Bu Blogda Ara

2 Şubat 2018 Cuma

Bir Toplum Nasıl İntihar Eder-A.M.Celal Şengör

Celal Şengör hocanın genelde eğitim sistemi üzerinde yazdığı yazılarından derlenmiş güzel kitaplarından biri. Bazılarının hoşuna gitmeyebilir ama mevcut Türkiye fotoğrafı bu. Basından gereksiz çıkışlarını görüyoruz. Ordudaki eğitim sisteminin mükemmelliğini biraz fazla abartmış sanki. Üniversiteler ve eğitim sistemi ile ilgili genel kanılarına katılmamak mümkün değil. Her şehirde üniversite olması fikrinin yanlışlığı bana göre de çok doğru bir tespit.
Kitapta geçen bazı cümlelerden:
"İşini ciddiye almak demek, o işi öğrenmek demek. Öğrenmek de bilimsel bir faaliyettir. Bilimsel düşünen insanlara ihtiyaç var, her seviyede insanın, çöpçüsünden en üst yöneticine kadar, profesörüne kadar... Bilimsel düşünmek bilim yapmak değil, her duyduğuna inanmamak, yeni çıkan şeyleri öğrenmeyi heves etmek, bunları eleştirel bir gözle değerlendirmektir."

"Şehrin içindeki kütüphanelerden, kültür yuvalarından, hatta lokanta ve sinemalardan çocuğu niçin koparıp aldık? Acaba şehirlerimiz köyleştiği için mi? Kampüs hareketini başlatan Demokrat Parti' nin bu soruyu bile sorabilecek entelektüel düzeyde olmadığı, İstanbul'u köyleşmeye açmasından bellidir. ’’

"Uygar hiçbir toplumda bilime bilim dışından müdahale olamaz."

‘’Yine geldik Atatürk' e: "Nefs-i müdafaa için yapılmayan harp cinayettir" diyen bu büyük insansever, yarattığı o muhteşem Türk Silahlı Kuvvetleri' ne yurt ve ulus savunması yanında bir görev daha vermişti: Uygarlığı savunmak. Bugünlerde uygarlık düşmanlığı edenler bunu sakın unutmasınlar. ’’

‘’ Ordudaki subaylara ve astsubaylara "Komutanım" diye hitap ediyor muyum? Elbette ve bundan kıvanç ve şeref duyuyorum.Onlar da bana aynı şekilde "Hocam" diye hitap ediyorlar. Bundan yüksünenin herhalde ruhsal bir sorunu olmalıdır. Bir psikiyatr tedkikini tavsiye ederim. Bu belki kendilerini ezberletilmiş sloganlarla değil, düşünerek yaşamak yönünde ikna eder. ’’

‘’ Topkapı Sarayı da Fuat Bey'in seçtiği kendi hazinelerini katmış sergiye. İnsan Atatürk'ün Sarayı 1924'te koruma altına alarak Osmanlı'nın viraneye dönüştürdüğü koleksiyonların kurtarılmasını sağlamasını şükranla anmadan edemiyor. Yüce Dahi! O kadar iş ve sıkıntı arasında buna ne zaman vakit buldun? ’’

‘’ Bugün İslam kültürü hakkında otorite olan en önemli bilim adamları, Müslüman olmayan ülkelerde yaşamaktadırlar. Bunun nedeni, İslam ülkelerinin 14. Yüzyıl'dan beri bilime sırt çevirmiş olmalarıdır. Bilimsiz hiçbir şey olmayacağı gibi, din de olmaz. ’’

‘’ Medeniyet bir paradigma değildir. Medeniyet, birbiriyle kavga etmeden tartışabilme kültürüdür. Sen bir şey gözlüyorsun ve onun üzerinde bir varsayım geliştiriyorsun. Birisi geliyor ve diyor ki "Ben senin bu varsayımına inanmıyorum, çünkü bu varsayımına karşı ben şu gözlemleri yaptım." Sen de diyorsun ki "Bu çok ilginç, şimdi şu varsayımı birlikte geliştirelim." Belki bunu sen söylemiyorsun, ama senin öğrencilerin söylüyor " Hocamız yanılmıştı, şimdi onun varsayımını biz geliştirelim."

‘’ Bunun için çok sevgili arkadaşım Prof. Dr. İlber Ortaylı bir gazeteye verdiği bir demeçte "Her şehre üniversite açmak ahlaksızlıktır" demişti. Şimdi anlıyor musunuz, niçin İlber haklıdır? Gençlerimizi adı ilköğretim okulu, lise veya üniversite olan yerlere göndermek marifet değildir; marifet bu ismi taşıyan kurumları gerçekten o isimlere layık müesseseler haline getirmektir.’’

Tartışmaya açık değilse her şey dindir. Tartışmaya açık olmadığı için de tehlikelidir; çünkü elindeki bilginin doğruluğundan emin olmayı bir yana bırak, doğruluğunu kontrol etme imkanın bile yoktur.

1 Şubat 2018 Perşembe

Tanrısız Gençlik-Ödön Von Horvath


Tanrısız Gençlik, ateizmle falan ilgisi olan bir kitap değil. İlk başta kapağındaki SS işareti ve tanrısız  ifadesi her ne kadar bana bu düşünceyi akla yerleştirse de kitabın faşizmin etkisi altında yetişen çocukların acımasızlığını gözler önüne seren etkileyici bir kitap olduğunu görüyoruz..Kitabın kapak tasarımı bile insanı etkisi altına alıyor. Faşizmin tüm yaşamı esir aldığı bir ülkede yetişen çocukların acımasızlıklarına şahit olması ve kendini okul kampı sırasında işlenen oldukça enteresan bir cinayetin içinde bulmasıyla beraber vicdanını ve hayatı sorgulayan bir lise öğretmenini konu almış.  Öğrencilere hem askeri disiplin hem de silah eğitimi vermek için Nazi iktidarı tarafından düzenlenen gençlik kamplarından birisine sınıfça katılınır. Bu kampta, öfke, iktidarın arzulamadığı bir noktada patlak verir.Kitap cinayetle beraber daha sürükleyici bir hal almaya başlıyor.  



Yazarın hayat öyküsü ise daha ilginç;
1901’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun toprağı olan, Fiume’de (Rijeka) doğan Horváth, üniversite sonrası yerleştiği Berlin’deki gençlik yıllarını oldukça verimli geçirmiş. Yazdığı oyunlar edebi çevrelerden övgü, Nazi yanlısı basından ise yergi almış. 1933’te Nazi baskısının artması nedeniyle Viyana’ya yerleşmiş. Fakat Avusturya Nazi Almanya’sıyla birleşince, Ödön 1938’de önce Budapeşte’ye, daha sonra ise Paris’e kaçmış.Daha ilk eserlerinde bile işlediği faşizmin, öngördüğü biçimde yoğunlaşan baskısını konu alan Tanrısız Gençlik romanı 1937’de Amsterdam’da  yayımlanmış. 1939’da, Tanrısız Gençlik’in film uyarlaması için görüşmeye giderken Champs-Elysees’de fırtınadan korunmak için sığındığı bir ağaca yıldırım çarpmış ve yazar, henüz otuz sekiz yaşındayken hayatını kaybetmiş.

Kitaptan küçük alıntılar ise şöyle:

"..Ölmeye her an gönüllü ve hazır olma hali, büyük bir erdem değil mi?
   Kesinlikle, mücadele haklı bir dava uğruna veriliyorsa eğer..."

"İnsani bir topluluk var olalı beri kendi varlığını devam ettirme amacıyla cinayet işlemekten vazgeçmedi. Gelgelelim bu cinayetler gizlendi, örtbas edildi, bunlardan utanıldı. Bugünse bu cinayetlerden gurur duyuluyor. Salgın bir hastalık bu."

"Aziz İgnatius şöyle der: " Ben her insanla onun kapısından girerim, ki daha sonra onu kendi kapımdan uğurlayabileyim."

"Ne der Pascal: 'Hakikati arzularız ve içimizde yalnızca belirsizlik buluruz. Mutluluğu ararız ve yalnızca sefalet ve ölüm buluruz.'

"Ah hayatında hiç günah işlememiş birinden pek nadir bir aziz, hayatında hiç aptallık etmemiş birinden pek nadir bir bilge çıkar."

"O zaman kilise neden bir devletin toplumsal yapısı çöktüğünde zenginlerin tarafını tutar hep? Yani bizim zamanımızda, kilise neden pencerelerde oturan çocukların değil de daima kereste fabrikasının hissedarlarının yanında yer alıyor?" "Çünkü zenginler daima kazanır" 

"Evet, zenginler her zaman kazanacaktır, çünkü onlar daha acımasız, daha alçak ve daha vicdansız olanlardır. "

"Tanrı bütün sokaklardan geçer"
"Nasıl olur da Tanrı o sokaktan geçer, o çocukları görür de, onlara yardım etmez."

"Yağmurlar dinip de tufanın suları çekildiğinde Tanrı şöyle dedi: 'Bundan böyle insanlar yüzünden yeryüzünü cezalandırmayacağım'" Ve kendime bir kez daha soruyorum: Tanrı sözünü tuttu mu?

31 Ocak 2018 Çarşamba

Olduğu Kadar Güzeldik-Mahir Ünsal Eriş

OT Dergisinden yazılarını takip ettiğim ve beğendiğim bir yazar Mahir Ünsal ERİŞ. Olduğu Kadar Güzeldik kapağıyla ben cezbeden bir kitap. Her ailenin albümünde aşağı yukarı buna benzer bir fotoğrafın bulunduğu kapak, sizi 70' lerin sonu 80'lerin başına götürmeye yetiyor. Bandırma'da Erdek'te geçen güzel öyküler. Bazılarını haddinden fazla sevdim, bazılarında ise sıkıldım. Okunmaya değer güzel öyküler var. Yazarın bundan önceki kitabı "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde" yi ise ilk önce okumamak benim talihsizliğim. Kitap incelemeleri bulunan sitelerde o kitap da çok fazla övülüyor.Acilen okumalıyım. Kitapta çok güzel cümleler var. Aşağıda bunlardan bazı alıntılar bulacaksınız. 

Hele bir Türkan Şoray tarifi var ki, "O insan güzeli, o kadın şahanesi; kalemle çizilmiş gibi kaşı gözü, insanı kendi çirkinliğinden utandıracak güzellikteki gülüşüyle ne muhteşemdi."

"Tıraş olmak ne garip şey, her seferinde altından gençliğin çıkacakmış gibi kendi yüzünü kazıyorsun, fakat yine, biraz daha yaşlanmış halin kalıyor eline."

" Yaşa,işe güce,itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar.Kim olursan ol seni saklandığın yerde er ya da geç buluyor.Gelip göğüs kafesini ateşle sıvazlıyor ve sen içeride kapkara kurum tutuyorsun.Ağzını açsan, alevler püskürüverecekmişsin gibi,ciğerlerine damla damla kurşun eritiyorlarmış gibi.Kolay kolay geçmiyor,geçtiğinde de sen geçmiş olduğunu bile fark etmiyorsun.Yağmurlu havalarda sızlayan bir kırık gibi sızlayıp duruyor,kendini hatırlatıyor.Bir tadı bir kokusu bir eti var hatta bir kütlesi;gelip göğsüne oturmasından belli.Kokusunu kütlesini hesap edemiyorum ama bir tadı varsa bence o genizde kalmış greyfurt tadını andırıyordur."

"geçsin istiyordum, nefesim genişlesin istiyordum artık. ne olurdu sanki burada, biz bize,el ele, beraberce yürüseydik biz de? terlik giyseydim ben de meselâ, elinden tutsaydım, o közlenmiş mısır yeseydi benden boşta kalan eliyle."

Babaların çocuklaştığını görmenin nasıl sıcak ve üzgün bir havası var. Babayla oğul bir kum saatinin iki hazinesi gibiler çünkü; bir vakit gelince, zaman, mukadderat, Tanrı ya da her neyse bir şey, kum saatini ters çeviriyor. Tam tersine akmaya başlıyor ondan sonra her şey. Babanın çocuklaştığını gördükçe oğlun içine dolan o sıcak üzüntü de sarı, ılık kumun aşağı akışı belki.

Belki de insanlar hakikaten böyle deliriyordur. Bir şeyi kafaya takıp onunla zihninin içine küçük bir delik açıyor, sonra kurcalaya kurcalaya o deliği bütün bir aklı yutacak kadar büyütüyordur.

Babamla aynı ülkenin farklı onyıllarında devrimcilik yaptık, ikimiz de beceremedik. Onunki, çiçekleri ezen postallarla resmedilebilecek bir fenalıkta sona erdi, benimkiyse serbest piyasa şartlarına yenik düştü.

Göğsümde bir yerlere yorgan iğnesi saplandı sanki. Hani, vicdan neresidir diye sorsalar, açıp acıyan yerimi gösterebileceğim kadar kudretli duydum acısını o kızgın iğnenin.

Sorular sorup durdular, çocuk dediğin sorar da sorar. Nasıl merak, nasıl doymak bilmeyen iştah. Her şeyi ilk defa görüyor, daha yeni öğreniyor olmanın verdiği telaş, vakit öğrenmeye yetişemeyecekmiş gibi.

Ne olursa olsun, çocukken hayat, koptuğu yerden daha kolay devam edebiliyor.

Adına yaşamak dediği, yıllar süren bir intiharın sonuna gelmişti demek.

Ölmek olmasa yaşamak ne güzeldi.

Yaşa, işe, güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar.

"Keşke, kızlar da gitseymiş cumaya," demiştim. "Belki o zaman, bu kadar kötü kokmazdı halılar."

"Yaş betona yazılıp da kuruyunca silinmez olan yazılar gibi, kıskançlığın insanın içinde çocukken yerleştiğini gördüm."

21 Ocak 2018 Pazar

Gitme Zamanı-Aret Vartaryan

Aret Vartaryan'ın okuduğum ilk kitabı olmasına rağmen güzel bir frekans yakaladım romanında.  Modern toplum hayatında yaşanan yasak aşk, platonik aşk, evlilik içi kaçamak ve cinsellik ilişkilerini felsefe ile yoğurduğu güzel değişik bir roman olmuş Gitme Zamanı. Her bölüm arası felsefe ile ilgili anlatımlar, felsefe öyküleri ve mesajlarla bir aşk romanı güzel harmanlanmış, her ne kadar sonu bence güzel bağlanamamış olsa da.  Romanın içinde sanki iki kitabı birleştirmiş yazar. Felsefi bölümler birbirinden kopuk olmasa bu romandan rahatlıkla iki kitap çıkarmış aslında.

Romanda; işadamı Selim'in son ana kadar aşkla dolu ancak heyecanını kaybetmesine rağmen devam eden mutsuz bir evliliği, Selim'in karısı Burcu'nun başka bir adamla tam da aldatma sayılmayan bir duygusal yakınlaşması, Selim'in bunu öğrenmesi üzerine başka kadınlarda (Zümrüt, Bengü) mutluluğu araması ve bulması, bu arada selim'in devamlı yakınında olan evli bir kadının (Aslı) Selim'e olan platonik aşkı anlatılırken bu üçgende gelişen olaylar felsefenin kenarından teğet geçen anlatımla bizlere sunuluyor. Yazar belki de "Bakın benim felsefe bilgim var" diyor ama romanla felsefi anlatımı tam kaynaştırabildiğini söyleyemem. Kitabın içinde sırayla bir bölüm roman bir bölün felsefi anlatımla geçiyor. Açıkçası sıkmıyor. Belki geçen yıl okusaydım sıkılabilirdim ancak bu yıl ben de bir felsefe öğrencisiyim. Bu bölümleri ilgiyle okudum. Ayrıca romanda adı anılan ve dinlenen bütün şarkıları bulup dinledim.Hem de anında.Çok da güzel oldu. Anlatılan olayda geçen ve romandaki kahramanla birlikte okurken dinlenen şarkı ile sanki romanın içine girdim. Romanın içine girdiğim bir bölüm daha var ki, Selim'in Zümrüt'le sevişme sahnesi. Bu kadar mı güzel anlatılır. Sanki Zümrüt'le ben seviştim.

      Kitapta çok altını çizdiğim bölüm var. İşte bunlardan bazıları;

      -"Dile getirilemeyen, yaşanılmayan aşklar, yaşananlardan daha fazla yorar...Yarım kalmış aşklar kadar acı verir hiç başlamamış olanlar.Hele ki yanı başındaysa, gözünün önünden geçip gidiyorsa...Yıllar geçse de üzerinden, yaşanılmamış olan sende yaşanılmaya devam eder.zihninde sorularla, her anındaki "keşke"lerinle ve damarlarını titreten yüreğindeki ateşle.

      -"...Hatta belki de aşka aşık olmaktı en güzeli.Çevresindeki onlarca insan, birlikte olduğu insanların gözlerinin içinde bulduğu aşkı değil, aslında karşılaşma ihtimali mümkün olmayan aşkı bekliyor, tarif ediyor, düşlüyordu. Hayatında olan insanın üzerine, sahip olmak istediği aşkın elbisesini giydiriyordu. Bu elbisenin ona uygun olup olmadığıyla ilgilenmiyordu bile."

      -"Mademki bitişi kesin olan bir hayat var elimde ve bu gerçeği anlamlandırmak imkansız, o halde sonrasına inanmak da elimdeki süreyi katlanır kılabilir."

      -"'Yaşamın anlamı nedir?' sorusu, ölümün gerçekliğine bir yanıt aramaktan başka bir şey değil. İnsan ölümlü olduğunun farkındalığına sahip tek varlık. En azından yaşamın beden için yaşamın bir yok oluş yolculuğu olduğu gerçeği, ölümden kaynaklı yaşama başkaldırıyı, en büyük çatışmanın huzursuzluğunu getiriyor. Tam da bu yüzden ölümle barışamayan, yaşamla barışamıyor.İşte egonun faaliyet alanı da burada başlıyor."

      -"Çocukken camiye, sinagoga ve kiliseye gitmişliği vardı. O yaşlarda neden insanların farklı binalarda tanrıyı aradıklarını anlamlandıramıyordu."

      -"Ezberler, kalıplar ve büyük sözler, yaşamın dinamiğinde anlamsızdırlar. Çünkü her anın, her durumun ve o durumu meydana getiren bütün unsurların, farklı bir dinamiği vardır."

      -"Son nefese ertelenen her şeyin, hiç olmadığı kadar ağır bir yük oluşturacağını hissetmeye başlamıştı nihayet. Yaşadıklarımızdan çok yaşamadıklarımızın yorduğu bu hayatta, hiçbir yaşanan, yapılan, 'Acaba yaşasaydım, yapsaydım nasıl olurdu*' sorusu kadar ağır değil"

      -"İnsan bedene aşık olmazdı. Bedene hissedilen şey 'aşk' olmazdı."

     

12 Ocak 2018 Cuma

İki Yeşil Su Samuru-Buket Uzuner


Yazım tarihi olarak "Kumral Ada Mavi Tuna" dan önce yazılmasına rağmen, ben ondan sonra okuduğumdan "Kumral ada Mavi Tuna Kadar" sevmediğim bir roman olmuştur kendileri. 


Bu roman Nilsu adlı genç bir mimar kadının kendi yaşam hikayesini  anlatmaktadır. Nilsu daha yeni genç kızlığa adım atarken anne ve babası ayrılırlar, annesi o zamanlar daha yeni tanıştığı bir ressamla beraber olmaya başlar.Doktor olan babası ise annesinin onu aldattığı yükünü kaldıramaz,bunalıma girer, daha sonra kendisini toparlayarak Selen adlı genç bir mimarla çıkmaya, yaşamaya başlar. Selen tek başına ayakta durmayı beceren, sevmeyi bilen, çürümüş ilişkilerle yaşamaktansa yalnızlığı seçebilen,kendini güveni,bakımı ve hoşgörülü bir kadındır.Nilsu basını annesinden bile çok kıskanan ve paylaşamayan biridir. Babasının sevgilisinden önceleri  onu elinden aldığı korkusu ile nefret eder.Annesi, babası ve kardeşi ile birlikte iken o 'mutlu aile' tablosunu Selen'in bozduğunu düşünür fakat daha sonra farkına bile varamadığı bir şekilde Selenden hoşlanmaya başlar ama yinede affedemez bu yüzden hem nefret eder hemde sever.Ve daha sonraları tuhaf bir şekilde bağlanır, kafasındaki ideal kadın tipine uyduğunu anlar.
         Nilsu Selen'i hayatındaki bir örnek olarak görmektedir. Bu romanda iki tema işlenmektedir;aşk ve intihar. İki temanın da kendine tezleri olan aşksızlıklık, yalnızlık ve yaşam kavramlarıyla birlikte işlenmiştir.O zamanlar Nilsu'nun hayatına Amerikalı bir öğretmen girer.Tuhaf bir adam olan Mike intihar takıntısı olan biridir.Nilsu yurtdışına giden Mike ile sadece mektuplaşır.  Bu hayatta yaşamına yeni giren Teoman duyarlı romantik ve sevecen bir erkek karakterini kaybetmeyen biridir.Teoman kendisini yeşil bir su samuru olarak tanımlıyordu.Teoman ile tanışmaları yeşil partinin kuruluşu ile başlar Nilsu ile beraber olmaya başlarlar ve aynı evi paylaşmaya başlarlar. Anarşist ruhlu olan Teoman kendi kurduklarının daha iyisini kurabilmek için çabalıyordur.
         Teoman'ın annesi intihar eder.Annesi hayatında aydın ama yalnız bir kadın olan Cahide hanım bir yazar arkadaşı vardır. Cahide hanım Neyyire Gövüç'e yazdığı mehtuplar vardır. Teoman annesini intiharı üzerine gider ve mektupları ister.Neyyire Gövüç yazdığı bu mektupları vermek istemez ve Teoman'a mektupları yaktığını söyler Teoman bu olay üzerine evden çıkar sigara içmek için ceplerini karıştırıken cebinde kağıtlar olduğunu fark eder  ve teker teker okur. Teoman artık annesinin yazdığı mektuplardan neden intihar etmeye karar verdiğini anlamaya başlar. Yazara birgün bir kadın gelir, bir dosya uzatır.Bu dosya kadının hayatını anlatır. Kendi hayatını bir kitap haline getirmesini ister yazar biraz şaşkın,biraz merakla alır dosyayı okuduktan sonra bir roman haline getirir.

Bu romanda çağdaş bir kadının portresi çevresine çeşitli durumlar ve insanlar bakılıyor.İnsan çevresinde yürütülen bir tür değerler sorgulanması sayılabilir.Aile başta olmak üzere sevgi ve intihar başta olmak üzere duygular sorgulanıyor .Kitapta bir çok ilişki ve bir çok kişi değişik bir kurguyla sunuluyor.Daha sonra ipuçları değerlendirildiğinde ortaya yeni bir tat yeni bir güzellik sunuluyor. Mektuplaşma bölümleri sıkıcı geldi bunu itiraf etmeliyim sadece.

Altını çizdiğim cümleler ise şöyle;

"Annesi Cahide Hanım, kitaplarına düşkün bir kadındı.Belki de üniversiteye devam edemeyişi, lisede içinde kalan edebiyat tutkusunun öğretmenlik veta yazarlığa dönüşemeyişindeki düş kırıklığı ve eziklik duygusunu, kitaplarına gösterdiği aşırı sahiplenme duygusuyla örtüyordu."

"Birbirinin en yakın çocukluk şahidi, ancak kardeşlerdir."

"Yine de hiç kimse doğduğu gün annesinin kendisine nasıl baktığını anımsayamaz! Ve her kız çocuğu, babasına ne denli tutkun olsa da, annesinin dişi kanadının serin gölgesine gereksinir mutlaka."

"Bütün çocuklar için birbirine en yakışan çift, anne ve babalardır. Çünkü anne ve baba kelimeleri tıpkı lego parçaları gibi sımsıkı oturur, uyuşur ve kenetlenir"

"İki yıl sonra banyoda düşüp öldüğünde, ölüm raporuna, "yetmiş dokuz yaşında. Beyin kanaması" yazıldı. Bence ölüm nedeni yürek kanamasıydı. Çünkü insan mutsuzluktan ölebilir."



7 Ocak 2018 Pazar

Bir Ses Böler Geceyi-Ahmet Ümit



Süha isimli eski solculardan olan kahramanımızın, bir seyahati sırasında Alevi koylerinden birine yolunun düşmesi ve tesadüfen Cem töreninde ki hesaplaşmanin icinde bulmasi kendisini  ve bu töreni seyrederken , kendi anılarına yaptıgı yolculugu kendi iç hesaplaşmalarını da okuduğumuz  bir roman . Surukleyicilik kısmı İsmail in (kendini öldüren sofu genc ) onun dedeler ve sofular  tarafından  ve koy halki tarafindan suclanirken ; ölümünün arkasından ailesi ve sevdikleri tarafından aklanilmaya çalışılmasını konu alan bir roman .

  Kitabın hoşuma giden en güzel cümlesi ise G.Dimitrov'un "
Bir üyenin örgütüne bağlılığı ödentisini zamanında ve düzenli ödemesinden belli olur." sözü idi.

Bir Mucizedir Yaşamak-Guy De Maupassant

Ünlü yazarın sevgi öykülerinden oluşan bir kitabı. İlk kez Moupassant okudum. Hep dediğim gibi yabancı ve isimli yazarları çok gözümde büyütünce beklenti de aynı ölçüde büyük oluyor ve hayal kırıklığı da kaçınılmaz.
Güzel sevgi öyküleri var, bazıları bir sonuca bağlanıyor bazıları da bağlanamıyor. Kitabın başlarında inanın ki bu Maupassant bildiğimiz Maupassant olmayabilir mi acaba, bu kitap başkasının derlemesi mi diye arama motorundan arama yapma gereği duydum. Kitabın ortalarına kadar beklentiyle gittim sonrasında da daha kaç sayfa var diye bakmaya başladım. Böyle kitaplarda bari bir kaç güzel söz alıntılayabilir miyim en azından bu kar olsun diye okumaya devam ediyorum. Ne yazık ki o da olmadı. Bir söz vardı güzel;

"Bu mezarlığa yarın, üst üste başka ölüler gömülecekti. Yaban gülleriyle dinç, kara servilerle süslü bir yerdi burası; insan etiyle beslenen muhteşem, hüzünlü bir bahçe."