Kötü bir olay yaşamış ve bundan saklanmaya çalışan Varvara Aleksiyevna ile Varvara'ya sahip çıkmaya çalışan, iyi bir hayat yaşaması için tüm imkanlarını kullanan, kötülüklerden korumaya çalışan ve saf sevgi ile seven uzaktan akrabası, fakir ve orta yaşlı bir memur olan Makar Alekseyevich'in mektuplaşmasını konu alan bir kitaptır.
Mektupların içeriği, günlük yaşantılarındaki olayları, bu olayların kendilerinde bıraktığı izleri ve birbirlerine karşı hissettikleri duyguları içermektedir. Ayrı zamanda Makar'ın saygılı ve çekimser bir üslup ile Varvara'ya duyduğu aşkı anlatmaktadır.
Burada anlatılan kişiler, olaylar aynı zamanda dönemin Petersburg hayatına da ayna tutmaktadır. Geçinme derdi, yaşam koşulları, yoksulluk gibi olaylar iyi işlenmiştir.
Dostoyevski'nin 1846 yılında yazmış olduğu bu roman yazarın ilk romanı özelliğini taşımaktadır. Ayrıca Dostoyevski'nin edebiyat dünyasına sağlam bir giriş yapmasına vesile olmuştur. İlk Rus toplumsal romanı sayılır.
Altını çizdiklerimden:
"Mutsuzluk bulaşıcı bir hastalıktır. Zavallı ve mutsuz insanlar daha kötü olmamak için birbirlerinden uzak durmalıdırlar."
"Acı, tatlı anlar hep üzüntü kaynağıdır, en azından bana öyle gelir ama bu üzüntü bile tatlıdır. Kalbim ağırlaştıkça, içim sıkıldıkça, hüzünlendiğimde, tıpkı sıcak bir günün ardından gelen nemli gecede çiğ tanelerinin, güneşte kavrulan zavallı, solmuş çiçeği tazeleyip canlandırması gibi anılar da kalbi canlandırır ve tazeler."
Benim anladığım, bir Ortodoksluk ve hristiyanlık eleştirisi kitap İtiraflarım. Kısa ve büyük anlamlar içeren bir kitap. Allah'a, inanca, ölüme ve yaşama dair düşünceler var. Tolstoy'un aklından geçenlerin yansıması var. Bu itiraflar belki de aklından geçenleri cesurca söylemleri. Çok net çok anlamlı sözler içeren cümleler, düşünceler var kitapta. Rus edebiyatı, özellikle Tolstoy sevenlerin öncelikle okuması gereken bir kitap. İşte o cümlelerden bazıları:
"Geçmişte olduğu gibi, bugün de Ortodoksluk inancını benimsediğini söyleyen kimselere, çoğunlukla kendini son derece önemli sayan, ruhsuz, acımasız kimseler arasında rastlanır. Oysa akıl, doğruluk-dürüstlük, yufka yüreklilik ve ahlaklılık çoğunlukla kendini inançsız ilan eden insanlarda görülüyor."
"Hayat, genel olarak ilerleme yoluyla gelişmektedir. Bu gelişmede en büyük pay fikir adamlarına aittir ve fikir işinin erleri arasında en büyük etkiyi yaratanlar da, sanatçılar ve şairlerdir."
"Oysa akıl, doğruluk-dürüstlük, yufka yüreklilik ve ahlaklılık çoğunlukla kendini inançsız ilan eden insanlarda görülüyor."
"Her inancın özelliği, ölümün yok etmediği bir mana vermektir yaşama."
"Her insan, Tanrı'nın iradesiyle dünyaya gelmiştir. Ve tanrı insanı öyle yaratmıştır ki, her insan ruhunu mahvedebilir ya da kurtarabilir. İnsanın hayattaki görevi, ruhunu kurtarmaktır. Ruhunu kurtarmak için insanın Tanrı'ya benzer yaşaması gerekir. Hayatın bütün zevklerinden kurtulması, çabalaması, alçak gönüllülük göstermesi, sabretmesi ve merhametli olması gerekir."
"Hayatın anlamını kavramak için, kendimi akıldan kurtarmalıyım, hani bu anlam olmadan var olmayan akıldan."
"Yanılma yok bunda. Her şey boş. Doğmamış olana ne mutlu. Ölüm, hayattan daha iyi, hayattan kendini kurtarmak gerek."
"Maddi hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüzden maddi hayatın yok edilmesi, bir mutluluktur ve biz bunu dilemeliyiz" der Sokrates.
"Kader kimseye ayrıcalık tanımıyor, hakpereste neyse, tanrısıza da öyle; iyiye, temize neyse, kötüye de öyle; kurban kesene neyse, kesmeyene de öyle. İyinin keyfi neyse, günahkarın da öyle. Yeminini bozanla yeminden korkan bir. Yeryüzündeki bu hal, kötü bir şeydir. Bu yüzden de insanların kalbi kötülük dolu, yaşadıkları sürece kalplerinde çılgınlık var, sonra da ölüm geliyor."
"Kalbim çok şey öğrendi ve yaşadı. Ve bu sayede bilgeliği, deliliği, akıllılığı öğrendim. Fakat anladım ki, bu da zor bir iş; çünkü bilgeliğin olduğu yerde fazlaca üzüntü var. Çok öğrenmek isteyen kişinin çok acı çekmesi gerek."
"Sokrates, kendini ölüme hazırlarken "Hayattan uzaklaştığımız ölçüde gerçeğe yaklaşırız"der. "Biz, hakikati sevenler hayatta neye koşarız? Bizler kendimizi vücuttan ve vücudun hayatından kaynaklanan her türlü beladan kurtarmaya uğraşırız. Eğer durum buysa, ölüm bize gelirken niçin sevinmeyelim?" Bilge kişi hayatı boyunca ölümü arar, bu yüzden de ölüm ona korkunç değildir."
"Soru:'Ne için yaşıyorum?' Cevap:'Sonsuz büyük mekanda, sonsuz zaman içinde, sonsuz küçük parçacıklar, sonsuz küçük bileşimler içinde değişirler ve sen eğer bu değişimlerin yasalarını kavrayamamışsan, yeryüzünde ne için yaşadığını da kavrayamazsın' "
"Hayat, genel orak ilerleme yoluyla gelişmektedir. Bu gelişmede en büyük pay fikir adamlarına aittir. ve fikir işinin erleri arasında en büyük etkiyi yaratanlar da sanatçılar ve şairlerdir."
Ana romanında, Pavel adlı bir işçinin anası olan Pelage'nin kişiliği ve hayatı etrafında 1905 yıllarındaki 1917 Ekim Devrimi öncesi Rusya'sının ekonomik, sosyal ve toplumsal panoraması ortaya konulmaktadır.
Maksim Gorki’nin bu romanı dünyada sosyalizm, işçi sınıfının mücadelesi ve işçilerin yaşantısını ele alan ilk kitap olma özelliği taşımakta, adeta Ekim Devriminin geleceğini haber veren ilk roman olma niteliği taşımaktadır.
Kocasının ve toplumun üzerinde uyguladığı baskı ve şiddete sesini çıkarmayan, hakkını arayamayan bir kadının, oğlunun ve çevresinin etkisiyle insanların acısını algılayan ve onları uyarmaya, uyandırmaya çalışan bir savaşçı haline gelmesi romanın konusunu oluşturur.
Nilovna adında kadının içki içip karısını dövmekten başka özelliği olmayan, kocasının ölümüyle başlar. Nilovna, devrimci oğlu Pavel ve onun arkadaşlarıyla yaşamaya başlar. Oğlu Pavel çalıştığı fabrikadaki eylemlere önderlik ettiğinden ve hapse girer. Çıktıktan sonraysa 1 Mayıs gösterilerine katılır ve tekrar hapse girer. Uzun süre tutuklu kaldıktan sonra yargılanıp sürülür. Nilovna ise bu ortamda hakkını arayan ve sorgulayan bir kadın haline gelir.
Roman, ihtilale hazırlanan devrimcilerin nasıl olması, neler yapması nasıl davranması gerektiğini ortaya koyan devrim hazırlıklarının manifestosu şeklinde yazılmış, dünyadaki devrimcilere örnek teşkil etmiştir.
Kitaptan küçük alıntılar:
"Hırsızlık edenleri atıyorlardı içeri, şimdi de doğruyu söyleyenleri atmaya başladılar."
"Yüreğin yarısında sevgi, öbür yarısında nefret..." dedi Andrey. "Buna yürek mi dayanır?"
"Ey insanlar birleşin...Bir araya gelin ve kuvvetli olun. Hayatın anlamı kin ve nefret değil, sevgi ve aşktır."
'' Gerçeğin ateşini hiçbir güç söndüremez! ''
'' Güzelim, yaşamda bütün insanlar için yeterli ışık bulunduğunu, bir gün o ışığı herkesin göreceğini, onu bütün şenlikleriyle kucaklayacaklarını bilmek, ne güzel şey! ''
" Gün gelecek..." diyordu. "Bütün ülkelerde emekçiler başlarını kaldıracak ve biz artık böyle yaşamak istemiyoruz, diyecekler. O zaman açgözlülerin aldatıcı gücü yıkılacak, toprak kayacak ayakları altından ve tutunacak hiçbir dayanak bulamayacaklar..."
"Aklının zincirlerini koparan kimseler, gerçek insanlardır."
"Analarda, her şey için yeterince gözyaşı bulunur... Her şey için !"
"Gerçek kanla boğulmaz, gerçeği kanla saklayamazsınız."
"-Ben inanıyorum, bir zaman gelecek ki insanlar birbirine değerlendirici gözlerle bakacak, herkes birbirinin gözünde bir yıldız gibi parlayacak. Herkes birbirinin sesini güzel bir müzik gibi dinleyecektir. O gün gelecek.
Yeryüzünde özgür insanlar, özgürlükleriyle yüzelmiş kişiler yaşayacak, herkesin yüreği açgözlülük ve ihtirastan arınmış olacak. İşte o zaman yaşam iğrenç bir şey değil, insanlığa gösterilmiş bir saygı olacak, insanlığın yüceliklerle süslü yüzü gelecek, pek çok yükselecektir. Çünkü özgür ve serbest insanlar için çıkılamayacak yer, yetişilemeyecek doruk yoktur."
işte o zaman bütün insanlar özgürlük, eşitlik içinde bir güzellik, olgunluk amacına yönelerek yaşayacaklar.
"Bilseniz, dedi. Ne tuhaf duygular uyanıyor kalbimde. Nereye gitsem bütün insanları arkadaş, hepsini doğruluk ateşiyle tutuşmuş, hepsini iyi, hepsini uysal, heosini sevinçli bulurum. Hepsi birbirinin isteğini gözlerinden anlar, kimse komşusunu kırmaz, kimsenin kimseye ihtiyacı yoktur. Bütün dünya, bir bütün, bir uyum içinde yaşıyor, her kalp kendine özgü ezgiyi mırıldanıyor, bu ezgiler de birer ırmak gibi bir noktada birleşerek en sonra bir ışık denizine, özgür, mutlu bir yaşayışın aydınlık ülkesine, serinkanlı, görkemli atılıyor."
"Halk ne zaman serbest olursa o zaman kendisi için hayırlı olanı düşünür."
"Her şeyden önce şunu anlamak gerekir ki boyunduruk ne kadar dar olursa iş o kadar yorucu olur."
"..Onlar bizim bildiğimiz, inandığımız dini de değiştirdiler! Düşmanlarımız ellerinde güç adına ne varsa bize karşı kullanıyorlar! Bugün bize kilisede din diye gösterdikleri korkunç bir şeydir. Bu dini değiştirmeli analık, değiştirmeli, tasfiye etmeli, Onu yalanla, iftira ile süslemişler. Bizim maneviyatımızı öldürmek için onun yüzünü bozmuşlar."
"İnsanı tutsaklıktan kurtaran yalnız akıldır."
"Onlar insanın ruhunu ezerler, vücudunu değil. Oysa kirli ellerle ruhuna dokunulduğunu duymak işkence görmekten daha acı ve korkunçtur, diye mırıldandı."
"Yalnız, mademki Tanrı var. Neden bizi böylece terk etti? Neden onun büyük tanrısal şefkati bizi korumuyor? Neden böyle insanları acı içinde bırakıyor, herkesin kahra, zulme karşı boynunu eğmesine razı oluyor, neden bu zulümlere, işkencelere, vahşete göz yumuyor?"
Bu yıl Ramazan Bayramında Datça'da okudum bu kitabı. Başladım ve bitirdim. Elimde çok tutmadım. Zaten 132 sayfalık bir kitaptı. Darağacından Notlar, II. Dünya Savaşı sırasında, yazarı tarafından bir Gestapo hapishanesinde, küçük kâğıtlara kurşunkalemle yazılan bir gardiyanın yardımıyla tek tek dışarıya çıkarılarak kitap haline getirilen bir kitap. Julius Fuçik, Nazilerce yakalandıktan sonra hapishanede çok ağır işkence görmüş ve bütün bu süreçte güzel bir geleceğe ve insanlığa olan inancını hiç yitirmeden yaşadıklarını yazmış. Kitabın başında "Kitap Üzerine" başlıklı yazısında James Aldrin'in de dediği gibi: "Özünde bu yazılar hiç de darağacından notlar değil, zafer yolundaki insanlığın bir öncüsünün, bulunduğu ileri noktadan geriye, bize gönderdiği bir mesajdır."
Kitaptan alıntılara gelince:
"Ölüm sandığınızdan daha kolaydır ve kahramanlığın başında defne yapraklarından bir taç yoktur. Ama savaş sandığınızdan daha zalimdir ve dayanmak zafere ulaşmak için akıl almayacak bir güç gerek."
"Hücrelerin elleri vardır; zorlu bir sorgudan sonra işkence edilmiş olarak geri döndüğünüzde düşmemeniz için sizi nasıl tuttuklarını hissedersiniz. Başkaları sizi aç bırakarak ölüme sürüklerken onlar sizi beslerler. Hücrelerin, siz idam edilmek üzere giderken sizi seyreden gözleri vardır ve onların kardeşi olduğunuz, yalpalayan ufacık bir adımla onları güçsüzleştirmemeniz gerektiği için dimdik yürümek zorunda olduğunuzu bilirsiniz. Kanayan birçok yarası vardır ve bu kardeşliğin, ama yenilmez bir kardeşliktir. Onun desteği olmaksızın, alınyazınız olan bu yükün onda birini çekemezsiniz.Ne siz ne başkası."
"En değerli tohum, bir gün yeşerip, yaşama karışacak değerli insanlık tohumu."
"Bir kez daha yineliyorum, bizler mutluluk için yaşadık, bunun için mücadeleye girdik ve bunun için ölüyoruz. Hüzün adımızla anılmasın."
"Tarihin bu dönemini yaşamış olan sizlerden tek bir isteğim var: Bu mücadeleye katılmış olanları asla unutmayın. Yalnızca iyileri değil, kötüleri de anımsayın. Hem sizin yarınlarınız, hem de kendi yarınları uğruna hayatlarından olanlarla ilgili ne varsa öğrenin. Bugün önünde sonunda dün olacak; tarih yazan adsız kahramanlarıyla büyük bir çağ olarak anılacak. Ama hepsinin de adları, yüzleri, umutları ve özlemleri vardı, o yüzden büyük acılar çektikleri için unutulmayacak olanlar kadar daha az acı çekenler de önemsenmeli. Biricik dileğim, kendinizi onların hepsine yakın hissetmeniz; onları tanıyormuşsunuz gibi, kendi ailenizdenmişler gibi, hatta kendinizmişler gibi."
"Sadık kalan direnir, hain ihanet eder; kahraman mücadele eder, iradesi zayıf olan teslim olur."
Julius Fuçik’in 9 Haziran 1943 tarihli notu şöyle biter:
“Benim oyunum da sona yaklaşıyor.
O sonu yazmayacağım, çünkü nasıl olacağını bilmiyorum henüz.
Bu, artık oyun değil hayatın ta kendisi.
Gerçek hayatta seyirci yoktur:
herkes katılır hayata.
Son sahnenin perdesi açıldı.
Dostlarım, hepinizi sevdim.
Nöbeti teslim ediyorum!”
8 Eylül 1943’te Plötzensee’de idam edilir.
Lou Andreas-Salome ilginç bir kadın. Modern anlamda feminist olarak adlandırılmasa da bağımsız ve özgürlükçü yaşamıyla feministler için bir rol model olmuş bir kadın. Kitaplarında da bunu fazlasıyla hissettiriyor. Öyle bir kadın ki; Nietsche'nin evlenme teklifini geri çevirmiş, Rainer Maria Rilke' yi kendisine aşık etmiş bir kadın. Aynı zamanda Sigmund Freud'n öğrencisi.
Feniçka, Andreas-Salome'nin Alman oyun yazarı Franz Wedekind ile yaşadığı bir deneyime dayanır. Feniçka, geleneksel cinsiyetler arası ilişkileri pek umursamayan, İsviçre'de doktorasını yapmış Moskovalı bir kadının bir erkek psikoloğun gözünden anlatılan hikayesidir. Kitaptaki Feniçka karakteri özgür yetişen, üniversite eğitimi alan, erkeklerle iletişimi güçlü olan ve toplumun kurallarını sorgulayan genç bir kadın. Max Werner ise Fenya’nın bu özelliklerini başta kabul etmeyip, yadırgayan fakat zaman içerisinde ona daha yakın olan genç bir adam. Kitabın bitişi ani olsa da, kısa bir kitap olsa da fazlasıyla akılda yer eden sahneleri var.
Kitaptan alıntılara gelince:
"Benim duyduğum en aşağılayıcı şey, insanın yürekten inanarak
yaptığı bir şeyi saklamak veya inkar etmek zorunda kalması."
"Kadınları salt insani zenginlikleri içinde kavramanın, cinsiyetleri açısından bakmaktan , ayrı şematize ederek görmekten kaçınmanın bu kadar zor olması ne kadar tuhaftı.İnsan kadınları ister idealize etsin ister şeytanileştirsin her durumda erkeğe bağlı değerlendirip basitleştiriyordu."
"Siz de aşkı çok şeytani bir şey olarak hayal etmediniz mi? Meleklerle mücadele, cehennemi mutluluklar, rengârenk ışıklar, dünyanın batışı."
Fenya gülerek yanıtladı:
"Ben mi? Ah, hayır. Ben aşkı tamamen -ama tamamen- farklı hayal ettim."..."Aşkı nasıl mı hayal ederdim? Ah, çok basit. Son derece sade ve sağlıklı. Sanırım hiç de şeytani ve romantik sayılamayacak şeylerle karşılaştırırdım aşkı. Her gün açlığımızı giderdiğimiz kutsal, doyuran ekmekle; her gün evimizi açtığımız hayat veren temiz havayla. Sonuç olarak her şeyi borçlu olduğumuz, ama haklarında pek öyle tumturaklı laflar etmediğimiz en önemli, en doğal , en güzel şeylerle."
"Bu dünyada bizi özgürlüğe yaklaştıran tek bir şey varsa o da zihinsel çalışmalardır."
"..Okumak bizim için ne çilecilik ne de hayatını çalışma masası başında geçirmek anlamına geliyor. Ayrıca böyle bir şey olası mıdır? Biz eğitim sayesinde özgürlüğümüz için, haklarımız için mücadelenin içine, yaşamın içine daha yeni giriyoruz. Bir kadın üniversite eğitimine başladığında sadece kafasıyla, zekasıyla değil, tüm istemiyle, tüm insanlığıyla kendini veriyor. Sadece bilgi edinmekle almıyor, yaşamdaki zihinsel devinimde de küçük bir pay sahibi oluyor. Siz bilimden sadece yaşlılar için, yaşamdan kopuk insanlar için uygun bir meşguliyetmiş gibi söz ediyorsunuz. Ama belki de sadece erkeklere böyle hissettiriyordur. Kadınlar arasındaysa bilim, genç güçlü ve dinç olanlara çekici geliyor."
"Her şeyi bıraktığınız yerde bulma konusunda bütün ülkeler arasında öncelik Rusya'nındır. Burada ilerlemeden ilerlemeye koşturma telaşı yoktur, yıllar geçse de her şey aynıdır."
Yaşama Savaşı, Genç Bir Kız, Diyabet ve İnsülinin Keşfi. Şsmiyle ilgimi çeken bir kitap oldu. Arka kapaktaki açıklama şöyle:
"Temmuz 1922' de, 14 yaşındaki Elizabeth Evans Hughes ölümle pençeleşiyordu. Boyu 1.40 cm'nin biraz altında olmasına rağmen sadece 30 kilo ağırlığındaydı. Bir deri bir kemikti; karnı çölmüş, kalça kemikleri dışarı çıkmıştı. Cildi kuru ve pul puldu.; saçları incelmiş, kasları erimişti. Çok güçsüz olduğundan, ayakta durmaya zorlanıyor ve yürürken sıkıntı çekiyordu.
Bu kitapta Elizabeth'in diyabet ile mücadelesi ile insülinin keşfi anlatılıyor.
Bir diyabet hastası olarak bu kitabı okurken değişik duygular hissettim. Bu hastalığa bu çağda yakalandığıma mı şükretmeliyim yoksa insülinin keşfinden önce diyabet hastalarının çektiği sıkıntılara mı üzüleyim bilemiyorum. Zor bir hastalık diyabet ama çaresi var. İnsülin bulunmadan önce insanlar diyetle, aç kalarak yediklerini çıkararak şekeri dengede tutmaya çalışıyorlarmış. Parmaktan kan alarak şeker ölçmek falan yok tabi ki. İdrardan tespit edilen şekerin ölçümü de bir o kadar zor. Yine de çok şükür bu hastalık insülini keşfedenler sayesinde bizler için kabus olmaktan çıktı.
Elizabeth Evans Hughes Gossett, Nisan 1981'de öldü. Öldükten sonra yazılmak koşuluyla, hayat hikayesinin yayınlanmasına izin vermişti. Ne yazık ki diyabet konusunda yaşanan büyük gelişmeleri görecek kadar yaşamadı. Genetikçilerce sentetik yöntemlerle geliştirilen insan insülinine geçişi; kandaki şekeri sadece bir damla kanla kısa zamanda hassas bir şekilde ölçen taşınabilir küçük elektronik aletlerin bulunmasını; vücuda 24 saat boyunca gerektiği kadar insülin veren küçük insülin pompalarının geliştirildiğini, Langerhans adacıkları transplantasyonu (naklini) ve kök hücreden Langerhans adacıkları üretme olasılığının gündeme geldiğini görmedi.
Haline şükür etmeyenler ya da şükür etmek isteyenleri bu kitabı okumaya davet ediyorum.
Datça'da geçtiğimiz yazın bir akşamında sahilde yürüyüş yaparken rastladım yazar Suna Güler ve kitaplarına. Özgürlük Çıkmazı'na. Her gittiğim yerden kitap alma alışkanlığım bu kez yazarın imzası ile süslendi. Çok sempatik bir yazar Suna Güler. Okuyucusunun gözünün içine bakıyor. Yazarıyla tanıştığım kitapları okumaktan ayrı bir tat alıyorum. Daha anlamlı geliyor bana.
Kitapta dokuz öykü var. Yaşamın Figüranları, İki Düğün, kitaba adını veren Özgürlük Çıkmazı, Salıncağın Büyüsü, Dostluk Zamanı, İffet, Son Oyun, Aşk Susunca ve Üç Oda. İnsan ilişkilerinden ve günlük hayatın içinden çıkan sıcacık öyküler. Siz de okuyun seveceksiniz.