Bu Blogda Ara

13 Temmuz 2024 Cumartesi

Kırdığımız Oyuncaklar - Sunay Akın

 

Anlatılarını severek dinlediğim kitaplarını severek okuduğum Sunay Akın'ın Kırdığımız Oyuncaklar kitabını da okudum. Kitaplığımdaki Sunay Akın kitaplarını bitirmeye niyetli olduğumdan okumalarım biraz üst üste geldi. Oyuncaklar, oyuncakların tarihi, tarihte oyuncaklar çok güzel anlatılmış. Anlatım büyük bir zeka örneği taşıyor. Güzel bağlantılar kurulmuş ama bu defa çok zorlamaymış gibi geldi bana. Yok artık dedirten hikayeler. Neyse inanıp inanmamak bize kalmış. Güzel emek var. OSunay Akın,Kırdığımız Oyuncaklar,İş Bankası Kültür Yayınları,kumak lazım. 

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı romanda, karşısına dizilen askerlere bağırır bir onbaşı:”Piyano çalanlar buraya.”Askerler arasında piyano çalmayı bilenler öne çıkarlar . Bunun üzerine onbaşı ikinci emri verir:Piyano çalanlar sağa dön, marş, mutfağa patates soymaya!..Nazilerin İkinci  Dünya Savaşı öncesinde meydanlara yığıp ateşe verdikleri kitapların sayfalar arasında, piyanistlerin patates soymaya gönderilişini anlatan da vardır! Rüzgârın uçuşturdu ateşli sayfaları seyredenler de çok değil, birkaç yıl sonra, havadan gelen bombalarla can verecektir.

"Baba, her erkek çocuğunun gözünde oyuncak bir attır. Babası erken ölen bir çocuk da, koşu takımlarını giyinmiş bir jokey gibi kala kalır hayatın ortasında…"

“Bir coşkudur çocukluk, bir umuttur en tazesinden, bir sevgidir saf,dahası bir aşktır en sakınılasından. İster sokakta, ister sıcak, büyük ve güvenli bir aile ortamında geçsin, küçücük mutlulukların cennetidir çocukluk. Kimin de bir çikolataya, kiminde bir oyuncağa, kimindeyse  yalnızca bir kucaklamaya bakar,yüzlerine  yayılan eşsiz  kocaman gülümseyiş. Bir renktir çocukluk. Her çocukluk başka bir renk dünyada…Ve bir oyundur çocukluk.Bir oyun çocukluk…"

"Kitabın okunmadığı bir toplumda oyuncağa saldırılmasının nedeni, hiç şüphesiz ki, kitabın okunmamasıdır! Oyuncağın çocuğun gelişiminde tartışılmaz bir önemi vardır. Oyuncak , kitap okuma alışkanlığına engel olmadığı gibi, çocuğun okuduğu kitapları, kendini bir yönetmen yerine koyarak canlandırmasında rol oynaması bakımından yararlıdır."

"İnsan, kitap okuma alışkanlığını aileden kazanır. Anne ve babasını evde karşılıklı oturmuş kitap okurken görmeyen bir çocuğun, öğretmen, arkadaş ya da akraba gibi üçüncü şahısların etkileri ile okuma alışkanlığını kazanması çok düşük bir olasılıktır. Kitap okuyan anne ve baba yalnızca ev değil, Dünya Barışı’na da katkıda bulunur!"

"Kumbara eski parlak günlerini yitirdi, unutuldu çoktan…Bilgisayar, oyuncaklarını ellerinden aldı çocukların…"

6 Temmuz 2024 Cumartesi

Gösteri Peygamberi - Chuck Palahniuk

"Yalnızlık, yabancılaşma, şiddet, pornografi, tüketim ve şöhret açlığı... Televizyon kanallarından boca edilen sayısız yalanla kirlenmiş, hiçbir şeyin dolduramadığı bir boşluk... Gösteri Peygamberi, yeni bir bir yılın başındaki modern dünyanın ürkütücü çılgınlığına ilişkin karanlık bir taşlama; medya, şöhret ve pop kültürüne yönelik sivri dilli bir aşağılama...

Tender Branson, Creedish mezhebinin dünyadan yalıtılmış sahte cennetinde doğup büyümüş ve dış dünyaya gönderilmiş binlerce misyonerden biri. Kilise doktrinine göre görevi, yaşadığı sürece çalışmak ve gerekli olduğunda ölmek. Kaderi beklenmedik biçimde değişip onu şöhretin doruklarına taşırken aynı zamanda medya ve popüler kültürün içyüzüyle tanıştırıyor. Yarı tanrıya dönüşme yolunda yaşadıkları yakında yüzleşeceğimiz kıyametin çarpıcı bir habercisine dönüşüyor... Branson, mezhepte kendisine zaten hiç verilmemiş olan hayatı "dış dünya"nın çirkinliğine sonuna kadar gömülerek yok etmeyi deneyecektir. Ne var ki, hayatına karışan gizemli Fertility Hollis'e göre, kendine bir kader çizmeye çalışması anlamsızdır. Olacaklar zaten bellidir ve olmak zorundadır... Ve "intihar etmekle şehit olmak arasındaki tek fark gazetede manşet olmaktır." Chuck Palahnluk, önlenemez kaderine doğru nefes kesici bir hızla sürüklenen kahramanın gözünden tüketim toplumunun hastalıklı ve anlamsız yaşam biçimini bize bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Dövüş Kulübü'nün yazarından, en az ilki kadar çarpıcı bir roman, benzersiz bir yeraltı edebiyatı örneği."

Yeraltı edebiyatı sınıfına giren gayet vurucu ve etkileyici bir kitap. Bu tür kitapları sevenler için okunması gerekli olanlardan. Film senaryosu okur gibi okuyorsunuz. Ayrıca araya serpiştirilmiş pratik bilgiler de ilginç.

Alıntılar ise şöyle:

Listedeki üçüncü soru:

“Adem’le Havva yasak elmayı cennet bahçesindeki sonsuz mutluluk çok sıkıcı olmaya başladığı için yemiş olabilirler mi?”

"Kızın biri arayıp “Ölmek insanın canını çok yakar mı?” diye soruyor. Bak tatlım, diyorum, evet yakar ama yaşamaya devam etmek çok daha fazla acıtır."

"Yaşamak için bir sürü iyi sebep var, diyorum ve benden bir liste istememesi için dua ediyorum."

"Bütün bu öğrendiklerimizin bizi daha akıllı yapacağını sanıyorduk. Ama bizi aptallaştırmaktan başka bir işe yaramadı. O kadar çok şey öğrenmiştik ki, düşünecek vaktimiz kalmamıştı."

"Sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanın sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu. O özel kişiyle karşılaştığın ilk anda, onun bir gün ölüp toprağın altına gireceğine emin olabilirsin."

"Hepimiz aynı televizyon programlarıyla büyüdük. Sanki hepimize aynı suni hafızadan takılmış. Çocukluğumuzla ilgili hiçbir şeyi hatırlamazken, komedi dizilerindeki ailelerin başına gelenlerin hepsini gayet iyi biliyoruz. Hepimizin belli başlı hedefleri aynı. Hepimizin korkuları aynı."

"Kumaşların türünü anlamanın bir yolu da bu işte. Kumaştan birkaç iplik çekip ateşe tutun. Yanmazsa yündür. Yavaş yavaş yanarsa pamukludur. Yanımızdaki rafların alev alışı gibi hemen parlarsa kumaş sentetiktir. Polyesterdir. Suni ipektir. Naylondur."

"İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. Hiç kimse sorunlarının çözülmesini istemiyor. Dramlarının. Önemsiz meselelerinin. Hikayelerinin çözümlenmesini, pisliklerinin temizlenmesini istemiyorlar. Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar. Büyük ve korkunç bir bilinmeyen."

"Ve istediğim halde değiştiremediğim o kadar çok şey var ki. Her şey bitti. Artık her şey bir hikâyeden ibaret.."

"Cennet değildi ama hayatım boyunca cennete en yakın olduğum andı."

"Bir arada olmaktan nefret ettikleri ama yalnız kalmaktan da korktukları için insanlar telefon denilen bir alet kullanıyorlarmış."

Umut - Ayşe Kulin

Ayşe Kulin'in doğumuna kadar ailesinde olup biten aşkları, üzüntüleri, acıları, özlemleri anlatan Cumhuriyetin kuruluşu dönemlerine denk gelen, sıkılmadan okuyacağınız bir roman. Kitabın kapağında Ayşe Kulin'in babası Muhittin'in ve annesi Sitare'nin evliliklerinin birinci yılında Ankara Kızılay meydanında çekilmiş resmi yer alıyor. Bosna’nın elimizden çıkması ile başlayıp Ayşe Kulin’in anne ve babasının tanışıp yıllarca konakta yaşayan geniş ailenin Ankara’da bir apartman dairesine taşınmasına kadar ki süreç işlenmiş... Cumhuriyet’in kurulup 2. Dünya Savaşı yıllarına kadar ülkemizde olup bitenleri kendi penceresinden anlatıyor Ayşe Kulin. Kitabın etkileyici yanı ise teyzesi Sabahat'la Ermeni Aram arasında yaşanan hüzünlü aşk hikâyesi. 

"Kitabı okurken Ayşe Kulin'i kıskandım. Neden mi? Çünkü çoğumuz dedelerimizin, anneanne ve babaannelerimizin ve onlardan öncekilerin hayatlarını bilebileceğimiz ve bize aktarılan bu denli bilgiler yok. Ben en çok babamın ve annemin anne ve babalarına ait çok kısıtlı bilgiler biliyorum. Ondan öncesine ait bilgiler ne yazık ki bir sonraki soya aktarılmamış. Aktarılmış olsa bile bunu bu şekilde romanlaştırmak büyük yazarlara ait bir özellik. Kişisel tarihimiz açısından bunlar önemli şeyler. Ayrıca uzak geçmişlere ait bu tür bilgilerin genelde Balkan göçmeni ailelerde rastlanıyor olması da bana ilginç geliyor. Milli tarihimizi bilmediğimiz gibi çoğumuz kişisel tarihimizi de pek bilmiyoruz."

Osmanlı'nın gözdesi Bosna bir imza ile elden çıkarken, Kulin ailesi Bosna'dan İstanbul'a göç ediyor, çöken imparatorluğun son maliye nazırı Ahmet Reşat sürgüne gidiyordu. Sabahat ile Aram'ın aşkı ise tehcir olaylarının acısına yenik düşmeyecekti. Yeni bir cumhuriyet, yeni bir şehir ve yeni bir yuva kurulurken hayat hep akan bir suydu Sitare, Muhittin ve herkes için... Savaşlar, yıkımlar, sürgünlerin ardından Umut geliyor. Umut "Hayat Akan Bir Sudur"'da Kulin, Veda ile başladığı Osmanlı ailelerinin yaşamına, bu kez de Cumhuriyetin yeni kurulmakta olduğu sancılı yıllarda tanıklık ediyor. Akıp gitmekte olan günlük hayat derinden değişmekte, bu değişim aşklara, dostluklara, aile ilişkilerine, her şeye yansımaktadır.

Kitabın başındaki soyağacı da kitabı kolay takip etmemi sağladı.

Alıntılarım:

"Umut, yeniden umut. Her yeni can bir umuttu. Her yeni gün bir umuttu."

''Belki birlikte değiliz, yan yana değiliz ama aynı gökyüzünü görüyoruz...''

"Umudumu kaybedersem hayatı taşıyacak gücüm kalmaz."

"Bu dünyada, senin hayalinden ve hayalim'den başka hiçbir şeyim yok benim."

"Her ikimiz de beklemeye o kadar alışığız ki, herkese en fazla on gün içinde ulaşabilecek bir zarfın, benden sana yollandığında, sana intikali bir ay sürse, ne çıkar! Biz, koca bir ömrü beklemeye adamış insanlarız."

"Hayatımın güzel günlerini senin eksikliğini hissederek ve seni özleyerek yaşayacağımı biliyorum. Buna katlanmayı öğrendim. Acaba büyümek bu mu?"

"Bir gün tekrar boyun eğmemek için  Batı dünyasına,  onların dilini de, adabını da, ilmini de, huyunu suyunu da öğrenmeliydi Osmanlılar."

30 Haziran 2024 Pazar

Foto Sabah Resimleri - Ayşe Kulin

 

Ayşe Kulin'in  romanlarını okumaya alıştıysanız bir ara verin ve Foto Sabah Resimleri adlı içinde kısa kısa öyküler içeren bu kitabını okuyun. Öykülerin kahramanları sizden birileri olacak. Güzel hikayeler var. Okuyun derim ben.

Alıntılar ise şöyle:

"Bir de zaman içinde, derin uçurumlar gibi, kapanması imkansız bir boşluk girmişti aramıza."

"Yaşam buydu artık.Yaşam bal gibi bilinip de bilmezliğe gelinenin peşinde, gerçekle düşün, hayatla ölümün arasına gerilmiş çok ince bir ipte yürümekti. O ipin üstünde yürürken, dengeyi bulmak ve cehenneme yuvarlanmamak için, içkiye, hayal gücüne ve kırık bir umuda sığınmaktı."

"İnce bir hünerdir hüzünle yaşamak."



"İçimin yangını sönmüş ama küllenmemişti."



"Nasıl oldu da yanaklarımdan akıverdi gözyaşları? Oysa ben onları hep içime akıtırım. Hiç kimse görmez, bilmez gözyaşlarımı."






Martin Eden - Jack London

Jack London'ın yarı otobiyografik romanı Martin Eden, maddi imkânsızlıklar içinde iyi bir eğitim almak ve ismini edebiyat dünyasına duyurmak için yılmadan ve durmak bilmeden çalışan genç bir denizciyi konu alır. Yüksek sosyeteye mensup sevgilisinin gözünde saygın bir yer edinmek umuduyla yazarlığa soyunan Martin, yazdığı öyküler birkaç dergi tarafından peş peşe reddedilince ve çaylak bir gazeteci yüzünden sosyalist olmakla suçlanınca uğruna verdiği iki yıllık savaş gözüne çoktan kaybedilmiş görünür. Ne var ki başarı ve şöhret nihaidir, fakat her şey sona erdiğinde Martin çok önemli bir şeyi; bir zamanlar sofralarına oturmak için can attığı ve son derece kültürlü olduklarını düşündüğü o yüksek kesimin aslında ne kadar da sığ ve sahte olduğunu keşfedecektir.

Daha önce Jack London'un Adem'den Önce adlı romanını okumuştum. Bu romanını da elimde biraz fazla sünse de zevkle okudum. Martin Eden'in azimli yükselişi ve sınıflar arası mücadele. Sırada Beyaz Diş ve Dehşet Ülkesi var.

Bu kitaptan ne öğrendik? 

HENİD: Avusturyalı düşünür olan Otto Weninger'in ortaya attığı bir deyiş olan henid, aslen tam olarak oluşmamış düşünce anlamına gelir. Bir yerden duyduğumuz ya da bir kitapta okuduğumuz herhangi bir terim ya da kavramın üzerinde düşünmeden, onu iyice irdelemeden üstünkörü bir fikir sahibi oluruz, dolayısıyla bu terim ya da kavrama dair düşüncemiz tam olarak şekillenmez.

Kitaptan örnek: "..Bu insanların böyle saçmalıklara inanmalarının  sebebi de cehalettir; Weininger'in tanımladığı üzere henidsel zihin sürecinden farksız olmayan cehaletleri. Bunlar düşündüklerini zannederler ve bu düşünemeyen mahluklar gerçekten düşünebilen birkaç kişinin hayatıyla ilgili yargıda bulunurlar." 

Alıntılarım şöyle:

 "Seni okuyan insanlarla tanıştıracağım. Hayat, ancak böyle insanlarla bir araya geliyorsan yaşanmaya değer. "

'' Ne söylediğinizi, biraz da nasıl söylediğiniz belirler. ''

"Kitaplarla, resimlerle, güzel şeylerle dolu olan, insanların alçak sesle konuştukları, kendilerinin ve düşüncelerinin temiz olduğu bir havayı solumak istiyorum.."

"Okuduklarında hayatın büyüklüğünü ve coşkusunu hissetmişti, ama konuşması yetersizdi. Hissettiklerini ifade edemiyordu; kendisini karanlık bir gecede, yabancı bir gemide, alışık olmadığı alet edevatı el yordamıyla arayan bir gemiciye benzetti."

"Ne söylediğinizi biraz da nasıl söylediğiniz belirler."

"Bilmediğin bir oyunu oynuyorsan, ilk hamleyi rakibinin yapmasına izin vermelisin."

"Senin dünyanda aşka yer olmadığı belli, ama benim dünyamda güzellik, aşkın hizmetkârıdır."

27 Haziran 2024 Perşembe

Kaplanın Sırtında - Zülfü Lİvaneli

Sansürcü, baskıcı Sultan Abdülhamid'i bir başka gözle anlatan bir roman olmuş.  Selanik'e sürülen Sultan ve ailesinin doktorunun gözünden Sultan Abdülhamid'in hatıralarını Zülfü Livaneli çok güzel kurgulamış ve ona başka bir gözle bakmamızı sağlamış. Okuması kolay anlatımı sade, ben sevdim. 

“Kaplanın Sırtında Livaneli’nin edebiyat hayatında ilginç bir çıkış. Sultan II. Abdülhamid devrine aynanın öbür tarafından bir bakış… Sürgün Padişah’ın perspektifinden sürükleyici bir anlatım… Dikkat çekici bir üslup…” İlber Ortaylı

"Otuz üç yıl süren bir saltanat, ardından bir gece yarısı gelen Selanik sürgünü… Tahttan indirilişinin üzerinden bir asırdan uzun bir zaman geçmiş olan II. Abdülhamid’in yaşamının en ilginç evresi Livaneli’nin çağdaş anlatısıyla gün yüzüne çıkıyor. Devrik padişahın, ihtilalci fikirlerin filizlendiği Selanik şehrindeki günleri hem bir vicdan muhasebesi hem de yoğun bir psikolojik gelgit dalgası. Türk edebiyatının kuşak bağı Zülfü Livaneli, II. Abdülhamid’in tahtını kaybettikten sonra yaşadıklarına odaklanırken, bireyi, toplumu, devleti ve iktidarı sorguluyor. Selanik sürgünü boyunca Sultan’ın ve maiyetinin hususi doktoru olan Tabip Yüzbaşı Atıf Hüseyin Bey’in hatıratından hareketle vücut bulan bu tarihi romanda, iktidar kavramına çarpıcı bir bakış açısı sunuluyor." Arka Kapaktan.

Alıntılarım ise şöyle:

"Zaten devleti padişah yönetmez, devlet adamları yönetir. Onlar iyiyse sana iyi derler, kötüyse kötü."

"İnsanoğlu çiğ süt emmiştir ifadesini hatırladı. Kaynar süt içse ne değişecekti ki, insan insandı işte."

"Haklısınız ama bizim memlekette şeriatı aşmak kolay değildir. Şeyhülislamlar, hocalar, müderrisler, tarikatlar, şeyhler öylesine güçlüdür ki padişah nefes alıp da istediği şeyleri yapamaz."

“Sevdiğinden ayrı düşmüş aşık sanma ki rahat olur.Neler çeker bu gönül; söylesem şikayet olur.”

"Doğar doğmaz kaplanın sırtına koymuşlar beni."

"Doktor Bey, ben okumadan yaşayamam."

"Adamlar bize öğretilmiş olan düzgün İslam'a uygun davranıyorlar, bizse bozulduk. İslam'ı tekrar, en baştan başlayarak onlardan öğrenmemiz lazım."

"Kazı izni isteyen yabancılara, altın, mücevher çıkarsa benim ama taşları götürün dediği için Avrupa ülkelerine vagon vagon tarihi eser gitmişti."

"Hiçbir şey değişmiyor gibi görünüyor ama zemin altımızdan kaymakta."

"Ah şu bizim miskin ve mistik, üzerinde asırların yorgunluğunu taşıyan, dünyadan habersiz keyif düşkünü Şark dünyamız."

"Bu devirde hiçbir taç sahibinin başı, omuzlarının üstünde sağlam durmuyor."

21 Haziran 2024 Cuma

On Üçüncü Kabile - Arthur Koestler

 

Romancı, siyasi eylemci, filozof Arthur Koestler´in yapıtlarının çoğu, temel ve yaygın düşüncelerle bağdaşmaz. Yazar, sıradan sorulara farklı yanıtlar vermekle de yetinmez... Başkalarının sormayı akıl bile edemediği önemli soruları yanıtlar ya da yanıtlamaya çalışır. Bu, onun gerçek yaratıcı doğasının bir göstergesidir. Koestler´in ana kaynaklarına inerek ortaya koyduğu bu incelemenin sonucunda şu soru ortaya çıkıyor: Doğu Avrupa Yahudileri´nin kökeni Hazar Türkleri´ne mi dayanıyor? Koestler´in incelemesi bu soruya olumlu yanıt veriyor. "Eğer gerçek buysa, Doğu Avrupalı Yahudiler, bir Türk soyundan geliyorsa, Naziler´in Yahudi düşmanlığının dayandığı temeller bütünüyle saçmadır." diyor Koestler. Ve ekliyor: "Hitler de Yahudi soyunu yok edeyim derken, Kafkasya'dan gelen gelen bir halkı kıyıma uğratmıştır." Yayınlandığı 1976 yılında eski ırksal ve etnik dogmaları yerle bir ettiği için büyük bir heyecanla karşılanan bir kitap olmuş Onüçüncü Kabile.

"Dunlop'a göre eğer Hazarlar olmasaydı 'Avrupa uygarlığının doğudaki temsilcisi Bizans, Arapların eline geçecek ve tarihin akışı değişecekti.' "

"Hazarlar'ın dünya tarihine en büyük katkısı, Araplar'ın kuzey yönündeki saldırılarına karşı Kafkaslar'ı geçilmez bir engel haline getirmeleridir."

"Hazarlar egemen bir devlet olmadan önce, bir süre, kısa ömürlü bir başka devletin, Batı Türk İmparatorluğu ya da Turkut İmparatorluğu diye anılan devletin egemenliğinde yaşamak zorunda kalmışlardır... Bu ilk Türk Devletinin (böyle demek de doğru mudur bilmem) ömrü, aşağı yukarı yüz yıl kadar sürdü. (M.S. 550-650) Sonra hemen hiç iz bırakmadan parçalandı. Ama yine de, Türk adının ilk defa belirli bir ulus için kullanılması, 'Türkik' dil grubunu kapsayan genel bir deyim olmaktan çıkması bu devlet sayesinde oldu."

"Fazla şey bilirsen seni asarlar, çok alçakgönüllüysen üstüne basarlar."

"Hazarlar Türk kökenli bir ulustu. Ülkeleri, Karadeniz'le Hazar Denizi arasında, önemli geçit niteliğinde, stratejik, kilit önemi haiz bir noktada bulunmaktaydı."

"...Türk deyimi, ortaçağ yazarlarının ve bazı çağdaş yazarların kullandığı anlamda, bir ırktan çok, bir dil grubunu anlatan bir deyimdir."

"Polonya'ya çok sayıda Hazar'ın göçtüğü kesinlikle bilinmekte ve artık tartışma konusu olmamaktadır. Tartışılan nokta, bu göçmenlerin yeni toplumun çoğunluğunu mu, yoksa küçük bir oranını mı oluşturduğudur. Bu soruya bir karşılık bulabilmek için, batıdan gelen "Gerçek Yahudiler"in ne sayıda ve nasıl göç ettiği konusuna eğilmek gerekmektedir."

"Kadınları, ne kendi erkeklerinin ne de yabancıların yanında peçe kullanıyor; vücutlarını da örtmüyorlar. Bir gün bir Oğuz'un evinde oturuyorduk. Karısı da yanımdaydı. Biz konuşurken kadın bir ara vücudunun görünmemesi gereken bir tarafını açıp kaşıdı... Hepimiz gördük. Hemen ellerimizle gözlerimizi kapatıp, "Allahım, sen bize günah yazma." diye yakardık. Kocası güldü, çevirmenimize şunları söyledi: "Sizin, önünüzde açılmamızın nedeni, gördüğünüz halde kendinizi tutmayı öğrenesiniz diyedir. Çünkü ulaşamazsınız. Böyle olması, gizli olup da elde edilebilir olmasından daha iyidir." Zina bu insanlara çok yabancı. Ama birisinin zina işlediğini öğrenirlerse, onu iki parçaya ayırıyorlar. Bunu yapmak için günahkârı iki ağacın dallarına bağlıyorlar, sonra deviriyorlar ağaçları. O zaman, adam ikiye bölünüyor."

"İbn Fadlan, Volga Bulgarları arasında da pek garip adetlerle karşılaşıyor: Zekasıyla, bilgisiyle dikkati çeken bir insana rastlayınca, 'Bu adam Tanrıya hizmet etmeye daha layık' deyip onu yakalıyorlar, boynuna bir ip geçirip bir ağaca asıyor, çürüyene kadar orada bırakıyorlar..."

"Madem ki kurban gerekli, bari başımıza dert açabilecek olanlardan kurtulalım."

"Kaderimizi her şeye kadir büyük Allah'a emanet ettik." Sık sık karşılaştıkları kar fırtınalarından birinde İbn Fadlan, bir Türk'le yan yana yolculuk ederken, Türk ona yakınmış: 'Başbuğ bizden ne istiyor? Öldürecek bizi soğukta! Ne istediğini bilsek, hemen verir kurtulurduk' demiş. İbn Fadlan buna cevap olarak, 'Bütün istediği, 'Allah'tan başka tanrı yoktur!' demeniz' diye karşılık verince, Türk gülmüş: 'Doğru olduğunu bilsek, söylerdik' demiş."

"Onları tanrıya bağlayan bir dinleri yok. Mantıklarını da kullanmıyorlar. Hiçbir şeye tapmıyorlar. Başlarındakilere 'Bey' diyorlar. İçlerinden biri Bey'e danışmak istediği zaman ona gidip, 'Bey, falanca işte ne yapayım?' diye soruyor. Ne yapacağına, aralarında yaptıkları toplantıda hep birlikte karar veriyorlar. Ama kararı verip uygulamaya geçecekleri zaman, içlerinden en basit, en aşağılık olanları bile ortaya çıkıp, karara karşı gelebiliyor."