Bu Blogda Ara

24 Temmuz 2018 Salı

Portakal Ağacı - Candaş Tolga IŞIK

Aylık edebiyat dergilerinden tanıdım Candaş Tolga Işık'ı. İtiraf etmeliyim ben de adını zor söylüyorum ya da karıştırıyorum bazen. Çağdaş Tolga, Tolga Çandar gibi. Yazar da isim karışıklığı konusuna kitaptaki bir yazısında değinmiş. Kitap ondört adet hayat hikayesinden oluşuyor. Hikaye diyorum ama bazıları yaşanmış olaylar. Hatta yazarın başından geçenleri anlattığı bölümler de var. Kitap Ernest Hemingway'in "Hayat hakkında yazabilmen için önce onu yaşaman gerek. Çünkü, hikaye gerçekse hiçbir yazı kötü değildir." sözüyle başlıyor. Güzel bir kitap, eğlenceli, sevimli."Okuyun" derim.

Kitaptan, güzel bulduğum altı çizili cümlelerimden  bazıları:

"Çok istemek önemliydi çünkü...Her istediğini değil, ama çok istediğini mutlaka yapacaksın bu hayatta..."

"Öyle ya, dövme dediğinin bir karşılığı olacak ruhunda...Ve o karşılık seni sıkacaksa bir gün, hiç mıhlatmayacaksın vücuduna..."

"Bir keresinde bilge bir adama, 'Yalnız ve mutsuz yaşamanın sırrı nedir?'diye sormuşlar.
'Yaşamayı bilmem, ama yalnız ve mutsuz bir insan olarak ölmenin  sırrını verebilirim,' demiş: 'Her sıkıldığında, her sıkıldığından vazgeçmek!' "

"Bir kere şöyle düşünün, adamda nasıl bir dert varmış ki gitmiş rakıyı bulmuş! Zaman makinesi yapacaklar bin yıldır... Rakıdır o. Bir kadehe tutunarak, geçmişe de dönebilirsin geleceğe de gidebilirsin. Yalan makinesidir aynı zamanda rakı..Ne kadar acı verirse versin yüzüne çarpar gerçeği.."

"Oysa bilmiyorlar ki rakı masasında sarhoş sıfatıyla memleket kurtarmak, mecliste milletvekili sıfatıyla memleketi batırmaktan daha masum ve zararsız bir eylemdir."

"İnsan yaptıklarından değil, sonunda hep ve en çok yapamadıklarından , yaşayamadıklarından, eksik bıraktıklarından pişman olur."
   

23 Temmuz 2018 Pazartesi

Elia İle Yolculuk - Zülfü LİVANELİ

Dünyaca ünlü sinema ustası ve yazar Elia Kazan,  yine büyük yazar, müzik adamı, siyasetçi Zülfü Livaneli'nin anlatımı ile hayat bulmuş bir eser. Livaneli yalnızca Elia Kazan'ı anlatmakla kalmamış, Kazan'la birlikteyken ve ondan bağımsız yaşadığı bir dizi hayatından kesitler de vermiş.Çok akıcı, zevkle okunacak bir kitap. Zülfü Livaneli'nin anlatımı  mükemmel. 

 Alıntıladığım cümlelerden bazıları:

  "..Kapısını çaldığım yaşlı adam için de öyle mi olmuştu? O da burada doğmamıştı. İstanbul doğumluydu, Amerika'ya  dört yaşında gelmiş-getirilmiş demek daha doğru- olduğu için, hele o yılların koşullarında, yani 20. Yüzyıl başlarında Amerika'yı filmlerden tanıma olasılığı hiç yoktu. Amerika'nın filmlerini gören değil, yaratan ve dünyaya gösteren biriydi o. Kendini Amerikalı sayan bir Anadolulu, Rum sayan bir Türk, Türk sayan bir Rum, Anadolulu sayan bir Amerikalı, New York'lu sayan bir göçmen, göçmen sayan bir New York'lu. Belki de hiç biri. Hem hepsi, hem  hiç biri. Üst üste binmiş kimliklerin çoğaltırken azalttığı, güçlendirirken zayıflattığı bir adam. Adı Elia, adı İlya, İlyas, Aliya; soyadları Kazancıoğlu, Kazan; annesinin kızlık soyadı ise Şişmanoğlu. Evinde sehpanın üstüne gelişigüzel atılmış üç Oscar heykelciğine rağmen hala Amerikalı mıyım diye düşünen, bir an  tam bir Amerikalı olduğuna karar veren ama sonra Amerika'nın çok kötü davrandığı ve her zaman da öyle davranacağı bir göçmen olduğunu düşünen, doksan yaşındaki ağaçlara benzeyen, doksan yaşında bir adam."

"Çünkü bu yaşlı adam, üzüntü-acıma-yazıklanma-pişman olma gibi kavramlara çok yabancı. Bir savaşçı o. Ne olursa olsun, düşman orduları ne kadar büyük bir güçle gelirse gelsin, son nefesine kadar direnmek azminde olan bir savaşçı. Bunu hayat ilkesi haline getirmiş. Bana verdiği öğüt de buydu zaten: Üzülmememi söylüyor, üzüntü duygusunu yasaklıyor, üzüntü çürütür insanı diye uyarıyor, ama kızmak iyi gelir, ferahlarsın diyordu: 'Sakın ola hiçbir şey için üzülme ama bol bol kız, öfkelen, dövüş, savaş, küfret ama üzülme. İnsanı üzüntü çürütür.' "

"Kendisini onun kadar hırpalayan, zayıflıklarını, ruhundaki gölgeli noktaları acımasızca gözleyen, neredeyse kendi kendinin yargıcı ve celladı olan bir başka kişi tanımadım şimdiye kadar. Adorno'nun sözleriyle: 'Normal insanların ahlaki bir yükümlülük saydığı şey onda bir takıntıydı; sürekli olarak kendi hatalarını yakalamaya uğraşıyordu."

"Zülfü Livaneli, Arthur Miller'a şöyle diyordu 'Gençliğimden beri aynı insanım, hiç değişmedim ama insana göre değil, cebinden çıkan kağıtlara değer veren sistemler, pasaportlarımın renklerinden dolayı bana farklı muameleler uyguladılar, kiminde bir suçlu, kiminde bir diplomat, kiminde bütün kapıları açan sihirli bir belgeye sahip bir adam."

"Elia, ailesinden devraldığı bir kültürel mirasla, Türklerden hep korkmuştu. Onun gözünde Türk, kaba saba, sert, vahşi ve ilkel demekti ki bu tanım Osmanlı sarayının Türk tanımına da son derece uymaktaydı...Bu mirasla, yani Türk korkusuyla büyümüş olan Elia, bana bir gün bir itirafta bulundu. 'Çok garip' dedi, 'Yaşlılık yıllarımda sizlerle yakınlaştıktan sonra, Türkleri sevmeye başladım ben. Öyle ki Yunanistan bana daha yabancı artık'..'Sebebini biliyorum' dedim. 'Çünkü ben ve sana tanıştırdığım hiç kimse, o dediğin Türklere benzemiyoruz.' "

"O anda kadını toplumdan çıkararak dışlayan İslam dünyasıyla, uygarlığı kadınla birlikte kuran Hristiyan kültürü arasındaki fark somut olarak belirdi gözümün önünde. İşte en temel sorun, en temel farklılık buydu. sadece erkeklerin rol aldığı, kadınların eve kapatıldığı ya da örtüler altında gizlendiği bir toplumda uygarlık kurulamıyordu."

"Ah Tanrım diyorum, keşke çöl dinlerinin tarif ettiği gibi koruyucu ve esirgeyici bir Tanrı olsan. Keşke insanlar toprağa karışmasa da, ölümle birlikte yeni bir hayata doğsa. Keşke ruhlar, ölü bedenlerden çıkıp dünyada dolaşmaya devam etse. Kötüler cezalandırılıp, iyiler ödüllendirilse. Ne güzel olurdu her şey."

19 Temmuz 2018 Perşembe

Çadırın Işığı - Bekir AYGÜL

Orta Asya'dan Anadolu'ya esen Yörük Rüzgarı alt başlığı ile yayınlanan kıymetli arkadaşım, meslektaşım, on parmağında on marifet olan Bekir Aygül'ün Çadırın Işığı adlı kitabını hediye ettiği eşimden ödünç alarak okudum, aklımda kalanları yazdım.


Kitap, yörük kültürünü güzel bir roman eşliğinde dramatize ediyor. Dramatize demekle doğru kelimeyi mi kullandım bilemiyorum ama güzel bir roman içeriğinde yörüklerin yaşam tarzı, doğumları, kız isteme, evlilik ve düğün törenleri, cenaze adetleri, sofra adapları, yeme içme alışkanlıkları, yörük mutfağı,bilmeceleri, oyunları, tekerlemeleri, tarla işleri, hayvan bakımları, kahramanlıkları, cenkleri, kısaca hayatlarının her anı, Selçuklu döneminin tarihi olayları ışığında çok güzel anlatılmış. Yörük obasında geçen olaylar ve yöreye ait betimlemeler Yaşar Kemal romanları tadında tasvir edilmiş. Yörük çadırlarının özellikleri, yörük delikanlılarının ve kızlarının kıyafetleri en ince ayrıntısına kadar çok güzel anlatılmış. Yerel dillerden de konu içinde gerekli yerlerde kullanılarak örnekler verilerek, kitabın sonuna da kitapta kullanılan sözcükler ve anlamlarının yazılması çok yerinde olmuş. Bazı unuttuğumuz kelimeleri yazarın sayesinde hatırlamış olduk böylece.     

Kaynakçada da belirtildiği gibi çok detaylı ve etraflıca, yerel kaynaklardan, ilk ağızdan yapılan araştırmalar sonucu meydana getirilen bu eser için Sayın Bekir Aygül'e çok teşekkür ediyorum. Yüreğine, emeğine sağlık.

Kitaptan bazı alıntılarım ise şöyle:

"Yörük çadırları keçeden veya kıl çadırdan yapılır ve çok özelliklidir. Rastgele elde edilmez. Karakeçilerin kılının kırkılması, taranması, eğrilmesi, dokunması ve yine kıldan yapılan iplerle dikilmesi sonucunda elde edilir."

"Çadırların direk sayısı sahibinin zenginliğine göre artar."

"Yörük erkekleri, giydiği elbiselerinde rahat etmeyi sever. Hem yakışmalı hem de güven vermelidir. Ata, eşeğe rahat binmelidir. Sevmediği giysiyi giydiremezsiniz ona. İçindeki yiğitlik ve kahramanlık duygularına hitap etmiyorsa, o giysiyi giymez bir daha. Desenlerle süslenmiş giysisi içinde düşmanlarına korkular saçmalı, heybetiyle görenleri dehşete düşürmelidir. Yiğitlik ve mertlik dış görünüşte değil, insanın özünde olması gerekirse de yine ona yardım etmeli giysileri. Dostları sevindirmeli, sevdiceğini gururlandırmalıdır giysileri.

"Kavurmanın Yörüklerde ayrı  bir yeri vardır. Yörük kavurmasının tadı başka olur. Kavurmayı kocaman sacda pişirip, üzerine yoğurdu serğiştirip, ortasına üzüm pekmezini döktün mü insanı kudurtur. Karşısında ne cavır dayanır ne canavar.

"Varacağın oğlanın önce anasına babasına, dedesine daha sonra da amcalarına ve dayılarına bakacaksın. At olacak tay yürüyüşünden belli olur."




Babayani - Nebil ÖZGENTÜRK

Tevazu sahibi, görmüş geçirmiş, derviş insanlara eski dilde "Babayani" derlermiş. Nebil Özgentürk de bu kitapta, çok sevdiği "babayani"leri anlatıyor. Ayrıca ilk defa bu kitapta kendi öyküsüne, ilk gençlik yıllarından ilginç anekdotlara, dikkate değer aile öykülerine, şaşırtıcı tanıklıklarına ve yaşarken ayakta kalmaya dair ipuçlarına yer veriyor. 

Zülfü Livaneli ve Sunay Akın'ın yazdığı önsöz ise apayrı bir güzellikte olmuş. Cem Karaca, İsmet Ay, Meral Onat, Neyzen Tevfik, Ali Ekber Çiçek, Ataol Behramoğlu, Can Yücel, Duygu Asena, Macide Tanır, Muazzez İlmiye Çığ, Serra Yılmaz, Tuncel Kurtiz, Türker İnanoğlu, Yaşar Kemal ve diğer adını yazamadığım baba gibi adamlardan kadınlardan hayat alıntıları, anılar, anekdotlar. Hepsi çok güzel, tarihi notlar. Okuyun hepsi güzel. Sunay Akın'ın da dediği gibi "Bizim Nebil Özgentürk' ümüz var."

Kitaptan bazı alıntılara gelince:

Meral Onat'ın babasının Kore anılarından;
"Amerikalılar, Fransızlar, bütün diğer milletler maaş olarak tonlarca para alıyordu. Bizim gibi fakir milletin askerine ayda 5 dolar veriliyordu. Hem de 'kırmızı dolar', kimse bilmez kırmızı doları, bu dolar sadece Kore'de geçerliydi, başka bir yerde geçmezdi."

"Neyzen Tevfik'in bir şiirinden:
'Türkü yine türkü, sazlarda tel değişti.
Yumruk, yine o yumruk, bir varsa el değişti.!

Ali Ekber Çiçek'e ayrılmış bölümden;
"Haydar Haydar ki müzik otoritelerinin şaşkınlıkla karşıladığı bir eser olarak tarihe geçecekti. Şaşkınlıkları şundandı: 100'ü aşkın ses ve ton saptanan eserin icrası için onlarca saz gerekmesine rağmen, Ali Ekber bu icrayı tek bağlamayla gerçekleştirmişti, konçerto misali. İmkansızı başarmıştı yani!"

Naim Süleymanoğlu'nun Türkiye'ye ilticasının ayrıntılarını, başta Avustralya Türk Konsolosluğunun kendisini kabul etmeyişini, sonrasında dönemin Başbakanı Turgut Özal'ın girişimleri ile yurda kabul edildiğini öğrenmiş olduk. Öğrenmiş olduk diyorum, çünkü ben o zamanlarda Naim Süleymanoğlu'nu kaçması/kaçırılması olayının Türk ajanlarınca yapıldığını sanıyordum. Gerçeği kitaptaki yazıdan öğrendim. Meğer Süleymanoğlu kendi ayaklarıyla gelmiş ve neredeyse zorla kabul ettirmiş. Amerika'ya gitmenin eşiğinden dönmüş. 



Yazmak Güzel Şey Be Kardeşim - Enver AYSEVER

Enver Aysever'in deneme yazılarından oluşan kitabı. Kitapta güncel olaylardan, edebiyat dünyasındaki anekdotlar ve yaşanan olayların bir şekilde edebiyat yazarlarına ve bunların kitaplarına bağlandığı anlatımlar. Çok hoş akıcı bir kitap olmuş. Okumadığım bazı kitaplar hakkında tavsiyeler aldım, okuduğum kitaplardan alıntılar görünce de mutlu oldum. Sevdiğim türden yazılar olmuş. İçinden bir şeyler öğrenebileceğim yazılar. Güzel mesajlar. Güzel tespitler. Okumasını bilene. Ömür kısa okuyacak çok kitap var.

"İnsanın aydınlığa, ileriye doğru yönünü tuttuğu efsanesine gönüllü inanıyoruz. Öte türlü düşünmek, derin bir umutsuzluk doğuruyor, hatta gariptir, iyiden ölümü düşünür oluyor kişi. Yazı adamı ölümle hep garip bir raks halinde değil mi?"


"Bugün Hamlet'i izledim. Kukla olan insanı gördüm karşımda. İpleri başkasının elinde olan, onurundan haysiyetinden vazgeçmiş zavallı mahluk: insan..." 


" 'Hamlet' kabus içinde kıvranıyor. Her yanda pusu kurmuş cellatlar var. Şiire sığınmaktan öte çare var mı? Gözümüz açık, önümüzden akıp giden yaşama tutkuyla, istek ve merakla baktığımız her an  ellerimiz kana bulanıyor oysa! Tuhaf şey yaşamak... Güzel şey...Övgüye değer...Ve çileli..."


"Kaptanı yorgun bir tekne değil midir insan?

Dilimde eksik bir şiir..."

"Russel bir öğretmenin günde sadece birkaç saat çalışmasından yana. Tüm gün çalışan birinin çocuk üstünde olumlu etkisi olamayacağını, dikkatini toplamasının imkansızlığını söylüyor ve ekliyor: Bir öğretmenin bol zamanı olmalı, tembellik için, düşünmek, yaratmak için... Belki böylece çocuğun ruhunu yeniden kavrama olanağı bulur öğretmenler. Demek çalışmak yerine tembelliğe gereksinim var."


" 'Doğum günlerinden nefret etmeye başlayalı yıllar olmuştu. Yılların üzerine yapışan sayılar yüzündendi bu. Yine de doğum günlerini önemsememezlik yapamıyordu, zira onun için kutlamanın mutluluğu yaşlanmanın utancına ağır basıyordu.' Satırlarının altını çizmişim Kundera'nın"


"Bir tutkulu okur, tüm kitapları okuyamayacağını bilir ama bu olasılığın varlığı karşısında heyecanlanır, soluk alır.  Nihayetinde sınırlı yaşamımız var. ve seçici olmalıyız elbet." (Burada beni anlatmış. Ben de hepsini okuyayım istiyorum kitapların)


"Her okuma bir direnme eylemidir. Neye karşı direnme? Bütün sıradanlıklara.."


"Peki, ya okumayla hiç ilişkisi olmayan kimse için ne demeli? Bana kalırsa sürülmemiş bir yaşamdır bu. Hatta o geleneksel soruyu da yanıtlayayım: 'Çok gezen değil, çok okuyan bilir.' Avarece gezen bir kimsenin yaşamın herhangi bir ayrıntısını görmesi söz konusu değildir."


" 'Amatör okur' dönemi fevkalade sıkıcı ve aptalca bir süreçtir. Sürekli bir savrulma, dünyayı ilk kez keşfetmenin şaşkınlığıyla geçer... Yalvaran gözlerle kitap tavsiyesi istemesi, başlı başına acıklı bir haldir..Yazık ki pek çok heveskarın, yolunu bulamadan, tüm ömür çer-çöp okuduğunu biliyoruz."


"...kimsenin uzun/soluklu metin okumaya zamanı/tahammülü yok ama herkes yazmak peşinde...Niye? Çoklu yanıtı var bu sorunun; hayatta iz bırakmak ya da yaşadığına dair bir kanıt gereksinimi sayılıyor kitap. Oysa edebi etkinlik bu değil; belki bu kaygıları da içine alan çok daha ileri bir susamışlık 'yazmak'" (Ben de herhalde biraz kendimden sonra bir iz bırakmak umuduyla yazmak istiyorum. Tam de emin değilim ama tek amacım da bu değil tabi ki. Beynin kıvrımlarında dolaşan düşüncelerin yazıyla kağıtla buluşması güzel bir şey)


"Bir kitap, bazen sadece tek bir satıra denk gelmek için okunur."


"Bir zaman yazmıştım: 'Bizim memleketin bütün uzlaşısı, cehalettir' diye!"


"Altan (Öymen) Ağabey konuştu: 'Yazarlık yaşamı engebelidir. Doruk ve zemin arası kısadır. Önemli olan varlığı sürdürmek, not düşmek, bayrak sallamaktır.' dedi. Aklıma kazıdım bu sözleri"


"Nazım' düşündüm Antakya sokaklarında . Bu yere düşen çocukları nasıl yazardı kim bilir? Evlatları toprağa düşmüş acılı anaların ağıtlarını, kırık dökük Türkçeyle birleşen Arapçanın o güzel ezgisini duyururdu şiirinde. Elden ne gelir, diye düşünür insan bazen...Şiire sığınmak şiire, Nazım'ın ellerine tutunmak."


"Leyla (Erbil) ne güzel bir isim, ışıklı bir imge ve şimdi uzaktan işitilen bir ezgi, tüyleri ürperten rüzgar....Veda yüreğimi yakar....Merhaba Leyla, inadına merhaba!"


"Altını çizdiğim en önemli saptaması şu Tahsin Yücel'in:'...Türkçe belirli düşün ve bilim alanlarının sözcük ve terimlerinden yoksunsa, yetersiz bir dil olduğu için değil, Türk toplumu söz konusu alanlarda etkinlik göstermediği için yoksundu.'diyor."


"Sanırım Goethe'nin bir sözüdür: 'İnsanın iki ömrü olmalı, biri okumak, diğeri yaşamak için' der."

"Biri ustama: ' Ya çocuk bu eleştiriye dayanamaz yazmaktan vazgeçerse' demişti. Feridun, 'İyi ya, baştan kurtulur beladan. Bu eleştiriye, ağır sözlere dayanan ancak yazabilir' demişti." 

"Ölü çocuk fotoğrafına bakmayı ve içki içip sohbet etme arzumu düşündüm. Çelişik değildi elbet. Yas falan tutulmaz bu çağda. Bakılır geçilir."

"Melih Cevdet, 'Homeros bizim klasiğimizdir' diyor. Toprağımızda yaratılan her sanat yapıtı bizim geçmişimiz, geleneğimizdir. Ben de tam böyle düşünüyorum."

"Yaş ilerleyince nedense pek çok kişi, yaşadığını hissetmek/hissettirmek için bir kitap yazma gereksinimi duyar. Çoğunlukla ölümle bir hesaplaşma halidir bu ve yersizdir."

"Bir ömrün dökümünü yapıp, sağlıklı bir muhasebe yapmak için bir başka yaşama daha gereksinim var sanırım. Keşke öldükten sonra, 'Nasıl bir yaşam sürdüm?' sorusuna yanıt verecek bir vakit olsa da, insan o filmi izledikten sonra hiçliğin kollarına uzansa. Şiir bu işi görür çoğu zaman. İsrailli Şair Yehuda Emihay'ın hemen tüm dizelerinde gördüğüm yumuşak ama esaslı hesaplaşma etkiledi beni doğrusu. Hoş, iyi bir şiirin bundan öte gayesi olur mu ki!

1924'de doğdum.
Benim yaşımda bir keman olsaydım en iyilerinden biri olamazdım.
Şarap olsaydım ya birinci kalite ya sirke olurdum.
Köpek olsaydım çoktan ölmüştüm.
Kitap olsaydım şimdiye kadar ya çok pahalanmış ya da fırlatıp atılmıştım.
Orman olsaydım genç; makine olsaydım gülünç olurdum.
İnsan olarak ise, yorgunum, ölesiye." Tanrı Belki Esirger Aşkı

"Yakında,
ikimizden geriye kimse kalmayacak
unutmak için ötekini"

"Boşa vakit harcayanları değil, boş vakti olanları anlamıyorum ben. Yaşamak dediğin, tembelliğin tadına varmak için bilgelik gerektirir."

"Nazım, Babayev'e 'Kadın çorabı nasıl bacağın güzelliğini gösterip, kendini gizlemeliyse, şiir de böyledir. Bacak yerine çorabı görürsen, orada eksiklik vardır' der."

"Düşle gerçek arası bir göz açıp kapamak değil mi yaşamak dediğimiz!"

"Usta bir denemeci Joseph Addison Roma İmparatoru Augustus'tan söz ediyor. Ölümünden birkaç dakika önce başucunda bekleyenlere, 'Rolümü iyi oynadım mı?' diye soruyor imparator. Bunun üzerine çevresindekiler olağanüstü övgülerde bulunuyor. Augustus. 'Öyleyese alkışlayın da gideyim' diyor"

"Daniel Pennac Roman Gibi adlı kitabında Kafka'dan örnek verir: 'Akşam vakti, büyüleyici bir masalın tam ortasındaki bir çocuğa, kerameti kendinden menkul bir gerekçe göstererek okumayı kesip yatması gerektiğini hiçbir zaman anlatamazsınız.' " 

18 Temmuz 2018 Çarşamba

Eski Bahçe - Eski Sevgi - Tezer Özlü

Tezer Özlü' yü geç keşfettim. Keşfeder keşfetmez de "Çocukluğun Soğuk Geceleri" kitabından sonra bir kitabını daha aldım. Bu da muhteşem bir kitap. Eski Bahçe ve Eski Sevgi adlı kitapları birleştirilmiş tek kitap olmuş. Okuduğum kitapların çoğunun yazarı şu an hayatta olmayabilir ancak yıllar önce ölen Tezer Özlü'yü okurken daha değişik duygular sarıyor beni. Kitabı, bir hafta sonu Marmaris tekne gezisi sırasında otobüs yolculuğunda okuyup bitirdim. Yine karamsarlık, yine melankoli. Yazarın kendini, yaşadıklarını anlatan öykü tadında anlatılar. Değişik bir anlatım tarzına karamsarlık hakim. 
Tezer Özlü'nün öykülerinin ve kısa yazılarının toplandığı toplam 23 öyküden oluşuyor. Öyküler genel olarak anlatı şeklinde. Kitapta, önceki okuduğum kitapta da farkedilen rahat cinsellik konuları var. Yazarın kendisi hakkında anlattığı deneyimleri, kitabın yazıldığı yıllar düşünüldüğünde oldukça cüretkar. 
Günümüzde hatırlamak olarak kullandığımız kelimenin  "Ansımak" olarak sıkça kullanılışını gördüm. Bazı bölümlerde   dikkatimi çeken bir başka şey ise anlatım dili ve kullanılan bazı günümüz kelimeleri. Sonradan anlıyorum ki Eski Sevgi Bölümünde yer alan; Gökkuşağı, Rotterdam'da, Öğleden Sonra, Stein Alanı'ndaki Postanede, Papaz Kausch, Eski Sevgi isimli öyküler Almanca yazılmış, yazarın ölümünden sonra, Kardeşi Sezer Duru tarafından Türkçeye çevrilmiş.Tezer Özlü'nün hayatını, yaşadıklarını bilmeyen biri için kitap değişik gelebilir. Kitapla birlikte Tezer Özlü'nün de hayatını şöyle kısacık bir inceleyin derim ben.

Kitaptan altı çizili bölümler:

"Bu büyük evde, sabah insanın uyanır uyanmaz karşılaştığı bunaltının insanı ağlatabileceğini düşünmüştüm. ve gece yatmadan önceki korku."

"Oğuz, yanında kaldığı dostlarına aldığından çok daha fazlasını verdi. Dostluk, güleryüz gösterdi onlara. Akıllıca yapılmış şakaları ve bulunmaz kişiliğiyle öylesine yeri doldurulamaz bir insandı ki, onu tanımış, onunla birlikte günler, geceler geçirmiş olmayı, erişilebilecek mutlulukların en büyüklerinden sayıyorum."

"O öldü. Hiçbir şey anlamadım onun ölümünden. Korkmadım da Yalnız evin yüksek katından caddeye bakarken, aşağıda giden cenaze arabasında onun götürüldüğünü biliyordum. Bir kadın beni oyuncaklarla oynamaya zorluyordu. Sanki şimdi bir başkasının ölümünden bir şey anlıyor muyum?
    Kendi ölümümden?"

"Uyandığımda kendimi annemin koynunda mı bulacağım? 
Yoksa bambaşka bir boşlukta mı?"

"Bir kanepede oturarak öleceğim
ve hiçbir yere kaldıramayacaklar beni
Ölüme giden yol çok uzun
yoruyor beni
hastalık hiçbir şeyi değiştirmedi 
intihar etmek istedim iyi ettiler
delirdim gene iyi ettiler 

artık yapılacak bir şey kalmadı."

"Antalya'nın eski limanı insana hiçbir yeri özletmiyor. Liman insanın tüm özlemlerini dolduruyor ve sanki yaşamının hiçbir kesimini ansıtmıyor."

"Her su yolunun üzerinde bambaşka bir siyasi slogan yazılı. Birçoğunda da 'Fakir babası Demirel', diyor. Gözlerim hiçbir sloganı okumadan geçmiyor. Fakir babaları böyle oldukça yoksullar ordusunun çoğalmasına şaşmıyoruz hiç."

"... Belki de insanların birbirlerine duygularını salt anlatmaları olanaksız. Ben çok açık konuşmaya çalışıyorum. Sonsuz bir bağımsızlık, sonsuz bir özgürlük duyduğum için. Bu duygularım zamanları da, ülkeleri de, kentleri de aşıyor..."


"Belki bir gün kalkacağım. Kucağıma alacağım babamı. Tarlalar üzerinde yürüyebileceğiz. Ve sonra kendimi onunla birlikte gömeceğim."

"Devrimci inançları olan kadınların sert, militan bir dış görünüşe bürünmelerine karşıyım. Kadın, kadın olabilmeli. Bu da kolay değil. Halklara olan sevgisini, insan ancak bireylerle olan ilişkilerinde geliştirebilir. Çok sevmeyen, çok sevişmeyen birini insancıl bile olabileceğine inanmıyorum, diyorum."

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Hayal Meyal - Tarık TUFAN

Kanser hastası genç bir adamın yıllar sonra eski yaşadığı yere dönmesiyle birlikte kafasında doluşan hatıraları ile yüzleşmesinin hikayesi. Bu tür kitapları seviyorum yani eskiye giden, eskiye özlem duyan, hatıralarla yaşayan kahramanları anlatan kitapları. Kimbilir belki de kendi geçmişime, çocukluğuna duyduğum  özlem kabarıyor böyle kitapları okurken. Bu hikayede de kanser hastası ve ismi kitap boyunca verilmeyen adam, istemeden nişanlandığı  İlknur, O'nu bırakıp mahalleden gidişi, kimsenin buna anlam verememesi ve mahalleli tarafından kötü gözle bakılması ve tekrar mahallesine döndüğünde geçmişte yaşadıklarının zihninde canlanması anlatılmış. Sanki yazsam benim cümlem olacak cümleler var. En çok da buna bayıldım. Şiir tadında güzel mısralar da var kitapta. Tarık Tufan'ın Ot dergisindeki yazılarını seviyorum. Kitapları da güzel. 

Kitaptan güzel alıntılar:

"Bize olanaksız gibi gelen onlarca şey başkalarının günlük hayatının bir parçası değil mi?"

"Merak ediyorum, bütün insanlar yanlarına sinsi bir gölge gibi sokulan, yüzünü başka bir tarafa çevirmişken bir anda arkasında bitiveren ölüme aynı tepkileri verir mi acaba?"

"Ölümü ilk kez yol kenarında yatan bir köpeğin üzerinde gördüm.
İnsanlar yanından geçerken şöyle bir bakıp sonra da yollarına devam ediyorlardı.Ben uzun süre orada kalma ihtiyacı hissettim. Bu yüzden ölüm ''bir süre iç çekip sonra da görmemiş gibi''davranmaktır benim dünyamda.
Ölmekten korkmam biraz da bu yüzden."

"Tahlil sonuçları açıklandığında, içimde hiç de dost olmayan bir hücrenin sürekli yandaş toplayarak işgal alanlarını genişlettiğini öğrendim."

"Ne kadar garip! Bütün insanlar öleceğini bildiği halde mutlu olmayı becerebiliyorlar. Ama ölüm tarihi ile ilgili bir zaman diliminden söz edildiği anda bir daha o mutluluğu yakalamanın imkanı yok."

"İnsanın gözyaşının bitmesi diye bir şey olsaydı o gece olurdu."

"Meraklı siyah bulutlar, böylesine hıçkırıklarla kimin ağladığını görmek için şehrin üzerine çullandılar. Dışarıda yağmur yağıyordu. Açık pencereden içeriye kafasını uzatan damlaları izledim bir süre."

"Terk ettiğiniz bir yere dönmek olanaksızdır.
Dönmeyi başarabilirsiniz de oranın aslında bıraktığınız yer olmadığını fark edersiniz. Ne geri döndüğünüz yer o eski yer. ne de geri dönen sizsinizdir."

"Kadınların sessizliği korkunçtur. Perdenin arkasında bazı gölgeleri seçebilirsiniz ama asla tam olarak ne olup bittiğini anlayamazsınız."

"Çok fazla konuşması İlknur ama konuştuğu kadarıyla, kalbimin bir köşesini tekmeleyip dışarı çıktı. Tekmelediği yerin acısı hiç dinmedi."

" 'Vakit nefestir ' demişti bir keresinde Nurettin Efendi. Neden böyle söylediğini anlayamamıştım. Vakit varlığın nefesidir. Zamanın eceli geldiğinde var olan her şeyin de eceli gelir."

"Fakirin mekanında misafirin verdiği nimettir rahatsızlık değil."

"Evlat, insanlar hakkında Allah'a uy, Allah hakkında insanlara uyma."

"Şimdi ölümün  kıyısına gelmişken dua etmeye başlamak bana çok hesaplı geliyor. Kendimi kötü hissediyorum. Sanki iki yüzlülük gibi anlıyor musunuz?"

"Umut küçük çocukların hevesi gibidir. Bir anda gelir ve bir anda kaybolur. Çocuğun oyundan vazgeçmesi gibi. Umudun artması ya da eksilmesi de bu kadar gelgeçtir."

"Bir kadının teselli ettiği erkek, ölümcül yaralarına tahammül edebilecek kadar güçlü hissedebilir."

Bir de küçük bir şiir:
"Tüketip de geçtiğimiz onca şey eskisi gibi olamaz.
Ben sadece denemek istedim.
Farkındayım olmayacağının.
Ben hala gözlerini bıraktığım yerde arıyorum."

Hadi bir tane daha:

"Benim aklım sende hâlâ.
Susuşunda.
Gözlerini kaçırışında kaldı aklım.
Gidişinde en çok..
" Hem ben bir kez öldüm.
Bir kere daha ölürüm.."