Bu Blogda Ara

28 Ekim 2023 Cumartesi

Devrim Yılları - Hıfzı Topuz

Cumhuriyet'in kurucularıyla röportaj yapmak için devrimlerin en coşkulu günlerinde Türkiye'ye gelen Fransız kadın gazeteci Colette, hem gençlik aşkı Türk gazeteci Samim'le yeniden büyük bir aşk yaşayacak hem de Milli Mücadele kahramanlarının Gazi'nin önderliğinde gerçekleştirdikleri büyük atılımlara tanık olacaktır. Hıfzı Topuz'un bu son romanında ele aldığı Menemen Olayı, laikliği ve devletçiliği yaratan koşullar, eğitim ve kültürde kimlik arayışları ile çok partili rejime geçişin ilk deneyimleri, Türkiye'nin yakın geçmişine ışık tutuyor. 

Yazar, cumhuriyet öncesi milli mücadele dönemini o yılların komutanlarını, siyasetçilerini, askerlerini ve Mustafa Kemali de katarak yaşananları bir roman tadında aktarıyor. Romansal anlatımı kötü olmasına rağmen döneme ışık tutması açısından sıkılmayacak okunacak bir tarih-roman. Tarihi fotoğraflar da kitaba ayrı bir güzellik katıyor.

"-Evet, dedi, biz ne sosyalistiz, ne de liberal. Bizdeki düzeni devletçilikle tanımlayabilirsin." (Colette'in Mahmut Esat'la konuşmasından)

"Mustafa Necati eğitimde, Tevfik Rüştü (Aras) dışişlerinde devrimlerinin temellerini nasıl atmışlarsa, Mahmut Esat da Cumhuriyet'i temelleri üzerine oturtanlardan biridir. Elbette ki Gazi olmasaydı hiçbiri olmazdı."

"Bir karma ekonomi sistemi kurmaya yöneldik. Buna da Türkiye İktisat Ekolü dedik."

"Devrim deniz gibidir, pislik tutmaz."

"Kemal Paşa, yorulmaz bir savaşçıdır. İşine gönülden bağlanmıştır. Çok sabırlı ve dostluklarına çok bağlı bir kişi. Ama asla dostlarının egemenliği altına girmeyi kabul edecek bir insan değil."

“ Tekkeler mutlaka kapanmalıdır. Hiçbirimiz tekkelerin bizi aydınlatmasına muhtaç değiliz. Biz uygarlıktan bilim ve teknolojiden güç alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. Başka bir şey tanımayız. Biz evren ailesi içinde uygarız. Her alanda uygarlığın gereklerini yerine getireceğiz.”

"Bugün Fransa'da kiliseler hiçbir yardım alamazlar.  Her kentte,  kasabada kiliselere gelip dua edenler kendi aralarında para toplar, kiliselerin masraflarını karşılarlar.  Papazlarin da devletten aylıkları yoktur. Vatikan 'dan da yardım gelmez.  Anlatabildim mi arkadaşlar,  laiklik böyle uygulanır."

22 Ekim 2023 Pazar

Paşam Nereye Kadar Çekileceğiz - Mehmet Dürdali Karasan

Antalya Darülmuallimin Mektebi’ne gidebilmesi için yaşı, ailesi tarafından üç yaş büyütülen Dürdali Karasan, henüz 14’ünde ve ikinci sınıf öğrencisiyken, “onbeşliler” olarak bilinen 1315 (1899-1900) doğumlularla askere alınır. İstanbul İhtiyat Zabiti Talimgâhı’nda aldığı kısa eğitimin ardından 1916’da Suriye-Filistin Cephesi’ne gönderilir. Birüssebi-Gazze Meydan Muharebesi’nde yaralanarak bir süre hastanede tedavi görür. Aynı cephede katıldığı Nablus Meydan Muharebesi’nde esir düşer ve Mısır Seydibeşir Esir Kampı’nda iki yıl sürecek esaret günleri başlar. Savaşın ardından, ailesi şehit düştüğünü düşünürken, zorluklar içinde Kalkan’daki evine ulaşır ama kısa süre sonra Mayıs 1921’de İstiklal Harbi’ne çağrılır. 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren ilk askerler arasındadır. Üçüncü kez askere alındığında yıl 1942’dir. Dürdali Karasan’ın, 1918’de Filistin Cephesi’ndeyken, Sekizinci Ordu Komutanı Cevat Paşa’ya sorduğu Paşam Nereye Kadar Çekileceğiz? sorusu, bu anılara da adını veriyor. Dostu Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın daktilo ettiği metin, 67 yıllık ömründe üç kez askere alınan Dürdali Karasan’ın çocukluğu, zorlu savaş dönemi, esaret günleri ve maceralı yaşamının yanı sıra, iç ve dış siyasi gelişmelere ilişkin değerlendirmelerini de içeriyor. 
Kitabın Birinci Dünya Savaşı sonrası İkinci Dünya Savaşı yılları ve kahramanımızın ticari hayatı ile ilgili bölümleri olmasaydı da olurmuş. 

Alıntılarım ise şöyle:
"... altı sene okuyarak medreseden bir icazet aldılar mı artık onlar da ulema sayılıyorlar ve askere alınmıyorlardı. Velhasıl medreseler bence asker kaçağı deposu gibi bir şeydi. Belki din üzerine bilgileri fazlaydı fakat dünyaya yarayacak hiçbir malumatları yoktu."

"Bu son günlerde düşman tayyareleri üzerimizde fazlaca dolaşıyor ve bu sefer de bize makineli tüfenk yerine muhtelif resimler atıyorlardı ve resimler bizden aldıkları esirlerin fotoğrafları olup eğlenceli hallerde çekilmiş fotoğraflardı. Bazen de beyannameler atarak teslim olduğumuz takdirde çok rahat edeceğimizi ve bu harbin başka suretle bitmeyeceğini yazıyorlardı."

"Günlerden beri devam eden muharebe ve yolculuktan kıyafetlerimiz perişanlaşmış, saç ve sakal birbirine karışmış, üzerimizde yürüyüş kollarının kaldırdığı tozlardan biriken kirli halimizle dahi İzmirliler bizi süslü bir gelin gibi kucaklıyorlar ve bize ne suretle mukabele edeceklerini bilmiyorlardı. Lokanta para almıyor, terzi, otel, berber velhasıl ne istesek nereye gitsek bütün arzularımız para almadan coşkunca karşılanıyordu. Şehirde bulunan Ermeni ve Rumlar ile yabancılar şaşkın bir halde, ne yapacaklarını şaşırmış, bir anacık babacık günüydü. Herkes şapkalarını atarak fes giymiş. Fakat kalıplatmaya ve püskül takmaya vakit ve imkân bulamadıklarından feslerin püskül takılan ibikleri başlarında sipsivri görülüyordu ve bazıları da fesin ne suretle giyileceğini bilmediğinden fesi ters giymişti."

"1938 yılının bir gününde evimin balkonunda oturuyordum.(10 Kasım 1938).Yolda ağlayarak bir adam geçiyordu.Hiç ağladığını görmediğim bu katı yürekli adama,''Hayır ola ne oldu?'' dedim. ''Atatürk ölmüş'' dedi ve daha kuvvetli hıçkırıklar çıkararak yürüyüp gitti ve o anda ben de ne olduğunu ve neye uğradığımı bilmiyordum. Bir vatan bana baştan başa çökmüş gibi geldi. Bu ne hazin bir acı idi.Nasıl telafi edilir,bunun yeri nasıl doldurulurdu.Koca bir millet öksüz kalmış,gözyaşı döküyordu.Bu acı ölen bir ananın acısına benzemiyordu.Bu acı ölen bir babanın acısına da benzemiyordu."

16 Eylül 2023 Cumartesi

Öteki Renkler - Orhan Pamuk

 

"Öteki Renkler", Orhan Pamuk’un “Pencereden Bakmak” adlı hikâyesiyle, 1980’lerin sonundan 1990’ların sonuna dek yurtiçi ve yurtdışında çeşitli dergilere yazdığı yazılardan, yaptığı söyleşilerden, günlük parçalarından, yerli ve yabancı birçok yazar üstüne yazdıklarından ve politik makalelerinden oluşan zengin bir seçki. Yazarın romanlarını sevenler için onu daha yakından tanıma, yazara yabancı olanlar içinse Pamuk’un dünyasına iyi bir giriş sayılabilecek "Öteki Renkler", yıllar boyunca tekrar tekrar dönülüp okunacak bir kitap.

Öteki Renkler yazarın çocukluk anılarından mutluluk saatlerine, romanlarını nasıl yazdığından gezi notlarına, sevdiği yazarlar ve kitaplar hakkında eleştirilerinden kişisel itiraflarına, şikâyetlerine, siyasi öfkelerine, kültür ve gündelik hayat konusundaki heyecanlarına uzanıyor ve Orhan Pamuk’un yalnız romanda değil, düzyazıda da ne kadar usta olduğunu kanıtlıyor. Yirmi beş yıldır yazdığı düzyazılardan, tuttuğu defterlerden, yaptığı röportajlardan yapılan bu titiz seçmede Pamuk, zaman zaman eğlenceli, kışkırtıcı, çözümleyici olan bir dille kızı Rüya ile arkadaşlığını, bayram ziyaretlerini, sigarayı bırakışını, gençlik bunalımlarını, yazarın günlük hayatını, sinema zevkini, Boğaz’daki eski yangınları, bildiği İstanbul’u, yalnızlık ve mutluluk üzerine takıntılarını, toplumun ve kendisinin korkularını ve paranoyalarını anlatıyor; Dostoyevski’den Tanpınar’a, Kemal Tahir’den Oğuz Atay’a pek çok yazar ve kitabı tartışıyor; roman kuramı ve tarihi roman, Doğu ve Batı, milliyetçilik ve Avrupa konusundaki düşüncelerini açıyor. Bir çocuğun gözünden anlatılmış ve Nişantaşı’nda geçen Pencereden Bakmak adlı uzun hikâye ile birlikte bu kitap Orhan Pamuk’un renkli dünyasını daha da derinleştirip genişletiyor.

"İnanabildiğim, sıkı, yoğun, derin bir roman parçası beni her şeyden daha çok mutlu eder ve hayata bağlar. "

"Kendimi biraz da kitaplarıma ait hissediyorum.."

"Bir binayı bir ev yapan şey, içindekilerin kurduğu hayallerdir. Bu hayaller, tıpkı hayaletler gibi, binaların eskimiş, yıpranmış, karanlık ve kirli köşelerinden beslenir. Hatta tıpkı eskidikçe dış cephelerinin, iç duvarlarının dokusu esrarengizleşerek güzelleşen binalarda olduğu gibi, hayal edile edile bir binanın anlaşılmaz bir yapıdan bir eve nasıl çevirildiğinin izleri de görülebilir."

"Yazmak, yaşanmayan hayattan bir çeşit intikam almaktır."

"Hayata ezik ve yenik başlamışsak, kafamızdaki şehir haritasının merkezi biz kendimiz değil, başkaları olur. Başkalarının evlerini, mahalleleri' ni arzular, oralara merkezlere ulaşmayı dileriz. Merkez büyük ihtimalle çocukluğumuzun geçtiği yerler, öyle olmasa' da bizim için önemli olan, değerli olan bizi bi yapan malzemenin durduğu bir yerdir. Ama oradan kaçmakta isteriz hatta unutmak' da. Şehrin diğer yerlerine bu noktadan başlayarak sokuluruz. Şehrin diğer yerlerini bu noktalarla ilişkilendirerek anlarız, tanırız. Uzaklık olarak farklılık olarak, koku, doku, kültür olarak."

"Siyaset, insanların argo anlamıyla “yazdıkları” şeyler gerçekmiş ve siz de bu gerçeğin önemli bir parçasıymışsınız gibi davranabilme sanatıdır."

Çankaya - Falih Rıfkı Atay

Nutuk'tan sonra dönemin tarihini en iyi anlatan kitaplardan biri. Atatürk'ün sofrasının değişmez gazetecisi ve dostlarından önde geleni olan Falih Rıfkı Atay'ın anılarını çok güzel bir dille anlattığı bir kitap. Mutlak okunması gereklilerden.

Falih Rıfkı Atay 1923’den 1938’e kadar Atatürk’ün yanında bulunmuş, onun yaşadıklarını bizzat kendisinden dinlemiş ve hatta birçoğuna şahit olmuş devrin önemli gazetecilerindendir. Çankaya Atatürk’ü doğumundan okul yıllarına, savaştığı cephelerden yaptığı inkılaplara, tartışma sofralarından insani yönlerine kadar her detayı anektodlara yer vererek anlatan muazzam bir çalışma.

 ‘Haber vereyim ki Atatürk ne yaptığını, nasıl yapacağını, kimlere ne yaptıracağını, kimleri nerede nasıl kullanacağını bilen pek hesaplı bir adamdı. Yapmış oldukları üzerinde istediğiniz tenkidlerde bulunabilirsiniz. Fakat kendi varmak istediğine ulaşmaktan başka bir şey düşünmeyen, dostluklarının, yakınlıklarının, sözde sırdaşlıklarının üstünde bilhassa ‘’kendi kendine vefalı’’ bir lider olduğu su götürmez bir gerçektir.’ Falih Rıfkı Atay

Kurduğu Cumhuriyet’le adını tarihin şanlı sayfalarına yazdıran, Türk’ün ne olduğunu dünyaya gösteren, olağanüstü şartlarda ortaya çıkmış sıra dışı bir liderdi Atatürk. O, işgal edilmemiş yeri, zaptedilmemiş toprağı kalmayan bir milletin küllerinden doğmasına önderlik etti.

Büyük başarılara imza atmış Atatürk hakkında birçok kitap ve makale yazıldı. Atatürk hakkındaki her şey etraflıca tartışıldı, hâlâ tartışılıyor. Bu yazıların birçoğu ancak Atatürk öldükten sonra yazıldığı için, onu tanıyanların ilk elden verdiği bilgilerin kıymet-i harbiyesi daha önemlidir.

Falih Rıfkı Atay 1923’den 1938’e kadar Atatürk’ün yanında bulunmuş, onun yaşadıklarını bizzat kendisinden dinlemiş ve hatta birçoğuna şahit olmuş devrin önemli gazetecilerindendir. Çankaya Atatürk’ü doğumundan okul yıllarına, savaştığı cephelerden yaptığı inkılaplara, tartışma sofralarından insani yönlerine kadar her detayı anektodlara yer vererek anlatan muazzam bir çalışma.

Nasıl Müslüman Olduk? - Erdoğan Aydın

Nasıl Müslüman olduğumuzu genellikle sormadık kendimize. Çünkü İslamiyet'i "din ve hidayet aşkıyla", kendiliğinden benimsediğimiz yolunda koşullandırıimıştık.

Oysa doğruyu aradığımızda, Müslümanlaştırılma tarihimizin, insanı irkilten bir vahşet süreci olduğu soğuk gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Resmi ve geleneksel söylem ise bu gerçeği ısrarla gizlemeye çalışıyor.

Bugünü anlamak ve demokratik bir Türkiye yaratabilmek için doğru bir tarih bilincine sahip olmamız gerektiğinden hareketle; Erdoğan Aydın bu kitabında, Müslümanlaştırılmamızın dramatik öyküsünü ve bunun toplumumuza etkilerini gün ışığına çıkartıyor. 

"Çok rahatlıkla söylenebilir ki; eğer Selçuklular döneminde Türkmenler toplumsal çıkarları ve kimlikleri adına inatçı bir mücadele vermemiş, Anadolu beylikleri döneminde Beylikler üzerinde görece yükselen etkileriyle bir kültürel özsavunu ve Türkçenin canlandırılmasını gerçekleştirmemiş, eğer Osmanlı dönemi boyunca kendi kimliklerini Saray'a inat koruyup sürdürdükleri edebiyatları ve ayaklanmalarında ısrarla savunmamış olsalardı, büyük bir olasılıkla Cumhuriyet döneminde  Türk ulusal kültüründen pek bir şey kalmayacaktı. Eğer bugün bir Tü,rk kültürüne sahipsek, bunu Sünni Arapçı ve görece Farsçı Selçuklu ve Osmanlı Saray politikalarına karşı 'hain' ilan edilmek ve katledilmek pahasına Baba İshak'ların, Şeyh Bedrettin'lerin, Hacı Bektaş-ı Veli'lerin, Yunus Emre'lerin, Pir Sultan'ların önderliğinde direnen Türkmenlere borçluyuz.

Özetle, Nizamülmülk'ün mimarlığı ve diğer baskın faktörlerin belirlediği dengelerde, Selçuklu Devletinin, kültürel olarak Türkmene yabancı, onu küçümseyen, dilini bile hakir görüp konuşmayan, ancak profesyonel, ücretli ordusuyla başında ceberrut gibi duran, ondan vergi ve savaşlarda asker alan, ancak yeni işgal alanlarından esas olarak profesyonel orduyu (ikta dağıtımı yoluyla) faydalandıran ve tabnii bu durumunu meşrulaştırabilmek için 'hak mezhebi' diye Sünniliği topluma egemen kılma ve bunun için katliam da dahil her yolu mübah gören bir devlet geleneği dönemi başlıyordu."

   "Türkleri 'evrensel ve yüksek bir kültüre' ulaştırdığı yargısının aksine İslamlaştırma içsel evrimleri ve özgür  iradeleriyle kendilerini kuşatıp yakın ilişki içinde bulundukları Çin, Hint, Acem, ve giderek Arap uygarlıklarından ve bunların ürünleri olarak bölgedeki tüm dinlerden aldıklarıyla, 7. yüzyılda önemli bir kültürel zenginliği, demokratik höşgörü ve evrenselliği yakalayan Türklerin bu kültürel yükseliş trendini kılıç zoruyla ezmiştir. İslamlaştırma, tüm işgaller gibi gayrı meşru olan Arap işgalinin ardından, Türk yurtlarında yaşanan bu kültürel rönesansın acımasızca ezilmesi temelinde gerçekleştirilmiştir."

8 Eylül 2023 Cuma

Balıkçı ve Oğlu - Zülfü Livaneli

 
Toplumsal konulara duyarlılığı ile tanınan edebiyatçı ve fikir adamı Zülfü Livaneli, bu kez Ege balıkçılarının ve hayal kurmaktan bile mahrum bırakılan göçmenlerin kaderine eğiliyor. Usta edebiyatçı Livaneli, Balıkçı ve Oğlu ile son yılların en can yakıcı ve büyük dramı “göçmenliği” balıkçı Mustafa, Mesude ve Samir bebek üzerinden anlatıyor. O güne dek sıcak evlerinde televizyondan izledikleri haberlerden aşina oldukları ölü insan bedenleri ve yarı ölü bir bebek evliliklerinin tam ortasına düşerek bir bomba etkisi yaratıyor; aile ilişkilerini bambaşka bir çehreye büründürüyor. Balıkçı ve Oğlu, Ege’nin tarihinden bugününe, balık çiftliklerine ve rant hırsıyla dağlara, kıyılara saldıran şirketlerin yarattığı ekolojik yıkıma dair çok şey söylüyor. Bunun ötesinde göçmenlerin bir bilinmeze doğru göze aldıkları yolculuğu, hayatta kalma çabalarını ya da ölümü; kısacası “deryaya yakın, dünyadan uzak” yaşamlarını odağına alıyor. Livaneli’nin belki de en şiirsel romanı olan Balıkçı ve Oğlu; aile, aşk, ebeveynlik, evlat, kadın dayanışması, dostluk, göç, doğa üzerine çağdaş bir epope. 
Değişik bir konu, incelikli detaylar var. Ben sevdim.

" İnsanlığın her anlamda can çekiştiği bir noktadayız.! "

"Çiçeğe dokunuşu çiçekten güzeldi."

"Keşke insanlar da yunuslar kadar iyi olsaydı."

"Zaten köyleri, derinlere dalıp çıkardıkları süngerler gibiydi. Acıyı da üzüntüyü de sevinci de felaketi de içine çeker, sindirir, hayatına devam ederlerdi. En garip olayı bile “Tabii” diye anlatırlardı. Tabii o da öldürmüş karıyı, dam çökünce altında kalıp
ölmüş tabii, oğlan da kızı kaçırmış tabii. Bu “tabii”lerin, her
olayı doğal görmelerin sonu gelmezdi. Hiçbir şey hayret verici
değildi, her şey doğaldı."

"Kadın ona baktı.Bakıştılar.Kadın kadını anladı, kadın kadını hissetti, kadın kadını sezdi.  .... İki kadın tek kelime edemeden her şeyi konuşmuşlardı."

"8 milyara yakın insan, hepimizi köleleştiren bir kapitalist diktatörlüğün saldırısı altındayız. Daha önceki çağlarda köleler ayaklarındaki prangadan köle olduklarını anlıyordu. Modern köleler ise kendini özgür sanıyor, çünkü beynine geçirilmiş prangaları göremiyor. Dünya, kapitalistlerin, halkını soyan diktatörlerin, yolsuz bürokratların korkunç hırsına engel olamazsa, göçler de sürecek, terörizm de, isyanlar da."

Foks'un Gözünden Gazi Mustafa Kemal - Teoman Akünal

"Yatak odasından dost meclislerine, yurt gezilerinden önemli toplantılara kadar her an her yerde..
Atatürk'ün can yoldaşı, sevgili köpeği Foks bugün de Anıtkabir'de onun yanı başında...
Foks'un gözünden çok partili rejim arayışının yaşandığı ilginç dönem ilginç olaylar, ilginç kişiler..."

"Foks Atatürk'ün son köpeğinin adıdır. Birkaç yıl eski ve yeni köşkte rahmetli lideri eğlendirdiydi. Foks'u kendisine hediye etmişlerdi. Bilardo oynarken masanın üstüne çıkar, bilyeleri yere yuvarlayıp oynar, Atatürk de bu şımarıklığa gülerdi. Törenlerde Foks Atatürk'ün ayağı dibinde dururdu. Galiba Ülkü kadar onun da çıkmış resimleri vardır." diyor kitabın arka kapağında Falih Rıfkı Atay. 
Ülkenin kurtuluş mücadelesi, cumhuriyetin ilanı ve sonrası, dönemin önemli olayları Atatürk'ün son köpeği Foks'un gözünden anlatılmış. Aslında Atatürk'ün başka köpekleri de olmuş ancak Foks hepsine sözcülük etmiş. Çünkü bazı zaman ve mekanlar Foks'un olmadığı dönemlere rast geliyor. Teoman Akünal güzel bir araştırmayı değişik bir biçimde sunmuş.Cumhuriyetin ilk yılları ve sonrasında başkent Ankara'nın değişimi ve gelişimi, o günlerin garip şehrinin nasıl yavaş yavaş değiştiği ve geliştiği, Atatürk'ün meşhur sofrasının konukları ve onlarla olan anılar çok güzel anlatılmış. Güzel bir kitap.  

Foks'un bana göre gereksiz bir yere uyutulmuş olması da yürekleri burkan bir detay:
"Köpek, Efendisini taparcasına sever. O'na beslediği duygunun adı "bağlılıktır." Ben de Atatürk'e taparcasına bağlıydım. O'nun gerçek dostlarının bir kısmıyla ortak bir yazgımız oldu. Benim gibi, onların bir kısmı da Atatürk'ün çevresinden uzaklaştırıldılar. Buna rağmen ne onların, ne de benim Ulu Öndere ve Onun eserine duyduğumuz  hayranlık hiç eksilmedi; aksine daha da bilinçlendi ve bilendi.
Sahibimin "Fenalık yapmak için ısırmadı" diyerek beni korumak istemesine rağmen, bilgiçlik taslayan bazı işgüzarlar "Sahibini ısıran köpekten hayır gelmez" diyerek beni ilaçla uyuttular. Kapatıldığım odada etrafımı saran beyaz önlüklü adamların bedenime enjekte ettiği ilacın bana sağlık değil, sonsuz bir ayrılık getireceğini sezinleyip direnmeye çalıştım. Korunma içgüdüsüyle tüylerim diken diken oldu. Boğazım kurudu, bedenim kasıldı, sesim sonsuza dek kısıldı. O'nu benden korumak bahanesiyle, beni O'ndan sonsuza dek ayırdılar!."
"Bugün, bir düzine yılın ardından bilgelikle geriye baktığımda, O'nun yanında geçirdiğim yılların sadece benim değil, ülkenin de en güzel yılları olduğunu görüyorum!"