sömürü düzenine zorla sokmuş bir ulusun kölesi olmaya özenmek övünülecek bir şey miydi?"

  "   '-Bak abi şunu söyleyebilirim. Silme bir cahilin doğru yola girmesi çok daha kolay...Bunu biraz daha geliştirirsek, memleketin büyük bir gerçeği de çıkar ortaya. Halkımızdan gelişmeler istediğimiz zaman , onu alfabesiz bırakan yetkililer bile rahatça şöyle diyebiliyorlar: Ne yazık ki cahil...Ondan olgun davranışlar bekleyemeyiz' Sonra da bu halkı sözüm ona olgunlaştırmak için bir sürü uydurma kurslar, okullar, cemiyetler, değil mi? Onlara paradoks da olsa söyleyeceğimiz gerçek şu: Bereket versin ki halkımız cahil."

"Hocam! dedi. 'Benim öyle büyük laflara aklım ermez. Ben iktisatçı olmak için yola çıktım. Bak.'işletme'ye çalışıyorum. Şu var ki, sabah kimileri için çoktan oldu. Sen halkın uyanmasını bekliyorsun, oysa o namussuzlar, geceyi uzatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu yüzden derim ki geceler çok uzun olacak buralarda. Savaşın sonu görünür gibi oldu. Bizim aracılar, savaş sonrası ürünlerinin kendilerine gönderilmesini bekliyorlar, keselerini şişirmek için...Halkı, yalnız kendi adlarına soysalar canım yanmaz! Başkalarının hesabına yapıyorlar ki bu işi, daha çok!"

" '-Yani sen sanatçıdan bekliyorsun uyarma görevini!'                             'Bekliyorum ama, gerçek sanatçıdan. Fikret bize hiçbir şey vermiyor artık. O babamı yetiştirmiş o kadar. Bu mavi gök size bir gün acır, diyen sanatçıya inanmak biraz zor! Bu mavi gök, bu güne kadar kimseye acımadı. İsa'sına bile. Hem halkın acınacak nesi var ki, hele emeğiyle uygarlıklar kurmuş halka acınır mı hiç! Uyansın da kendi sırtından gökdelenler kuranlardan alsın hakkını."

"  'Eğer, iş şairlerimiz, romancılarımızla olacaksa, çook Nazım'lar gerekecek bize' dedi. Çok aydınlar çok sanatçılar, romancılar..'  "