Bu Blogda Ara

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Hayal Meyal - Tarık TUFAN

Kanser hastası genç bir adamın yıllar sonra eski yaşadığı yere dönmesiyle birlikte kafasında doluşan hatıraları ile yüzleşmesinin hikayesi. Bu tür kitapları seviyorum yani eskiye giden, eskiye özlem duyan, hatıralarla yaşayan kahramanları anlatan kitapları. Kimbilir belki de kendi geçmişime, çocukluğuna duyduğum  özlem kabarıyor böyle kitapları okurken. Bu hikayede de kanser hastası ve ismi kitap boyunca verilmeyen adam, istemeden nişanlandığı  İlknur, O'nu bırakıp mahalleden gidişi, kimsenin buna anlam verememesi ve mahalleli tarafından kötü gözle bakılması ve tekrar mahallesine döndüğünde geçmişte yaşadıklarının zihninde canlanması anlatılmış. Sanki yazsam benim cümlem olacak cümleler var. En çok da buna bayıldım. Şiir tadında güzel mısralar da var kitapta. Tarık Tufan'ın Ot dergisindeki yazılarını seviyorum. Kitapları da güzel. 

Kitaptan güzel alıntılar:

"Bize olanaksız gibi gelen onlarca şey başkalarının günlük hayatının bir parçası değil mi?"

"Merak ediyorum, bütün insanlar yanlarına sinsi bir gölge gibi sokulan, yüzünü başka bir tarafa çevirmişken bir anda arkasında bitiveren ölüme aynı tepkileri verir mi acaba?"

"Ölümü ilk kez yol kenarında yatan bir köpeğin üzerinde gördüm.
İnsanlar yanından geçerken şöyle bir bakıp sonra da yollarına devam ediyorlardı.Ben uzun süre orada kalma ihtiyacı hissettim. Bu yüzden ölüm ''bir süre iç çekip sonra da görmemiş gibi''davranmaktır benim dünyamda.
Ölmekten korkmam biraz da bu yüzden."

"Tahlil sonuçları açıklandığında, içimde hiç de dost olmayan bir hücrenin sürekli yandaş toplayarak işgal alanlarını genişlettiğini öğrendim."

"Ne kadar garip! Bütün insanlar öleceğini bildiği halde mutlu olmayı becerebiliyorlar. Ama ölüm tarihi ile ilgili bir zaman diliminden söz edildiği anda bir daha o mutluluğu yakalamanın imkanı yok."

"İnsanın gözyaşının bitmesi diye bir şey olsaydı o gece olurdu."

"Meraklı siyah bulutlar, böylesine hıçkırıklarla kimin ağladığını görmek için şehrin üzerine çullandılar. Dışarıda yağmur yağıyordu. Açık pencereden içeriye kafasını uzatan damlaları izledim bir süre."

"Terk ettiğiniz bir yere dönmek olanaksızdır.
Dönmeyi başarabilirsiniz de oranın aslında bıraktığınız yer olmadığını fark edersiniz. Ne geri döndüğünüz yer o eski yer. ne de geri dönen sizsinizdir."

"Kadınların sessizliği korkunçtur. Perdenin arkasında bazı gölgeleri seçebilirsiniz ama asla tam olarak ne olup bittiğini anlayamazsınız."

"Çok fazla konuşması İlknur ama konuştuğu kadarıyla, kalbimin bir köşesini tekmeleyip dışarı çıktı. Tekmelediği yerin acısı hiç dinmedi."

" 'Vakit nefestir ' demişti bir keresinde Nurettin Efendi. Neden böyle söylediğini anlayamamıştım. Vakit varlığın nefesidir. Zamanın eceli geldiğinde var olan her şeyin de eceli gelir."

"Fakirin mekanında misafirin verdiği nimettir rahatsızlık değil."

"Evlat, insanlar hakkında Allah'a uy, Allah hakkında insanlara uyma."

"Şimdi ölümün  kıyısına gelmişken dua etmeye başlamak bana çok hesaplı geliyor. Kendimi kötü hissediyorum. Sanki iki yüzlülük gibi anlıyor musunuz?"

"Umut küçük çocukların hevesi gibidir. Bir anda gelir ve bir anda kaybolur. Çocuğun oyundan vazgeçmesi gibi. Umudun artması ya da eksilmesi de bu kadar gelgeçtir."

"Bir kadının teselli ettiği erkek, ölümcül yaralarına tahammül edebilecek kadar güçlü hissedebilir."

Bir de küçük bir şiir:
"Tüketip de geçtiğimiz onca şey eskisi gibi olamaz.
Ben sadece denemek istedim.
Farkındayım olmayacağının.
Ben hala gözlerini bıraktığım yerde arıyorum."

Hadi bir tane daha:

"Benim aklım sende hâlâ.
Susuşunda.
Gözlerini kaçırışında kaldı aklım.
Gidişinde en çok..
" Hem ben bir kez öldüm.
Bir kere daha ölürüm.."

  



1 Temmuz 2018 Pazar

Temiz ve Kirli - Georges Vigarello


Ortaçağ' dan  günümüze Vücut Bakımının Tarihi

Ortaçağdan günümüze temizlik ve banyo alışkanlıklarının tarihsel sürecinin anlatıldığı bir kitap. Çok da kapsamlı gelmedi bana. İngiliz, Fransız soylularındaki ve saraylardaki tuvalet, banyo ve hamam alışkanlıkları anlatılıyor. Temizlikle ilgili hurafeler, mesela kitaptan bir alıntı; " 1500' lü yıllarda Hamam ve banyonun tehlikeli olduğu, çünkü vücudu havaya açtığı, gözenekler üzerinde neredeyse mekanik bir etki yaparak bir süre için organları açık havaya maruz bıraktığı düşünülüyormuş." 

Örneğin XVI. yy'da sağlık kitapları vücudun bir takım kokularından söz ettiklerinde bunları yok etmenin gereğine de işaret ederlerdi. Fakat o dönemde, bu iş için kuru kuru ovunma ve parfüm her türlü yıkamadan üstün tutulmuştur. Derinin güzel kokulu bir bezle ovulması gerektiği yazılırmış.

XIII. yy'da tellallar Paris' te sokak sokak dolaşıp bağırarak sıcak hamam ve banyolara müşteri toplarlarmış. 1292 yılında bu tür işletmelerden Paris' te 26 tane varmış. XVII yy.' da ise topu topu bir kaç işletme kalmış. Bunlardan yararlanmak ise pek aristokratça bir şeymiş. Zaten sık gidilmezmiş. sırf temizlik olsun diye gidilmesi, alışılmış bir şey değilmiş. Örneğin düğünden ya da bir bayanla buluşmadam önce veya yolculuğa çıkmadan, yolculuk dönüşünde gidilirmiş. Bir saray adamı evleneceği kıza tanıtılacağı gün, törene gider gibi, hamama gidermiş.

Gerileyen, kaybolan bir adet de hamam yaktırma adeti imiş.  Soylular evlerinde hamam yaktırırmış. Sanki su bir zenginlik belirtisiymiş gibi insanın rahat bir sınıfa ait olduğunu belli eden su, zamanla bir gösteri, gösteriş aracına dönüşmüş. 

Bir de pire ayıklama olayı var. XVI. yy' da  Montaillou' da bit ayıklama sürekli olarak yapılan bir şeymiş. Sevgi belirtisi olarak, saygı gösterisi olarak ayıklanırmış. Yatakta ocak başında metresler aşıklarının bitlerini dikkatle ayıklarlarmış. Hizmetçi efendisinin, kız annesinin, kayınvalide ise müstakbel damadının bitlerini ayıklarmış. ilginç. 

Bir kimsenin "eline su dökmek" nezaket ve dostluk işareti olarak görülürmüş. Saygı ve konukseverlik işaretiymiş aynı zamanda. Türkçedeki "O benim elime su dökemez" deyimi buradan geliyor olsa gerek.  

1740' larda soyluların eşya listelerinde temizlik iskemlesi denilen bir eşya çeşidinin adı geçmeye başlar. Daha o zamandan "bide" sözcüğünün bile kullanıldığı olmuş. 1739 da Malmaison konağının eşya listesinde lazımlıktan söz edilir.

Görüldüğü üzere Avrupa daha üçyüzyıl önce temizliği bilmiyorken Türkler daha eski zamanlardan bu yana temizliği, banyoyu bilmiş, kullanmış. Avrupalıya öğretmiş ama ne yazık ki o temiz Türklerden şimdiye eser kalmadığını görüyoruz. Şu andaki Avrupa' dan daha başka bir çok konu olduğu gibi temizlik konusunda da mevcut halkımızın öğreneceği çok şey var. Maalesef.






Gölgesizler - Hasan Ali Toptaş

Bir Hasan Ali Toptaş romanından bu denli sıkılacağım aklıma gelmezdi. Başlarda  Yaşar Kemal betimlemelerine benzer bir köy romanı okuyacağımı sanmıştım ama uzadıkça uzayan bir konu, fantastik köy romanı tarzına geçiş, hadi bakalım, dur bakalım derken kitap bitti ama ben pek memnun kalmadım. İki farklı zamanda geçen olaylar ve değişik bir son. Bir rüya gibi. Rüya gibi derken güzel anlamında değil karmaşık nedensiz, sonuçsuz mantıksız fantastik olaylar. Bundan önce okuduğum Hasan Ali Totaş' ın "Kuşlar Yasına Gider" kitabından sonra, aslında daha önce yazılmış olan bu kitap bana o tadı vermedi. Tamam Hasan Ali Toptaş güzel yazar, iyi yazar ama ben bu tarzı beğenmedim. Hasan Ali Toptaş okuyacaklar önce bu kitabı okumasınlar. Ha yazar bir de bu tarzda yazmış bak hesabıyla okuyabilirler. Ha bunutmadan filmi de çekilmiş kitabın: https://www.youtube.com/watch?v=io5n-VLCIdw&t=186s seyredebilirsiniz.

Kitabın özeti ise şöyle:

Bir gün İstanbul’da çalışan berber, rutin yaşamından dolayı ruhunun daraldığını söyler ve bir köye doğru yolculuğa çıkar. Köyde daha önceden berber dükkanını işleten kişi yıllar önce köyü terk etmiştir. Köye gelen berber bu dükkanı kiralar ve yeni hayatına başlamış olur.

Köyün en güzel kızlarından birisi Güvercin’dir. Gelinlik çağda ki güzel Güvercin, bir gün aniden ortalıktan kaybolur. Bu durum üzerine bekçi ve köy muhtarı Güvercin’i aramaya başlarlar. Aramaları bir sonuç vermeyince Güvercin’in kaçırılması ihtimali üzerinde dururlar. Köyde ki şair ruhlu genç sorgulanır. Muhtar suçlunun genç olduğu konusunda çok emindir. Dayak yöntemi ile ağzından laf almaya çalışırlar fakat gençten bir sonuç çıkmaz. Yemiş olduğu dayak sonrasında beyninde oluşan zedelenmeden dolayı aklını yitirir.

Köyün eski berberi köye geri döner fakat bu esnada berberin eşi ortalıktan kaybolur. Yaşanılan bu olaylar karşısında çaresiz kalan muhtar, jandarmadan yardım almak üzere şehre gider fakat bir daha köye geri dönmez.

Köylüler, Güvercin’i bulmak için aşk büyüsü yapmaya karar verirler. Bu büyü Güvercin’i getirmek yerine bir gencin ölümü ile son bulur. Köy gitgide içinde yaşanmaz bir hale geldiği için berber şehre geri döner ve gazete de genç bir kızın, bir köyde bir ayı tarafından kaçırıldığına dair bir haber görür
.


Kitaptan akılda kalan sözler:

“O her şeyin mutlaka bir iz bırakacağına inanıyordu, izsiz şey olamazdı; kuşların bile izi vardı gökyüzünde, sözcüklerin dişte, bakışların yüzde.”

"Çünkü sabaha geç kalabilirsin. Şunu da unutma ki yeryüzünde gecikmişliğin ilacı yoktur.”

"Düş gibi bir şey yani... Koşarşın koşarsın da varamazsın hani; içindeki umut varamadığın kadar büyür. Sen bakarsın ışıltıyla. İleriye uzanırsın uzandıkça da kolların uzar babam uzar... Gene de boşluğu avuçlarsın hep; düşünü düş yapan boşluğu..."

“Devletti bu, usandırmaya gelmezdi; sonra devlet her zaman on beş yaşında olurdu, canını sıkıp da bir kere küstürdün mü artık dönüp yüzüne bakmazdı."

"Her kadının gözünde bir erkeğin kaybolup gideceği boşluk bulunduğuna inanmıştı."

"Belki de bu yüzden delirmişti Cennet'in oğlu; kendini kendine gömebilmesi için delirmesi, delirmesi için de herkesten akıllı davranması gerekmişti."

"Köyü anımsamıştı o sırada; demek, demiş, yaşadıklarımın hepsi bir oyundu. Demek, insan ne yapsa bir oyunun içinde..."

24 Haziran 2018 Pazar

Türkiye ve Batı Asya Tarihi- Jawaharlal Nehru

Modern Hindistan' ın kurucusu Nehru' nun Birinci Dünya Savaşı' nı,  savaş sonrası Türkiye'yi, devrim sürecinde yeniden yapılanmasını, Mustafa Kemal'i ve Türkiye'nin  çevresindeki ülkeleri değerlendirdiği bu kitabı hapishaneden kızına yazdığı mektuplardan oluşuyor. Aslında Nehru' nun mektupları daha geniş kapsamlı ancak bu kitapta Türkiye ve çevresindeki ülkeler  üzerine görüşleri ağırlıklı olarak ayıklanarak meydana getirilmiş. 

Kitabın çevirisini yapan Cüneyt Akalın; yaklaşık 200 mektuptan oluşan Dünya Tarihinden Görüşler adli kitabın Türkiye ile ilgili bölümlerinin çevirisini yaptıkça şaşkınlığının arttığını, bu bölümlerin büyük çoğunluğunun adeta bizden birinin kaleminden çıkmış gibi anlatıldığını, üstelik Nehru'nun Türkiye'nin uluslararası düzlemde suçlandığı birçok konuda -Ermeni sorunu, İzmir yangını, Yunan mezalimi, Balkanlardan göçler, Arap isyanı, hilafet sorunu vb.- anlattıklarıyla adeta uluslararası kürsülerde, Türkiye lehine tanıklık ettiğini, söylüyor. Nehru' nun 1 Ocak 1934 tarihli  önsüzünde; kitabın hapishanede yazıldığını, boş vakit gibi artıları olmakla birlikte herhangi bir referans olmamasının eksileri olduğunu, bazı kitapların eline geçtiği ancak kısa süreli faydalanabildiği, kitap okurken not alma alışkanlığını geliştirdiğini referans kitap eksikliğinin olduğunun çok açık olduğu bu yüzden anlatı bölümlerini uzun tutmak zorunda kaldığını, ayrıca, kızına yazdığı bu mektupların kişisel özel konuları da içerdiği, bunları ayıklamasının mümkün olmadığını, mektuplarda görüşlerini zaman zaman köşeli ifade ettiğini, görüşlerinin tamamen arkasında olduğunu ama zaman içinde kendisinin de tarihe bakışının değiştiğini, bugün yazmış olsaydı daha farklı yazabileceğini ya da daha farklı şeyleri vurgulayacağını, ama yazdıklarını yırtıp atarak da yeni bir başlangıç yapamayacağını belirtiyor. 


Kitapta: Nehru' nun Gözüyle Asya, Türkiye Avrupanın Hasta Adamı Oluyor, Yeni Bir Türkiye Küllerinden Doğuyor, Mustafa Kemal Geçmişten Kopuyor, Kemal Paşa, Asya'da Milliyetçilik, Muhammad İkbal,
Savaş Yıllarında Hindistan gibi bölümlerden oluşuyor.

Yandaki fotoğrafta, Jawaharlal Nehru'nun Dünya Tarihinden Görüşler adlı kitabını kaleme aldığı hapishanenin fotoğrafı yer alıyor. 

Kitaptan alıntılarım ise şöyle:

"Mustafa Kemal' in Yunanlılara karşı kazandığı büyük mücadeleyi, yaklaşık 11 yıl önce duyduğumuz zaman ne kadar çok sevindiğimizi çok iyi hatırlıyorum. Ağustos 1922' de Afyonkarahisar'da kazandığı ve ardından Yunan ordusunu İzmir'de denize döktüğü savaşı kastediyorum. Birçoğumuz Lucknow Bölge hapishanesindeydik ve Türklerin zaferini kutlamak için hapishane barakamızı sağdan soldan bulabildiğimiz şeylerle süslemiş, dahası o akşamı, cılız biçimde bile olsa, ışıklandırmaya çalışmıştık."

"Dikkat çekici bir kurum 'Çocuk Haftası'ydı. Söylendiğine göre, her yıl bir hafta boyunca her hükümet görevlisinin yerine bir çocuk görev yapıyor, tüm devlet böylece çocuklar tarafından yönetiliyordu. Bunun nasıl işlediğin  bilemiyorum ama harika bir fikir olduğunu düşünüyorum. Çocukların bazıları ne kadar şaşkın, tecrübesiz olsalar da bizim yetişkinlerin, heybetli görünümlü yöneticilerin ve görevlilerin bir çoğundan daha çılgınca davranamaz."

"Küçük ama Türkiye'nin yöneticilerinin yeni bakış açısıyla ilgili önemli bir işaret, 'selamın aleyküm' ün önüne geçilmesiydi. Yöneticilere göre el sıkışma, selamlaşmanın daha uygar bir biçimiydi ve zaman içinde bunun keyfine varılmalıydı."

" Tükenmiş, çökmüş görünen bir ulusun yeniden doğuşuna en çarpıcı örnek Türkiye'dir. Bunun onuru, büyük ölçüde, her şey kendisine karşı görünürken boyun eğmeyi reddeden kahraman lider Mustafa Kemal Paşa'dır. Kemal Paşa sadece ülkesini özgürleştirmekle kalmadı, modernleştirdi, tanınamaz ölçüde değiştirdi. Saltanata ve hilafete, kadının dışlanmasına ve eski adetlere son verdi."

"Son yılların bir başka olağanüstü özelliği kadınların toplumsal, yasal, geleneksel birçok yükten kurtulmalarıdır. Savaş Batı' da bunun itici gücü oldu. Doğu'da bile Türkiye'den Hindistan'a ve Çin'e kadar kadınlar ayağa kalktılar, ulusal ve toplumsal alanlarda büyük roller üstlenmeye başladılar. İşte böyle bir dönemde yaşıyoruz. Tarihin heyecan veren bir dönemi bu. Bu dönemde hayatta olmak ve sorumluluktan pay almak ne güzel şey."  





22 Haziran 2018 Cuma

Çocukluğun Soğuk Geceleri - Tezer Özlü



Edebiyat Dergilerinden adını sıkça duyduğum bir yazardı Tezer Özlü. Hüzünlü bir hayat hikayesi var. Bu kitapta da gençlikten olgunluğa hayatını çarpıcı ve okuyanı etkileyici ve cesurca anlatmış. Hayata küsüşü, başarısız intihar girişimleri, hastalığı ve bu dönemde yaşadıkları olaylar bu kitapta anlatılmış. İlginç, inatçı değişik bir kadın Tezer Özlü. Hayatla çok mücadele etmiş, intiharı deneyip başaramayıp göğüs kanserine yenilerek erken kaybedilen bir yazar. Kitapta anlatılanlar beni etkiledi, Karamsar bir hava esiyor kitap genelinde. Yazarın manik depresif ruh halini yansıtıyor belki de.  İlk gençlik yılları, yaşadığı ilk cinselliği, aile hayatı, okul ve hastane yılları vurucu bir şekilde anlatılmış. 

Kitaptan akılda kalan güzel sözler var: 

"..Süm, somyanın çukuruna yatar yatmaz uyuyor. Ben de çukura inen yokuşta uykuyu arıyor, Tanrı’nın var olup olmadığını düşünüyorum. Tanrının var olmayacağına inandığım geceye dek, ona hepimiz için uzun uzun yakarıyorum. Artık yakarmama gerek kalmadı. İstediğimi düşünebilirim."

"Çünkü sinir hastalığı da bulaşıcı bir şey. Hem öyle mikrop almakla değil, bir insanın umutsuzluğunu derinden algılamakla bile geçebilir."

Ölüme nasıl yakın durduğunu tüm sahiciliğiyle şöyle özetliyordu:
Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı. Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel gözükmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel ölü bir gövdeyle öç almak istediğim insanlar var.

"Neden bunalımları çözümleyemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz? Yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? Sevişmek için, ilkin nikâh imzası mı atılmalı? Ya da yalnız kalıp, yıllar yılı erkek-kadın özlemiyle kendi kendilerine mi boşalmalılar? Erkekler, kadın resimlerine mi bakıp heyecanlanmalılar? İlk kadını genelevde mi
tanımalılar? Karı-kocalar birbirlerinin gövdelerine “mal” gözüyle mi bakmalı? İnsanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor. Saptırılıyor. Çarpılıyor."

"Uzun yaşamın bir küçük kesiti. Dünyasındaki insanlardan biriydim. Onunla birlikte hiçbir şeyim ölmedi. İnsan ölümünü kendi kendine ölüyor"

" Tiyatronun taş basamağına oturmuş, doğaya bakıyorum. Birkaç
saat sonra köyden ayrılacağım. Büyük kente döneceğim. Uzun süre yalnız güneşin doğuşunu, batışını, bulutların rüzgârla birlikte koşuşunu, yağmurlu, yağmurdan sonra çok ender görülen gökkuşağını ve gökkuşağının mora bürüdüğü denizleri, dilediğimce seyretmek isterdim. Oysa koşullandırılmış bir büyük kentliyim. Doğadan ayrılıp, beton alanların, asfalt yolların kıyısındaki taş yapılara, apartmanlara döneceğim."

"Yıllar, olaylar beni hiç yıpratmamış, aksine duygularıma yön vermiş. Güzelin, bir insanı sevmenin, bir insanın tenini okşamanın, bir insanla birleşmenin kutsallığını, bu kutsallığın tadına varmayı öğretmiş bana."

"İki insanın birleşmesindeki sonsuzluk özü olmalı insan yaşamının. Özü olmalı güneşin. Özü olmalı sevişmeyi duyan ve duyuran gücün. Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri gökyüzünü bürüyen yıldızların. Akdeniz’in üzerini kaplayan mavi gökyüzünün özü olmalı bu birleşme. "

"Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri bürüyen yıldızların. İki insanın sarılarak geçirdiği bu sarsıntı özü olmalı evrenin. Sonsuza dek varan, var eden, yaşatan, yaşamı ileri çağlara 
doğru devreden bu birleşme...

"Evin holündeyiz. Günk de geliyor. Babam ikimize incir sunuyor:
-Bu kadar güzel yemişler varken, insan ölmeyi nasıl düşünür?
diyor.(Sözlerindeki gerçekliği bugün bile anlayıp anlamadığımı bilemiyorum.)

İntihar düşüncesi peşimi bırakıyor. Çoğunluk gibi doğal ölümü

bekleyeceğim."

21 Haziran 2018 Perşembe

Bozkır Kurdu'nun Düş Yolculukları - Hermann Hesse

Hermann Hesse'nin mektuplarından ve deneme yazılarından oluşan kitap. Siddharta ' dan sonra okuduğum ikinci Hesse romanı.Aslında okuyalı bayağı bir zaman oldu. 2003 yılında almıştım kitabı.  Roman demek ne kadar doğru bilmiyorum. İlk gençlik anıları, hayatı, oğlu Heiner'e yazdığı mektuplar ve araştırmalar. Babası bir hristiyan misyoner. Dindar bir ailede yetişiyor. Babasının kitaplarını okuyor ve kitaplara büyük ilgi duyuyor. Alman olmasına karşın hayatının büyük bir kısmı İsviçre' de geçiyor. Gençlik yıllarında Emil Sinclair adını kullanıyor. Kitaptaki yorumlar daha çok dini inançlar ve hristiyanlık üzerine. Hindistan anıları da büyük yer tutuyor.

Kitaptan altı çizili cümlelerim ise şöyle olmuş:


"Ama her ne kadar doğru ve iyi niyetli olsalar da, emirlerin bendeki etkisi her zaman kötü olmuştur.Uyumlu ve sabun köpüğü gibi kolay yönlendirilebilen bir yaradılışa sahip olmama karşın özellikle gençlik yıllarında, her türlü kurala karşı çıkmış ve her zaman dikbaşlı davranmışımdır. Yalnızca 'yapman gerekiyor' u duymam yeterliydi, içimde herşey tersine döner, dikkafalı biri olurdum. Bu özelliğimin, eğitim yıllarıma ne kadar kötü ve zararlı bir etkisi olduğunu tahmin edebilirsiniz."


"Dünya güzelleşti. Ben yalnızım ve yalnızlıktan yakınmıyorum. Başka bir şey istemiyorum. Güneşte pişmeye hazırım. Olgunlaşmaya hazırım. Ölmeye ve yeniden doğmaya hazırım. Dünya artık daha güzel." (tabi bu sözleri 1920' de söylediğini hatırlatmakta fayda var. Dünya şimdi o kadar da güzel değil)


"'Kendine kimseyi örnek alma' der gibiydi bu ses. 'Özde örnek diye bir şey yoktur, onları sen yaratıyorsun ve kendini aldatıyorsun. Örneklerin arkasından koşmak yapmacık bir davranıştır. Gerçek olan, kendiliğinden gelecektir. Dayan oğlum, dayan ve boşalt kadehi dibine dek! Ne kadar üstüne düşersen o kadar acılı olacaktır tadı. Korkaklar, zehir ya da ilaç içer gibi içerler yazgılarını, sen ama şarap ya da ateş içercesine içmelisin onu. İşte o zaman tadına doyum olmayacaktır."


"Savaş sırasında sıkça dile getirilen şu düşünce her koşulda tümüyle yanlıştır: Savaş, korkunç mekaniği ve ürkütücü boyutuyla, gelecek kuşakların savaştan korkmalarına neden olacaktır. Korkutma eğitim için uygun araç değildir. Öldürmekten zevk alan birisini, savaşın korkunçluğu durduramaz, savaşın verebileceği bütün o maddi zararları görmek de, bu konuda hiçbir işe yaramaz. İnsan davranışlarının çoğu mantıksal bir neden dayanmamaktadır. Herhangi bir davranışın mantıksızlığından ne kadar emin olsak da, kendimizi bir gün o davranışı coşkuyla yaparken bulabikliriz. Tutkulu insanın davranış biçimidir bu.

      İşte bu nedenden ben, çoğu dostumun ve düşmenımın sandığı gibi pasifist değilim. Ben kimyacıların düzenledikleri kongrelerde, taşın altına dönüştürebilme çalışmaları yapıldığına ne kadar az inanıyorsam, dünya yüzündeki barışın mantıklı yollarla, vaazlarla, örgütler ve propagandalar aracılığıyla kurulabileceğine de o kadar az inanıyorum.
     Peki ama dünyada gerçek barışseverlik günün birinde nasıl sağlanacak? Bunun yasaklar ve maddesel deneyimlerle olmayacağı açık. İnsanlığın elde ettiği bütün gelişmelerde olduğu gibi, bilgi aracılığıyla olacaktır bu yine de. Her bilginin, eğer bundan akademik bilgi değil de yaşama geçirilmiş bilgiyi anlıyorsak, tek bir nesnesi vardır... İçimizdeki bu en derin noktadan yola çıkarak tüm karşıtlıkları her an ortadan kaldırabileceğimiz, tüm siyahları beyaza, tüm kötüleri iyiliğe, geceleri de gündüze dönüştürebilme olasılığının bilgisi, Hintli buna 'Atman' Çinli 'Tao' Hristiyan d 'Merhamet' der. Bu yüce bilginin olduğu yerde ardında mucizelerin yer aldığı bir eşik aşılmış olur. Savaşlar burada sona erer, düşmanlıklar burada sona erer."

"Söylediklerim bilinen şeyler. Ancak, nasıl ki her bir kurşunun öldürdüğü asker, aynı yanlışın sürekli yinelenişi ise, gerçek de sonsuza dek değişik biçimlerde yinelenecektir."


"Ve biz geleceğe inananlar, şu eski beklentiyi hiç durmadan yücelteceğiz: 'Öldürmeyeceksin!' Dünyadaki yasa kitaplarının tümü, bir an gelip de öldürmeyi yasaklayacak olsa bile (savaşta öldürmek ve cellat tarafından öldürülmek de bunun içinde), beklenti hiçbir zaman dinmeyecektir. Çünkü o her ilerleyişin, her insanlaşmanın özünde yatar. O kadar çok öldürüyoruz ki! Evet, yalnız anlamsız savaşlarda, devrimin anlamsız sokak çatışmalarında ve anlamsız idamlarda öldürmüyoruz, adım başı öldürüyoruz. Yetenekli genç insanları, zorunluluklar nedeniyle kendilerine uygun olmayan mesleklere sokarak öldürüyoruz. Fakirlik, sefalet, namussuzluk karşısında göz yumarak öldürüyoruz. Toplum, devlet, okul ve din alanlarında, ölmekte olan kurumlara kesin kes sırt çevireceğimize, rahatımız kaçmasın diye istifimizi bozmadan bunlara seyirci kalarak ve ikiyüzlülüğe rıza göstererek öldürüyoruz.  Nasıl tutarlı bir sosyalizm için mal mülk hırsızlıksa, bizim tarzımızdaki tutarlı inanç sahibi biri için de, yaşama her karşı çıkış, her haksızlık, her ilgisizlik, her küçümseme, öldürmekten başka bir şey değildir. İnsan yalnız şu andakileri değil, aynı zamanda gelecektekileri de öldürebilir. Bir parça alaycı  bir kuşku aracılığıyla, genç bir içindeki geleceğin büyük kısmı öldürülebilir. Yaşam her yerde beklemekte, her yerde gelecek çiçek açıyor ve bizler her zaman bunların ancak çok azını görüyor, birçoğunu da  sürekli ayaklar altına alıyoruz. Her adım başı öldürüyoruz.

   Tek tek hepimizin, insanlıkla ilgili yalnızca tek bir görevimiz vardır! Ey insanoğlu! Benim de, senin de görevin, her ne kadar yine de hoş ve değerliyse de, insanlığın tümüne bir parça yararlı olmak, tek bir kurumu iyileştirmek, tek bir öldürme biçimini ortadan kaldırmak değildir. İnsan olarak görevimiz; kendimize ait, bir kerelik kişisel yaşamımız içinde, hayvandan insana bir adım daha yaklaşmaktır."

"Geçenlerde bahçemdeydim, ateş yakmıştım, ateşi ince dal ve çalılarla besliyordum. O sırada akdiken çalılığının önünden yaşlı bir kadın çıkageldi, seksene merdiven dayamıştı, durdu ve bana baktı: 'Ateş yakmakla iyi etmişsiniz. Bizim yaşımızda, insan artık yavaş yavaş cehennemle dostluk kurmaya başlamalı.' "





18 Haziran 2018 Pazartesi

Solo - Rana Dasgupta

Yüz yaşındaki, yıılar önce görme duyusunu kaybetmiş Bulgar Ulrich'in geçmişe yaptığı bir yolculuk, yaptıkları yapamadıkları ve anıları. Bir asırlık ömrü boyunca gördüğü savaşlar, kapitalizmden komünizme, tekrar kapitalizme geçişler, Bulgar halkının toplumsal yaşamı, bilimsel, sanatsal gelişmeler, özellikle kimya endüstrisi, dünyanın değişimi eşliğinde kendi yaşantısındaki değişilikler ve bir ömür anlatılıyor kitapta. Kitap; İki bölümden oluşuyor. İlk bölüm Hayat: Magnezyum, Karbon, Radyum, Baryum, Uranyum bölümlerinden oluşurken, ikinci bölüm ise Hayaller başlıklı ve Denizgergedanı, Akbalina, İhtiyozor, Denizineği ve Denizayısı isimli bölümlerden oluşuyor. Her bölümde bir şekilde o bölümün adının geçtiği bir olay var. İlk bölümde Ulrich'in gençliği, iş hayatı, aşk hayatı, Bulgaristan' ın geçirdiği tarihi süreç eşliğinde anlatılırken ikinci bölümde daha çok   Hatuna adlı karakter ön plana çıkıyor.

Kitaptan alıntılara gelince;


"Adamın adı Ulrich. Bu tuhaf adın sorumlusu, Alman kaynaklı her şeye meftun olan babası. Bunun açıklaması ise yıllar boyunca bir hayli zamana mal oldu."


"Yeni zamanların vizyonu böyle bir şey: insanlık miyop gözlerle ayaklarının dibindeki kendine ait bir karış toprağa bağlı kalmaktan, kılıç ve davulla birbirlerine üstünlüklerini ilan etme zorunluluğundan kurtarıldı. Bundan böyle uzaklara bakarak ortak bir geleceği düşleyecekler."


"Babası o sırada, 'Ülkemizi Türkler değil de Avusturyalılar fethetmiş olsaydı bu Aydınlanma'dan bizim de payımıza bir şeyler düşerdi.' demişti."

"Patlama sesleri işitiyor: Irak'ta gene bir savaş var. Bu kez Amerikan işgaline destek olmak için Bulgaristan asker gönderiyor. ..Artık hayatta olmayan annesini düşünüyor; çok sevdiği bu yerlere kendi ülkesinin saldırdığını bilse çıldırırdı. Zaman her şeyi nasıl da değiştiriyor, diye düşünüyor: İnsanlara kim olduklarını unutturup onları kendi soylarına düşman ediyor."

"İkindi vakti sokaklarımıza yüksekten bakıp da nasıl bulutlarla kuşatılmış olduklarını görmekten hala çok hoşlanıyorum Şehrin adıyla uyumlu olduğunu hissediyor insan. Adı Bilge olan (Sofya) bir şehir bulutlarda yüzmeli."

"Ulrich babaevine geri döndü ve babasının, yaşadığı hayal kırıklığı yüzünden can verişini izledi.
 İnsanların bu gibi nedenlerden dolayı can verdiği günlerin sonuna geliniyordu artık. Nitekim Ulrich kendi ölümünün modern tarzda olacağını biliyor; Ölüm belgesi için ölüm nedeninin ayrıntılı açıklaması gerekecek, zira ilerlemiş yaşına rağmen, bürokratlar vefatını şaibeli bir hata olarak görecekler. Bir ölüm belgesinde mevtanın ihtiyarlıktan öldüğünü söylemek mümkün değil artık.
Ama Ulrich'in babası hayal kırıklığından öldü."

"Bundan birkaç ay sonra Amerika Hiroşima ile Nagasaki'ye atom bombası atıldığında gazetelerin birinci sayfaları garip bir şekilde kayıtsızdı; Ulrich olayla ilgili ayrıntılı bilgi edinmek için çok uğraştı. Anlatıldığına göre bombanın yapımı Einstein'in Roosevelt'e gönderdiği bir mektupla başlamış ve projede Berlin'den gelmiş olan  başka biliminsanları da yer almıştı. Tasalı ve ne yapacağını bilmez bir haldeydi Ulrich. Kendini bilime adamış o güzel insanlara Amerika'ya göçtükten sonra ne olmuştu?"

"En üst kademelerde karar verildi. Bulgaristan sosyalist ülkelerin kimya motoru olacak. Maden kaynaklarımız var, ırmaklarımız var, toprağımız ve elverişli bir iklimimiz var. Davarları ve kaba saba köylü danslarını kısa zamanda unutacak ve kafalarını modern şeylerle dolduracak işçilerimiz var. Bizde eksik olan kimyacılar. Onları da yetiştiriyoruz. Çok geçmeden dünya çapında binlerce kimya mühendisimiz olacak. Ama şimdilik temel kimya bilgisine sahip herkes kendine düşen görevi yapacak."

"Şehrin dışına muazzam fabrikalar ve elektrik santralleri kurdular. Köylere ve neye inandıklarını kestirmelerinin mümkün olmadığı köylülere hiç de yakınlık duymuyorlardı. Hayvanlarına, tarım araçlarına ve topraklarına el koydular; insanların tümünü şehirlere sevk ettiler. Çiftliklerin ve köylerin imha edilmesi  beş yıldan az bir zaman aldı: çağdaş bir ulus yaratmak için eski zamanlardan kalma ne varsa silip süpürdüler. Örneğin, bir zamanlar Avrupa'da nam salmış olan Bulgar meyve ve sebzeleri Sofya pazarlarında görünmez oldu; onların yerini uzun kuyruklar ve kavgalar aldı.
   Konut projeleri köylerden şehirlere gelen tüm köylüler için tasarlanmıştı. Lakin koyunları ile ineklerine el konulmasının şokunu henüz hiçbiri üzerlerinden atamamıştı. Kimileri eski evlerini yeniden inşa etme ümidiyle yıkılan evlerinin tuğlasını ve ahşabını eksiksiz olarak eşek arabalarına yükleyip başkente getirmişti. Parklar sabık hainlerin heykelleriyle donatıldı ve tüm hikayeler ters yüz edildi."

"Ulrich annesine bakmadan, 'Çok eskiden Boris'le aramda bir tartışma geçmişti kimya konusunda. Ben kimyanın hayatın bilimi olduğunu iddia ediyordum o ise ölümden başka bir şey getirmediğini. Şimdi görüyorum ki o zamanki tezlerimiz aynı şeyin iki yarısından başka bir şey değilmiş.' dedi."

"Bizlere ne oluyor bilmiyorum. Hayat boyunca tutkularımızı koruyup sürdürmekte zorlanıyoruz, sonra da feda ettiklerimizin yasını tutuyoruz."

" 'Gülmek yasak değil' dedi annesi, 'Hastalık, yaşlılık ya da boş dükkanlar hiç de felaketten sayılmaz. Benim ölme vaktim geldi. Asıl felaket etrafındaki insanların hiçbir şey hissetmemesi, hiç gülmemesi. Ben ayrıldıktan sonra ümit ederim daha çok gülersin. İnsanların gözlerinin içine bak Ulrich, orada hala hayat ışığı olduğunu göreceksin." 

"Eşyaları da Elizaveta ile ölmüştü sanki; eski canlılıklarını kaybettikleri kesinde. Gözlüklerine, yünişine, cansız kitaplarına dokundu. Ayakkabılarını ters çevirerek topukları aşınmış mı diye baktı. Yıllardan beri yazı makinesinde yazdığı yazıları buldu, muazzam bir yığın halinde duruyorlardı. İlk kez merakı galebe çaldı. Hafifçe dokundu annesinin emek vermiş olduğu bu şeye, sol köşesinde dolmakalemle yazılmış elyazısını gördü.Bir sözlüktü bu. Yıllar boyunca bir sözlük hazırlamıştı. Bulgarca-Arapça bir sözlük."

"Türkler maruz kaldıkları haksızlıklara, gettolarda yaşamak zorunda bırakılmalarına, işsizliğe, baskıyla adlarının  değiştirilmesine isyan etti. Eski fabrikalar çalışsa da dükkanlar bomboştu; ebedi sistemin ancak yolsuzluk ve kaçakçılıkla ayakta durabildiğini bir çocuk bile görebilirdi."

"Yeni liderler Georgi Dimitrov'un komünist mumyasını yaktı; yeni kapitalizmlerinin asaleti karşısında bir nefret abidesi gibi duran kabrini de yıkmaya karar verdiler. Patlama öylesine şiddetliydi ki insanlar kendilerini yere atıp gözlerini korudu, çevredeki binaların camları patladı, taş zeminde çatlaklar oluştu. Lakin duman dağılınca ahali kasıklarını tuta tuta gülmeye başladı. Zira anıtkabir eskiden olduğu gibi sapasağlam yerinde duruyordu. Tecrübeli uzmanlar patlayıcıları arttırdılar ama gene hiç mi hiç etkilenmedi.Teknik bir sorun olduğunu söyleyerek üçüncü bir deneme yaptılarsa da sonuç aynıydı. Yapı hala yerinde duruyordu. Aslı faslı olmayan, temelsiz zamanlarda yaşamak böyle bir şeydi işte, geçmiş anlaşılan çok sağlam kurulmuştu."

"Ulrich geçmişi düşündüğünde, hayallere ne kadar çok zaman ayırdığına kendi de şaşıyordu. Dünya giderek şirazesinden çıkıyor olsa da, bizzat kurguladığı hikayeler sayesinde bir günden ötekine hayatını sürdürmeyi başarmıştı."

"O öfkeyle, kasabanın meydanında duran Lenin heykelini yıktılar. Bu olay Boris' i çok etkiledi, zira yaşlı adam o zamana dek daima bir eliyle geleceği işaret etmişti, öteki eli ise ceketinin yakasındaydı hep. Şimdi ise ileriye uzattığı kolu kırılmıştı, içi boştu ve yerde yatması kimsenin umrunda değildi. Boris yıkılan heykelleri kim toplayıp götürüyor acaba diye merak etti."

"İnsan ömrü belirli bir mekan ve belirli bir zamanla sınırlıdır, ama azımsanmayacak bir fazlalık artakalır. Bu fazlalığı hayallerimize istif etmeyip de nerede saklayacağız?"