Bu Blogda Ara

15 Eylül 2020 Salı

Kolera Günlerine Aşk - Gabriel Garcia Marquez

Yüz Yıllık Yalnızlık'tan sonra okuduğum ikinci Marquez kitabı. İlkinde çok sıkılmıştım. Çok karakter vardı. Uzun uzadıya süren konular, cümleler beni çok sıkmıştı. Hakikaten de kitap sanki yüz yıl sürmüştü. Kolera Günlerinde Aşk romanı ise sıkıcı değildi. Ben çok sevdim. İçinde tarih var, aşk var. Yazar o kadar güzel, o kadar ayrıntılı anlatıyor ki, uzun cümleler bile okuyana sıkıntı vermiyor. Gereksiz ayrıntıya giren yazarların kitapları sıkıcı olur ama Marquez öyle güzel anlatıyor ki mest oluyorsunuz. En önemsiz ayrıntı, bir elbise, bir eşya yazarın dilinde bir sanat eserine dönüşüyor. Tabi kitabın bu güzelliğinde çevirmenin de büyük payı var.
Kitapta sevdiği kadını 51 yıl 9 ay 4 gün bekleyen Florentino Ariza'nın sevdiği kadınla Fermina Daza ile olan mektuplaşmaları ve bu merkezde geçen hayat hikayeleri anlatılıyor. Avrupa'da koleranın yaygın olduğu zamanlara rast gelen bir aşk hikayesi.

Alıntılarım:

"Florentino Ariza, uzun mu uzun yaşamları boyunca onca karşılamaları sırasında , Fermina Daza'yı yalnız görme, onunla yalnız konuşma olanağı bulamadı hiç; tam elli bir yıl dokuz ay dört gün sonra dulluğunun ilk gecesinde, sonsuz bağlılık ve bitmeyen aşk andını yineleyinceye dek."

"Çılgın bir sevdalanma yılı oldu o yıl. İkisi de yalnız birbirlerini düşünerek, birbirlerini düşleyerek, kaygıyla birbirlerinin mektuplarını gözleyerek, aynı kaygıyla onları yanıtlayarak yaşadılar. O çılgınlık ilkbaharında, ne de ertesi yıl, birbirleriyle karşılıklı konuşma fırsatı bulamadılar. Dahası, birbirlerini ilk kez görüşlerinden yarım yüzyıl sonra Florentino Ariza'nın onu sonsuza değin seveceğini yinelediği ana değin, ne baş başa kalmak, ne de aşklarından söz etmek olanağını buldular."

Kusursuz keten giysisi, mesleğindeki titizliği, göz kamaştırıcı sevimliliği, biçimsel aşkıyla, geçmişte kalan bir başka gemiden, beyaz şapkasıyla bir veda işareti yaptı ona. 'Biz erkekler önyargıların zavallı tutsaklarıyız' demişti ona bir kez 'Oysa bir kadın, bir erkekle yatmayı aklına koymaya görsün, aşamayacağı duvar, yıkamayacağı kale, çiğneyip geçmeyeceği ahlaki düşünce yoktur artık.' "

"Her an, ancak onun yanıtlayabileceği, günlük yaşamla ilgili yığınla soru geliyordu aklına. Bir seferinde, bir türlü anlayamadığı bir şey söylemişti ona. bacağı kesilmiş kimseler, artık olmayan bacaklarının yerinde acıları, krampları, karıncalanmaları duyarlar. Onsuz kendisi de böyle duyumsuyordu kendini, artık olmadığı yerde duyuyordu kocasını."

"Salgın başladığı gibi ansızın bitti, hasarın niceliği de hiçbir zaman bilinemedi; saptanması olanaksız olduğundan değil, kendi felaketimizden duyduğumuz utancın bizim en olağan özelliklerimizden biri olduğundan."

"Bir günden bir güne içinde sürüklenircesine dolaştığı kocaman, bomboş kalan yabancı bir evde bir hortlak gibiydi, kimin daha ölü olduğunu soruyordu kendi kendine üzüntüyle, ölenin mi, yoksa geride kalanın mı?"

"Genç olmak için kötü bir dönemdi o dönem. Her yaşın kendine göre bir giyim tarzı vardı; ama yaşlılığın tarzı ergenlikten hemen sonra başlıyor, ta mezara dek sürüyordu. Yaşın da ötesinde, bir toplumsal saygınlıktı bu. Gençler tıpkı dedeleri gibi giyiniyorlar, vakitsiz taktıkları gözlüklerle kendilerini daha saygıdeğer kılıyorlardı; otuzundan sonra baston iyi gözle görülen bir şeydi. kadınlar içinse yalnızca iki yaş vardı; evlenme yaşı -ki bu yirmi ikiyi geçmiyordu- bir de sonsuza dek erden (bakire) kalma yaşı; evde kalmış kızlar. Ötekiler, evli olanlar, anneler, dullar, nineler, onlar ayrı bir türdü; yaşlarını, yaşadıkları yıllara göre değil, ölmek için geri kalan yıllara göre hesaplıyorlardı."

"Ancak Tanrının sonsuz lütfuyla var olabilen saçma bir icattı evlilik. Birbirini yeni tanıyan, aralarında hiçbir akrabalık olmayan, yapıları başka, kültürleri başka, hatta cinsleri bile başka iki insanın birdenbire kendilerini birlikte yaşamaya, aynı yatakta yatmaya, belki de her biri başka başka yönlere gitmek çizilmiş iki yazgıyı bölüşmeye mahkum bulmaları her türlü bilimsel düşünceye aykırıydı. 'Evliliğin sorunu şu' diyordu, 'her gece seviştikten sonra sona erer, her sabah kahvaltıdan önce yeniden kurulması gerekir.' "

"Bilimsel bir temele dayanmasa da, Doktor Juvenal Urbino, salt deneyleriyle, ölümcül hastalıkların çoğunun kendine özgü kokuları olduğunu biliyordu, ama hiçbiri yaşlılığınki gibi özel bir koku değildi. Teşrih masasında boylu boyunca uzanmış açık cesetlerde algılıyordu bu kokuyu; yaşlarını hiç göstermeyen hastalarda, giysilerine sinen terde, karısının uykusundaki güçsüz soluğunda tanıyordu onu. Öteden beri iyi bir hristiyan olmasaydı, yaşlılığın zamanında önlenmesi gereken, saygınlıktan yoksun bir durum olduğu konusunda Jeremiah de Saint Amour'a hak verirdi."

"jeremiah de Saint Amour, hiçbir anlamı olmayan bir tutkuyla seviyordu yaşamı; denizi ve aşkı seviyordu, köpeğini ve onu seviyordu ve gün yaklaştıkça, ölümü kendi kararlaştırdığı bir lşey değilmiş de, amansız bir yazgıymış gibi umarsızlığa yenik düşüyordu."

"... beratlı ilaçlara güvensizliği her seferinde biraz daha artıyor, cerrahinin yaygınlaştığını dehşetle görüyordu. 'Bisturi, tıbbın başarısızlığının en güçlü kanıtıdır,' diyordu. Dar bir ölçütle, tüm ilaçların zehir olduğuna, besinlerin yüzde yetmişinin ölümü çabuklaştırdığına inanıyordu."

"Kaptan Fermina Daza'ya baktı, kirpiklerinde bir kış kırağısının ilk pırıltılarını gördü. Sonra Florentino Ariza'yi onun yenilmez gücüne, gözü pek aşkına baktı; gecikmiş bir kuşku ürküttü onu; ölümden çok yaşamdı sınırsız olan.
Peki bu Allahın cezası gidiş gelişleri ne zamana dek sürdürebileceğimizi sanıyorsunuz?' diye sordu.
Florentino Ariza'nın yanıtı, gecelerle birlikte, tam elli üç yıl, yedi ay, on bir günden beri hazırdı:
'Bütün bir yaşam boyu', dedi."

Damların üstünden uğuldayarak geçen top atışlarıyla uyandı, gün ağarıncaya dek kocasının üstün niteliklerini saydı döktü; onsuz ölmekten başka bir sadakatsizlikle suçlamadı kocasını; onun hiçbir zaman, şimdi üç parmak boyunda bir düzine çiviyle çivilenmiş tabutunun içinde, toprak altında iki metre derinlikte olduğu kadar kendisinin olmadığını bildiği için kurtulmuş hissediyordu kendini.
'Mutluyum', dedi 'çünkü evde olmadığı zamanlarda onun nerede olduğunu ancak şimdi kesinlikle biliyorum.' "

"Felaketin olduğu öğle sonundan beri ilk kez ağladı, bir başına, kimse görmeden; tek ağlama biçimiydi bu onun. Kocasının ölümü, yalnızlığı, öfkesi için ağladı, boş yatak odasına girince de kendine ağladı; çünkü erdenliğini yitirdiği andan beri o yatakta yalnız başına çok seyrek yatmıştı. Kocasına ait her şey hıçkırıklara boğuyordu onu, ponponlu terlikleri, yastığının altındaki pijaması, yarımay biçimindeki tuvalet masasının onsuz boşluğu, onun, tenine sinen kokusu. Belli belirsiz bir düşünce ürpertti onu: 'İnsanın sevdikleri tüm eşyalarıyla birlikte ölmeli.' "


12 Eylül 2020 Cumartesi

Resmi Geçit - Şebnem İşigüzel

12 Eylül'ün yıldönümünü yaşadığımız bu günlerde daha önce okumuş olduğum Şebnem İşigüzel'in Resmi Geçit adlı kitabının incelemesini eklemek istiyorum.

12 Eylül askeri darbesinin baş aktörleri siyasetçiler ve askerleri canlandıran asıl isimleri dışında benzer isimli karakterlerle -bunu demek ne kadar doğru bilmiyorum çünkü birkaç tanesi dışında diğer isimleri tanımakta zorlanmıyorsunuz- anlatan bir belgesel-roman-az biraz mizah içeren güzel bir kitap. Zor geçirilen bir süreci yarı gerçekçi yarı esprili dile almış yazar. Beğeniyle okudum. 

"Ali Çoban dünyaya siyaset yapmak için gelmişti. nitekim yapıyordu da. Sorsanız kimin için? 'Halk için' derdi muhtemelen. Ama okuyup göreceksiniz, bu sözünü ettiğimiz memlekette siyaset hiçbir zaman halk için yapılmamıştı. Kişisel hırslar, ihtiraslar, çıkarlar, inatlaşmalar, daha ne kadar saçmalık varsa siz ekleyin, bunlar yönlendirmişti siyaseti."

"Bakın şu anda Cumhurbaşkanı ile Başbakan geleceğin Genelkurmay Başkanı üzerinde anlaşamıyorlar ama ben sizinle bir konuda anlaşmak isterim: Söz konusu ülkenin tarihini, bu tarihi yazanların şahsi meseleleri eşliğinde okuyacaksınız diyelim ve tekrar havayı koklayalım: Pudralı ayak kokusu!"

"Bayan Orlando gerçek bir tanık olabilir!
'Bu ülkenin en büyük hatası' dedi Bayan Orlando 'bir hatanın varlığından bile söz edilmesinin mümkün olmaması.' "

"Askerlerin, 'Süngünün hangi tarafının işe yaradığını bilmez salaklar ordusu' sözünü unutmayacağını aklından geçirdi. Bu ülkede siyaset yapmak, bir kez daha o frenk oyununun adını anarak tanımlayacaktı ama; iskambil kağıtlarından şato yapmak gibiydi. asker 'püf''diyor Süleyman Tel' in bütün emekleri boşa gidiyordu."

"Siz onu bırakın, devletin kurumlarında bir yer kapmaktan başka gayesi olmayan subay bile, altlarında, genç kız elinden çıkmış dantel gibi serilmiş Ege kıyılarını seyretmekte olan Cevdet Kara ile Ali Çoban'a bakarken aklından şunu geçirmişti: 'Aynı pencereyi paylaşıp aşağıdaki manzarayı seyredebiliyorlar. Neden beraberce ülkeyi yönetemediler?" Sorun buna indirgenemezdi. Ateşle su kadar birbirinden uzak bu iki siyasi şimdi aynı yatakta uyuyor gibiydiler."

En Güzel Dünya - Jean Baby

Ekonomi Politiğin Temel Prensipleri kitabıyla tanınan Jean Baby'nin "En Güzel Dünya" adlı 80' li yıllarda basılmış kitabını okudum.

"..Zorlamayı ve bir türlü sonu gelmeyen göz dağını durdurmak ve insan oğlunun kendisine diş geçiren kör kuvvetler elinde oyuncak olmayacakları kardeşçe bir toplum kurmak için bilginin ve tekniğin gelişmelerinden yararlanmak isteyen insanlığın normal iradesini dile getirir sosyalizm." diyor kitabın önsözünde yazar.

Kitap sosyalizmde devlet, halk, toplum ahlakı, para politikası, aile yapısı gibi olgulara açıklamalar getirerek sentez ve sonuç bölümü ile kitabı bitiriyor. Sosyalizmde olması gerekenler hakkında bilgilendiriyor. 

"En güzel dünyanın tohumları her yanda yeşermeye başlamıştır ve her gün daha da çoğalmaktadır. Bu tohumları besleyip yetiştirmek ve beklediğimiz çiçekleri vermesini sağlamak bizim kendi bilincimize ve çabamıza kalmış bir iştir." cümlesi ile sona eriyor kitap.

11 Eylül 2020 Cuma

Eski Defter'den Yeni Deftere - Zeyyat Selimoğlu

Okuduğum 1993 baskısı kitap "Eski Defterden Yeni Deftere" adıyla basılmış ancak 1999' da basılan kitap "Yeni Defterden Eski Deftere" isimli olarak basılmıştır İş Bankası Yayınları tarafından.

Kitap yazarın aldığı bir davetle başlar. Yazar Çağdaş Alman Edebiyatından Türkçe çeviriler adlı konferansa Hamburg' a çağrılmıştır. Burada gördükleri, dinledikleri ile Alman şehirlerinin o yıllardaki hali yazarın gözünden anlatılır. Günümüzde okuyunca o yıllarda ilginç ve teknolojik gelen şeylerin şimdiki zamanda sıradanlığı okuyana ilginç geliyor tabi ki. Kitapta dünle ilgili olanlar eski defter olarak nitelendiriliyor. 1936-1944 yılları arasındaki yazarın Alman Lisesinde okuduğu yıllardaki arkadaşları, öğretmenleri anlatılıyor. O zamanki yaşadıkları, olumlu ya da olumsuz yönleri, Nazizim hevesindeki arkadaşları ve öğretmenleri ile örnek aldığı öğretmenleri yazarın kendi uslubuyla anlatılıyor. Güzel bir dönem kitabı. Bu kitabın ışığında Zeyyat Selimoğlu okumalarımın devamı gelecek umuyorum.

Kitaptan altı çizgili cümlelerim ise şöyle:

"İyi yazılmış ince bir kitap, anlattığını kısa yoldan, yoğunlaştırarak, fazlalıklardan arıtarak, damıtarak anlatır. Bu türden kitapları dünyanın en şah iki içkisine, rakı ile viskiye benzetirim, o iki içki de damıtılmıştır."

".. sanırım insanın bağışlanabileceği tek bir vahşet hali vardır: Cinsel birleşme anındaki!"

"Böyle öğretmenler dostlar başına, bir dersi öğrenciye sevdiren ne kitaptır, ne kağıttır, ne kalem, işte Herr Scheuermann anlayışında öğretmenlerdir bize dersi sevdiren!"

"Herr Direktör Scheuermann' ın bir aralık şöyle bir soru sorduğunu anımsıyorum şimdi.
     -Çocuklar, Türkçenin heyecan veren bir dil olduğunu, buna karşılık, Almancanın böyle bir heyecanı tattırmaktan uzak olduğunu bilir miydiniz?
      Sesimiz soluğumuz çıkmadı bu soru karşısında, ne diyeceğimizi bilemedik, ne demek istiyordu Herr Scheuermann? Susup kaldığımızı gören okul müdürümüz:
     - Sizlere bir örnekle açıklayayım bunu, diyerek sözünü sürdürdü, Türkçede "Ben yarın okula gidiyorum" dersiniz örneğin, oysa Almancada "Ben gidiyorum yarın okula" denir. İşte gördüğünüz gibi, Türkçede yapılacak iş tümcenin ancak sonunda anlaşılır. Almancada ise daha tümcenin başında ortaya çıkar, bir merak uyandırmaz, Türkçede eylem tümcenin sonundadır, oysa Almancada tümcenin başında yer alır."

Iğrıp - Erol Toy

Kelime anlamı olarak ; genellikle uskumru, istavrit gibi balıklara avlamakta kullanılan, kayıkla denize atılan, çok büyük bir balık ağı tanımlaması yapılıyor.

Kitapta denizcilikle ilgili iç içe kurgulanmış olaylar dizisi. Klasik roman ya da öykü tekniğinin dışında yazılmış olduğunu sanıyorum. Ancak çok az kitapta yaşadığım bir durum ki ben bu kitapta anlatılandan hiç bir şey anlamadım. Büyük bir yazar tabi ki ama ne olayın nerede geçtiği belli, ne de karakterler. Kim kimin nesi, yaşanan ne ben anlamadım. İnternette şöyle bir bakındım, bu kitapla ilgili herhangi bir inceleme ve yoruma da rastgelemedim. O yüzden çok açıklama yapamayacağım için üzgünüm.

Evet ne yazık ki tek cümle alıntım da yok.
En iyisi ben size arka kapaktan bir tanıtım vereyim:

Yeni bir ışığın denetimi aydınlatıverdi içini. Kıvançla yalandı. Gözlerini sevinçle suya dikti. Mendirek ağzından ipince bir çizgi gibi gelişine baktı. Başını kaldırdı. Kamburlaştır birden. Kolları düştü. Sular giderek gümüşlendi. Uskumrular, her gümüşlenmeyle, biraz daha daldılar dibe... Denizin koyuluğu ilkin balık pulu gibi gri beyaza kesti. Sonra ay ışığını ağır ağır yudumlarcasına açıldı, mavilendi...

27 Ağustos 2020 Perşembe

İnsan Olmak - Engin Geçtan

"Bu kitapta, insanın kendi kendisine tutsak olmasına yol açan kısırdöngülerin oluşum nedenlerine ve yaşanış biçimlerine ağırlık verilmiştir... Dolayısıyla bu kitap, öncelikle insanın kendisindeki ve çevresindeki bilinmeyenlerinin sayısını azaltmayı amaçlamaktadır." diyor Prof.Dr.Engin Geçtan.


1994 yılında basılmış bu kitapta insan ve toplum ilişkileri evrensel değerler eşliğinde ve ışığında sorgulanmış. Keyifli bilgiler ve saptamalar var. Okunmaya değer.

"Yirminci yüzyılın ilk yarısında, toplum normlarına uyma oranının normalliği, bu kurallardan sapma oranının ise normaldışını belirlediği görüşü oldukça egemendi. ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, toplumların da bazen hasta olabileceğinin farkedilmesi üzerine bu görüş geçerliğini önemli ölçüde yitirmiştir. Hasta toplum, bünyesindeki normal bir davranışı normaldışı olarak yorumlayabilen toplumdur. Belirli bir oranda toplum kurallarına uyma, toplu halde yaşamak için gereklidir ve bunun karşıtı tutumlar bireyin kendisi için de zararlı olabilir. Ancak normalliğin temel ölçütlerinden biri, kişinin kendisini, iyi hissedebilmesidir. Bu ise yalnızca yaşamın sürdürülmesini değil, insanın dünya içinde kendine özgü bir yer edinebilmesini ve yaşamından doyum sağlayabilmesini de içerir. Buna karşılık, yalnızca toplumun onayına yönelik davranışlar kişiliğin ortadan silinmesine neden olabilir." 

"Toplumların politik bir düzen oluşturmasında başlıca etmen savaş olmuştur. Başlangıçta insanın doğal bir savaş içgüdüsü yoktu. İlkel gruplar barış ve sükunet içinde yaşamışlardı. Eskimolar, Avrupalılarla ilk karşılaştıklarında, onların birbirlerini öldürmelerini ya da birbirlerinin toprağını çalmalarını bir türlü anlayamamışlardı. Topraklarının altında bulunabilecek değerli madenlerin buz ve karla kaplı olmasına şükretmişler, çoraklarının kendilerini saldırıdan koruduğuna inanmışlardı.

"Bazı tarihçilere göre, devletle kavim arasındaki fark, bir ırkın diğerini egemenliği altına almasıyla başlar. Nitekim savaşlar giderek başkanların ve önderlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. ancak başlangıçta başkanlar yalnızca savaşı yönetme görevini üstlenmişlerdi. Samoa' da başkan savaş sırasında toplumu yönetir, barış zamanında kimse onunla ilgilenmez ve toplumun herhangi bir üyesi olarak yaşamını sürdürürdü."

"Gerçi devlet istilanın bir ürünüdür ve kazanan grubun yenilene egemen olmasından kaynaklanır, ama salt silah gücüne dayalı bir devlet de uzun ömürlü olmaz. Çünkü insan doğası zora ve baskıya karşı inatla direnme eğilimindedir. Bu nedenle, barış dönemlerinde de toplumları yönetme sanatı gelişmiş, devlet gücünün dolaylı ve hissettirilmeden uygulanabileceği çeşitli üst yapı kurumları oluşturulmuştur."

"İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana geçen süre içinde çağdaş toplumlar kendine özgü bir olguyu da birlikte getirmiştir. İnsan eskisinden çok daha fazla sayıda insanla, çok daha kısa süreli, daha yüzeysel ilişkiler kurma eğilimindedir. Bu, soğuk bir günde karşılaşan bir grup kirpinin öyküsüne benzer. Kirpiler ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri birbirine batar. Birbirlerinden ayrıldıklarındaysa soğuktan rahatsız olurlar. İleri geri hareket ederek sonunda dikenlerini batırmadan birbirlerini ısıtabilecekleri en uygun uzaklığı bulurlar. 

11 Ağustos 2020 Salı

Eugenie Grandet - Honore de Balzac

Başlık ekle
Cimri bir baba, Bay Grandet'in ve kızının aile ve iş ilişkilerinin anlatıldığı roman. Balzac'ın okunması gerekli klasiklerinden. Cimrilik konusunun yanında kızı Eugenie ve sevdiği adam ve aşkının arasına giren babası. Ben sıkılmadan okudum. Başladım bitiremedim diyenlere inanmayın. Okuyun.

Bu defa alıntım çok, sıkılmadan okumanız dileğimle:

"Aşkın başlangıcıyla yaşamın başlangıcı arasında hoş benzerlikler yok muydu? Herkesin yaptığı, çocuğu ninnilerle, tatlı bakışlarla oyalamak, geleceğini pırıl pırıl edecek masallar anlatmak değil midir? Umudun ışıltılı kanatları hep onun zevki için açılmaz mı? Acıyla olduğu kadar sevinçten de gözyaşları dökülmez mi? Hiç yoktan, örneğin sallantılı bir saray yapmaya çalıştığı taşlar, ya da toplar toplamaz unuttuğu çiçekler için kavga etmez mi? Zamanı yakalayıp ardına koymaya, hayatta ilerlemeye istekli değil midir? Aşk, bizim ikinci değişimimizdir."

"Yüreğinde, annesinin yerleştirmiş olduğu biraz altın tozu vardı, ancak Paris sosyetesi onu teneke haline getirmiş, sonra da yaldızlamıştı. Yüzeyde kalan bu yaldız da çok geçmeden silinecekti. Ama Charles henüz yirmi bir yaşındaydı. O yaşta yüreğin tazeliğiyle gençliğin tazeliği el ele gitmelidir gibi gelir insana: Genç kafa yapısının, genç yüze, genç sese, genç görünüşe uymaması olanaksız gibi gelir. En sert yargıç, en kuşkucu avukat, en katı tefeci bile düzgün bir alnın, hâlâ yaşla dolu gözlerin ardında kötü bir yüreğin, çürük, soğukkanlı bir huyun bulunduğuna inanmak istemezler."

"Hüzün bütün farklılıkları eşitler. Charles ve Eugene, yalnızca bakışlarıyla anlaşıp konuştular."

"Bir cimrinin ömrü sürekli olarak, bütün insan yeteneklerini kendi kişisel çıkarları için kullanmaya çalışmakla geçer. Cimri, yalnızca iki duyguya önem verir; gururu ve kendi çıkarı. Ama çıkarı gururuna somut, elle tutulur bir destek, gerçek üstünlüğünün sürekli kanıtı olduğundan; gururu ve çıkarı için uğraşması bir bütünün, bencilliğin iki yüzüdür. Cimrilerin ustalıkla gösterdikleri aşırı merakın nedeni belki de budur. Bütün insanca duygulara saldıran, onları özetleyen bu insanlara herkes pamuk ipliğiyle bağlıdır. Tutkusuz insan nerede; toplumumuzda hangi tutkuya parasız ulaşılabilir?"

"Çoğu kez, insanların yaptıkları işler, onların bu işleri yapmalarına karşın, edebiyat açısından inanılmaz görünür. Düşünmeden verilen kararları kaçınılmaz yapan nedenlerin gizemli doğuşunu inceleyip, hemen hemen her zaman onlara bir tür ruhsal ışık da tutmayı ihmal etmeseydik belki daha az inançsız olurduk. Belki de Eugénie'nin tutkusunun kaynağına, en duyarlı ayrıntılarına, köklerine, doğasına derinliklerinde varılır ve orada analiz edilebilir. Çünkü gelecekte alaycı bir tavırla söylenebileceği gibi, bu bir hastalıktır ve onun bütün varlığını etkilemiştir."

"Cimriler öbür dünya hayatına inanmazlar, önemli olan şimdiki hayattır onlar için. Bu düşünce, içinde yaşadığımız dinsiz zamanlara acımasızca ışık tutar, çünkü günümüzde para, eski çağlardan çok topluma, geleneklere ve yasalara egemendir. Kitaplar ve kurumlar, insanların eylemleri ve doktrinleri, hepsi birden, toplum yapısının bin sekiz yüz yıldan beri oluşturduğu gelecekteki yaşama karşı inancını ortadan kaldırmak üzere birleşmişlerdir. Artık mezar fazla korkulmayan bir geçiş yoludur. Bir zamanlar bizi ölü duasının ardında bekleyen gelecek, şimdiki zamana taşınmıştır. Haklı ya da haksız yollarla lüks, gösteriş ve zevkten oluşan bir dünya cennetine ulaşmak, dünya keyiflerinin hatırı için eti çürütmek, yüreği taşlaştırmak; bir zamanlar azizlerin sonsuza kadar mutluluk umuduyla şehitliğe katlanmaları gibi yaygın bir tutku haline gelmiştir şimdi! Bu, çağımıza damgasını vuran ve her şeyde görülen bir tutkudur. Yasalar bile, yasa koyucunun eleştirel yeteneğini değil, para kazanma gücünü araştırıyor; yasa koyucuya "Ne düşünüyorsunuz?" diye değil, "Ne kadar ödeyebilirsiniz?" diye soruyor şimdi. Bu doktrin burjuvadan halka geçtiği zaman ülkemizin durumu ne olacak?"


"Hayatın önemli anlarında, çok sevindiğimiz ya da üzüldüğümüz zamanlarda, çevremizdekileri daha keskinleşmiş duyumlarla algılarız ve bunlar deneyimimizin bir parçası olarak sonradan da silinmeden, aynen kalırlar. Charles da küçük bahçenin şimşirlerden oluşmuş sınırlarını, yere düşen solgun hazan yapraklarını, yıkık duvarları, elma ağacının grotesk bir biçimde bükülmüş dallarını gergin bir dikkatle inceliyordu. Bu garip ayrıntılar belleğinde sonsuza kadar kalacaklardı; bu büyük acıyı duyduğu ana, belleğin derin duygulara bağlı bir oyunuyla bu ayrıntılar bağlanacaklardı."

"Dünden beri ruhları birleştiren bütün mutluluk bağlarıyla Charles'a bağlanıyordu, o andan beri, sanki, keder, o bağları daha da güçlendirmişti. Servetin tantanasından çok kederin vakarıyla daha derinden duygulandırılmak, kadının soylu yazgısı değil midir? Babasının yüreğinde baba sevgisi nasıl ölebilirdi?"

"Bu aile toplantısının neşesi, Koca Nanon'un çıkrığının vızıltısına eşlik eden gülüşleri, yalnız Eugénie ya da annesine karşı olan içtenlik, böyle büyük kumarlar oynayan bu akılların küçüklüğü, hakkında hiçbir şey bilmedikleri, kendilerine yakıştırılan yüksek değerin masum kurbanları olan kuşların birine benzeyen, iz sürerek bulunan, içtenlik sandığı sahte bir dostluk ağının içine düşürülen genç kızın kendisi, iki mumla zar zor aydınlatılmış, kasvetli, eski salondaki sahneyi oluşturmak için bir araya gelen her şey acı komedinin bir elemanıydı. Ama, aslında burada en sıradan şekliyle sergilenen bir sahne her ülkede, her çağda oynanmaz mı?"

"...ama herkesin düşünceleri Monsieur Grandet'nin milyonları üzerinde yoğunlaşmıştı. Yaşlı fıçıcı da konuklarını hoşnutlukla gözlüyordu. Bakışlarını Madame des Grassins'in pembe çizgilerinden, yeni giysilerinden bankerin asker gibi kafasına; Adolphe'tan, başkana; rahipten notere çevirirken, büyük bir tatmin olma duygusu içinde kendi kendine "Hepsi de benim kronlarımın peşinde. Buraya kızımı kazanmak umuduyla, can sıkıcı bir akşam geçirmeye geldiler. Ha! Kızım bunların hiçbirine uygun değil, bu insanlar ben balık tutarken zıpkın olurlar ancak!" diyordu."

"Bu kadar büyük bir servet, sahibinin her davranışını altın bir örtüyle sarıp sarmalar. Bir zamanlar yaşama biçimindeki bazı gariplikler gülünç görülür, alayla karşılanırdı ama artık yaptığı saçmalıkları kimse gülünç bulmuyor, alay etmiyordu. Şimdi en anlamsız davranışları bile bir adli karar ağırlığı kazanmıştı. Uyarıları, giydiği giysiler, yüz işaretleri, gözlerini kırpışı, bir kâhinin işaretleri olarak kabul görüyor, bir doğabilimcinin hayvanların içgüdülerini incelerken gösterdiği titizlikle bütün konu komşu tarafından inceleniyor ve herkes tarafından da derin, sessiz bir bilgeliğin dışa vurmuş belirtileri olarak değerlendiriliyordu."