Bu Blogda Ara

22 Ekim 2018 Pazartesi

Güzel Kaybettik - Caner YAMAN

Hayatta kötü giden bazı şeyler içinde iyilikleri bulup onları yazmış Caner Yaman. Birbirini takip eden hikayeler değil. Konu örgüsü yok. Olumsuzluklar var, dersler var. Okuyucu ile sohbet eder gibi yazmış. Kitabın başı ile sonu farklı yönlere gitmiş gibi. İnternetteki bazı yorumlar çok kötü, bazıları da çok güzel. Herkesin zevki farklı. Ben beğendim. Güzel cümleler de var. Altlarını çizdim:

"Hayat bazı kapılardan geçerek vardığın bir yerse, o kapıların çoğu geçmek istemediğin kapılardır. Ucu hep boktan yerlere çıkar. Bu hastane kapısı denen yer de onlardan biridir, ucunun iyi bir yere çıktığı kolay kolay görülmemiştir."

"Hayatın en azından çekilir olması, bu hayatta sahip olduğun güzelliklerle orantılıdır.

Güzel insanlar tanımak, güzel işler yapmak, güzel olan ne varsa eksilmesin, çoğalsın diye mücadele etmek..."

"Elinde iki bardak çay, yüzünde canı yanmış bir ifadeyle yanıma geldi Eylül.

O benim en eski, en derin hikayemdi.
Hep vardı ve bir o kadar da yoktu. Bir başkası vardı hayatımda, zaten hep başkaları oldu. İçimde en çok o vardı ama hayatımda ondan başka herkes vardı. Böyle garip bir durum."

"Ben şimdi sana bağıra bağıra susuyorum."


"Farklı hayatlar da yaşasa, ölümde aynılaşıyor insan. Bütün eşitsizlikler bir gün sona eriyor mutlaka, uzaklar yakın oluyor. Kavuşuruz elbet. Bir gün daha güzel bir yerde buluşuruz elbet."


"Ölen her masum insan bizim masumiyetimizden de koparıp götürüyor gittiği yere. Masumlar azalırken katlanarak çoğalıyor günahkar ruhlar. Masumiyetin azaldığı bir dünyada ölümü kanıksamaktan daha doğal ne olabilir? Kanıksamaktan ve her seferinde onaylamaktan. Susarak onaylamaktan.

Korkuyorum.
Sırtımdaki soğuk damlaların kurumasından korkuyorum. Artık hissedememekten, duyamamaktan, görememekten korkuyorum.
Ölüme karşı hissizleşen bir insan ölmüş demektir.
Ben ölmekten korkuyorum, yaşarken ölmekten..."

"Kalabalık sevmiyorum ben. Cenazeye gitmesen de olmaz. Bir an önce bitsin de kaçayım diye bakıyorum. Yaşarken yanında olamadıklarımızın cenazesini görev bilip akın ediyoruz oraya. Vefa yarışına giriyoruz. Kazanan yok o yarışta. Samimiyetsiz, densiz, yersiz bir kalabalık."


"Seviyormuş...Dünyayı bu cümle değiştirmeyecekse, zaten yaşıyoruz demesin kimse."









21 Ekim 2018 Pazar

Kedilerin, Martıların ve Delilerin Zamanı - Işıl Özgentürk



Işıl Özgentürk çok yönlü bir yazar. Film senaryoları, çocuk kitapları, oyunları, öykü ve anı kitapları, köşeyazıları ve gazeteciliği ile adını geniş kitlelere duyurdu. Bu kitaptaki öyküler son çalışmaları. İçtenlikli ve etkileyici diliyle, hayatın içinden alınma konularıyla, acıtan gerçekçiliğiyle, kâh şiirsel kâh masalsı anlatımıyla belleklerde iz bırakacak bu öyküler Işıl Özgentürk'ün açtığı farklı dünyaları tanımak isteyenler için.

Kitapta 19 farklı güzel öykü var. Akıcı güzel bir dil. İyi okumalar.

Ayasofya'nın Gizli Tarihi - Pelin Çift, Erhan Altınay

Bu kitapta, Ayasofya'nın neden tarih boyunca ezoterik örgütlerin hedefinde olduğunu, kimler tarafından ve neden arzulandığını, tarihimizin bilinmeyen karanlık noktalarını, tarihinde önemli rol oynayan şahsiyetlerini ve gizli kahramanlarını Pelin Çift ve Erhan Altunay sorguladılar.

Kitapta, Ayasofya'nın kurulduğu tepe hangi kutsiyeti barındırdığı, Ayasofya'nın ilahi bir ilhamla mı yapıldığı, Ayasofya'daki sembollerin hangi sırları taşıdığı, mabetin ilahi koruma altında mı olduğu, Hızır'ın Ayasofya'da görülüp görülmediği, Ayasofya'daki gizemli elin kime ait olduğu, Hz. Peygambere miraç'ta Ayasofya gösterildi mi, Ayasofya'nın dehlizleri, Ayasofya neden haçlıların hedefi altındaydı, Kutsal emanetler Ayasofya'da mı saklı, Faith şehir kuşattığında hangi işaretler görüldü, Ayasofya'da ilk ezan sesi ne zaman duyuldu, Ayasofya nasıl müze oldu gibi konular hakkında ayrıntılı ve ilginç bilgiler var. Tarihi sevenler kaçırmasınlar, İstanbul' a gidip de Ayasofyayı ziyaret etmeyen varsa da çok ayıp, bir an önce gitsinler.

İşte kitaptan bazı satır başları: 

"Ayasofya, Konstantin'in büyük oğlu Kanstantius tarafından 360 yılında inşa edilmiş ve "büyük kilise" anlamına gelen "Megale Ekklasia" ismini almıştır. İlginçtir ki yine aynı dönemde "Ayasofya" ismiyle de anılmaya başlamıştır."


"Ayasofya, Justinyanus döneminde daha görkemli bir yapı haline gelmiştir. Ayasofya'yı eşsiz kılan, devrin "ulu mimarları" Miletli yaşlı İsidoros ve Aydınlı Anthemios aslında Anadolulu mimarlardır. Bu açıdan bakarsak Ayasofya'nın bugünkü ihtişamlı mimarisinde, Anadolu kökenli değerli ellerin de dokunuşu vardır."


"Buraya dua etmek için gelenler bu eserin sanat ve insan gücüyle değil, tanrısal bir gücün etkisiyle yapıldığını anlar ve zihnini Tanrı'ya yönelterek gökte dolaşır. O'nun uzakta olamayacağını, seçtiği bu yerde oturmayı özellikle seçmesi gerektiğini hisseder. İnsanlar tapınaktayken gördüklerinden hoşlanırlar, dışarı çıktıkları zaman da onun hakkında konuşmaktan mutluluk duyarlar." (Prokopios-Yapılar)


"Hristiyanlık, Justinyanus döneminde Anadolu'nun içlerine kadar yayılmıştır. İmparator İstanbul'un imar faaliyetlerinde saray sanatçılarını değil, en iyileri oldukları için yerel sanatçıları çalıştırmıştır. Bu sanatçılar da ürettikleri her esere pagan semboller yerleştirmiştir. Büyük Saray Mozaikleri Müzesinde bulunan Green Man bu tarz pagan sembollere bir örnektir."

"Efsaneye göre, İmparator Justinyanus Ayasofya'yı yeniden yaptırmaya karar verdiğinde, kendisine sunulan mimari projelerden hiçbirini beğenmez. Bir gün, dini bir tören sırasında elinde tuttuğu kutsal ekmek, bir arı tarafından kapılır. Herkes arıyı ve ekmeği aramaya başlar. İmparator arının  saklandığı peteği bulup getirene ödüller vaat eder. Sonunda biri, peteği bulup getirir ve hayretle görürler ki petek, bir kilise maketine benzemektedir. Mihrap yerinde ise kutsal ekmek durmaktadır. İşte Ayasofya, bu ilahi plana göre inşa edilir. Bu efsaneyi pagan inancıyla ilişkilendirebiliriz çünkü paganizme göre arı, Tanrıça'nın kutsal hayvanlarından biridir." 

"Bizans'ta papazların ve dinin etkisini arttırmak için hilelere başvurulurmuş. Önce kentin altındakisarnıçalrın suyollarını keser, ardından susuzluktan kıvranan halkı Ayasofya'ya çağırırlarmış. Halk toplanıp kiliseye geldiğinde, ayinlerden sonra 'Papaz, Tanrı ile konuştu, yarın suyunuz gelecek' denilir ve ertesi gün kentin suyu verilirmiş."

"Ayasofya'nın altında yaptığımız çalışmalarda mabedin içinde dönen kutsal yağ yolları bulduk. Kutsal yağ, Hazreti İsa'nın insanları meshetmesi gibi, günahların ve hastalıkların arındırılmasında önemli bir ritüel olarak kullanılıyordu."

"Ayasofya'nın altındaki tünellerden imparatorun yaşadığı Büyük Saray' a geçit var. ..Roma'daki Colosseum'da yıkıntı halinde gördüğümüz gladyatör odaları, İstanbul'daki Hipodrom'da bugün Sultanahmet  Meydanı olarak bildiğimiz yerin altında tamamen korunmuş halde duruyor. Nasıl kıymetli bir hazinenin yerin altında yattığını düşünün."

"1500 yıldır ayakta kalan ve bu kadar iyi korunmuş bir yer daha yok. Ayasofya yapıldıktan sonra bile kubbesinin büyüklüğünü geçebilen olmamış. Dünyanın hayran kalacağı bir yapı olarak tasarlandı, hala da öyle. Ayrıca burası bir zamanlar dünyaya hükmedilen noktaydı ve Vatikan'dan çok daha güçlüydü. Bugün Ayasofya hala büyük bir güçtür. İnsanları bir şeylere inandırmak için sembollere ihtiyaç vardır ve Ayasofya çok kuvvetli bir semboldür."





20 Ekim 2018 Cumartesi

Sanma ki Yalnızsın - Elif Şafak

Elif Şafak bu kez denemelerle çıkıyor karşımıza. Diğer kitaplarına benzemiyor. Yaşanmışlıklardan anlatılar. Sık kitap çıkaran yazarları okumayı sevmiyorum aslında. Son zamanlarda edebi kişiliğinin ötesinde siyasi yanıyla öne çıkan Elif Şafak' ı önceden sevmeme rağmen ön yargıyla yaklaşmaya başlamıştım açıkçası. Ne derece doğrudur bilemiyorum açıkçası. Bu kitabı da okumayı düşünmüyordum. Ancak okuduğuma da pişman değilim. Sıkmayan, kısa denemeler var kitapta. Güzel kitaplara yönlendiren edebiyat yazıları var. Güzel kitaplara yapılan atıflar var. Sayesinde kütüphaneme bir kaç kitap daha katıldı. Güzel alıntılar da yaptım:

"Sana kelimelerden kaleler yaptım. Hendekli, balkonlu, eflatun bayraklı, girişi saklı kocaman kaleler. Bir odasında bıraktım yüreğimi. Merasimsiz, habersiz, tantanasız ve beklentisiz usulca düşürüverdim elimden, olur da bulursan belki sevinirsin diye, öylesine.
Sana harflerden sarmaşıklar ördüm; geceleri gözlerini kapadığında, uyku ile uyanıklık arası o tekinsiz aralıkta durduğunda, cinlerin meşveret alanında yapayalnız kaldığında koklarsın belki, hatırlarsın diye.
Sana alfabeden kaftan diktim; azametle giyesin ve hiç üşümeyesin diye, kalın kadifeden, sırma ipliklerle. İşledim üzerine isminin baş harflerini, sessiz ve derinden, kimse bilmeden, sadece Yaradan’ın duyduğu bir yemin gibi.
Sana noktalardan güller, virgüllerden bülbüller, ünlemlerden yaylalar, noktalı virgüllerden dağlar ve ovalar yaptım. Her bir imla işaretini özenle ekledim isminin büyüsüne. Çünkü sevmek, yeni bir dil inşa etmek demek. İki kişilik bir dil. Çünkü aşkın olduğu yerde muhakkak kelam vardır, sessizlik değil."

"Romancının işi empati kurmak. 'Biz' ve 'Onlar' arasındaki o çetin mesafeyi katbekat azaltmak. Kenarda duranlara ses, sesi çıkmayanlara soluk vermek. Unutulanları hatırlatmak."

"Velhasıl, herkesçe sevilmek isteyen, sevgiye muhtaç insanların yapacağı iş değil yazarlık. Akıl karı, hesap işi, mantık ürünü değil. Yazar olmak demek, sevilmemeyi, anlaşılmamayı, didiklenmeyi göze almak demek. Bunların hepsini  zaman içinde gördüm, kabullendim."

"Nietzsche, 'Aşkın eksikliği değil dostluğun eksikliğidir evliliklerin aksamasına sebep.' demişti bir zamanlar."

"Peki mutlu evlilik olmaz mı? diye soruyorum. "Olur elbette" diyor ve formülünü veriyor: "İyi evlilik, sağır bir koca ve kör bir kadın arasında mümkündür."

"Uzun evliliğin tek sırrı vardır evladım. İyiyi kötüye yama yapmak." Ellerimizde iğne iplikler, demek dikeceğiz bol bol. Gördüğümüz eksiklikleri, kusurları, delikleri, yırtıkları kapatacağız ipek kumaştan yamalarla."

"Camlı kütüphanelere alerjim var. Özgür olsun kitaplar. Hatta kimseye ait olmasınlar. Dolaşsınlar elden ele, dilden dile. Okuduğumuz eserleri otobüste, metroda, kafelerde, dişçi bekleme odalarında "unutalım" bilinçli olarak. Ki bir başkası bulsun, alsın okusun. Sonra o da unutsun bir yerlerde bir zaman. Mülkiyetten uzak dursun harfler. Göçebe olsunlar."

"Roman okurları genelde empati duygusu gelişmiş insanlar. Buna karşılık hayatlarında roman okumayanlarda empati gelişmiyor... Empati ki katillerde, zalimlerde, diktatörlerde, şiddete meyyal ve kendine meftun  insanlarda en az rastlanan özellik."

"Ünlü yazar eşlerinin hanımlarının bir kısmı, kocalarının katipliğini yapmışlar. Kocaları dikte etmiş, onlar kağıda geçirmişler, özenli el yazılarıyla.(savaş ve Barış'ı defalarca temize çeken Sofya Tolstay gibi) Bir kısmı, kocaları rahat yazsın diye evde mükemmel bir düzen oluşturmuş, çocukların  ses çıkarmadan uslu uslu büyümeleri için uğraşmış. Bir kısmı ise, kendi hayallerinden vazgeçip kocalarının çalışma ritimlerine göre sil baştan kurmuş gündelik hayatlarını. Öyle bir sene, iki sene boyunca değil, en az yirmi otuz sene. Ve kocaları ünlenirken, kitap üstüne kitap yayımlar, hayranlarıyla buluşurken, bu yükselişin kamusal kısmında hemen hemen hiç görünmemiş yazar eşleri."

Ben sevdim bu kitabı siz de okuyun.





Kadınsız Erkekler - Haruki Murakami


Japon edebiyatının önemli yazarlarından Haruki Murakami'nin daha önce İmkansızın Şarkısı adlı kitabını okumuştum.
 Bu defa, "Kadınsız Erkekler" kitabında, bir kadını yitirmenin tüm kadınları yitirmek olduğunu anlatan Haruki Murakami, kadın öldükten sonra artık erkeğin yalnızlığının boy gösterdiğini bununla savaşmanın ne denli zor olduğunu, bundan kurtulmanın mümkün görünmediğini anlattığı bu kitabında yedi kadına yazılmış aşk ve ağıtları bir arada toplamış.
Eşlerini kaybetmiş, ayrılmış ve ilişkileri bir şekilde son bulmuş ilişkileri erkek gözünden çok güzel, akılcı bir dilde yedi ayrı hikayede anlatmış yazar.
Kitapta,  Drive My Car, Testerday, Bağımsız Organ, Şehrazad, Kino, Aşık Samsa ve Kadınsız Erkekler adlı hikayeler var. Kitapta adını son hikayeden almış. Japon edebiyatı ve Japon kültürü, düşünce tarzı epey değişik. Bize farklı gelmesi normaldir. O yüzden bazı hikayelerdeki mantığı anlamakta zorlanmak olağan bir durum olabilir.

Bazı cümlelerin altını çizmişim:

"Kadınsız erkeklerden biri olmak çok kolaydır; önce bir kadına tüm kalbinizle âşık olun, sonra o bir yerlere gitsin, hepsi bu. "

"Yaşam tuhaf, değil mi? Bir zamanlar müthiş bir şekilde parlayan, son derece arzu ettiğin bir şey, onu elde etmek için her şeyi göze alabilecekken, bir zaman geçtikten sonra ya da ona biraz farklı açıdan bakınca, şaşırtıcı derecede önemini yitiriveriyor."

"-Başka biri olabilmek eğlenceli bir şey mi?
+Tekrar kendine dönebileceğini bilirsen, evet.
-Kendinize dönmeyi istemediğiniz zamanlar olmadı mı peki?

+İnsanın kendinden başka dönebileceği bir yer var mıdır ki?"

"Ama seninle benim ilişkimiz, en başından beri yanlış deliğe iliklenmiş düğme gibiydi."

"Ve bir zaman geliyor, bir kadını yitirmek tüm kadınları yitirmek anlamına geliyor."

"Bir kez kadınsız erkeklerden biri olunca, o yalnızlığın rengi tüm tenine derinden işler. Açık renk kilimin üzerine dökülen kırmızı şarap lekesi gibi. Sen ne kadar donanımlı, ev işleri bilgisine sahip olursan ol, o lekeyi çıkarmak çok zahmetli bir iştir.Kilimin rengi zamanla biraz atsa da leke, muhtemelen sen son nefesini verinceye değin orada olduğu gibi duracaktır. O bir leke olarak özellik kazanacak, bazen bir leke olarak toplumsal ifade hakkıma bile sahip olacaktır. Sen tenine işleyen rengin hafiften solmasıyla birlikte onun belirsiz sınırlarıyla yaşamaya devam edersin."

"Bir gün aniden sen de kadınsız erkeklerden olacaksın.o gün en ufak bir uyarı, küçücük bir ipucu vermeden; önsezi olarak hissettirmeden ya da içine doğmadan; kapını çalmadan, öksürerek haber vermeden; hiç beklemediğin bir anda seni bulacak. Bir köseyi döndüğünde, aslında çoktan oraya varmış olduğunu anlayacaksın. Ama geriye dönmek mümkün olmayacak. O köşeyi bir kez dönünce, orası artık senin için mümkün olan tek dünya olacak. O dünyada sen kadınsız erkeklerden biri olarak anılacaksın, hep bu soğuk çoğul eki ile."

"Ancak, çok iyi anlaşan eşlerin, birbirine büyük bir aşk besleyen eşlerin bile, birbirinin yüreğindekileri bütün çıplaklığıyla görmesi mümkün değildir bence. Böyle bir şeyin olması için çabalasanız bile kendinizi üzmekle kalırsınız, o kadar. Ama bu niyetinizde samimiyseniz, gayret ettiğiniz takdirde, gayret ettiğiniz ölçüde karşınızdakinin içini görebilirsiniz. Zaten nihayetinde hepimizin yapması gereken kendimizle açık yüreklilikle uzlaşmayı başarmak değil midir? Karşımızdakini sahiden görmenin, kendi içimize, taa dibimize kadar dosdoğruca bakmaktan başka bir yolu yoktur."

"Daha yaşarken de azar azar yitiriyordum onu, sonunda tümüyle kaybettim. Dalgaların azar azar aşındırdığı bir şeyin nihayet büyük bir dalga tarafından köklerinden sökülüp götürülmesi gibi.."

"Ölen insanlar için yapabileceğimiz ne var diye soracak olursanız bu, onları olabildiğince uzun süre hatırlamaktır, derim."

"Sen açık renkli Acem halısısın, yalnızlık ise çıkmayan Bordeaux şarabının lekesi. Yalnızlığın Fransa'dan taşınmış, yaranın acısı Ortadoğu'dan gelmiştir. Kadınsız erkekler için, dünya çok geniş, keskin ve ağır bir karışımdır, tıpkı ayın arka yüzü gibi."

"Kafaku'ya göre, alkolikler kabaca iki gruba ayrılırdı. İlki, kendisine bir şey katmak için içmek zorunda hissedenler, ikincisi ise, içkinin kendisinden bir şeyler götürmesini istedikleri için içenler."

"Bir ağacın büyüyüp güçlenmesi için zor bir kış geçirmesinin gerekli olması gibi. Hep ılık ve durgun bir iklim olursa, büyüme halkası da oluşmaz değil mi?"

"Yağmurlu bir akşamdı. Şiddetli değildi ama dinmek bilmeyen güz yağmurlarından biriydi. Tekrarı bol, sıkıcı itiraflar gibi, sonu gelmiyordu."



16 Eylül 2018 Pazar

Saklı Seçilmişler - Soner YALÇIN

"Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti." Bu sözlerle başlar Orhan Pamuk'un "Yeni Hayat" adlı kitabı. Benim de Soner Yalçın'ın "Saklı Seçilmişler" kitabını okuduktan sonra hayatım değişti.

Bu kitapta Soner Yalçın;

İçtiğimiz, içinde yoğurt olmayan ayranları, süt olmayan sütleri, yediğimiz gıdalardaki saklı zehirleri, buğdayın nasıl bir zehire dönüştüğünü, paketli gıdalardaki tehlikeyi, Rockefeller ailesinin gıda sektörüne nasıl hükmettiğini, diyabetin ülkemizde ve dünyada artış göstermesinin sebeplerini, yerli tohumumuzun nasıl yok olduğunu/yok edildiğini, vücudumuzun GDO' lu ürünlere tepkisini, pirinçteki, mısırdaki, beyaz ekmekteki, beyaz undaki, buğday ekmeğindeki tehlikeyi, yerli buğdayımızın nasıl kısa saplı ithal buğdaya dönüştüğünü, ekmek yedikçe neden acıktığımızı, fast food gıdalar yedikçe neden daha fazla yemek istediğimizi ve hiç doyma hisse hissetmediğimizi, ürünlerin uzun süreli nasıl dayandığı ve onları korumak amacıyla korunduğu kutulardaki bizi bekleyen tehlikeleri, yapay tatlandırıcıların bilmediğimiz zararlarını, kendi yavrusunun etiyle beslenmek zorunda kalan hayvanları, domuz eti yedirilen sığırları, tarlalardaki ürünler  böceklerden korunmak için ilaçlanırken nasıl topraktaki faydalı doğal kimyasalların yok edildiğini, yediğimiz tavukların ve yumurtaların nasıl mekanikleşmiş bir şekilde üretildiği, bu hayvanların adeta robotlaştırıldığını, gaz odalarında öldürülen erkek civcivleri, Avrupa'da ucuz yem üretme uğruna domuz, at, eşek, kedi, köpek ölülerinin artıklarının ve mezbahadan toplanan kanların, küçükbaş ve büyükbaş hayvan yemi üretiminde kullanıldığını, Türkiye'ye de  ithal yolu ile bu ürünlerin yıllarca nasıl giriş yaptığını, ithal hayvanların yemlerinde domuz kanı ve domuz kemiği külü olduğunu, çin tuzunun zararlarını, %100 dana diye ne yediğimizi, kıyma diye yediğimizin çoğunun soya olduğunu, sütün içindeki yararlı bakterilerin UHT yöntemiyle nasıl yok edildiğini, hazırr yoğurtların içindeki domuz jelatinini, çayın yerine hazır kahvenin neden ön plana çıkarıldığını,

bilimsel veriler eşliğinde çok çarpıcı bir şekilde anlatmış.

Bu yapılanlar, bilinçli ya da bilinçsiz yalnızca mevcut yönetimlerin işi değil. Türkiye her zaman, her yönetim döneminde bilerek ya da bilmeyerek  bu tür oyunlara gelmiş.  

Benim de başta söylediğim gibi; bu kitabı okuyunca beslenme alışkanlıklarım değişti. 16 yıldır insülin kullanan bir şeker (diyabet) hastası olarak bu kitabı okuduktan sonra ilk işim beyaz ekmeği yani buğday ekmeğini hayatımdan çıkarmak oldu. Kepekli ekmek, çavdar ekmeği veya yulaflı ekmek yemeye başladım. Bu değişiklik kısa zamanda şekerimin dengede olmasını sağladı. Paket süt almayı bıraktım. İlla ki alacaksam da günlük süt alıyorum. En azından onun ambalajında koruyucu kimyasallar yok. Köylü sütü alıyorum. İçmeden bir taşım kaynatıyorum. Yoksa içindeki faydalı bakteriler de ölüyormuş. En önemlisi de; zaten tavuk etini uzun zamandır yemiyordum. Şimdilik adına vejetaryen denir mi bilmiyorum ama balık hariç her türlü etli gıdayı hayatımdan çıkardım gibi. 


Bu kitabı okudum hayatım hayatım değişti. Sizler de mutlaka okumalısınız. Yazarına ve bu kitabı edinmemi sağlayan SERKAN KİTABEVİNE çokça teşekkürler.       

Gölgeler - Zülfü LİVANELİ

Zülfü Livaneli, çok sevdiğim bir edebiyat ustası. Siyasi yönünü yorumlamıyorum. Şimdiye kadar okuduğum kitapları, dergilerde ve gazetelerde yazdığı köşe yazılarını hep beğenirim. Romanlarından etkilenmemek mümkün değil. Ancak Gölgeler kitabı, gerek konu gerekse içerik bakımından alışılagelen Zülfü Livaneli kimliğinden, Zülfü Livaneli eserlerinden farklı bir eser olmuş. Kitap yazar tarafından, "şehrengiz" yani "senfonik roman" olarak tanımlanan "Konstantiniye Oteli" adlı romanının "Edebi ve Ebedi Gölgeler" başlıklı bölümünün zenginleştirilmiş bir hali olarak tanımlanıyor önsözde. Bu bölümde Konstantiniye Otelinin açılışında, edebiyatın bugün hayatta olmayan ölümsüz yazarları ve şairlerini bir araya getirerek buluşturuyor. Bu kitapta da değişik zaman dilimlerinde yaşamış büyük şair ve yazarların müstear isimleri ile yani eserlerinde kullandıkları takma adlarıyla, bir nevi gölgelerini bir araya getirerek bizlere güzel bir sohbet sunuyor. Örneğin;  Halide Edip Adıvar "Halide Salih", Nazım Hikmet "Orhan Selim", Orhan Veli Kanık "Mehmet Ali Sel", Ece Ayhan "Ayhan Çağlar", Mustafa Kemal Atatürk " Asım Us" müstear adlarıyla sohbete katılanlardan bazıları. 
Değişik zaman dilimlerinin yazarlarının bir araya gelmesi bazı ilginçlikleri de beraberinde getirmiş. Kitabın bir yerinde Halide Edip, Cemal Süreya ile dans ediyor. Atatürk' de "Savaştığın gibi dans ediyorsun" diyor mesela Halide Edip'e. İlginç değil mi. Ayrıca Aykut Aydoğdu'ya  büyük tebrikler. Kitaptaki güzel resimler onun eseri. Resimlere can vermiş adeta. 

Tam sayfa resimler ve büyük puntolu yazılarla biraz zorlanarak kitap yaklaşık yüz sayfa olmuş ama yazıları toplasanız aşağı yukarı kırk sayfalık bir kitap olabilirmiş. Ayrıca bu denli içerik yönünden çok güçlü olmayan ve sayfa sayısı bakımından da karşılaştırıldığında üzerindeki 29 TL etiket biraz fazla kaçmış sanki. Tamam kağıt pahalı ama okuma oranımız zaten düşük. Doğan Kitap biraz insafsız mı davranmış acaba yoksa başka sebepler mi var bilemiyoruz.


Güzel kitaplar seçerek okumam için beni yönlendiren SILA KİTABEVİNE desteklerinden ötürü çokça teşekkürler.