Bu Blogda Ara

30 Aralık 2020 Çarşamba

Ağaçların Özel Hayatı - Alejandro Jambra

Şili'li yazar Alejandro Zambra, İspanyolca yazan en iyi yazarlar arasında gösteriliyor. İkinci romanı Ağaçların Özel Hayatı'nda geçmiş ve geçmişin belkileri ile gelecek ve geleceğin getirebilecekleri üzerine bir hikâyeler zincirini takip ediyoruz. Ağaçların Özel Hayatı, Verónica'nın resim kursundan dönmeyişiyle başlıyor. Öğretmen ve pazar günü yazarı Julián'ın önce küçük Daniela'yı uyutmak için anlattığı doğaçlama hikâyeler olarak. Bekleyiş uzadıkça Julián hikâyeleri istemsizce kendi hayatlarına döndürüyor. Anımsayışlarla, çağrışımlarla, gözlemlerle ve bunlardan yaratılmış bir gelecekle, Daniela'nın geleceğiyle dolu özel hayatlar Verónica'nın yokluğuyla şekilleniyor, her sözcüğünde onun dönüşünü bekliyor. "Kitap o dönene ya da Julián onun dönmeyeceğine emin olana dek sürüyor." 
Adı farklı içeriği farklı kitaplardan biri daha. Beklenti ve hikaye birbirini karşılamıyor. Okumasanız da olur.

Kitaptan alıntılarım.
"...Dönünce roman bitiyor. Ama dönmediği sürece kitap devam ediyor. Kitap o dönene ya da Julian onun dönmeyeceğine emin olana dek sürüyor. Veronica, Julian'ın, küçük kızı ağaçların özel hayatına dair bir hikaye anlatarak oyaladığı mavi odada değil henüz."

"Tam şu anda, parkın yalnızlığına sığınmış ağaçlar, iki kişinin dostluk işareti olarak kabuğuna isimlerini kazıdıkları bir meşe ağacının talihsizliğinden bahsediyor. Kavak, kimse senin rızan olmadan üzerine bir dövme yapma hakkına sahip değildir, diye atılıyor, baobapsa daha kızgın: Meşe içler acısı bir vandalizmin kurbanı oldu. O insanlar bir cezayı hak ediyor. Onlar hak ettikleri cezayı bulana kadar mücadele etmekten geri durmayacağım. Yakalarından düşmeyecek, yeri, göğü, denizi arşınlayacağım."

"Uyuyan Daniela'ya bakıyor ve kendisini düşünüyor, sekiz yaşında, uyurken. Bu içgüdüsel bir şey; bir kör görünce kendisini kör olarak hayal ediyor, iyi bir şiir okuyunca da kendini o şiirir yazarken ya da kelimelerdeki karanlık seslerin üzerine basa basa, yüksek sesle boşluğa okurken hayal ediyor. Julian sadece görüntülerle ilgileniyor, onları kaydediyor, sonra da unutuyor. Belki de öteden beri kendini görüntüleri takip etmekle sınırladı: karar almadı, ne kaybetti ne de kazandı, sadece belli görüntülerin benliğini sürüklemesine izin verdi ve onları takip etti, korkmadan ya da cesurca davranmadan, ta ki onlara yaklaşana ya da onları söndürene dek."

27 Aralık 2020 Pazar

Kesik Esintiler - Oruç Aruoba

 Değişik bir tarzı var şairin. Daha önce felsefeci kimliği ile tanımıştım eserlerinden Oruç Aruoba' yı. Bu yıl içinde de kaybettik sanıyorum. Şiirleri dediğim gibi değişik bir tarz. Emir kipleri kullanılmış genelde. Çok şiir okuyan bir okur değilim ama şiirleri dinginlikte okunması ve anlaşılması lazım. derin anlamlar yüklü olduğunu düşünüyorum. Beğendiğim bir kaç örnek ise şöyle :
Hic Et Nunc
Şimdi buraya
yağmur yağsaydı,
dışarıda pus
usul usul girseydi içeriye,
yeniden temizlenerek
ekinler gibi
bitiverseydi yaşamım-
yağmazdı ki-
Er-Geç 
Erkendi gittiğimde;
geldiğinde geç.
Kavrulduk birbirimizin içinde,
pınara ulaşamadan.
Savrulduk biribirimizin dışına,
ışığa kavuşmadan.
Derken ay bile battı- geçti;
ama erken güneş gelecekti.
&&&&&&
Geceleri ise, acımasız ve katı
Gözlerini dikince yüksek yıldızlar döşeğime,
Üşüyerek büzülürüm ve görürüm dehşetle, 
Kendi yüreğim kendime nasıl yabancı.
Niye ki-   (yine başladı)
Gürültü.
Burada -olabilir mi?-
bülbül!
Sus.
&&&&
"Bu gece
biraz önce
yarım bir ay gördüm, bülbül ötünce-
öyle; yarın, ışır mı, biz gidince
bülbül susunca, gül çürüyünce
kapanır, batar, gider mi-
ölür mü; olur mu
bu tümce
biz gidince
bu gece
bitince?"
&&&
"dalgaların yanında yürürken ben
gülümsemenle gelseydin sen
hiçbir şey söylemeden
kendiliğinden —"

21 Aralık 2020 Pazartesi

Katilin Şeyi - Algan Sezgintüredi

 
Katilin Şeyi, bir serinin ilk kitabı. Biraz polisiye, biraz mizah. Selçuk Aydemir okur gibiydim sanki. Özel dedektiflik niyetiyle işe başlayan gençlerimiz Tefo ve Vedat'ın maceraları. Çok mantık aramadan okumak lazım. Ciddi bir polisiye gibi okursanız hayal kırıklığı yaratabilir. Mizahın içine ciddiyet, ciddiyetin içine mizah giriyor. Haddinden biraz uzun bir roman. Algan Sezgintüredi'nin tarzı bu. Diğer polisiye yazarlarla karıştırmamak ve karşılaştırmamak lazım.

Alıntılardan bazıları:
"Cevap olarak ne yaptı dersiniz?
Yere tükürdü! 'Ulan' dedim içimden, 'Kovboy filmi mi bu?' "

"Otuz beşime ; yani şairin dediği gibi, yolun yarısına gelmiştim; hayatta onlardan ve zırt pırt değiştirdiğim işlerde açıla kapana kendini şaşırmış sosyal sigortamdan baska hiçbir güvencem yoktu..."

"Böyle anlatması uzun sürüyor ama olan biten birkaç saniyelik şeydi aslında."

"...dolunay konusunda en ilgimi çeken şey, tam da bana yakışacak şekilde, kurtadam hikâyeleriyle Heybeli'de her gece mehtaba çıkılmasını anlatan şarkıdır, o kadar."

Amcanın Düşü - Dostoyevski

 Okuma grubunda okuduğumuz bir kitaptı Amcanın Düşü ya da Rüyası. Okuma planımda yoktu ama iyi ki de okumuşum. Eserde yaşlı ve zengin bir prens ve kızını ona vermeye çalışan para peşindeki bir anne ekseninde onun çevresindeki taşralı Rus sosyetesi anlatılıyor. Bol diyaloglu sizi sıkmayacak bir kitap. Dikkatimi çeken bolca Sheakspeare eleştirisi ve dönemin insanlarının Fransız özentisinde olması.

Alıntılara gelince:

"Öylesine güzelsin ki, insan güzelliğine bir krallık feda eder!"

Her şey ölür, her şey, hatta anılar bile!.."

"İçinden gelirse başkasını sev, ölenle ölünmez. Yalnız seyrek de olsa hatırla beni..."

"Evet! Gücü, ünü, nüfusu, her şey bir gecede gitmiş, yok olmuştu. Marya Aleksandrovna, bir daha belini doğrultamayacağını anlıyordu. Çevresinde kurduğu, yıllardır süren baskı düzeni bir daha canlanmamak üzere yıkılıyordu. Ne kalıyordu ona -felsefe yapmak mı? Hayır, felsefe yapmadı o, bütün gece kudurup durdu. Zina'nın  şerefi beş paralık olmuştu; bitmez tükenmez dedikodular başlayacaktı...Korkunçtu, korkunç!.."

"Zaten felaket hiçbir zaman tek başına gelmez..."

19 Aralık 2020 Cumartesi

Beyaz Geceler - Dostoyevski

 İş Bankası Kültür Yayınlarının baskısı olan Beyaz Geceler kitabı içerisinde toplam 5 öyküyü barındırıyor. Bunlar Beyaz Geceler, Başkasının Karısı, Noel ağacı ve Nikah, haysiyetli, Hırsız ve Yufka Yürekli adlı öyküleri. Beyaz Geceler öyküsünde hayalperest bir adamın hayatından 4 gün anlatılıyor. Kitap yazarın doğduğu şehir olan St. Petersburg’da geçmektedir. Başkahramanımız yirmili yaşlarda asosyal yalnız ve hüzünlü biridir. Hayattan kendini soyutlayarak bilime adamıştır kendini. Başkahramanımızın Petersburg'un güneş batmayan 4 beyaz gecesinde tanışıp zaman geçirdiği Nastenka’ya aşık olur ve olaylar ilerler. Dostoyevski denince akla gelen ilk öykülerden. Okunası bir kitap.
Alıntılarım Beyaz Geceler'den:

"Nasıl oluyor da böyle bir göğün altında türlü türlü suratsız, kaprisli insan yaşayabiliyor?"

"Bak dostum, diyorsun kendine, bak artık toprak soğumaya başladı. Bir kaç yıl daha geçecek ve sonra koltuk değneklerine dayanmış titreyen ihtiyarlık, ondan sonraysa sefalet ve terk edilmişlik gelecek. O düşler dünyası  beyazla örtülecek, donacak, hayallerin solacak ve sararmış yapraklar gibi düşüp gidecek..."

"Nastyenkam, ne tavsiyesi istiyorsunuz? Çekinmeden söyleyin; şimdi öyle neşeli, mutlu, yürekli ve duyarlıyım ki, cebimden sözcük çıkarmakta hiç mi hiç zorlanmam."

"Kasvetli, yağmurlu, karanlık bir gündü, tıpkı yaklaşan yaşlılığım gibi."

"Fakat mutluluk ve neşe insanı nasıl güzelleştiriyor! Yürek sevgiyle nasıl da kaynıyor? Sanki kendi yüreğini alıp bir başkasının yüreğine dökmek istiyorsun, herkesin neşelenmesini, herkesin gülmesini istiyorsun. Mutluluk nasıl da bulaşıcı!"

18 Aralık 2020 Cuma

Eylül Defterleri - Yılmaz Odabaşı


12 Eylül 1980 darbesi, öncesi ve sonrasında Yılmaz Odabaşı'nın Diyarbakır ve diğer cezaevlerinde, karakolda ve sivil hayatta yaşadıkları kendi ağzından anlatılmış. Yaşananlar o kadar korkunç ki okurken gerilmemeniz mümkün değil. Zor dönemlermiş.

"Çünkü yıllar geçtikçe yaşadıklarımın bir bölümünü unutturdum kendime. Unutmasam yaratacağı yıkımla bazı dengeleri güç kurardım....
Yaşadıklarımın ve tanıklıklarımın bende yaratacağı yıkımları savuşturabilmek için kendimle yıllarca didiştim."

"Bana yaşatılanlar oğluma yaşatılırsa, ona bunların yaşatıldığı yerde canlı bomba olurum!"

"İnsan olmak nasıl bir şeydi Cevdet? "Yaşamak güzel şey be kardeşim!" nasıl bir şeydi? Nasıl "bir orman gibi kardeşçesine?"

"Işkenceyle istiklal marşı okutabilen ideoloji, taraf değil, öfkesini boyutlandırdığı bireyi düşman olarak kazanıyordu..."

"/Tomurcuğu yere düşmüş dal gibi;
Adımızı sevda sevda resmedin şimdi.../"

" 'Yitik kuşak' diyorlar bize. Yitik miyiz? Belki yitirilmiştik çoğumuz; aynı takvimlere düşüp aynı günün elinde, ama yitirilmemiştik de! Bu yüzden itiraz ediyoruz, tekzip ediyoruz, el kaldırıyoruz: Yitik miyiz? Nasıl olur, burdayız işte!
Yitirilenler, o tufan sonrası anılarıyla yüreklerimizdeki kıpırtılar kadar sıcak... Şimdi biraz yalnızız ve sis var; dağılsa görünür belki kalabalıklar."

15 Aralık 2020 Salı

İnsanın Anlam Anlayışı - Viktor E. Frankl

Bir psikiyatr gözünden toplama kampındaki gözlemlerini anlatmış yazar. Viktor E. Frankl otuzun üzerinde yabancı dile çevrilmiş ve bütün dünyada çok satan İnsanın Anlam Anlayışı adlı kitabında kurucusu olduğu  logoterapinin ilkelerini İkinci Dünya Savaşı sırasında bir toplama kampındaki deneyimleri eşliğinde anlatmaktadır. Aynı zamanda bu toplama kampı hayatın kendisidir ve dünyayı büyük bir hapishane olarak düşünmemizi sağlar. Hem hatırat hem bilimsel bir kitap. Sıkılmadan okuyacaksınız.

Uzun uzun alıntılarım var:

"Sanırım bir keresinde Lessing şöyle demişti. 'Aklınızı kaybetmenize neden olacak şeyler vardır ya da kaybedecek aklımız yoktur' Anormal bir duruma gösterilen anormal bir tepki normal bir davranıştır. "

"Tutuklunun ruhsal tepkilerinin ikinci evresinde ortaya çıkan semptomlar, duygu yitimi (apati), yani kişinin hissetmeyi göze alamadığı coşku ve duygularını köreltmesiydi; bu da sonunda tutukluyu, her gün ve her saat karşı karşıya olduğu dayağa karşı duyarsızlaştırıyordu. Bu duyarsızlık yoluyla tutuklu, kendini kısa zamanda çok gerekli ve koruyucu bir kabukla kaplıyordu."

"İkinci evrenin temel semptomu olan duygu yitimi, gerekli bir kendini savunma mekanizmasıydı. Gerçeklik belirsizleşmiş ve bütün çabalar, bütün duygular bir konu üzerinde toplanmıştı. Kendi yaşamını ve yoldaşlarının yaşamını korumak. Akşam olunca işyerlerinden kampa dönen tutukluların, iç geçirerek 'Bir gün daha geçti' dediklerini duymak, tipik bir olaydı. "

"Kafama bir düşünce saplandı. Yaşamımda ilk kez, onca şair tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından nihai bilgelik olarak ortaya konan gerçeği gördüm. Gerçek; insanın özleyebileceği  nihai ve en yüksek hedef, sevgidir. O anda, insan şiirinin ve insan düşünce ve inancının vermesi gereken gizin anlamını kavradım: İnsanın sevgiyle ve sevgi içinde kurtuluşu. Dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an içinde olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anladım. Tam bri yalnızlık konumunda, insan kendini olumlu eylemle dile getiremediği, çektiği acılara doğru bir tavırla -onurlu bir tavırla- katlanmaktan başka hiçbir şeyi olmadığı zaman, sevdiği insana ilişkin içinde taşıdığı imgeye sevgiyle yoğunlaşarak doyuma ulaşabiliyordu. "

"Mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahi bir ışık altında görme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hiledir. Ama her an her yerde acı bulunmasına karşın, bir toplama kampında bile yaşama sanatını uygulamak olasıdır. Bir benzetme yapacak olursak, bir insanın acı çekmesi, boş bir odadaki gazın davranışına benzer. Boş bir odaya belli bir miktarda gaz verildiği zaman, oda ne kadar büyük olursa olsun, gaz odanın tamamına yayılır. Ne kadar küçük ya da büyük olursa olsun, acı da insanın ruhuna ve bilincine tamamen yayılır. Dolayısıyla insanın çektiği acının 'büyüklüğü' kesinlikle görecelidir."

"Toplama kampındaki bir insan, özsaygısını kurtarmak için bütün bunlarla da sonuna kadar mücadele etmediği takdirde, bir birey, kendine ait bir aklı, iç özgürlüğü ve kişisel değerleri olan bir varlık olma duygusunu yitiriyordu. Bu durumda kendini dev bir insan kitlesinin sadece bir parçası olarak; varoluşunu da hayvan yaşamının düzeyine inmiş birisi olarak hissediyordu. İnsanlar, kendine ait bir düşüncesi ya da iradesi olmayan bir koyun sürüsü gibi, bir yerden diğerine, bazen birlikte, bazen ayrı ayrı güdülüyordu. İşkence ve sadizm yöntemlerinde ustalaşmış, küçük ama tehlikeli bir birlik, her yanımızı kuşatmıştı. Bu birlik, sürüsünü, bir an ara vermeksizin komutlarla, tekme ve dipçikle bir ileri bir geri güdüyordu, biz koyunlarsa sadece iki şey düşünüyorduk: Kötü köpeklerden nasıl kaçınacağımızı ve bir parça yiyeceği nasıl bulacağımızı."

"İnsan, onurunu bir toplama kampında bile koruyabilir. Dostoyevski bir keresinde şöyle demişti: 'Beni korkutan tek bir şey var. Acılarıma değmemek'  Kamptaki davranışları, acıları ve ölümleri, son içsel özgürlüğün kaybedilemeyeceği gerçeğine tanıklık eden şahitlerle tanıştıktan sonra, bu sözler sık sık aklıma geliyordu. Bu insanların çektikleri acıya değdikleri söylenebilir, acıya katlanma yolları, gerçek bir içsel başarıydı. Yaşamı anlamlı ve amaçlı kılan şey de, insanın elinden alınamayan işte bu ruhsal özgürlüktür."

"Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan  yaşamı tamamlanmış olmaz."

"Bizim kuşağımız gerçekçi bir kuşak, çünkü insanı gerçekte olduğu şekliyle tanımaya başladık. Her şey bir yana, insan, Auschwitz'in gaz odalarını icat eden varlıktır; ama dudaklarında duayla ya da Shema Yisrael ile gaz odalarına dimdik yürüyen varlık da insandır."

"Kampta, küçük bir zaman birimi, örneğin her saati işkenceyle ve yorgunlukla dolu olan bir gün, sonsuz gibi görünüyordu. Daha büyük bir zaman birimi, örneğin bir hafta, daha hızlı geçiyor gibiydi. kampta bir günün bir haftadan daha uzun olduğunu söylediğimde yoldaşlarım bana katılmıştı. Zaman deneyimimiz ne kadar çelişikti! Bu bağlamda Thomas Mann'ın, son derece doğru psikolojik notlar içeren Büyülü Dağ adlı eserini anımsarız. Mann, benzer bir ruhsal konumda olan, yani senatoryumda yatan ve taburcu tarihlerini bilmeyen veremli hastaların tinsel gelişmelerini incelemiştir. Bu hastalar, benzer bir varoluş -geleceksiz ve hedefsiz- yaşamışlardır."

"Doğaldır ki ancak az sayıda insan büyük tinsel yüceliklere ulaşabilecek durumdaydı. Ama bazıları da görünürdeki dünyasal başarısızlıkları ve ölümleri vasıtasıyla insanca bir büyüklüğe ulaşma fırsatı yakalamıştır; bu, sıradan şartlarda asla ulaşamayacakları bir başarıdır. Gönülsüz ve sıradan olanlarımız için ise Bismarck'ın şu sözleri geçerli olabilir: 'Yaşam, bir dişçiye gitmeye benzer. Her an, daha kötüsünün henüz yaşanmadığına inanırsınız, oysa zaten yaşanmış bitmiştir.' Bunu değiştirecek olursak, toplama kampındakilerin çoğunun, yaşamının gerçek fırsatlarını geçmişte kaldığına inandığını söyleyebiliriz."

"Bütün bunlardan, bu dünyada iki insan ırkı olduğunu, ama sadece iki ırk olduğunu -soylu insan 'ırkı' ve soysuz insan ırkı 'ırkı- öğrenebiliriz. Her ikisi de her yerde bulunur, toplumun her kesimine sızar. Hiçbir grup sadece soylu ya da sadece soysuz insanlardan oluşmaz. Bu anlamda hiçbir grup 'arı ırk' değildir ve bu nedenledir ki bazen kamp gardiyanları arasında da soylu birisine rastlanabiliyordu."

 "Ortak suç kavramı konusunda kişisel olarak, bir insanı başka bir insanın ya da bir grubun davranışlarından sorumlu tutmanın hiçbir haklı temeli olmadığını düşünüyorum. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, ortak suç kavramına karşı kamuoyunda tartışmaktan usandım. Ne var ki bazen insanları batıl inançlarından kurtarmak için birçok öğretici hile gerekmektedir. Amerikalı bir kadın, 'Nasıl oluyor da hala kitaplarınızdan bazılarını, Adolf Hitler'in  dili olan Almanca'da yazabiliyorsunuz?' diyerek bana sitem etti. Karşılık olarak, mutfağında bıçağı olup olmadığını sordum, 'Evet' yanıtını alınca , ürkmüş, şok olmuş gibi yapıp bağırdım: 'Onca katil, kurbanlarının karnını deşip öldürmek için kullandıktan sonra nasıl hala bıçak kullanabiliyorsunuz?' Sonuç olarak Almanca kitap yazmama itiraz etmeyi bıraktı."

"Logoterapi daha çok gelecek üzerinde, yani hasta tarafından gelecekte yerine getirilecek anlamlar üzerine odaklaşır.(Gerçekten de logoterapi anlam merkezli bir psikoterapidir)...Kuşkusuz, böyle bir ifade konuyu çok fazla basitleştirmektedir, ancak logoterapideki hasta, yaşamının anlamıyla karşı karşıya getirilir ve bu anlama yönlendirilir. Ve hastanın bu anlamın farkına varmasını sağlamak, nevrozunu yenebilme yetisine oldukça katkıda bulunabilmektir."

"Bir insanın, yaşamın yaşamaya değer oluşuna ilişkin kaygısı, hatta umutsuzluğu, varoluşsal bir bunaltıdır. ama kesinlikle bir ruh hastalığı değildir. Böyle bir şeyi ruh hastalığı terimiyle yorumlayan bir doktor, hastasının varoluşsal umutsuzluğunu, uyuşturucu ilaçlar yığınının altına gömebilir. Bunun yerine onun görevi, varoluşsal gelişim ve gelişme krizi boyunca hastaya yol göstermektir.
Logoterapi, hastaya kendi yaşamında anlam bulması için yardım etmeyi bir görev saymaktadır. Logoterapi, hastanın, kendi, varoluşunun gizli logos (anlamının) farkına varmasını sağlaması ölçüsünde analitik bir süreçtir. Bu kadarıyla logoterapi psikanalize benzer. Ne var ki, bireyin bilinç altındakileri bilince çıkarma çabasında, logoterapi kendini bilinç altındaki içgüdüsel olgularla kısıtlamak yerine,anlam istemi kadar bireyim kendi varoluşunun potansiyel anlamı gibi varoluşsal gerçeklikleri de dikkate alır. Logoterapi insanı, temel ilgisi sadece itkilerinin ve içgüdülerinin doyumu ve giderilmesinden ya da id'in, egonun veya süperegonun çatışan istekleri arasında sadece uzlaşma sağlamaktan ya da sadece topluma ve çevreye uyum sağlamaktan ve uyarlamaktan değil, bir anlam bulma çabasından oluşan bir varlık olarak görmesi ölçüsünde psikanalizden ayrılmaktadır."

"Logoterapiye göre bu yaşam anlamını üç farklı yoldan keşfedebiliriz: 1-Bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak 2-Bir şey yaşayarak ya da insanla etkileşerek 3-Kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek. Bunlardan ilki, yani başarı yolu, oldukça açıktır.
İkinci ve üçüncü ise, biraz daha ayrıntı gerektirmektedir.
Yaşamda anlam bulmanın ikinci yolu, bir şey -iyilik, doğruluk, güzellik gibi- yaşamak, doğayı ve kültürü yaşamak, son ve bir o kadar önemlisi de olanca eşsizliğiyle bir insanı yaşamaktır. Yani onu sevmektir."

"...Artık bir durumu değiştiremeyecek bir noktaya geldiğimiz -örneğin tedavisi olanaksız bir kanser gibi iyileşme şansı olmayan bir hastalığı düşünün- zaman kendinizi değiştirme yoluna gideriz.
Açık bir örnek vermeme izin verin. Bir keresinde, pratisyen hekim olarak çalışan yaşlı birisi yaşadığı ağır depresyon nedeniyle bana geldi. İki yıl önce ölen ve her şeyden çok sevdiği karısını kaybetmeye alışamamıştı. Ona nasıl yardım edebilirdi? Ona ne söyleyebilirdim? Bir şey söylemekten kaçındım, ancak onu şu soruyla karşı karşıya getirdim: 'Sen ondan önce ölseydin ve karın seni yaşatmak zorunda olsaydı ne olurdu Doktor? 'Ah' diye karşılık verdi, 'Bu onun için korkunç olurdu; ne kadar acı çekerdi! Bunun üzerine, 'Görüyorsun ya Doktor, onu bu acıdan kurtaran sizsiniz; elbette bunun bedeli de şimdi sizin onu yaşatmak ve yasını tutmak zorunda olmanız.' dedim. Tek kelime etmeksizin elimi sıktı ve büromdan ayrıldı. Her nasılsa acı, bir özverinin anlamı gibi, bir anlam bulduğu anda acı olmaktan çıkıyor.
Elbette kesin anlamı içinde bu bir terapi değildir, çünkü her şeyden önce doktorun umutsuzluğu bir hastalık değildi ve ikincisi, kaderini değiştiremez, karısını diriltemezdim. Ama değişmez kaderine yönelik tutumunu değiştirmeyi başardığım andan sonra, çektiği acıda en azından bir anlam bulabilmiştir."