Bu Blogda Ara

30 Haziran 2024 Pazar

Foto Sabah Resimleri - Ayşe Kulin

 

Ayşe Kulin'in  romanlarını okumaya alıştıysanız bir ara verin ve Foto Sabah Resimleri adlı içinde kısa kısa öyküler içeren bu kitabını okuyun. Öykülerin kahramanları sizden birileri olacak. Güzel hikayeler var. Okuyun derim ben.

Alıntılar ise şöyle:

"Bir de zaman içinde, derin uçurumlar gibi, kapanması imkansız bir boşluk girmişti aramıza."

"Yaşam buydu artık.Yaşam bal gibi bilinip de bilmezliğe gelinenin peşinde, gerçekle düşün, hayatla ölümün arasına gerilmiş çok ince bir ipte yürümekti. O ipin üstünde yürürken, dengeyi bulmak ve cehenneme yuvarlanmamak için, içkiye, hayal gücüne ve kırık bir umuda sığınmaktı."

"İnce bir hünerdir hüzünle yaşamak."



"İçimin yangını sönmüş ama küllenmemişti."



"Nasıl oldu da yanaklarımdan akıverdi gözyaşları? Oysa ben onları hep içime akıtırım. Hiç kimse görmez, bilmez gözyaşlarımı."






Martin Eden - Jack London

Jack London'ın yarı otobiyografik romanı Martin Eden, maddi imkânsızlıklar içinde iyi bir eğitim almak ve ismini edebiyat dünyasına duyurmak için yılmadan ve durmak bilmeden çalışan genç bir denizciyi konu alır. Yüksek sosyeteye mensup sevgilisinin gözünde saygın bir yer edinmek umuduyla yazarlığa soyunan Martin, yazdığı öyküler birkaç dergi tarafından peş peşe reddedilince ve çaylak bir gazeteci yüzünden sosyalist olmakla suçlanınca uğruna verdiği iki yıllık savaş gözüne çoktan kaybedilmiş görünür. Ne var ki başarı ve şöhret nihaidir, fakat her şey sona erdiğinde Martin çok önemli bir şeyi; bir zamanlar sofralarına oturmak için can attığı ve son derece kültürlü olduklarını düşündüğü o yüksek kesimin aslında ne kadar da sığ ve sahte olduğunu keşfedecektir.

Daha önce Jack London'un Adem'den Önce adlı romanını okumuştum. Bu romanını da elimde biraz fazla sünse de zevkle okudum. Martin Eden'in azimli yükselişi ve sınıflar arası mücadele. Sırada Beyaz Diş ve Dehşet Ülkesi var.

Bu kitaptan ne öğrendik? 

HENİD: Avusturyalı düşünür olan Otto Weninger'in ortaya attığı bir deyiş olan henid, aslen tam olarak oluşmamış düşünce anlamına gelir. Bir yerden duyduğumuz ya da bir kitapta okuduğumuz herhangi bir terim ya da kavramın üzerinde düşünmeden, onu iyice irdelemeden üstünkörü bir fikir sahibi oluruz, dolayısıyla bu terim ya da kavrama dair düşüncemiz tam olarak şekillenmez.

Kitaptan örnek: "..Bu insanların böyle saçmalıklara inanmalarının  sebebi de cehalettir; Weininger'in tanımladığı üzere henidsel zihin sürecinden farksız olmayan cehaletleri. Bunlar düşündüklerini zannederler ve bu düşünemeyen mahluklar gerçekten düşünebilen birkaç kişinin hayatıyla ilgili yargıda bulunurlar." 

Alıntılarım şöyle:

 "Seni okuyan insanlarla tanıştıracağım. Hayat, ancak böyle insanlarla bir araya geliyorsan yaşanmaya değer. "

'' Ne söylediğinizi, biraz da nasıl söylediğiniz belirler. ''

"Kitaplarla, resimlerle, güzel şeylerle dolu olan, insanların alçak sesle konuştukları, kendilerinin ve düşüncelerinin temiz olduğu bir havayı solumak istiyorum.."

"Okuduklarında hayatın büyüklüğünü ve coşkusunu hissetmişti, ama konuşması yetersizdi. Hissettiklerini ifade edemiyordu; kendisini karanlık bir gecede, yabancı bir gemide, alışık olmadığı alet edevatı el yordamıyla arayan bir gemiciye benzetti."

"Ne söylediğinizi biraz da nasıl söylediğiniz belirler."

"Bilmediğin bir oyunu oynuyorsan, ilk hamleyi rakibinin yapmasına izin vermelisin."

"Senin dünyanda aşka yer olmadığı belli, ama benim dünyamda güzellik, aşkın hizmetkârıdır."

27 Haziran 2024 Perşembe

Kaplanın Sırtında - Zülfü Lİvaneli

Sansürcü, baskıcı Sultan Abdülhamid'i bir başka gözle anlatan bir roman olmuş.  Selanik'e sürülen Sultan ve ailesinin doktorunun gözünden Sultan Abdülhamid'in hatıralarını Zülfü Livaneli çok güzel kurgulamış ve ona başka bir gözle bakmamızı sağlamış. Okuması kolay anlatımı sade, ben sevdim. 

“Kaplanın Sırtında Livaneli’nin edebiyat hayatında ilginç bir çıkış. Sultan II. Abdülhamid devrine aynanın öbür tarafından bir bakış… Sürgün Padişah’ın perspektifinden sürükleyici bir anlatım… Dikkat çekici bir üslup…” İlber Ortaylı

"Otuz üç yıl süren bir saltanat, ardından bir gece yarısı gelen Selanik sürgünü… Tahttan indirilişinin üzerinden bir asırdan uzun bir zaman geçmiş olan II. Abdülhamid’in yaşamının en ilginç evresi Livaneli’nin çağdaş anlatısıyla gün yüzüne çıkıyor. Devrik padişahın, ihtilalci fikirlerin filizlendiği Selanik şehrindeki günleri hem bir vicdan muhasebesi hem de yoğun bir psikolojik gelgit dalgası. Türk edebiyatının kuşak bağı Zülfü Livaneli, II. Abdülhamid’in tahtını kaybettikten sonra yaşadıklarına odaklanırken, bireyi, toplumu, devleti ve iktidarı sorguluyor. Selanik sürgünü boyunca Sultan’ın ve maiyetinin hususi doktoru olan Tabip Yüzbaşı Atıf Hüseyin Bey’in hatıratından hareketle vücut bulan bu tarihi romanda, iktidar kavramına çarpıcı bir bakış açısı sunuluyor." Arka Kapaktan.

Alıntılarım ise şöyle:

"Zaten devleti padişah yönetmez, devlet adamları yönetir. Onlar iyiyse sana iyi derler, kötüyse kötü."

"İnsanoğlu çiğ süt emmiştir ifadesini hatırladı. Kaynar süt içse ne değişecekti ki, insan insandı işte."

"Haklısınız ama bizim memlekette şeriatı aşmak kolay değildir. Şeyhülislamlar, hocalar, müderrisler, tarikatlar, şeyhler öylesine güçlüdür ki padişah nefes alıp da istediği şeyleri yapamaz."

“Sevdiğinden ayrı düşmüş aşık sanma ki rahat olur.Neler çeker bu gönül; söylesem şikayet olur.”

"Doğar doğmaz kaplanın sırtına koymuşlar beni."

"Doktor Bey, ben okumadan yaşayamam."

"Adamlar bize öğretilmiş olan düzgün İslam'a uygun davranıyorlar, bizse bozulduk. İslam'ı tekrar, en baştan başlayarak onlardan öğrenmemiz lazım."

"Kazı izni isteyen yabancılara, altın, mücevher çıkarsa benim ama taşları götürün dediği için Avrupa ülkelerine vagon vagon tarihi eser gitmişti."

"Hiçbir şey değişmiyor gibi görünüyor ama zemin altımızdan kaymakta."

"Ah şu bizim miskin ve mistik, üzerinde asırların yorgunluğunu taşıyan, dünyadan habersiz keyif düşkünü Şark dünyamız."

"Bu devirde hiçbir taç sahibinin başı, omuzlarının üstünde sağlam durmuyor."

21 Haziran 2024 Cuma

On Üçüncü Kabile - Arthur Koestler

 

Romancı, siyasi eylemci, filozof Arthur Koestler´in yapıtlarının çoğu, temel ve yaygın düşüncelerle bağdaşmaz. Yazar, sıradan sorulara farklı yanıtlar vermekle de yetinmez... Başkalarının sormayı akıl bile edemediği önemli soruları yanıtlar ya da yanıtlamaya çalışır. Bu, onun gerçek yaratıcı doğasının bir göstergesidir. Koestler´in ana kaynaklarına inerek ortaya koyduğu bu incelemenin sonucunda şu soru ortaya çıkıyor: Doğu Avrupa Yahudileri´nin kökeni Hazar Türkleri´ne mi dayanıyor? Koestler´in incelemesi bu soruya olumlu yanıt veriyor. "Eğer gerçek buysa, Doğu Avrupalı Yahudiler, bir Türk soyundan geliyorsa, Naziler´in Yahudi düşmanlığının dayandığı temeller bütünüyle saçmadır." diyor Koestler. Ve ekliyor: "Hitler de Yahudi soyunu yok edeyim derken, Kafkasya'dan gelen gelen bir halkı kıyıma uğratmıştır." Yayınlandığı 1976 yılında eski ırksal ve etnik dogmaları yerle bir ettiği için büyük bir heyecanla karşılanan bir kitap olmuş Onüçüncü Kabile.

"Dunlop'a göre eğer Hazarlar olmasaydı 'Avrupa uygarlığının doğudaki temsilcisi Bizans, Arapların eline geçecek ve tarihin akışı değişecekti.' "

"Hazarlar'ın dünya tarihine en büyük katkısı, Araplar'ın kuzey yönündeki saldırılarına karşı Kafkaslar'ı geçilmez bir engel haline getirmeleridir."

"Hazarlar egemen bir devlet olmadan önce, bir süre, kısa ömürlü bir başka devletin, Batı Türk İmparatorluğu ya da Turkut İmparatorluğu diye anılan devletin egemenliğinde yaşamak zorunda kalmışlardır... Bu ilk Türk Devletinin (böyle demek de doğru mudur bilmem) ömrü, aşağı yukarı yüz yıl kadar sürdü. (M.S. 550-650) Sonra hemen hiç iz bırakmadan parçalandı. Ama yine de, Türk adının ilk defa belirli bir ulus için kullanılması, 'Türkik' dil grubunu kapsayan genel bir deyim olmaktan çıkması bu devlet sayesinde oldu."

"Fazla şey bilirsen seni asarlar, çok alçakgönüllüysen üstüne basarlar."

"Hazarlar Türk kökenli bir ulustu. Ülkeleri, Karadeniz'le Hazar Denizi arasında, önemli geçit niteliğinde, stratejik, kilit önemi haiz bir noktada bulunmaktaydı."

"...Türk deyimi, ortaçağ yazarlarının ve bazı çağdaş yazarların kullandığı anlamda, bir ırktan çok, bir dil grubunu anlatan bir deyimdir."

"Polonya'ya çok sayıda Hazar'ın göçtüğü kesinlikle bilinmekte ve artık tartışma konusu olmamaktadır. Tartışılan nokta, bu göçmenlerin yeni toplumun çoğunluğunu mu, yoksa küçük bir oranını mı oluşturduğudur. Bu soruya bir karşılık bulabilmek için, batıdan gelen "Gerçek Yahudiler"in ne sayıda ve nasıl göç ettiği konusuna eğilmek gerekmektedir."

"Kadınları, ne kendi erkeklerinin ne de yabancıların yanında peçe kullanıyor; vücutlarını da örtmüyorlar. Bir gün bir Oğuz'un evinde oturuyorduk. Karısı da yanımdaydı. Biz konuşurken kadın bir ara vücudunun görünmemesi gereken bir tarafını açıp kaşıdı... Hepimiz gördük. Hemen ellerimizle gözlerimizi kapatıp, "Allahım, sen bize günah yazma." diye yakardık. Kocası güldü, çevirmenimize şunları söyledi: "Sizin, önünüzde açılmamızın nedeni, gördüğünüz halde kendinizi tutmayı öğrenesiniz diyedir. Çünkü ulaşamazsınız. Böyle olması, gizli olup da elde edilebilir olmasından daha iyidir." Zina bu insanlara çok yabancı. Ama birisinin zina işlediğini öğrenirlerse, onu iki parçaya ayırıyorlar. Bunu yapmak için günahkârı iki ağacın dallarına bağlıyorlar, sonra deviriyorlar ağaçları. O zaman, adam ikiye bölünüyor."

"İbn Fadlan, Volga Bulgarları arasında da pek garip adetlerle karşılaşıyor: Zekasıyla, bilgisiyle dikkati çeken bir insana rastlayınca, 'Bu adam Tanrıya hizmet etmeye daha layık' deyip onu yakalıyorlar, boynuna bir ip geçirip bir ağaca asıyor, çürüyene kadar orada bırakıyorlar..."

"Madem ki kurban gerekli, bari başımıza dert açabilecek olanlardan kurtulalım."

"Kaderimizi her şeye kadir büyük Allah'a emanet ettik." Sık sık karşılaştıkları kar fırtınalarından birinde İbn Fadlan, bir Türk'le yan yana yolculuk ederken, Türk ona yakınmış: 'Başbuğ bizden ne istiyor? Öldürecek bizi soğukta! Ne istediğini bilsek, hemen verir kurtulurduk' demiş. İbn Fadlan buna cevap olarak, 'Bütün istediği, 'Allah'tan başka tanrı yoktur!' demeniz' diye karşılık verince, Türk gülmüş: 'Doğru olduğunu bilsek, söylerdik' demiş."

"Onları tanrıya bağlayan bir dinleri yok. Mantıklarını da kullanmıyorlar. Hiçbir şeye tapmıyorlar. Başlarındakilere 'Bey' diyorlar. İçlerinden biri Bey'e danışmak istediği zaman ona gidip, 'Bey, falanca işte ne yapayım?' diye soruyor. Ne yapacağına, aralarında yaptıkları toplantıda hep birlikte karar veriyorlar. Ama kararı verip uygulamaya geçecekleri zaman, içlerinden en basit, en aşağılık olanları bile ortaya çıkıp, karara karşı gelebiliyor."

1 Haziran 2024 Cumartesi

Mustafa Kemal'le 1000 Gün - Nezihe Araz


Bu kitap Mustafa Kemal'in evlilik yıllarını ve Latife Hanımın Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundaki yerini anlatmak için yazılmıştır. Genel olarak 1922-1925 yılları arasında geçen olayları kapsamaktadır. 
Kitap sadece evlilik ve onunla ilgili konuları anlatıyormuş gibi gözükse de aslında bu 3 yıllık dönemin tarihi gerçeklerine de değinmekte ve bu evliliğin yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ne ne gibi etkileri olduğunu da göstermektedir.

"Mustafa'mın karısı olmak kolaydır uğlum. Ama Mustafa Kemal'in karısı olmak zor iştir. Bilirim, anası olmaktan dolayı."

"Nikah kıyıldı, şerbetler içildi, tebrikler yapıldı. Bir ara Mustafa Kemal Paşa, elini omuzuma koydu ve bana "Asım, dedi, inşallah zaman olur, çağdaş biçimde bu nikah törenini valiler bağlar, onlar kıyar." Ben onun medeni nikah işine daha o günler karar vermiş olduğunu anladım."

"-Benim gibi bir insanın evlenmesi meğer ne zormuş... İnsanın kendi evinde kendisini misafir gibi hissetmesi..."

"Bak çocuk! De sen şimdi bana: Bu kız Mustafa'yı mı sever? Mustafa Kemal'i mi sever? Mustafa Kemal Paşa'yı mı?"

"-Estağfurullah, dedi. Ben hanımlara el öptürmem hanımefendi, bunu unutmayın."

"Genç, deneyimsiz Latife'ye, büyükannesi anlatmaya çalışıyor:

-Bir erkekle bir kadın arasında birbirlerini ne kadar severlerse sevsinler,her zaman bazı sorunlar vardır. Bu erkek Mustafa Kemal Paşa, bu kadın Latife Uşakizade olduğu zaman iş büsbütün değişir. İkinizin arasında kocaman memleket var. Mukaddes bir millet var. Bunu hiç unutmamalısın. Koca bir vatan! Ve sen, vatana kurtarana aşık oldun kızım. Bunun elbette bir bedeli,bir vebali vardır. Bu çok önemli bir cüret. Çok şey istiyorsun bilesin. Belki de Paşa bunu anladığı için düşünüyor. Kendini senden uzak tutuyor,tutmaya zorluyor kendini."

"Latife! Sen bir erkekle değil,bir milletle evlisin. Bunu unutma."

"Meğer diye dertlendi , meğer bir kadını idare etmek bir büyük savaşı idare etmekten de zormuş . Ben savaşları idare ettim işte bakın, ister okumuş yazmış olsun, ister kendi halinde bir kadın ... Durum değişmiyor demek ki . Ben bir kadını idare edemiyorum. Galiba hayatımın en büyük hatasını evlenmekle yapmışım ben."

"Mustafa Kemal birden doğruluyor ve genç kızı heyecandan öldürecek bir tatlılıkla:

-Latif! diyor. Bak beri. Bunu bir yere not et. Bize lazım olacak.

Latife bu "Latif" hitabından öylesine mutlu olmuştur ki.. Heyecanlanınca her zaman yaptığı gibi,alt dudağını ısırıyor, Paşaya bakakalıyor,gözleri pırıl pırıl..

-Latif,diyor içtenlikle ve anlamını sorar gibi.

-Neden şaşırdın? Sen gerçekten Latife değil, Latif'sin!"

Ucu Güllü Kundura - Muzaffer Buyrukçu

İstanbul’da yeni yollar açılıyor, eski evler yıkılıp betonarme yapılar, apartmanlar, hanlar yükselip fabrikalar kuruluyorken kentin her yanında düne savaş açan bir hareketliliğin yaşandığı Menderes dönemi… Şehre her gün çarıklı, şalvarlı, kasketli, başörtülü kafileler akın ediyor, çarşıları, pazarları, sokakları, alanları kalabalıklaştırıyordu. Her şeyin hızla değiştiği 50’ler ortasında İstanbul’da bir kenar mahalle. Bu kenar mahallenin birbirinden renkli sakinleri ve elbette Muzaffer Buyrukçu’nun ışıldayan kalemi. Ucu Güllü Kundura’da Buyrukçu, Kavga ve Dar Sokaklardaki Duman’dan tanıdığımız Balkan göçmeni ailenin ve çevresindekilerin hikâyesini anlatmaya devam ediyor. 

 Ucu Güllü Kundura romanında, İstanbul’un modern bir şehir olma
sürecindeki değişimi, insanlar tarafından her ne kadar güzel ve çağdaş olarak görülse de şehrin kökleşmiş ana yapısını ve geleneğini bozan bir durum olduğundan eleştirilmektedir. Yaşanan sorun
ekonomik koşullar sebebiyle taşradan göç eden insanların, şehirliler tarafından ötekileştirilmesine ve yabancı olarak görülmesine neden olmaktadır. Aynı zamanda, taşralıların “İstanbul’u halklaştırmaları”
kentliler tarafından eleştirilmektedir.

Ucu Güllü Kundura romanında yoksulluk teması, Naci ve ailesinin yaşayış tarzları ve toplumda yaşadıkları sıkıntılar üzerinden ele alınır. Naci, komşusu Ramiz Bey’in İstanbul beyefendisi kişiliğini ve hareketlerini çok beğenir, onu kendisine hem fiziksel görünümü hem de düşünceleri açısından örnek almaktadır. Naci, Ramiz Bey arasında geçen konuşmalarda toplumdaki yoksulluk sorunu ele alınır.
Toplumda zenginlerin söz sahibi olduğu ve yoksulların ise bir kukla gibi yaşam mücadelesi verdiği belirtilmektedir. İnsanların yoksulluk içinde zenginlerin kölesi olduğu ve toplumdaki bu eşitsiz
düzene karşı eleştirileri ifade edilmektedir

“...Yeni yollar açılıyor, eski evler yıkılıp betonarme yapılar, apartmanlar, hanlar yükseliyor, fabrikalar kuruluyor, kentin her yanında düne savaş açan bir etkinlik göze çarpıyordu. Dükkânlar, bankalar, eczaneler, mağazalar, lokantalar birbirini izliyordu. İstanbul’a her gün çarıklı, şalvarlı, kasketli, başörtülü kafileler akın
ediyor, çarşıları, pazarları, sokakları, alanları kalabalıklaştırıyordu”

 " 'Seni seviyorum, deli gibi seviyorum, şeytan gibi seviyorum, ölümün hayatı sevdiği gibi seviyorum' dedi."

"Ne zaman hesap sordu ki şimdi sorsun dedi Naci. 'Bizim halkımız koyun gibidir. En korkunç zulümlerin altında inlerken bile hesap sormamıştır.' "

"Bitecek elbet. Halk Partisinin varlığını milletin beyninden, ruhundan kazımak, unutturmak, kendilerini kabul ettirmek istiyorlar. Ayakta durmak, onlardan daha önemli, daha becerikli olduklarını ispat amacıyla canla başla çalışmak zorundalar. Ve tabii eş dostlarını, arkadaşlarını, adamlarını zenginleştiriyorlar. Yeni bir tabaka yaratmak peşindeler."

"Şimdi bunlar kendilerini her zaman, her seçimde iktidara getirecek bir kitle yetiştirecekler. Yetiştirirken de karınlarını doyuran, eksiklerini gideren bir şeyler verecekler."

"Millet surların dışındaki Hazine topraklarına akın ediyor, yapıyor gecekondusunu, keyfine bakıyor. Yani halk halinden memnun."

"Bütün bu kavgalar, kıyametler, harpler hep o hayat denen keçiboynuzundaki bir dirhem balı emmek içindir."