Okuduğum kitaplar hakkında yorumlar, düşünceler,alıntılar içeren kişisel blogum. Mehmet Tekinbaş
Bu Blogda Ara
17 Eylül 2020 Perşembe
Lüzumsuz Adam - Sait Faik Abasıyanık
Sait Faik'in "Abasıyanık" adlı kitabını değil ama "Lüzumsuz adam" kitabını okudum. (Anlamayanlar için https://www.youtube.com/watch?v=uxyZwDMpREI) Olsun birşeylere ne şekilde olursa olsun başlamak lazım. Belki bu kızımızın safça yaptığı hata başkalarına örnek olur da edebiyat ve kitaplar konusunda daha ilgili oluruz. Aslına bakarsanız suç okullarımızda yazarlarımızı tanıtmayan, kitaplarına yer verilmeyen eğitim sistemimizde. Neyse bu ayrı bir konu.
Öykücü, öykü ustası mütevazı yazar Sait Faik'in adı da kendi gibi mütevazı olan "Lüzumsuz Adam" kitabı ondört öyküden oluşuyor. Hepsi birbirinden güzel ve etkileyici. Okunmalı.
Alıntılara gelince:
"Ben bir işçinin suratından her düşündüğünü anlarım; bıyıklı adamın ama. Bıyıksızın adamın suratından maksadını anlayamıyorum." (Mürüvvet)
"Erkekler değil ama kadınlar muhakkak topraktan çıktı. Toprak ana! Toprak ana! Her mahlukun dişisinde bir topraklık var. Biz erkek kısmı güneşin, havanın, suyun çocuklarıyız belki, ama kadınlar muhakkak topraktan." (Papaz Efendi)
"Yarım ekmek aldı. Deniz kenarında martılara attı.Etrafına yalınayak çocuklar toplanmıştı. Ekmek parçalarını daha denize düşmeden yakalayan, acı acı bağrışan, kırmızı gözlü martılara dağıtacak ekmeği. Açlıktan ölse insanoğluna vermeyecek. Verirse adam olmaz. İnsanoğlu hak etmeli hak! Yoksa şehirde yaşamamalı, köylere gitmeli, merhametlere sığınmalı." (İp Meselesi)
"Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor." (Lüzumsuz Adam)
15 Eylül 2020 Salı
Kolera Günlerine Aşk - Gabriel Garcia Marquez
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjQ1E3UYnCXpDpQSiT_A5OqedOxEmoYWcUXU-0j2Zm7JGYOI8fxh5mEhqTsKKXF-0stkw4fNUXHfGLwaAJdIzEbM6Z4nANpbd9JJKxScd2YIpySj5-EJDr6E6KL-nmcLhrMOVl8fVf2GTY/s400/Kolera-G%25C3%25BCnlerinde-A%25C5%259Fk-Gabriel-Garcia-Marquez-1.jpg)
Kitapta sevdiği kadını 51 yıl 9 ay 4 gün bekleyen Florentino Ariza'nın sevdiği kadınla Fermina Daza ile olan mektuplaşmaları ve bu merkezde geçen hayat hikayeleri anlatılıyor. Avrupa'da koleranın yaygın olduğu zamanlara rast gelen bir aşk hikayesi.
Alıntılarım:
"Florentino Ariza, uzun mu uzun yaşamları boyunca onca karşılamaları sırasında , Fermina Daza'yı yalnız görme, onunla yalnız konuşma olanağı bulamadı hiç; tam elli bir yıl dokuz ay dört gün sonra dulluğunun ilk gecesinde, sonsuz bağlılık ve bitmeyen aşk andını yineleyinceye dek."
"Çılgın bir sevdalanma yılı oldu o yıl. İkisi de yalnız birbirlerini düşünerek, birbirlerini düşleyerek, kaygıyla birbirlerinin mektuplarını gözleyerek, aynı kaygıyla onları yanıtlayarak yaşadılar. O çılgınlık ilkbaharında, ne de ertesi yıl, birbirleriyle karşılıklı konuşma fırsatı bulamadılar. Dahası, birbirlerini ilk kez görüşlerinden yarım yüzyıl sonra Florentino Ariza'nın onu sonsuza değin seveceğini yinelediği ana değin, ne baş başa kalmak, ne de aşklarından söz etmek olanağını buldular."
Kusursuz keten giysisi, mesleğindeki titizliği, göz kamaştırıcı sevimliliği, biçimsel aşkıyla, geçmişte kalan bir başka gemiden, beyaz şapkasıyla bir veda işareti yaptı ona. 'Biz erkekler önyargıların zavallı tutsaklarıyız' demişti ona bir kez 'Oysa bir kadın, bir erkekle yatmayı aklına koymaya görsün, aşamayacağı duvar, yıkamayacağı kale, çiğneyip geçmeyeceği ahlaki düşünce yoktur artık.' "
"Her an, ancak onun yanıtlayabileceği, günlük yaşamla ilgili yığınla soru geliyordu aklına. Bir seferinde, bir türlü anlayamadığı bir şey söylemişti ona. bacağı kesilmiş kimseler, artık olmayan bacaklarının yerinde acıları, krampları, karıncalanmaları duyarlar. Onsuz kendisi de böyle duyumsuyordu kendini, artık olmadığı yerde duyuyordu kocasını."
"Salgın başladığı gibi ansızın bitti, hasarın niceliği de hiçbir zaman bilinemedi; saptanması olanaksız olduğundan değil, kendi felaketimizden duyduğumuz utancın bizim en olağan özelliklerimizden biri olduğundan."
"Bir günden bir güne içinde sürüklenircesine dolaştığı kocaman, bomboş kalan yabancı bir evde bir hortlak gibiydi, kimin daha ölü olduğunu soruyordu kendi kendine üzüntüyle, ölenin mi, yoksa geride kalanın mı?"
"Genç olmak için kötü bir dönemdi o dönem. Her yaşın kendine göre bir giyim tarzı vardı; ama yaşlılığın tarzı ergenlikten hemen sonra başlıyor, ta mezara dek sürüyordu. Yaşın da ötesinde, bir toplumsal saygınlıktı bu. Gençler tıpkı dedeleri gibi giyiniyorlar, vakitsiz taktıkları gözlüklerle kendilerini daha saygıdeğer kılıyorlardı; otuzundan sonra baston iyi gözle görülen bir şeydi. kadınlar içinse yalnızca iki yaş vardı; evlenme yaşı -ki bu yirmi ikiyi geçmiyordu- bir de sonsuza dek erden (bakire) kalma yaşı; evde kalmış kızlar. Ötekiler, evli olanlar, anneler, dullar, nineler, onlar ayrı bir türdü; yaşlarını, yaşadıkları yıllara göre değil, ölmek için geri kalan yıllara göre hesaplıyorlardı."
"Ancak Tanrının sonsuz lütfuyla var olabilen saçma bir icattı evlilik. Birbirini yeni tanıyan, aralarında hiçbir akrabalık olmayan, yapıları başka, kültürleri başka, hatta cinsleri bile başka iki insanın birdenbire kendilerini birlikte yaşamaya, aynı yatakta yatmaya, belki de her biri başka başka yönlere gitmek çizilmiş iki yazgıyı bölüşmeye mahkum bulmaları her türlü bilimsel düşünceye aykırıydı. 'Evliliğin sorunu şu' diyordu, 'her gece seviştikten sonra sona erer, her sabah kahvaltıdan önce yeniden kurulması gerekir.' "
"Bilimsel bir temele dayanmasa da, Doktor Juvenal Urbino, salt deneyleriyle, ölümcül hastalıkların çoğunun kendine özgü kokuları olduğunu biliyordu, ama hiçbiri yaşlılığınki gibi özel bir koku değildi. Teşrih masasında boylu boyunca uzanmış açık cesetlerde algılıyordu bu kokuyu; yaşlarını hiç göstermeyen hastalarda, giysilerine sinen terde, karısının uykusundaki güçsüz soluğunda tanıyordu onu. Öteden beri iyi bir hristiyan olmasaydı, yaşlılığın zamanında önlenmesi gereken, saygınlıktan yoksun bir durum olduğu konusunda Jeremiah de Saint Amour'a hak verirdi."
"jeremiah de Saint Amour, hiçbir anlamı olmayan bir tutkuyla seviyordu yaşamı; denizi ve aşkı seviyordu, köpeğini ve onu seviyordu ve gün yaklaştıkça, ölümü kendi kararlaştırdığı bir lşey değilmiş de, amansız bir yazgıymış gibi umarsızlığa yenik düşüyordu."
"... beratlı ilaçlara güvensizliği her seferinde biraz daha artıyor, cerrahinin yaygınlaştığını dehşetle görüyordu. 'Bisturi, tıbbın başarısızlığının en güçlü kanıtıdır,' diyordu. Dar bir ölçütle, tüm ilaçların zehir olduğuna, besinlerin yüzde yetmişinin ölümü çabuklaştırdığına inanıyordu."
"Kaptan Fermina Daza'ya baktı, kirpiklerinde bir kış kırağısının ilk pırıltılarını gördü. Sonra Florentino Ariza'yi onun yenilmez gücüne, gözü pek aşkına baktı; gecikmiş bir kuşku ürküttü onu; ölümden çok yaşamdı sınırsız olan.
Peki bu Allahın cezası gidiş gelişleri ne zamana dek sürdürebileceğimizi sanıyorsunuz?' diye sordu.
Florentino Ariza'nın yanıtı, gecelerle birlikte, tam elli üç yıl, yedi ay, on bir günden beri hazırdı:
'Bütün bir yaşam boyu', dedi."
Florentino Ariza'nın yanıtı, gecelerle birlikte, tam elli üç yıl, yedi ay, on bir günden beri hazırdı:
'Bütün bir yaşam boyu', dedi."
Damların üstünden uğuldayarak geçen top atışlarıyla uyandı, gün ağarıncaya dek kocasının üstün niteliklerini saydı döktü; onsuz ölmekten başka bir sadakatsizlikle suçlamadı kocasını; onun hiçbir zaman, şimdi üç parmak boyunda bir düzine çiviyle çivilenmiş tabutunun içinde, toprak altında iki metre derinlikte olduğu kadar kendisinin olmadığını bildiği için kurtulmuş hissediyordu kendini.
'Mutluyum', dedi 'çünkü evde olmadığı zamanlarda onun nerede olduğunu ancak şimdi kesinlikle biliyorum.' "
"Felaketin olduğu öğle sonundan beri ilk kez ağladı, bir başına, kimse görmeden; tek ağlama biçimiydi bu onun. Kocasının ölümü, yalnızlığı, öfkesi için ağladı, boş yatak odasına girince de kendine ağladı; çünkü erdenliğini yitirdiği andan beri o yatakta yalnız başına çok seyrek yatmıştı. Kocasına ait her şey hıçkırıklara boğuyordu onu, ponponlu terlikleri, yastığının altındaki pijaması, yarımay biçimindeki tuvalet masasının onsuz boşluğu, onun, tenine sinen kokusu. Belli belirsiz bir düşünce ürpertti onu: 'İnsanın sevdikleri tüm eşyalarıyla birlikte ölmeli.' "
12 Eylül 2020 Cumartesi
Resmi Geçit - Şebnem İşigüzel
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgOdAJC2uHHXWUgAhDgcX1g-0y0bfUmNCdHD_Tj-5gUbJ7SYgEPozjUenFK8rJy_8wRk677EklTGqzoxcYVGhifR3kKmH_ZxsbUvn7FQmhdEG9fIY_fI-wn_QIdQ5g3kYybzMPxt-cs0vg/s400/pc_636.png)
12 Eylül askeri darbesinin baş aktörleri siyasetçiler ve askerleri canlandıran asıl isimleri dışında benzer isimli karakterlerle -bunu demek ne kadar doğru bilmiyorum çünkü birkaç tanesi dışında diğer isimleri tanımakta zorlanmıyorsunuz- anlatan bir belgesel-roman-az biraz mizah içeren güzel bir kitap. Zor geçirilen bir süreci yarı gerçekçi yarı esprili dile almış yazar. Beğeniyle okudum.
"Ali Çoban dünyaya siyaset yapmak için gelmişti. nitekim yapıyordu da. Sorsanız kimin için? 'Halk için' derdi muhtemelen. Ama okuyup göreceksiniz, bu sözünü ettiğimiz memlekette siyaset hiçbir zaman halk için yapılmamıştı. Kişisel hırslar, ihtiraslar, çıkarlar, inatlaşmalar, daha ne kadar saçmalık varsa siz ekleyin, bunlar yönlendirmişti siyaseti."
"Bakın şu anda Cumhurbaşkanı ile Başbakan geleceğin Genelkurmay Başkanı üzerinde anlaşamıyorlar ama ben sizinle bir konuda anlaşmak isterim: Söz konusu ülkenin tarihini, bu tarihi yazanların şahsi meseleleri eşliğinde okuyacaksınız diyelim ve tekrar havayı koklayalım: Pudralı ayak kokusu!"
"Bayan Orlando gerçek bir tanık olabilir!
'Bu ülkenin en büyük hatası' dedi Bayan Orlando 'bir hatanın varlığından bile söz edilmesinin mümkün olmaması.' "
'Bu ülkenin en büyük hatası' dedi Bayan Orlando 'bir hatanın varlığından bile söz edilmesinin mümkün olmaması.' "
"Askerlerin, 'Süngünün hangi tarafının işe yaradığını bilmez salaklar ordusu' sözünü unutmayacağını aklından geçirdi. Bu ülkede siyaset yapmak, bir kez daha o frenk oyununun adını anarak tanımlayacaktı ama; iskambil kağıtlarından şato yapmak gibiydi. asker 'püf''diyor Süleyman Tel' in bütün emekleri boşa gidiyordu."
"Siz onu bırakın, devletin kurumlarında bir yer kapmaktan başka gayesi olmayan subay bile, altlarında, genç kız elinden çıkmış dantel gibi serilmiş Ege kıyılarını seyretmekte olan Cevdet Kara ile Ali Çoban'a bakarken aklından şunu geçirmişti: 'Aynı pencereyi paylaşıp aşağıdaki manzarayı seyredebiliyorlar. Neden beraberce ülkeyi yönetemediler?" Sorun buna indirgenemezdi. Ateşle su kadar birbirinden uzak bu iki siyasi şimdi aynı yatakta uyuyor gibiydiler."
En Güzel Dünya - Jean Baby
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgtJG6IgOqAm07hy0MACqrcncPyuQPbQPLnhx-HqzXuOGFiehnS1RoIQZzE0SnstETdtUPnwyNmx8QCSmPBeoYs03VoxEWdmSx6vkm51FWpl87UYLeu3nacRyXYh-kEvtZ0kOBkgUamv_Q/s400/sahafsalih-1551253657.jpg)
"..Zorlamayı ve bir türlü sonu gelmeyen göz dağını durdurmak ve insan oğlunun kendisine diş geçiren kör kuvvetler elinde oyuncak olmayacakları kardeşçe bir toplum kurmak için bilginin ve tekniğin gelişmelerinden yararlanmak isteyen insanlığın normal iradesini dile getirir sosyalizm." diyor kitabın önsözünde yazar.
Kitap sosyalizmde devlet, halk, toplum ahlakı, para politikası, aile yapısı gibi olgulara açıklamalar getirerek sentez ve sonuç bölümü ile kitabı bitiriyor. Sosyalizmde olması gerekenler hakkında bilgilendiriyor.
"En güzel dünyanın tohumları her yanda yeşermeye başlamıştır ve her gün daha da çoğalmaktadır. Bu tohumları besleyip yetiştirmek ve beklediğimiz çiçekleri vermesini sağlamak bizim kendi bilincimize ve çabamıza kalmış bir iştir." cümlesi ile sona eriyor kitap.
11 Eylül 2020 Cuma
Eski Defter'den Yeni Deftere - Zeyyat Selimoğlu
Okuduğum 1993 baskısı kitap "Eski Defterden Yeni Deftere" adıyla basılmış ancak 1999' da basılan kitap "Yeni Defterden Eski Deftere" isimli olarak basılmıştır İş Bankası Yayınları tarafından.
Kitap yazarın aldığı bir davetle başlar. Yazar Çağdaş Alman Edebiyatından Türkçe çeviriler adlı konferansa Hamburg' a çağrılmıştır. Burada gördükleri, dinledikleri ile Alman şehirlerinin o yıllardaki hali yazarın gözünden anlatılır. Günümüzde okuyunca o yıllarda ilginç ve teknolojik gelen şeylerin şimdiki zamanda sıradanlığı okuyana ilginç geliyor tabi ki. Kitapta dünle ilgili olanlar eski defter olarak nitelendiriliyor. 1936-1944 yılları arasındaki yazarın Alman Lisesinde okuduğu yıllardaki arkadaşları, öğretmenleri anlatılıyor. O zamanki yaşadıkları, olumlu ya da olumsuz yönleri, Nazizim hevesindeki arkadaşları ve öğretmenleri ile örnek aldığı öğretmenleri yazarın kendi uslubuyla anlatılıyor. Güzel bir dönem kitabı. Bu kitabın ışığında Zeyyat Selimoğlu okumalarımın devamı gelecek umuyorum.
Kitaptan altı çizgili cümlelerim ise şöyle:
"İyi yazılmış ince bir kitap, anlattığını kısa yoldan, yoğunlaştırarak, fazlalıklardan arıtarak, damıtarak anlatır. Bu türden kitapları dünyanın en şah iki içkisine, rakı ile viskiye benzetirim, o iki içki de damıtılmıştır."
".. sanırım insanın bağışlanabileceği tek bir vahşet hali vardır: Cinsel birleşme anındaki!"
"Böyle öğretmenler dostlar başına, bir dersi öğrenciye sevdiren ne kitaptır, ne kağıttır, ne kalem, işte Herr Scheuermann anlayışında öğretmenlerdir bize dersi sevdiren!"
"Herr Direktör Scheuermann' ın bir aralık şöyle bir soru sorduğunu anımsıyorum şimdi.
-Çocuklar, Türkçenin heyecan veren bir dil olduğunu, buna karşılık, Almancanın böyle bir heyecanı tattırmaktan uzak olduğunu bilir miydiniz?
Sesimiz soluğumuz çıkmadı bu soru karşısında, ne diyeceğimizi bilemedik, ne demek istiyordu Herr Scheuermann? Susup kaldığımızı gören okul müdürümüz:
- Sizlere bir örnekle açıklayayım bunu, diyerek sözünü sürdürdü, Türkçede "Ben yarın okula gidiyorum" dersiniz örneğin, oysa Almancada "Ben gidiyorum yarın okula" denir. İşte gördüğünüz gibi, Türkçede yapılacak iş tümcenin ancak sonunda anlaşılır. Almancada ise daha tümcenin başında ortaya çıkar, bir merak uyandırmaz, Türkçede eylem tümcenin sonundadır, oysa Almancada tümcenin başında yer alır."
Kitap yazarın aldığı bir davetle başlar. Yazar Çağdaş Alman Edebiyatından Türkçe çeviriler adlı konferansa Hamburg' a çağrılmıştır. Burada gördükleri, dinledikleri ile Alman şehirlerinin o yıllardaki hali yazarın gözünden anlatılır. Günümüzde okuyunca o yıllarda ilginç ve teknolojik gelen şeylerin şimdiki zamanda sıradanlığı okuyana ilginç geliyor tabi ki. Kitapta dünle ilgili olanlar eski defter olarak nitelendiriliyor. 1936-1944 yılları arasındaki yazarın Alman Lisesinde okuduğu yıllardaki arkadaşları, öğretmenleri anlatılıyor. O zamanki yaşadıkları, olumlu ya da olumsuz yönleri, Nazizim hevesindeki arkadaşları ve öğretmenleri ile örnek aldığı öğretmenleri yazarın kendi uslubuyla anlatılıyor. Güzel bir dönem kitabı. Bu kitabın ışığında Zeyyat Selimoğlu okumalarımın devamı gelecek umuyorum.
Kitaptan altı çizgili cümlelerim ise şöyle:
"İyi yazılmış ince bir kitap, anlattığını kısa yoldan, yoğunlaştırarak, fazlalıklardan arıtarak, damıtarak anlatır. Bu türden kitapları dünyanın en şah iki içkisine, rakı ile viskiye benzetirim, o iki içki de damıtılmıştır."
".. sanırım insanın bağışlanabileceği tek bir vahşet hali vardır: Cinsel birleşme anındaki!"
"Böyle öğretmenler dostlar başına, bir dersi öğrenciye sevdiren ne kitaptır, ne kağıttır, ne kalem, işte Herr Scheuermann anlayışında öğretmenlerdir bize dersi sevdiren!"
"Herr Direktör Scheuermann' ın bir aralık şöyle bir soru sorduğunu anımsıyorum şimdi.
-Çocuklar, Türkçenin heyecan veren bir dil olduğunu, buna karşılık, Almancanın böyle bir heyecanı tattırmaktan uzak olduğunu bilir miydiniz?
Sesimiz soluğumuz çıkmadı bu soru karşısında, ne diyeceğimizi bilemedik, ne demek istiyordu Herr Scheuermann? Susup kaldığımızı gören okul müdürümüz:
- Sizlere bir örnekle açıklayayım bunu, diyerek sözünü sürdürdü, Türkçede "Ben yarın okula gidiyorum" dersiniz örneğin, oysa Almancada "Ben gidiyorum yarın okula" denir. İşte gördüğünüz gibi, Türkçede yapılacak iş tümcenin ancak sonunda anlaşılır. Almancada ise daha tümcenin başında ortaya çıkar, bir merak uyandırmaz, Türkçede eylem tümcenin sonundadır, oysa Almancada tümcenin başında yer alır."
Iğrıp - Erol Toy
Kelime anlamı olarak ; genellikle uskumru, istavrit gibi balıklara avlamakta kullanılan, kayıkla denize atılan, çok büyük bir balık ağı tanımlaması yapılıyor.
Kitapta denizcilikle ilgili iç içe kurgulanmış olaylar dizisi. Klasik roman ya da öykü tekniğinin dışında yazılmış olduğunu sanıyorum. Ancak çok az kitapta yaşadığım bir durum ki ben bu kitapta anlatılandan hiç bir şey anlamadım. Büyük bir yazar tabi ki ama ne olayın nerede geçtiği belli, ne de karakterler. Kim kimin nesi, yaşanan ne ben anlamadım. İnternette şöyle bir bakındım, bu kitapla ilgili herhangi bir inceleme ve yoruma da rastgelemedim. O yüzden çok açıklama yapamayacağım için üzgünüm.
Evet ne yazık ki tek cümle alıntım da yok.
En iyisi ben size arka kapaktan bir tanıtım vereyim:
Yeni bir ışığın denetimi aydınlatıverdi içini. Kıvançla yalandı. Gözlerini sevinçle suya dikti. Mendirek ağzından ipince bir çizgi gibi gelişine baktı. Başını kaldırdı. Kamburlaştır birden. Kolları düştü. Sular giderek gümüşlendi. Uskumrular, her gümüşlenmeyle, biraz daha daldılar dibe... Denizin koyuluğu ilkin balık pulu gibi gri beyaza kesti. Sonra ay ışığını ağır ağır yudumlarcasına açıldı, mavilendi...
Kitapta denizcilikle ilgili iç içe kurgulanmış olaylar dizisi. Klasik roman ya da öykü tekniğinin dışında yazılmış olduğunu sanıyorum. Ancak çok az kitapta yaşadığım bir durum ki ben bu kitapta anlatılandan hiç bir şey anlamadım. Büyük bir yazar tabi ki ama ne olayın nerede geçtiği belli, ne de karakterler. Kim kimin nesi, yaşanan ne ben anlamadım. İnternette şöyle bir bakındım, bu kitapla ilgili herhangi bir inceleme ve yoruma da rastgelemedim. O yüzden çok açıklama yapamayacağım için üzgünüm.
Evet ne yazık ki tek cümle alıntım da yok.
En iyisi ben size arka kapaktan bir tanıtım vereyim:
Yeni bir ışığın denetimi aydınlatıverdi içini. Kıvançla yalandı. Gözlerini sevinçle suya dikti. Mendirek ağzından ipince bir çizgi gibi gelişine baktı. Başını kaldırdı. Kamburlaştır birden. Kolları düştü. Sular giderek gümüşlendi. Uskumrular, her gümüşlenmeyle, biraz daha daldılar dibe... Denizin koyuluğu ilkin balık pulu gibi gri beyaza kesti. Sonra ay ışığını ağır ağır yudumlarcasına açıldı, mavilendi...
27 Ağustos 2020 Perşembe
İnsan Olmak - Engin Geçtan
"Bu kitapta, insanın kendi kendisine tutsak olmasına yol açan kısırdöngülerin oluşum nedenlerine ve yaşanış biçimlerine ağırlık verilmiştir... Dolayısıyla bu kitap, öncelikle insanın kendisindeki ve çevresindeki bilinmeyenlerinin sayısını azaltmayı amaçlamaktadır." diyor Prof.Dr.Engin Geçtan.
1994 yılında basılmış bu kitapta insan ve toplum ilişkileri evrensel değerler eşliğinde ve ışığında sorgulanmış. Keyifli bilgiler ve saptamalar var. Okunmaya değer.
"Yirminci yüzyılın ilk yarısında, toplum normlarına uyma oranının normalliği, bu kurallardan sapma oranının ise normaldışını belirlediği görüşü oldukça egemendi. ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, toplumların da bazen hasta olabileceğinin farkedilmesi üzerine bu görüş geçerliğini önemli ölçüde yitirmiştir. Hasta toplum, bünyesindeki normal bir davranışı normaldışı olarak yorumlayabilen toplumdur. Belirli bir oranda toplum kurallarına uyma, toplu halde yaşamak için gereklidir ve bunun karşıtı tutumlar bireyin kendisi için de zararlı olabilir. Ancak normalliğin temel ölçütlerinden biri, kişinin kendisini, iyi hissedebilmesidir. Bu ise yalnızca yaşamın sürdürülmesini değil, insanın dünya içinde kendine özgü bir yer edinebilmesini ve yaşamından doyum sağlayabilmesini de içerir. Buna karşılık, yalnızca toplumun onayına yönelik davranışlar kişiliğin ortadan silinmesine neden olabilir."
"Toplumların politik bir düzen oluşturmasında başlıca etmen savaş olmuştur. Başlangıçta insanın doğal bir savaş içgüdüsü yoktu. İlkel gruplar barış ve sükunet içinde yaşamışlardı. Eskimolar, Avrupalılarla ilk karşılaştıklarında, onların birbirlerini öldürmelerini ya da birbirlerinin toprağını çalmalarını bir türlü anlayamamışlardı. Topraklarının altında bulunabilecek değerli madenlerin buz ve karla kaplı olmasına şükretmişler, çoraklarının kendilerini saldırıdan koruduğuna inanmışlardı.
"Bazı tarihçilere göre, devletle kavim arasındaki fark, bir ırkın diğerini egemenliği altına almasıyla başlar. Nitekim savaşlar giderek başkanların ve önderlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. ancak başlangıçta başkanlar yalnızca savaşı yönetme görevini üstlenmişlerdi. Samoa' da başkan savaş sırasında toplumu yönetir, barış zamanında kimse onunla ilgilenmez ve toplumun herhangi bir üyesi olarak yaşamını sürdürürdü."
"Gerçi devlet istilanın bir ürünüdür ve kazanan grubun yenilene egemen olmasından kaynaklanır, ama salt silah gücüne dayalı bir devlet de uzun ömürlü olmaz. Çünkü insan doğası zora ve baskıya karşı inatla direnme eğilimindedir. Bu nedenle, barış dönemlerinde de toplumları yönetme sanatı gelişmiş, devlet gücünün dolaylı ve hissettirilmeden uygulanabileceği çeşitli üst yapı kurumları oluşturulmuştur."
"İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana geçen süre içinde çağdaş toplumlar kendine özgü bir olguyu da birlikte getirmiştir. İnsan eskisinden çok daha fazla sayıda insanla, çok daha kısa süreli, daha yüzeysel ilişkiler kurma eğilimindedir. Bu, soğuk bir günde karşılaşan bir grup kirpinin öyküsüne benzer. Kirpiler ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri birbirine batar. Birbirlerinden ayrıldıklarındaysa soğuktan rahatsız olurlar. İleri geri hareket ederek sonunda dikenlerini batırmadan birbirlerini ısıtabilecekleri en uygun uzaklığı bulurlar.
1994 yılında basılmış bu kitapta insan ve toplum ilişkileri evrensel değerler eşliğinde ve ışığında sorgulanmış. Keyifli bilgiler ve saptamalar var. Okunmaya değer.
"Yirminci yüzyılın ilk yarısında, toplum normlarına uyma oranının normalliği, bu kurallardan sapma oranının ise normaldışını belirlediği görüşü oldukça egemendi. ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, toplumların da bazen hasta olabileceğinin farkedilmesi üzerine bu görüş geçerliğini önemli ölçüde yitirmiştir. Hasta toplum, bünyesindeki normal bir davranışı normaldışı olarak yorumlayabilen toplumdur. Belirli bir oranda toplum kurallarına uyma, toplu halde yaşamak için gereklidir ve bunun karşıtı tutumlar bireyin kendisi için de zararlı olabilir. Ancak normalliğin temel ölçütlerinden biri, kişinin kendisini, iyi hissedebilmesidir. Bu ise yalnızca yaşamın sürdürülmesini değil, insanın dünya içinde kendine özgü bir yer edinebilmesini ve yaşamından doyum sağlayabilmesini de içerir. Buna karşılık, yalnızca toplumun onayına yönelik davranışlar kişiliğin ortadan silinmesine neden olabilir."
"Toplumların politik bir düzen oluşturmasında başlıca etmen savaş olmuştur. Başlangıçta insanın doğal bir savaş içgüdüsü yoktu. İlkel gruplar barış ve sükunet içinde yaşamışlardı. Eskimolar, Avrupalılarla ilk karşılaştıklarında, onların birbirlerini öldürmelerini ya da birbirlerinin toprağını çalmalarını bir türlü anlayamamışlardı. Topraklarının altında bulunabilecek değerli madenlerin buz ve karla kaplı olmasına şükretmişler, çoraklarının kendilerini saldırıdan koruduğuna inanmışlardı.
"Bazı tarihçilere göre, devletle kavim arasındaki fark, bir ırkın diğerini egemenliği altına almasıyla başlar. Nitekim savaşlar giderek başkanların ve önderlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. ancak başlangıçta başkanlar yalnızca savaşı yönetme görevini üstlenmişlerdi. Samoa' da başkan savaş sırasında toplumu yönetir, barış zamanında kimse onunla ilgilenmez ve toplumun herhangi bir üyesi olarak yaşamını sürdürürdü."
"Gerçi devlet istilanın bir ürünüdür ve kazanan grubun yenilene egemen olmasından kaynaklanır, ama salt silah gücüne dayalı bir devlet de uzun ömürlü olmaz. Çünkü insan doğası zora ve baskıya karşı inatla direnme eğilimindedir. Bu nedenle, barış dönemlerinde de toplumları yönetme sanatı gelişmiş, devlet gücünün dolaylı ve hissettirilmeden uygulanabileceği çeşitli üst yapı kurumları oluşturulmuştur."
"İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana geçen süre içinde çağdaş toplumlar kendine özgü bir olguyu da birlikte getirmiştir. İnsan eskisinden çok daha fazla sayıda insanla, çok daha kısa süreli, daha yüzeysel ilişkiler kurma eğilimindedir. Bu, soğuk bir günde karşılaşan bir grup kirpinin öyküsüne benzer. Kirpiler ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri birbirine batar. Birbirlerinden ayrıldıklarındaysa soğuktan rahatsız olurlar. İleri geri hareket ederek sonunda dikenlerini batırmadan birbirlerini ısıtabilecekleri en uygun uzaklığı bulurlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)