İstanbul'u anlatan, eski İstanbul'u anlatan kitapları seviyorum. Hele ki bunları Sunay Akın anlatırsa daha da bir başka oluyor. İstanbul'un Nazım Planı işte böyle bir kitap. Her hikayesinde, her kitabında yeni şeyler öğreniyorum. Böylece Sunay Akın'ın kendine has anlatımıyla daha da güzel ve okuması zevkli bir kitap oluyor.
Kitabın adından da anlaşılacağı üzere genelde Nazım Hikmet üzerinde kurgulanmış konular var. İstanbul ve Nazım Hikmet hakkında belki çoğunu bildiğiniz ama bilmediklerinize de rast gelebileceğiniz bir kitap olabilir "İstanbul'un Nazım Planı".
Kitaptan alıntılar:
"Nazım Hikmet, Gülhane Parkı'nda bir ceviz ağacı olmayı düşleyerek İstanbul'a dokunduğu şiiri 1957 yılının 1 Temmuz günü Balçık'ta yazmıştır. Hiç kimse, polis bile farkına varmadan İstanbul'u seyreder Nazım:
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u."
"Nazım'ın kadınlara düşkün olduğu söylenir. Oysa, bütün kadınlar Nazım'a düşkündü!..."
"İnsanlığın gerçek yasalarını şairler koymuşlardır."
"1952 yılında kent gürültüsünü azaltmak amacıyla klakson çalma yasağı başlatılır İstanbul'da. Ki, bu yasak sonradan Paris ve Roma gibi Avrupa'nın bir çok kentinde İstanbul'u örnek alarak uygulanır. Dönemin belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay tarafından Şişli Etfal Hastanesi bünyesinde klakson çalma yasağı kararını anımsatmak ve sürdürmek amacıyla ruh hastalarına yönelik 'Klakson Yasağı Pavyonu' kurulur."
"Şairler dünyanın halinden sorumludurlar. Bu sorumluluktan kaçmaya çalışanların yüzlerine Süreyya Berfe'nin dizelerini bir fener gibi çakıyorum, nice aşkların tanığı Kız Kulesi'nden :
-Sümerlerden bu yana şiir yazılıyormuş.
Bakıyorum dünyanın haline yazılmasa da olurmuş."
"Nazım Hikmet'in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı yapıtı Haydarpaşa Garı'nın merdivenlerinden başlar. İşçiler de, hükümetin önlerine koyduğu kara tabloyu değiştirmek için eylemlerine Haydarpaşa Garı'nın merdivenlerinden başladılar.
İstanbul'un iki gardırobu vardır: Sirkeci Garı ve Haydarpaşa Garı... Ve, görünen o ki, İstanbul bundan böyle işçi tulumuyla dolu olan Haydarpaşa gardırobundan giyinecek!..."
"Şairin ölümünden sonra kurulan komite bir uçağa "Nâzım Hikmet" adını vermeyi düşünür. Ama sonradan bir geminin daha elverişli olduğuna karar kılınır. Yugoslavya'da yapılmakta olan yük gemisine Nâzım Hikmet adı konur. Niye mi yük gemisi?.. Çünkü, yolcu gemileri belli limanlar arasında işler. Oysa bir şilep bütün limanlara girebilir, dünyanın bütün denizlerini gezebilir!.."
"Bu kitap İstanbul'daki hayatın bir seyir defteri -en donanımlı İstanbullular'dan birinin gözünden. Çok deneyimli bir insanın dikkatini çeken deneyimlerin, gündelik olayların, siyasal ve toplumsal olayların özgün bir bakışla değerlendirilişi. Bu kenti seven ve nabzının atışında yeri olan herkesin okuması gereken bir eser. Eleştirel, eğlenceli." demiş arka kapakta Beverly Barbey.
2015 yaz tatilinde havuz kenarında vakit geçirmek için okuduğum akıcı diliyle hemen okuyup bitirdiğim, 2009, 2010 yıllarına ait Cüneyt Ayral'ın yazılarından derlenmiş güzel bir kitap. Çıktığı zamanda okusaydım belki daha zevkli olabilirdi. Gazete yazılarından oluşan kitapları zamanından sonra okuyunca özelliğini güncelliğini ve ilgiyi yitirebiliyor.
Aslı Erdoğan'ın 2009' da yayınlanmış öykü kitabı. Kitap, Sabah Ziyaretçisi, Tahta Kuşlar, Mahpus, Taş Bina, Başlangıç, İnsanlar, Taşlar, Düşler, Kahkaha, Öyküler ve Sonlar başlıklı öykülerden oluşmuş.
Aslı Erdoğan' ı düşünerek, sindirerek okumak lazım. Yine her Aslı Erdoğan kitabında olduğu gibi karamsarlığa düşüyorum okurken. Nedense bir giz perdesi, bir karanlık var.
"Hiçbir şey korktuğun kadar kötü değildir, derlerdi, insan soyunu tanımayanlar, acının bir başlangıcı bir de sonu olduğuna inananlar... Hep aşina uçurumların tepesinde dolandıklarından, Korkunç'un sonsuz çemberlerine yakalanmayanlar...
'Eninde sonunda şafak söker, ' derlerdi. Hem geceden başka nerde bekleyebilirdik ki şafağı?"
"Hem 'dünya' dediğin nedir ki, camda beliren bulanık bir imgeden öte! Lekeli, çok lekeli, hiçlik üzerine uzun bir şiir."
"Zaten insanlar demir parmaklıkları içlerindeki karanlık dışarı sızmasın diye icat etmediler mi?"
"İnsan daha ilk çığlığından “insan” olarak doğmaz mı zaten? Ama bunu taşıması güçtür, yalnızca bununla yetinmesi daha da güçtür."
"Öykü anlatma sanatı, korları eşeleme sanatı değil midir bir yanıyla, parmaklarını yakmadan?"
"Paylaşılan ortak bir bilinmezden başka bir şey değildi artık aşk. Belleğin giderek büyüyen sessizliğinde işitip işitmediğine emin olamadığı bir yankı."
"Bir zamanlar birini sevmiştim. Gözlerini bende bırakıp gitti. Bırakacak başka kimsesi olmadığı için. Sevmek... Yüreğin döküp saçtıklarını, bunca karanlığı eşeleye eşeleye bulduğum bir sözcük. Kimse bana "Herkes sevdiğini öldürür" dememişti ki!"
kitaptan aklımda kalan sözler.
Okumaya başladığımdan itibaren çok sıkıldığım bir kitap olduğunu söylemeliyim. Kitap belki de o kadar sıkıcı olmayacaktı çeviri kötü olmasaydı eğer. Çünkü cümleler o kadar kopuk, o kadar anlamsız, o kadar çeviri programı çevirisi gibiydi ki inanın ki başıma ağrılar girdi. Yazarın dili mi zordu, çevirmen mi çok ciddiye almadı bilmiyorum. Neyse ıkına sıkına bitirdim.
Kitapta bir kütüphanecinin (Hans Ullrich Kolbe) dansçı bir kıza (Jelena) olan tutkulu aşkı anlatılıyor. Bölümler o kadar kopuk ve anlaşılmaz ki, birden olaya birisi katılıyor ya da bir olaydan bahsediliyor. Bu nereden çıktı diyorsunuz. Anlamak istiyorsunuz ama anlamsız. Son zamanlarda okuduğum en anlamsız çevirilerden.
Yine de bir kaç cümlenin altını çizmişim.
" Bedava olan sadece ölümdür, gerisi boştur."
"Her hareketin hedefi durağanlıktır ve her hareketin sonunda kalıcı bir şey olması gerekir."
"Gece, onun kenarlarında elinde kürekle gezerek örtmeye çalıştığı, derin kahverengi bir çukurdu."
"İyimserlik sadece günah dolu bir hayatla, teselli ise sadece endişeyle vardı. Ve gerçek affı ancak büyük bir günah affederdi."
"Başkaları için yanlış seçimdi Jelena, bilmem kaçıncı elden düşme bir kadın. Hans için ise bir fetihti."
"Kadının başı ellerindeydi. Kadın ona üzerinden, tam onun burnunun önünden kuşlar uçuyormuş gibi baktı. Sanki kuşların uçuşundan bir öğüt almak istiyormuş gibi."
"Kadın hayatta bir kapıdan geçerek ilerliyordu, o ise bir başka kapıdan. Yollarının kesişmesinin geçiciliği bundan daha kısa bir şekilde söylenemezdi."
"İnsanlar birlikte yatağa gidecek birini bulamadıkları zaman kitaplarla uyuyorlardı."
"Ahh! dedi Hans birden. 'İnsan bütün gün çalışıyor. Bir ev alıyor ve sonra ölüyor.' "
"Kitapsever kelimesinin Latincesi 'bibliofili' kulağa pedofili gibi geliyor dedi Hans, yeni arkadaşı güldü."
"Venedik gözün açıkken gördüğün bir rüyadır. Gözünü kapayan tekrar gerçeğin içine düşer."
"Ben artık kitap okumayan bir kitüphaneciyim. Artık bir kitapla, bir hayvanla yapabileceğimden daha fazlasını yapamıyorum. Ben kitab'ın yerine 'kadın'ı koydum."
"Bu anıları başından mı yoksa sonundan mı başlayarak anlatacağımı kestiremediğimden; yani doğumumla mı yoksa ölümümle mi başlayacağımı bilemeyince bir süre tereddüt ettim. Kabul, normalde kişinin doğumuyla başlanır, fakat ben, iki nedenden dolayı farklı bir yöntemi tercih ettim: Bu nedenlerden ilki, benim ölü bir yazar olmam. ama kitabı yazmış ve ölmüş değilim, ölmüş ve yazmaya başlamış, yani mezarında yeni bir hayata başlamış bir yazarım." cümlesiyle başlıyor kitap.
"Neden daha uzun yaşamak istiyorsun? Yok etmeye ve yok olmaya devam etmek için mi?"
"O gün Cubas aile ağacında güzel bir çiçek açmış:Ben doğmuşum."
"Pascal, insanın düşünen bir kamış olduğunu söylemiş.Yanlış... İnsan düşünen bir dizgi hatasıdır. Hayatın her dönemi, bir öncekini düzelten yeni bir basımdır ve her dönem, bir sonraki tarafından düzeltilecektir; ta ki nihai basım yapılana kadar, ki yayıncı bu basımı kurtlara adamıştır."
"Virgilia güzel bir günahtı ve güzel bir günahı kabullenmek çok kolaydır!"
"..Böyle düşünürken çok ince bir noktayı yakaladım ki bunu, insan giysilerinin, türümüzün gelişimi için gerekli bir koşul olduğudur. Cinsellik dışı işler ve sorunların bireyin dikkatini büyük bir oranda meşgul ettiği bir dünyada çıplaklığın alışıldık bir hal alması, duyuları köreltip cinsel işlevleri yavaşlatma eğiliminde olacaktır; oysa giyinmek, tabiatı gizleyerek iştahı güçlendirir, artırır ve uygarlığın devamlılığını, ilerlemesini mümkün kılar."
"İnsanın inzivaya çekilip düşünmesi sık rastlanan bir durumdur. Fakat tam bir şehvet hali karşısında hareket e sözlerden, küstahlık ve tutkulardan oluşan bir denizin içindeyken insan kendini soyutlamalı; uzak ve ulaşılması imkansız bir yabancı olduğunu ilan etmelidir, insan kendi kabuğuna çekildiğinde -daha doğrusu yine başkalarına döndüğünde- diyebilecekleri en kötü şey, fildişi kulesinden çıktığı olacaktır ki zihnin mimari yapısı içinde yer alan bu gizli ve aydınlık kule kişinin manevi özgürlüğünü hor gören bir ifadeden başka nedir?"
1950'li, 60'lı yıllarda, ege ve güney illerimizin cennet köşeleri yeni yeni keşfedilirken, bir grup Türk aydını, tarih, coğrafya, edebiyat coşkusu ile yurt gezilerine çıkmışlardı. Sabahattin Eyüboğlu, Halikarnas Balıkçısı gibi edebiyatımıza damgalarını vurmuş bu aydınlar, mavi yolculuk gezilerini, yaşadıkları kentlere döndüklerinde, sanatsal ve düşünsel üretime dönüştürmüşlerdi. Mavi Yolculuk, bu gezileri aksatmadan sürdüren Azra Erhat'ın unutulmaz kitaplarından biridir.
Bence Türk klasikleri arasında sayılabilecek kitaplardandır Mavi Yolculuk. Dönemin yani 1960 ve 70' li yılların fotoğrafını çeken bir anlatıdır. O dönemin yokluk zamanlarında kısıtlı imkanlarla yapılan bu yolculuk aynı zamanda ege ve güney kentlerini, oralardaki tarihi mekanların tarihinin de anlatıldığı bir gezi kitabıdır da.
İlk Mavi yolculukta Kuşadasından Samim Kocagöz'ün ayarladığı Macera adlı tekneyle Gökova, Datça,Kuşadası, Didim, Bodrum, Kaş, 1962'deki yolculukta ise Çanakkale, Edremit, Ayvalık, Akçay, Bozcaada, İmroz anlatılıyor.
1960' lara 70' lere baktığımızda bazı şeylerin ne kadar değiştiğini bazı şeylerin de o yıllardan farkı olmadığını anlamış oluyoruz aslında.
Kitaptan alıntıladığım cümleler de var:
"İnsanlar bu yoksul kıyıları mı seçmişler yerleşmek için, yoksa bu koylar insanlar oraya yerleştikten sonra mı yoksullaşmış, ağacını sürüsünü, insana asıl çıkarı sağlayacak verimini yitirmiş? Gökova'da ormanların yer yer yakıldığını görünce, ikinci şık daha akla yakın geliyordu. Güzelliği korumak, böylece doğanın bütün verilerinden gereğince faydalanmak bir bilgi, bir kültür işidir. Günlük ekmek kaygısı içinde bunalan köylüden bunu beklemek yersiz olur."
"-Nereye gidiyoruz?
-Didyma Tapınağına.
-İlkçağ'dan kalma kutsal yol bu mu?
-Hayır, o Panormos'a, yani Kovela'ya çıkar. O yolun iki kıyısında mermerden aslanlar dikiliymiş, Didyma'da Apollon'un bilicileri vardı ya, bilicilere fal baktırmaya gidenler kutsal yolu yaya yürürlermiş."
"Batı uygarlığının kaynağı Anadolu'dadır, en değerli kalıntıları bizdedir. Bu gerçeği dünyaya yaymak, kafalara yerleştirmek için gösterdiğimiz çabalar yersizdir. Kendimiz yeterince bilmiyor, ilgilenmiyor, uğraşmıyoruz ki başkalarına anlatalım. Didyma'dan faydalanmadıkça, turizmden dem vurmaya dilimiz varmamalı."
"Hipokrat'ın şu sözü dillere destandır: "Hayat kısa, meslek uzun, fırsat kaçıcı, deney aldatıcı, karar güç!"
" 'Gün gelecek bizler artık Bodrum'a uğramak istemeyeceğiz, mavi yolculuk teknesine binmek için bile olsa, yozlaşmış bu kente ayak basmaktan çekineceğiz' demişti Sabahattin Eyüboğlu 1968 sularında"
Keyifli bir romandı sıkılmadan okuduğum. Gündelikçi Kumru'nun basit ama içi anlamlarla dolu romanı. Eşya için yaşayan eşya için çalışan ve en sonunda ona sahip olunca hevesini kaybeden Kumru ve ailesinin romanı.
Eşyanın insanı nasıl etkisi altına aldığını akıcı bir dille anlatmış Tahsin Yücel. Buzdolabıyla başlayan, televizyon ve araba ile devam eden, eşyalara yüklenen anlamların altında ezilmeye başlayan insanoğlu, Kumru ve ailesinin hayatıyla can bulmuş. Tekrarlar sıkmadı mı sıktı. Kitabın akıcılığı bunu örtmeye yetti.
Kafa yormadan okunacak ve dersler çıkartılacak bir roman. Ancak bu derslere ihtiyacı olanlar bu romanları okuyor mu esas mesele de o galiba.
Güzel romandan güzel sözler:
"Çok eskiden neden kitap okuduğunu sorduğunda,Tuna hanımdan aldığı yanıtı anımsadı: ''Olduğum yerden başka yerde olmak için."
“Siz gülün bakalım,” dedi. “Güle oynaya cahil kalın.”
“Ne olursa olsun, o günden sonra, şu yaşamda en çok sevdiği ve en kolay ulaşabildiği şeylerden birini: uykusunu yitirdi...”
"Bu memlekette başımıza ne geliyorsa, gerekli yerde, gerekli adama, gerekli rüşveti vermesini bilmemekten geliyor.'
-Ama rüşvet kötü bir şey değil mi İsmail abi?
+Kötü bir şey Pehlivan, çok kötü bir şey, ama böyle oldu bu işler: namuslu olmanın yolu da namussuzluktan geçiyor, suç bizde değil..."
"Kuş adı koymayacaklardı sana....."
“Öyle anlaşılıyordu ki ,
insanların kollarını ahtapotlarınki gibi çoğaltan bu evdeki elektronik eşyalar aynı zamanda ahtapotlar gibi yerlerine mıhlıyordu onları.”
“Elinde bir uzaktan kumanda bulunsun istiyor, herkes gibi.
Alacak uzaktan kumandayı eline, dünyalara kumanda ettiğini düşünecek, gerçekte uzaktan kumandanın ona kumanda ettiğini,
kendisinin uzaktan kumandaya çalıştığını hiçbir zaman bilemeyecek, herkes gibi.”
"Geçen gün Mürüvet Hanımın televizyonunda adamlar ve kadınlar bağrışıyor, altlarından da askerler gibi yazılar geçiyordu, şaşırdım, kaldım. Ben duran yazıları bile okuyamıyorum, bu insanlar yürüyen yazıları nasıl okuyorlar ki?"
"Düşmanın büyükse malından, küçükse canından kork..."
"Ama aklı mutfaktaki buzdolabındaydı. Yerli yersiz mutfağa giderek onun önünde durup incitmekten korkar gibi yüzeyini okşuyor, yumuşak bir bezle bir daha, bir daha ovuyor, yüreği çarpa çarpa kapısını açarak ilk kez görüyormuş gibi merakla içine bakıyor, lambasını yakmayı hiç unutmaması karşısında bir kez daha hayran kalıyordu."