Bu Blogda Ara

15 Mart 2018 Perşembe

Cumhuriyet Senin İçin - Enver AYSEVER Orhan GÖKDEMİR


    Gazeteci yazar Enver AYSEVER ve Orhan GÖKDEMİR' in karşılıklı sohbet şeklinde siyasi gündemi değerlendirdikleri yazılardan oluşan bir kitap. Okumaya başlayınca,  Enver diye başlayan yazıların Orhan Gökdemir tarafından Enver Aysever' e hitaben mi, yoksa Enver Aysever'in düşüncelerini mi aktardığı konusunda bir süre kararsız kaldım. Bir bölümde "Senin de şöyle bir kitabın vardı" cümlesi geçince o kitabın Orhan Gökdemir' e ait olduğunun anlamam ve yazı başlığında kimin ismi yazıyorsa yazının o yazara ait olduğunu anlamam uzun sürdü. Bu benim eksikliğim mi yoksa kitabın anlatım şeklinden kaynaklanan bir durum mu bilmiyorum.
Gelelim kitabın içeriğine;
Kitap, bolca iktidar eleştirisi etrafında Osmanlı'nın son dönemi ile Türkiye Cumhuriyeti' nin ilk yıllarını da içine alan yer yer tarihsel çoğu da güncel ekonomik, siyasi, toplumsal konularda iki yazarın karşılıklı sohbeti şeklinde kurgulanmış. Birbirini tamamlayan sohbetler olmuş. Birisi ortalamış diğeri vurmuş, bu minvalde gelişen sohbetlerle ucuca konular eklenmiş. Güzel bir kitap ortaya çıkmış. Kitaptan bazı altı çizilen cümleler var tabi ki: 
"Bir nüfustan bir ulus yaratmanın yegane yolu, dinini toplumdaki rolünü aşağı çekmek ve 
milliyetçiliğin rolünü yükseltmekti. Türklüğe yapılan bütün vurguların tarihsel arka planı budur."
"Bir bebeğe tecavüz ediliyor ve kıyamet kopmuyorsa niçin yaşıyoruz ki?"
"...dünyanın büyük bir çoğunluğu dindar ama bu dindarlık derin yoksulluğu, örgütlü alçaklığı, sömürüyü, zulmi asla hafifletmiyor. "islam coğrafyası" karanlık, kan, revam.Birbirini yiyor müslümanlar."
"Şiir önemli.Şiirsiz direnemez kimse, şiirsiz yazamaz. Şiirsiz dik duramaz kimse."
"Zalim her türlü eziyeti yapabilir evet ama her şartta bir kurşunkalem bulabiliriz. Her şartta sizviriltiriz ucunu. Zulme karşı atabileceğimiz ilk kurşun budur..."
  

10 Mart 2018 Cumartesi

Tuncay Terzihanesi - Sunay Akın


Sunay Akın'ın terzi olan babası Tuncay Akın'ı anlatımı ile başlayan bir kitap. Kitabın tamamının bu konu etrafında devam edeceğini ve Sunay Akın'ın çocukluk gençlik anılarını okuyacağımı sanmıştım. İlginç olabilirdi. Ama yine Sunay Akın' ın diğer kitaplarındaki gibi aynı kurgusal şekildeki, bakın hele bakın bakın "o öyle değil de böyleydi", yada "o adam kimdi biliyor musunuz çok sevdiğiniz şu adamdan başkası değildi" tarzı eğlenceli bazen hüzünlü araştırmasal hikayelerini okudum. Yine her zamanki gibi 'ki İlber Ortaylı' da da aynı durum oluyor' medyadan tanıdığım yazarların kitaplarını kendi sesleri ile okudum. Güzel kitap ama diğer kitaplarından farklı değil.

Beğendiğim alıntılar ise şöyle:


Babamın terzi dükkanı her zaman büyülemiştir beni. İlk oyuncaklarım makaslar, iğneler, kumaş parçalarıydı. Babam elbiseleri keser dikerdi, bense hayalleri.


Sayfalarını yırttım

Yüz Ünlü Türk adlı kiyabın
terzi dükkanındaki resmine
içinde rastlamayınca
kılıncı diliş iğnesi
kalkanı yüksük olan babamın

Server Tanilli, Strasbourg'da düzenlenen bir toplantıda tarihin bir fotoğraf makinesi olduğunu belirterek şunları söylemişti: "Tarih fotoğraf makinesiyle dünyaya gelen herkesin bir kez fotoğrafını çeker. Nerede, ne zaman çekeceği bilinmez, ama mutlaka çeker ve de bir kez... Herkes o fotoğrafına bakılarak anılır, hayattayken ne yapmış diye. Sunay, tarih bir gün senin de fotoğrafını çekecek. Dikkat et, sakın o fotoğrafta gözlerin kapalı çıkma!.."


Çağın bu kadar çabuk değişebileceğini bilseydi Kubilay kafasını verir miydi? Günün birinde işlerin bu hali alacağını bilseydi Şeyh Said o kadar acele eder miydi?


Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz:
Kuklacı Felek Usta, kuklalarda biz.
Oyuna çıkıyoruz, birer, ikişer:
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.


Kitap bir pencere aralığına konulduğunda, adadan içeriye temiz hava girmesini sağlar. İnsan içinde aynı işlevi yerine getirir. Okunduğunda, insan beyninin havalanmasına, oksijen kazanımıyla düşüncelerin yenilenmesine neden olur.


Çocuğunu asma köprüde sallayan
bir annedir İstanbul
ki onun
içi süt dolu
biberonudur Kız Kulesi
soğusun diye suya tututalan

Rüzgar doğanın bir armağanıdır erkeklere! Bu armağanın kıymeti, modanın gelişimiyle daha da iyi algılanmıştır.


7 Mart 2018 Çarşamba

Votka&Pera - Aybike Ertürk



        İsmi ilginç. Votka&Pera. Yazarın adını ilk kez duyuyorum. bir ara internette bölüm bölüm kitap yazanlar vardı. Herhalde o gençlerden biri diye düşündüm. Kitap alkol sorunu olan genç gazeteci Arda ile Pera adlı bir genç kızın hikayesi. Daha çok Arda'nın hikayesi. Arda bir votka aşığı bir de Pera'nın. Kitap boyunca votka votka votka. İnan ki içmeyenin canını çektirecek derecede. Evet okurken içmişliğim de olduyu. Arda'nın suçu ne yapayım.Alkol babasının hayatını bahvettiği gibi Arda'nın da hayatını karartyor.Aşk ve iş ilişkilerini büyük ölçüde zarar veriyor.
            Kitabın bir bölümünde Arda Votka'yı şöyle tasvir ediyor: "Bağımlılık, zaaf, iradesizlik... Adının bir önemi yok, ama benim için anlamı büyük. Hayatta  bir amacı, hiçbir beklentisi olmayan benim gibi her adam için yolunu gözleyen sadık bir sevgili gibi. Tek isteği kanımda dolaşmak. Bana düşen de ona damarlarımda seve seve tur attırmak."

            Diyor ki Arda kitabın bir yerlerinde "Tecrübeyle sabit; ölümden korkamayan ölmüyor bu hayatta. Azrail de tıpkı bir ergen gibi kaçanın peşine düşüyor, 'Al beni seninim' diyenin yüzüne bile bakmadan geçip gidiyor yanından. Onca masum, hayat dolu insan Hakk'ın rahmetine kavuşurken, benim gibi ne kadar it kopuk, hayattan bezmiş adam var, millete ıstırap olup yaşamaya devam ediyordu."

           "Babam öldüğünde öğrenmiştik bu mezarın varlığını. Sadece kendi mezarını almakla kalmayıp yanındaki boş mezarı da satın almıştı. İnsanlarla fazla haşır neşir olmayı sevmezdi babam. Onu gömdüğümüz gece, annemin Birsen Teyze'ye sinirle "Dolmuşta yanına kimse oturmasın diye de çift ücret öderdi" dediğini  hatırlıyorum. Annem hiç bir zaman anlamadı babamı... Şimdi düşünüyorum da  o boş mezar babamın anneme duyduğu ebedi aşkının kanıtıydı. Ölü bir adamın sevdiği kadın için bıraktığı, açık bir kapı...Tabi o boş mezarı alırken annemin yerine göz koyacağım kimin aklına gelirdi."

             Ben okudum çok beğendim siz de okuyun çok beğenin
            Kitabın yazarı Aybike Ertürk ile yapılan bir söyleşiyi aşağıdaki adreste bulabilirsiniz. https://www.birgun.net/haber-detay/ruhumuzdaki-boslugu-bagimliliklarla-dolduruyoruz-133097.html

2 Şubat 2018 Cuma

Bir Toplum Nasıl İntihar Eder-A.M.Celal Şengör

Celal Şengör hocanın genelde eğitim sistemi üzerinde yazdığı yazılarından derlenmiş güzel kitaplarından biri. Bazılarının hoşuna gitmeyebilir ama mevcut Türkiye fotoğrafı bu. Basından gereksiz çıkışlarını görüyoruz. Ordudaki eğitim sisteminin mükemmelliğini biraz fazla abartmış sanki. Üniversiteler ve eğitim sistemi ile ilgili genel kanılarına katılmamak mümkün değil. Her şehirde üniversite olması fikrinin yanlışlığı bana göre de çok doğru bir tespit.
Kitapta geçen bazı cümlelerden:
"İşini ciddiye almak demek, o işi öğrenmek demek. Öğrenmek de bilimsel bir faaliyettir. Bilimsel düşünen insanlara ihtiyaç var, her seviyede insanın, çöpçüsünden en üst yöneticine kadar, profesörüne kadar... Bilimsel düşünmek bilim yapmak değil, her duyduğuna inanmamak, yeni çıkan şeyleri öğrenmeyi heves etmek, bunları eleştirel bir gözle değerlendirmektir."

"Şehrin içindeki kütüphanelerden, kültür yuvalarından, hatta lokanta ve sinemalardan çocuğu niçin koparıp aldık? Acaba şehirlerimiz köyleştiği için mi? Kampüs hareketini başlatan Demokrat Parti' nin bu soruyu bile sorabilecek entelektüel düzeyde olmadığı, İstanbul'u köyleşmeye açmasından bellidir. ’’

"Uygar hiçbir toplumda bilime bilim dışından müdahale olamaz."

‘’Yine geldik Atatürk' e: "Nefs-i müdafaa için yapılmayan harp cinayettir" diyen bu büyük insansever, yarattığı o muhteşem Türk Silahlı Kuvvetleri' ne yurt ve ulus savunması yanında bir görev daha vermişti: Uygarlığı savunmak. Bugünlerde uygarlık düşmanlığı edenler bunu sakın unutmasınlar. ’’

‘’ Ordudaki subaylara ve astsubaylara "Komutanım" diye hitap ediyor muyum? Elbette ve bundan kıvanç ve şeref duyuyorum.Onlar da bana aynı şekilde "Hocam" diye hitap ediyorlar. Bundan yüksünenin herhalde ruhsal bir sorunu olmalıdır. Bir psikiyatr tedkikini tavsiye ederim. Bu belki kendilerini ezberletilmiş sloganlarla değil, düşünerek yaşamak yönünde ikna eder. ’’

‘’ Topkapı Sarayı da Fuat Bey'in seçtiği kendi hazinelerini katmış sergiye. İnsan Atatürk'ün Sarayı 1924'te koruma altına alarak Osmanlı'nın viraneye dönüştürdüğü koleksiyonların kurtarılmasını sağlamasını şükranla anmadan edemiyor. Yüce Dahi! O kadar iş ve sıkıntı arasında buna ne zaman vakit buldun? ’’

‘’ Bugün İslam kültürü hakkında otorite olan en önemli bilim adamları, Müslüman olmayan ülkelerde yaşamaktadırlar. Bunun nedeni, İslam ülkelerinin 14. Yüzyıl'dan beri bilime sırt çevirmiş olmalarıdır. Bilimsiz hiçbir şey olmayacağı gibi, din de olmaz. ’’

‘’ Medeniyet bir paradigma değildir. Medeniyet, birbiriyle kavga etmeden tartışabilme kültürüdür. Sen bir şey gözlüyorsun ve onun üzerinde bir varsayım geliştiriyorsun. Birisi geliyor ve diyor ki "Ben senin bu varsayımına inanmıyorum, çünkü bu varsayımına karşı ben şu gözlemleri yaptım." Sen de diyorsun ki "Bu çok ilginç, şimdi şu varsayımı birlikte geliştirelim." Belki bunu sen söylemiyorsun, ama senin öğrencilerin söylüyor " Hocamız yanılmıştı, şimdi onun varsayımını biz geliştirelim."

‘’ Bunun için çok sevgili arkadaşım Prof. Dr. İlber Ortaylı bir gazeteye verdiği bir demeçte "Her şehre üniversite açmak ahlaksızlıktır" demişti. Şimdi anlıyor musunuz, niçin İlber haklıdır? Gençlerimizi adı ilköğretim okulu, lise veya üniversite olan yerlere göndermek marifet değildir; marifet bu ismi taşıyan kurumları gerçekten o isimlere layık müesseseler haline getirmektir.’’

Tartışmaya açık değilse her şey dindir. Tartışmaya açık olmadığı için de tehlikelidir; çünkü elindeki bilginin doğruluğundan emin olmayı bir yana bırak, doğruluğunu kontrol etme imkanın bile yoktur.

1 Şubat 2018 Perşembe

Tanrısız Gençlik-Ödön Von Horvath


Tanrısız Gençlik, ateizmle falan ilgisi olan bir kitap değil. İlk başta kapağındaki SS işareti ve tanrısız  ifadesi her ne kadar bana bu düşünceyi akla yerleştirse de kitabın faşizmin etkisi altında yetişen çocukların acımasızlığını gözler önüne seren etkileyici bir kitap olduğunu görüyoruz..Kitabın kapak tasarımı bile insanı etkisi altına alıyor. Faşizmin tüm yaşamı esir aldığı bir ülkede yetişen çocukların acımasızlıklarına şahit olması ve kendini okul kampı sırasında işlenen oldukça enteresan bir cinayetin içinde bulmasıyla beraber vicdanını ve hayatı sorgulayan bir lise öğretmenini konu almış.  Öğrencilere hem askeri disiplin hem de silah eğitimi vermek için Nazi iktidarı tarafından düzenlenen gençlik kamplarından birisine sınıfça katılınır. Bu kampta, öfke, iktidarın arzulamadığı bir noktada patlak verir.Kitap cinayetle beraber daha sürükleyici bir hal almaya başlıyor.  



Yazarın hayat öyküsü ise daha ilginç;
1901’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun toprağı olan, Fiume’de (Rijeka) doğan Horváth, üniversite sonrası yerleştiği Berlin’deki gençlik yıllarını oldukça verimli geçirmiş. Yazdığı oyunlar edebi çevrelerden övgü, Nazi yanlısı basından ise yergi almış. 1933’te Nazi baskısının artması nedeniyle Viyana’ya yerleşmiş. Fakat Avusturya Nazi Almanya’sıyla birleşince, Ödön 1938’de önce Budapeşte’ye, daha sonra ise Paris’e kaçmış.Daha ilk eserlerinde bile işlediği faşizmin, öngördüğü biçimde yoğunlaşan baskısını konu alan Tanrısız Gençlik romanı 1937’de Amsterdam’da  yayımlanmış. 1939’da, Tanrısız Gençlik’in film uyarlaması için görüşmeye giderken Champs-Elysees’de fırtınadan korunmak için sığındığı bir ağaca yıldırım çarpmış ve yazar, henüz otuz sekiz yaşındayken hayatını kaybetmiş.

Kitaptan küçük alıntılar ise şöyle:

"..Ölmeye her an gönüllü ve hazır olma hali, büyük bir erdem değil mi?
   Kesinlikle, mücadele haklı bir dava uğruna veriliyorsa eğer..."

"İnsani bir topluluk var olalı beri kendi varlığını devam ettirme amacıyla cinayet işlemekten vazgeçmedi. Gelgelelim bu cinayetler gizlendi, örtbas edildi, bunlardan utanıldı. Bugünse bu cinayetlerden gurur duyuluyor. Salgın bir hastalık bu."

"Aziz İgnatius şöyle der: " Ben her insanla onun kapısından girerim, ki daha sonra onu kendi kapımdan uğurlayabileyim."

"Ne der Pascal: 'Hakikati arzularız ve içimizde yalnızca belirsizlik buluruz. Mutluluğu ararız ve yalnızca sefalet ve ölüm buluruz.'

"Ah hayatında hiç günah işlememiş birinden pek nadir bir aziz, hayatında hiç aptallık etmemiş birinden pek nadir bir bilge çıkar."

"O zaman kilise neden bir devletin toplumsal yapısı çöktüğünde zenginlerin tarafını tutar hep? Yani bizim zamanımızda, kilise neden pencerelerde oturan çocukların değil de daima kereste fabrikasının hissedarlarının yanında yer alıyor?" "Çünkü zenginler daima kazanır" 

"Evet, zenginler her zaman kazanacaktır, çünkü onlar daha acımasız, daha alçak ve daha vicdansız olanlardır. "

"Tanrı bütün sokaklardan geçer"
"Nasıl olur da Tanrı o sokaktan geçer, o çocukları görür de, onlara yardım etmez."

"Yağmurlar dinip de tufanın suları çekildiğinde Tanrı şöyle dedi: 'Bundan böyle insanlar yüzünden yeryüzünü cezalandırmayacağım'" Ve kendime bir kez daha soruyorum: Tanrı sözünü tuttu mu?

31 Ocak 2018 Çarşamba

Olduğu Kadar Güzeldik-Mahir Ünsal Eriş

OT Dergisinden yazılarını takip ettiğim ve beğendiğim bir yazar Mahir Ünsal ERİŞ. Olduğu Kadar Güzeldik kapağıyla ben cezbeden bir kitap. Her ailenin albümünde aşağı yukarı buna benzer bir fotoğrafın bulunduğu kapak, sizi 70' lerin sonu 80'lerin başına götürmeye yetiyor. Bandırma'da Erdek'te geçen güzel öyküler. Bazılarını haddinden fazla sevdim, bazılarında ise sıkıldım. Okunmaya değer güzel öyküler var. Yazarın bundan önceki kitabı "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde" yi ise ilk önce okumamak benim talihsizliğim. Kitap incelemeleri bulunan sitelerde o kitap da çok fazla övülüyor.Acilen okumalıyım. Kitapta çok güzel cümleler var. Aşağıda bunlardan bazı alıntılar bulacaksınız. 

Hele bir Türkan Şoray tarifi var ki, "O insan güzeli, o kadın şahanesi; kalemle çizilmiş gibi kaşı gözü, insanı kendi çirkinliğinden utandıracak güzellikteki gülüşüyle ne muhteşemdi."

"Tıraş olmak ne garip şey, her seferinde altından gençliğin çıkacakmış gibi kendi yüzünü kazıyorsun, fakat yine, biraz daha yaşlanmış halin kalıyor eline."

" Yaşa,işe güce,itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar.Kim olursan ol seni saklandığın yerde er ya da geç buluyor.Gelip göğüs kafesini ateşle sıvazlıyor ve sen içeride kapkara kurum tutuyorsun.Ağzını açsan, alevler püskürüverecekmişsin gibi,ciğerlerine damla damla kurşun eritiyorlarmış gibi.Kolay kolay geçmiyor,geçtiğinde de sen geçmiş olduğunu bile fark etmiyorsun.Yağmurlu havalarda sızlayan bir kırık gibi sızlayıp duruyor,kendini hatırlatıyor.Bir tadı bir kokusu bir eti var hatta bir kütlesi;gelip göğsüne oturmasından belli.Kokusunu kütlesini hesap edemiyorum ama bir tadı varsa bence o genizde kalmış greyfurt tadını andırıyordur."

"geçsin istiyordum, nefesim genişlesin istiyordum artık. ne olurdu sanki burada, biz bize,el ele, beraberce yürüseydik biz de? terlik giyseydim ben de meselâ, elinden tutsaydım, o közlenmiş mısır yeseydi benden boşta kalan eliyle."

Babaların çocuklaştığını görmenin nasıl sıcak ve üzgün bir havası var. Babayla oğul bir kum saatinin iki hazinesi gibiler çünkü; bir vakit gelince, zaman, mukadderat, Tanrı ya da her neyse bir şey, kum saatini ters çeviriyor. Tam tersine akmaya başlıyor ondan sonra her şey. Babanın çocuklaştığını gördükçe oğlun içine dolan o sıcak üzüntü de sarı, ılık kumun aşağı akışı belki.

Belki de insanlar hakikaten böyle deliriyordur. Bir şeyi kafaya takıp onunla zihninin içine küçük bir delik açıyor, sonra kurcalaya kurcalaya o deliği bütün bir aklı yutacak kadar büyütüyordur.

Babamla aynı ülkenin farklı onyıllarında devrimcilik yaptık, ikimiz de beceremedik. Onunki, çiçekleri ezen postallarla resmedilebilecek bir fenalıkta sona erdi, benimkiyse serbest piyasa şartlarına yenik düştü.

Göğsümde bir yerlere yorgan iğnesi saplandı sanki. Hani, vicdan neresidir diye sorsalar, açıp acıyan yerimi gösterebileceğim kadar kudretli duydum acısını o kızgın iğnenin.

Sorular sorup durdular, çocuk dediğin sorar da sorar. Nasıl merak, nasıl doymak bilmeyen iştah. Her şeyi ilk defa görüyor, daha yeni öğreniyor olmanın verdiği telaş, vakit öğrenmeye yetişemeyecekmiş gibi.

Ne olursa olsun, çocukken hayat, koptuğu yerden daha kolay devam edebiliyor.

Adına yaşamak dediği, yıllar süren bir intiharın sonuna gelmişti demek.

Ölmek olmasa yaşamak ne güzeldi.

Yaşa, işe, güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar.

"Keşke, kızlar da gitseymiş cumaya," demiştim. "Belki o zaman, bu kadar kötü kokmazdı halılar."

"Yaş betona yazılıp da kuruyunca silinmez olan yazılar gibi, kıskançlığın insanın içinde çocukken yerleştiğini gördüm."

21 Ocak 2018 Pazar

Gitme Zamanı-Aret Vartaryan

Aret Vartaryan'ın okuduğum ilk kitabı olmasına rağmen güzel bir frekans yakaladım romanında.  Modern toplum hayatında yaşanan yasak aşk, platonik aşk, evlilik içi kaçamak ve cinsellik ilişkilerini felsefe ile yoğurduğu güzel değişik bir roman olmuş Gitme Zamanı. Her bölüm arası felsefe ile ilgili anlatımlar, felsefe öyküleri ve mesajlarla bir aşk romanı güzel harmanlanmış, her ne kadar sonu bence güzel bağlanamamış olsa da.  Romanın içinde sanki iki kitabı birleştirmiş yazar. Felsefi bölümler birbirinden kopuk olmasa bu romandan rahatlıkla iki kitap çıkarmış aslında.

Romanda; işadamı Selim'in son ana kadar aşkla dolu ancak heyecanını kaybetmesine rağmen devam eden mutsuz bir evliliği, Selim'in karısı Burcu'nun başka bir adamla tam da aldatma sayılmayan bir duygusal yakınlaşması, Selim'in bunu öğrenmesi üzerine başka kadınlarda (Zümrüt, Bengü) mutluluğu araması ve bulması, bu arada selim'in devamlı yakınında olan evli bir kadının (Aslı) Selim'e olan platonik aşkı anlatılırken bu üçgende gelişen olaylar felsefenin kenarından teğet geçen anlatımla bizlere sunuluyor. Yazar belki de "Bakın benim felsefe bilgim var" diyor ama romanla felsefi anlatımı tam kaynaştırabildiğini söyleyemem. Kitabın içinde sırayla bir bölüm roman bir bölün felsefi anlatımla geçiyor. Açıkçası sıkmıyor. Belki geçen yıl okusaydım sıkılabilirdim ancak bu yıl ben de bir felsefe öğrencisiyim. Bu bölümleri ilgiyle okudum. Ayrıca romanda adı anılan ve dinlenen bütün şarkıları bulup dinledim.Hem de anında.Çok da güzel oldu. Anlatılan olayda geçen ve romandaki kahramanla birlikte okurken dinlenen şarkı ile sanki romanın içine girdim. Romanın içine girdiğim bir bölüm daha var ki, Selim'in Zümrüt'le sevişme sahnesi. Bu kadar mı güzel anlatılır. Sanki Zümrüt'le ben seviştim.

      Kitapta çok altını çizdiğim bölüm var. İşte bunlardan bazıları;

      -"Dile getirilemeyen, yaşanılmayan aşklar, yaşananlardan daha fazla yorar...Yarım kalmış aşklar kadar acı verir hiç başlamamış olanlar.Hele ki yanı başındaysa, gözünün önünden geçip gidiyorsa...Yıllar geçse de üzerinden, yaşanılmamış olan sende yaşanılmaya devam eder.zihninde sorularla, her anındaki "keşke"lerinle ve damarlarını titreten yüreğindeki ateşle.

      -"...Hatta belki de aşka aşık olmaktı en güzeli.Çevresindeki onlarca insan, birlikte olduğu insanların gözlerinin içinde bulduğu aşkı değil, aslında karşılaşma ihtimali mümkün olmayan aşkı bekliyor, tarif ediyor, düşlüyordu. Hayatında olan insanın üzerine, sahip olmak istediği aşkın elbisesini giydiriyordu. Bu elbisenin ona uygun olup olmadığıyla ilgilenmiyordu bile."

      -"Mademki bitişi kesin olan bir hayat var elimde ve bu gerçeği anlamlandırmak imkansız, o halde sonrasına inanmak da elimdeki süreyi katlanır kılabilir."

      -"'Yaşamın anlamı nedir?' sorusu, ölümün gerçekliğine bir yanıt aramaktan başka bir şey değil. İnsan ölümlü olduğunun farkındalığına sahip tek varlık. En azından yaşamın beden için yaşamın bir yok oluş yolculuğu olduğu gerçeği, ölümden kaynaklı yaşama başkaldırıyı, en büyük çatışmanın huzursuzluğunu getiriyor. Tam da bu yüzden ölümle barışamayan, yaşamla barışamıyor.İşte egonun faaliyet alanı da burada başlıyor."

      -"Çocukken camiye, sinagoga ve kiliseye gitmişliği vardı. O yaşlarda neden insanların farklı binalarda tanrıyı aradıklarını anlamlandıramıyordu."

      -"Ezberler, kalıplar ve büyük sözler, yaşamın dinamiğinde anlamsızdırlar. Çünkü her anın, her durumun ve o durumu meydana getiren bütün unsurların, farklı bir dinamiği vardır."

      -"Son nefese ertelenen her şeyin, hiç olmadığı kadar ağır bir yük oluşturacağını hissetmeye başlamıştı nihayet. Yaşadıklarımızdan çok yaşamadıklarımızın yorduğu bu hayatta, hiçbir yaşanan, yapılan, 'Acaba yaşasaydım, yapsaydım nasıl olurdu*' sorusu kadar ağır değil"

      -"İnsan bedene aşık olmazdı. Bedene hissedilen şey 'aşk' olmazdı."