Bu Blogda Ara

21 Haziran 2024 Cuma

On Üçüncü Kabile - Arthur Koestler

 

Romancı, siyasi eylemci, filozof Arthur Koestler´in yapıtlarının çoğu, temel ve yaygın düşüncelerle bağdaşmaz. Yazar, sıradan sorulara farklı yanıtlar vermekle de yetinmez... Başkalarının sormayı akıl bile edemediği önemli soruları yanıtlar ya da yanıtlamaya çalışır. Bu, onun gerçek yaratıcı doğasının bir göstergesidir. Koestler´in ana kaynaklarına inerek ortaya koyduğu bu incelemenin sonucunda şu soru ortaya çıkıyor: Doğu Avrupa Yahudileri´nin kökeni Hazar Türkleri´ne mi dayanıyor? Koestler´in incelemesi bu soruya olumlu yanıt veriyor. "Eğer gerçek buysa, Doğu Avrupalı Yahudiler, bir Türk soyundan geliyorsa, Naziler´in Yahudi düşmanlığının dayandığı temeller bütünüyle saçmadır." diyor Koestler. Ve ekliyor: "Hitler de Yahudi soyunu yok edeyim derken, Kafkasya'dan gelen gelen bir halkı kıyıma uğratmıştır." Yayınlandığı 1976 yılında eski ırksal ve etnik dogmaları yerle bir ettiği için büyük bir heyecanla karşılanan bir kitap olmuş Onüçüncü Kabile.

"Dunlop'a göre eğer Hazarlar olmasaydı 'Avrupa uygarlığının doğudaki temsilcisi Bizans, Arapların eline geçecek ve tarihin akışı değişecekti.' "

"Hazarlar'ın dünya tarihine en büyük katkısı, Araplar'ın kuzey yönündeki saldırılarına karşı Kafkaslar'ı geçilmez bir engel haline getirmeleridir."

"Hazarlar egemen bir devlet olmadan önce, bir süre, kısa ömürlü bir başka devletin, Batı Türk İmparatorluğu ya da Turkut İmparatorluğu diye anılan devletin egemenliğinde yaşamak zorunda kalmışlardır... Bu ilk Türk Devletinin (böyle demek de doğru mudur bilmem) ömrü, aşağı yukarı yüz yıl kadar sürdü. (M.S. 550-650) Sonra hemen hiç iz bırakmadan parçalandı. Ama yine de, Türk adının ilk defa belirli bir ulus için kullanılması, 'Türkik' dil grubunu kapsayan genel bir deyim olmaktan çıkması bu devlet sayesinde oldu."

"Fazla şey bilirsen seni asarlar, çok alçakgönüllüysen üstüne basarlar."

"Hazarlar Türk kökenli bir ulustu. Ülkeleri, Karadeniz'le Hazar Denizi arasında, önemli geçit niteliğinde, stratejik, kilit önemi haiz bir noktada bulunmaktaydı."

"...Türk deyimi, ortaçağ yazarlarının ve bazı çağdaş yazarların kullandığı anlamda, bir ırktan çok, bir dil grubunu anlatan bir deyimdir."

"Polonya'ya çok sayıda Hazar'ın göçtüğü kesinlikle bilinmekte ve artık tartışma konusu olmamaktadır. Tartışılan nokta, bu göçmenlerin yeni toplumun çoğunluğunu mu, yoksa küçük bir oranını mı oluşturduğudur. Bu soruya bir karşılık bulabilmek için, batıdan gelen "Gerçek Yahudiler"in ne sayıda ve nasıl göç ettiği konusuna eğilmek gerekmektedir."

"Kadınları, ne kendi erkeklerinin ne de yabancıların yanında peçe kullanıyor; vücutlarını da örtmüyorlar. Bir gün bir Oğuz'un evinde oturuyorduk. Karısı da yanımdaydı. Biz konuşurken kadın bir ara vücudunun görünmemesi gereken bir tarafını açıp kaşıdı... Hepimiz gördük. Hemen ellerimizle gözlerimizi kapatıp, "Allahım, sen bize günah yazma." diye yakardık. Kocası güldü, çevirmenimize şunları söyledi: "Sizin, önünüzde açılmamızın nedeni, gördüğünüz halde kendinizi tutmayı öğrenesiniz diyedir. Çünkü ulaşamazsınız. Böyle olması, gizli olup da elde edilebilir olmasından daha iyidir." Zina bu insanlara çok yabancı. Ama birisinin zina işlediğini öğrenirlerse, onu iki parçaya ayırıyorlar. Bunu yapmak için günahkârı iki ağacın dallarına bağlıyorlar, sonra deviriyorlar ağaçları. O zaman, adam ikiye bölünüyor."

"İbn Fadlan, Volga Bulgarları arasında da pek garip adetlerle karşılaşıyor: Zekasıyla, bilgisiyle dikkati çeken bir insana rastlayınca, 'Bu adam Tanrıya hizmet etmeye daha layık' deyip onu yakalıyorlar, boynuna bir ip geçirip bir ağaca asıyor, çürüyene kadar orada bırakıyorlar..."

"Madem ki kurban gerekli, bari başımıza dert açabilecek olanlardan kurtulalım."

"Kaderimizi her şeye kadir büyük Allah'a emanet ettik." Sık sık karşılaştıkları kar fırtınalarından birinde İbn Fadlan, bir Türk'le yan yana yolculuk ederken, Türk ona yakınmış: 'Başbuğ bizden ne istiyor? Öldürecek bizi soğukta! Ne istediğini bilsek, hemen verir kurtulurduk' demiş. İbn Fadlan buna cevap olarak, 'Bütün istediği, 'Allah'tan başka tanrı yoktur!' demeniz' diye karşılık verince, Türk gülmüş: 'Doğru olduğunu bilsek, söylerdik' demiş."

"Onları tanrıya bağlayan bir dinleri yok. Mantıklarını da kullanmıyorlar. Hiçbir şeye tapmıyorlar. Başlarındakilere 'Bey' diyorlar. İçlerinden biri Bey'e danışmak istediği zaman ona gidip, 'Bey, falanca işte ne yapayım?' diye soruyor. Ne yapacağına, aralarında yaptıkları toplantıda hep birlikte karar veriyorlar. Ama kararı verip uygulamaya geçecekleri zaman, içlerinden en basit, en aşağılık olanları bile ortaya çıkıp, karara karşı gelebiliyor."

1 Haziran 2024 Cumartesi

Mustafa Kemal'le 1000 Gün - Nezihe Araz


Bu kitap Mustafa Kemal'in evlilik yıllarını ve Latife Hanımın Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundaki yerini anlatmak için yazılmıştır. Genel olarak 1922-1925 yılları arasında geçen olayları kapsamaktadır. 
Kitap sadece evlilik ve onunla ilgili konuları anlatıyormuş gibi gözükse de aslında bu 3 yıllık dönemin tarihi gerçeklerine de değinmekte ve bu evliliğin yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ne ne gibi etkileri olduğunu da göstermektedir.

"Mustafa'mın karısı olmak kolaydır uğlum. Ama Mustafa Kemal'in karısı olmak zor iştir. Bilirim, anası olmaktan dolayı."

"Nikah kıyıldı, şerbetler içildi, tebrikler yapıldı. Bir ara Mustafa Kemal Paşa, elini omuzuma koydu ve bana "Asım, dedi, inşallah zaman olur, çağdaş biçimde bu nikah törenini valiler bağlar, onlar kıyar." Ben onun medeni nikah işine daha o günler karar vermiş olduğunu anladım."

"-Benim gibi bir insanın evlenmesi meğer ne zormuş... İnsanın kendi evinde kendisini misafir gibi hissetmesi..."

"Bak çocuk! De sen şimdi bana: Bu kız Mustafa'yı mı sever? Mustafa Kemal'i mi sever? Mustafa Kemal Paşa'yı mı?"

"-Estağfurullah, dedi. Ben hanımlara el öptürmem hanımefendi, bunu unutmayın."

"Genç, deneyimsiz Latife'ye, büyükannesi anlatmaya çalışıyor:

-Bir erkekle bir kadın arasında birbirlerini ne kadar severlerse sevsinler,her zaman bazı sorunlar vardır. Bu erkek Mustafa Kemal Paşa, bu kadın Latife Uşakizade olduğu zaman iş büsbütün değişir. İkinizin arasında kocaman memleket var. Mukaddes bir millet var. Bunu hiç unutmamalısın. Koca bir vatan! Ve sen, vatana kurtarana aşık oldun kızım. Bunun elbette bir bedeli,bir vebali vardır. Bu çok önemli bir cüret. Çok şey istiyorsun bilesin. Belki de Paşa bunu anladığı için düşünüyor. Kendini senden uzak tutuyor,tutmaya zorluyor kendini."

"Latife! Sen bir erkekle değil,bir milletle evlisin. Bunu unutma."

"Meğer diye dertlendi , meğer bir kadını idare etmek bir büyük savaşı idare etmekten de zormuş . Ben savaşları idare ettim işte bakın, ister okumuş yazmış olsun, ister kendi halinde bir kadın ... Durum değişmiyor demek ki . Ben bir kadını idare edemiyorum. Galiba hayatımın en büyük hatasını evlenmekle yapmışım ben."

"Mustafa Kemal birden doğruluyor ve genç kızı heyecandan öldürecek bir tatlılıkla:

-Latif! diyor. Bak beri. Bunu bir yere not et. Bize lazım olacak.

Latife bu "Latif" hitabından öylesine mutlu olmuştur ki.. Heyecanlanınca her zaman yaptığı gibi,alt dudağını ısırıyor, Paşaya bakakalıyor,gözleri pırıl pırıl..

-Latif,diyor içtenlikle ve anlamını sorar gibi.

-Neden şaşırdın? Sen gerçekten Latife değil, Latif'sin!"

Ucu Güllü Kundura - Muzaffer Buyrukçu

İstanbul’da yeni yollar açılıyor, eski evler yıkılıp betonarme yapılar, apartmanlar, hanlar yükselip fabrikalar kuruluyorken kentin her yanında düne savaş açan bir hareketliliğin yaşandığı Menderes dönemi… Şehre her gün çarıklı, şalvarlı, kasketli, başörtülü kafileler akın ediyor, çarşıları, pazarları, sokakları, alanları kalabalıklaştırıyordu. Her şeyin hızla değiştiği 50’ler ortasında İstanbul’da bir kenar mahalle. Bu kenar mahallenin birbirinden renkli sakinleri ve elbette Muzaffer Buyrukçu’nun ışıldayan kalemi. Ucu Güllü Kundura’da Buyrukçu, Kavga ve Dar Sokaklardaki Duman’dan tanıdığımız Balkan göçmeni ailenin ve çevresindekilerin hikâyesini anlatmaya devam ediyor. 

 Ucu Güllü Kundura romanında, İstanbul’un modern bir şehir olma
sürecindeki değişimi, insanlar tarafından her ne kadar güzel ve çağdaş olarak görülse de şehrin kökleşmiş ana yapısını ve geleneğini bozan bir durum olduğundan eleştirilmektedir. Yaşanan sorun
ekonomik koşullar sebebiyle taşradan göç eden insanların, şehirliler tarafından ötekileştirilmesine ve yabancı olarak görülmesine neden olmaktadır. Aynı zamanda, taşralıların “İstanbul’u halklaştırmaları”
kentliler tarafından eleştirilmektedir.

Ucu Güllü Kundura romanında yoksulluk teması, Naci ve ailesinin yaşayış tarzları ve toplumda yaşadıkları sıkıntılar üzerinden ele alınır. Naci, komşusu Ramiz Bey’in İstanbul beyefendisi kişiliğini ve hareketlerini çok beğenir, onu kendisine hem fiziksel görünümü hem de düşünceleri açısından örnek almaktadır. Naci, Ramiz Bey arasında geçen konuşmalarda toplumdaki yoksulluk sorunu ele alınır.
Toplumda zenginlerin söz sahibi olduğu ve yoksulların ise bir kukla gibi yaşam mücadelesi verdiği belirtilmektedir. İnsanların yoksulluk içinde zenginlerin kölesi olduğu ve toplumdaki bu eşitsiz
düzene karşı eleştirileri ifade edilmektedir

“...Yeni yollar açılıyor, eski evler yıkılıp betonarme yapılar, apartmanlar, hanlar yükseliyor, fabrikalar kuruluyor, kentin her yanında düne savaş açan bir etkinlik göze çarpıyordu. Dükkânlar, bankalar, eczaneler, mağazalar, lokantalar birbirini izliyordu. İstanbul’a her gün çarıklı, şalvarlı, kasketli, başörtülü kafileler akın
ediyor, çarşıları, pazarları, sokakları, alanları kalabalıklaştırıyordu”

 " 'Seni seviyorum, deli gibi seviyorum, şeytan gibi seviyorum, ölümün hayatı sevdiği gibi seviyorum' dedi."

"Ne zaman hesap sordu ki şimdi sorsun dedi Naci. 'Bizim halkımız koyun gibidir. En korkunç zulümlerin altında inlerken bile hesap sormamıştır.' "

"Bitecek elbet. Halk Partisinin varlığını milletin beyninden, ruhundan kazımak, unutturmak, kendilerini kabul ettirmek istiyorlar. Ayakta durmak, onlardan daha önemli, daha becerikli olduklarını ispat amacıyla canla başla çalışmak zorundalar. Ve tabii eş dostlarını, arkadaşlarını, adamlarını zenginleştiriyorlar. Yeni bir tabaka yaratmak peşindeler."

"Şimdi bunlar kendilerini her zaman, her seçimde iktidara getirecek bir kitle yetiştirecekler. Yetiştirirken de karınlarını doyuran, eksiklerini gideren bir şeyler verecekler."

"Millet surların dışındaki Hazine topraklarına akın ediyor, yapıyor gecekondusunu, keyfine bakıyor. Yani halk halinden memnun."

"Bütün bu kavgalar, kıyametler, harpler hep o hayat denen keçiboynuzundaki bir dirhem balı emmek içindir."

25 Mayıs 2024 Cumartesi

Kitab-ül Hiyel - İhsan Oktay Anar


Kitab-ül Hiyel, Arapça hîle (hüner, tedbir, çare, yöntem) kelimesinin çoğulu olan hiyel, ilimler tarihinde genellikle makine bilgisi ya da makine teknolojisi anlamında kullanılmıştır. 

Kitaba roman denilir mi bilemiyorum. Tarihi bir anlatım. Çok güzel tasvirler var. Çok güzel çizimler ve bir makine mühendisi gibi en ince ayrıntısına kadar anlatılan makineler ve bunlara ait çizimler. Ustalık, uzmanlık gerektiren bir anlatım. Gerçi ben sıkıldım ama sonuna kadar da okudum. Teknik detaylar biraz sıktı. Ama anlatılanların arasından mizahı ve güzel anlatımı seçip çıkardığınızda kitaptan zevk alıyorsunuz. Ama öncelikle dilinin ağır ve anlaşılması zor olduğunu söylemeliyim. Ayrıca kitap kurmaca olduğundan tarihte böyle kişilikler yaşamış mı diye de araştırma zahmetine de girmeyin.

Kitabın konusu ise, Osmanlı Döneminde yaşamış üç mucidin maceralarını, icatlarının detaylı çizimlerini, başlarına gelen olayları okuduğunuz trajikomik olayların anlatıldığı bir roman. Yafes Çelebi, Calud ve Lalezar Necef Bey’den Angilidis Efendi’ye, Samur ve Yağmur Çelebiler’den Uzun İhsan Efendi’ye bir sürü mucit, hiyelkar.
"Dünyadaki her şey bir mucizeyken insan nasıl hayret etmeden durabilirdi?"

"Ustaların kılınç yapmak için saatlerce ve günlerce dövdükleri demir neden serttir, bilir misin? O, insanoğluna hemen boyun eğmez, çünkü onların, kendisiyle işleyecekleri suçları bilir. Bu yüzden de ortak olacağı günahların bedelini ateşte dövülürken peşinen öder."

"Aptal görünmenin bir yolunu bulmalıydı. Ne yazık ki bunu başarabilecek kadar zeki değildi."

"Zalimlerin kolları kendi erişilmez isteklerine göre çok kısadır. Tutkularının büyüklüğü onları böylece sakat kıldığından, bizim kılınç dediğimiz koltuk değneğini kullanırlar."

Bir Perişanlık Hali - Mehmet Anıl


Bir erkek, sevgilisinin dört yaşındaki kızına cinsel taciz suçlamasıyla kendini bir anda cezaevinde bulursa ne olur? Üstelik bu erkek kendi halinde saf bir Anadolu delikanlısıyken, sevgilisi kentli ve alımlı bir kadınsa? Suçlu mu, suçsuz mu? Adi bir pedofili olayı mı, talihsiz bir yanlış anlama mı?
Mehmet Anıl, tam da bu noktada başlatıyor romanını:
Biz, Harun'u cezaevine düşmesiyle tanımaya başladık. Bu bir perişanlık halidir.
Yargılanma sürecine Harun'un akıl tutulması eşlik eder; başlangıçta sınırda kişilik bozukluğu olarak teşhis edilen rahatsızlığı, geri dönüşü olanaksız boyutlara uzanır. Harun, son umut olarak sığındığı dinde kurtuluşu bulabilecek midir?
Bir Perişanlık Hali, bir taraftan Harun'un dramının öykülendiği, diğer taraftansa yargılama sürecinin sorgulandığı çift katmanlı bir anlatı düzlemi üzerinde kurgulanmış, son satıra kadar okurun merak duygusunu ayakta tutan ve bunların ötesinde; sevgi(sizlik), delilik, adalet kavramlarını sorgulatırken aynı zamanda eğlendiren bir roman.

"Hatalar, doğruya tırmanan merdivenin kaygan basamaklarıdır."

"İnsanın içindeki umut, sahibini çaresizce kurtarmaya çalışmaktadır. Zaman geçer, umut yenilir, yerini hakikat alır."

"Önemli bir şey ölmek. Felsefik ifadelerle dillendirilmese de özel muameleyi hak ettiğini hissediyordu ölümün. Doğumdan farklı olarak bütün ölümler aynı derecede önemliydi."

19 Mayıs 2024 Pazar

Suskunlar - İhsan Oktay Anar

Bütün romanları gibi Suskunlar da bir başyapıt. Hayran olduğum yazarlardan İhsan Oktay Anar. Romanın geçtiği dönemi birebir nasıl bu kadar yansıtabilir bir insan. O döneme ilişkin dile nasıl bu kadar hakim olabilir. Hayranlıkla okuyorum kitaplarını. Suskunlar için mistik bir roman diyebiliriz. Tarihin dinin mistisizmin içiçe geçtiği bir olaylar halkası.

Çeşitli öykülerin bir arada, birbirini destekleyecek şekilde verildiği roman geniş bir şahıs kadrosuna sahiptir. Roman Yegâh, Dügâh ve Segâh adlı üç bölümden oluşmaktadır. Roman, ihtiyar bir bekçinin Yenikapı Mevlevihanesi etrafında mavi ışık saçan bir hayalet görmesiyle başlar. Bu hayalet Âsım adlı bir adamın hayaletidir. Romanda olaylar kronolojik bir sırayla gelişmez. Yazar geriye dönüş tekniği ile bize Kalın Musa’nın torunlarından Davut ile Eflatun’dan bahseder. Olayların karışık bir şekilde ilerlediği romanda sözü edilen Asım kendisine on ki parmaklı, büyük elleri olan Venedikli cüce bir köle alır. Bu köle büyük ve on iki parmaklı elleri sayesinde musikide çok başarılıdır. Kölelikten kurtulmak isteyen cüce beselerini sahibi Asım’a vermektedir, böylece Asım çok meşhur olmuştur. Asım annesinden başka kimsesi olmayan Neva adlı çok güzel bir kıza âşıktır. Ve olaylar sürer gider. Alıntı: (https://daragacisanat.com/2022/07/04/tarih-icinde-bir-roman-suskunlar/)

"Belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu."

"Kin şeytanın kahkahasıdır."

"Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı."

"Ne var ki, her şeyi bilmek için, belki hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, âdemoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatlarını adadı. Çünkü onlara göre, ancak hiçbir şey bilmeyen bir mâsum, gördüğü anda O'nu tanıyabilirdi. Bunun için belki de, ölmeden önce ölmek gerekiyordu."

"Gözün vazifesi sadece “görmek” değil, Hakikat’i görmektir. Hakikat’i gören bir göz, artık başka bir şey göremez. Çünkü o artık, başka bir vazifeyle mükellef değildir ve başka bir gayesi de yoktur."

18 Mayıs 2024 Cumartesi

Mavi Karanlık - Vedat Türkali

Türkiye'nin yetmişli seksenli yıllarının karışık siyasi ortamını en güzel özetleyen kitaplar Vedat Türkali'nin kaleminden çıkıyor.  Mavi Karanlık da onlardan biri. 

Zaman: 12 Eylül 1980 Darbesi öncesinin minyatür, kaotik "iç savaş" yılları. Olayların eksenini, doktora öğrencisi Nergis'in ölümle tehdit edilen sevgilisi, fizik asistanı Korhan'ı ölümden kurtarmak için Bodrum'a getirilişi, orada eski sevgilisi Özgür'le karşılaşması oluşturuyor.

Bu kitapta da yazar, bizi  bir Türkiye gerçeği olan 12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesindeki günlere götürüyor.  Bu kez Muğla'nın Bodrum-Gökova taraflarındayız. Darbe öncesi şiddetlenen olaylar ve tehditler ana karakterlerimizi bir nevi baba evi olan Ege kıyılarına atmasına sebep oluyor. Tabi gelinen yer Bodrum. Burası o dönem belki de birçok sözde aydın için kaçış yeri olmuş bir yer. Burada, ana karakterlerimiz birçok  meslekten insan kalabalığıyla beraber Türkiye’deki siyasi gelişmeler izleniyor. Aydın ile halk arasındaki çatışma, çelişki ve boşluklar kitabın ana çatışma noktası. Hatta, belki de kitabın ana fikrine giden çekirdek düşünceyi oluşturuyor diyebiliriz. 

Vedat Türkali kitaplarını seviyorum. Yanlı ya da yansız anlatımı nasıl olursa olsun okuması beni mutlu ediyor.

Alıntılar ise şöyle:

"Düşündüğünü söylemekten korkmaya başladı mı kişi, düşünmekten de korkmaya başlar."

"Kim büyük sanatçı olabilmişti başkaldırmadan?"

"Bu pis dünyaya nasıl dayanılır, güzel düşler de olmasa?"

''Kaplumbağa olacağım gene. Kabuğuma çekilip burnumun ucuyla gözetleyeceğim çevreyi. Buraya gelirken öyle dememiş miydim; niye döndüm? Dönmedim. İşte, söylüyorum gene. Yetti be. Bu pis, bu rezil, bu kanlı dünyada sevginin de yeri yok, sevecenliğin de. Hepsi bela kişinin başına. Seveceksen kendini sev!''

"Bir süre tek başıma kalıp içimdeki dağınıklığı gidermem gerek; onarılmaz biçimde yıkılıp dökülürse toparlayamam bir daha…"

"Yol hep yeniden başlıyor. Biten biziz. Bitmemek için savaştığımız kadar insanız. Ölüm, hemen bitiverenler içindir."